Fethiyelilerin “Bakırcı Osman” diye bildiği babam Osman Nuri Polat’ı, 11 Temmuz 2015 Cumartesi Günü Taşyaka Mezarlığında toprağa verdik. Uzun süredir koah tedavisi gören babam, dört aydır solunum cihazına bağlı yaşıyordu.Akciğerlerinden kalan son parça da iş göremez hale geldi ve Cuma akşamüstü Devlet Hastanesinde öldü. Şimdi dedelerimin, ninelerimin, kardeşim İbrahim’in, birçok yakın ve uzak tanıdıkların yanında yatıyor.
Son dönemlerinde
hem kendisi hem de biz, yaşaması için çaba göstermekle yaşadığı sürece acı
çekmesinin yolaçtığı ikilem arasında sıkışmıştık. Hayattayken ne yapacağına hep
kendisi karar veren ve son derece gururlu biri olan babam, solunum yetmezliği
yüzünden çevresine bağımlı hale gelmişti. Böyle olduğunu hissetmesin diye
gösterdiğimiz çaba işe yaramıyor ve bu durumdan, en azından fiziksel nedenler kadar büyük acı
duyuyordu. Kızkardeşimle birlikte yemesine, içmesine, ilaçlarını almasına yardım
etmeye çalıştığımız saatler boyu, ölüm
ve yaşam ilişkisi üzerine düşündüm.
Yakın zamana dek,
ölüm de tıpkı doğum ve düğün gibi elbirliğiyle karşılanırdı. Böyle durumlarda
herkes ne yapacağını bilir, bilmeyene yol gösterilir, noksanlar ortaklaşa
giderilir, dolayısıyla kişilerin kendini toplum karşısında güçlü ve diğerleriyle eşit hissetmesi
sağlanırdı. Ama ilçemizde de örneğini görüğümüz üzere 40 yıldan bu yana yaşanan
hızlı altüst oluş sürecinde, bu gelenekler unutuldu gitti. Toplumun büyük kesiminde,
günlük yaşama alanlarımızda, ailelerde ve tek tek her birimizin üstünde; bu
olumsuz etkinin izlerini görüyoruz. Belki bir kısım köy ve mahalle yaşamının
henüz bozulmadığı kimi küçük kentlerde bu etki daha az olabilir. Ama hayatın
yıkılmaya yüz tutmuş iyi özelliklerini, her şeyi yıkıp yeniden kurmadan
yaşatmak olanaksız.
Maddi sıkıntımız
yok. Ancak manevi destek her zaman gerekli. Telefonla bile hatırlamak,
dayanışma göstermek önemli. Sağolsun, tanıdıklar bunu bizden esirgemedi. Bunun
samimiyetinin, şatafatlı tören ikiyüzlülüklerinden daha değerli olduğunu bir
kez daha gördük.Eskiden olağan sayılan insan davranışları, siyasetin, ibadetin
ve ticaretin gösterişle iç içe geçtiği günümüzde, adeta “soyu tükenen türler”
misali yeniden önem kazandı.
Babam 1927 Burdur
doğumluydu. Babaanneme doğum gününü sorduğumuzda hatırlayamaz ve “armut zamanı” derdi. Demek ki yaz başlarında
dünyaya gelmiş. O dönemde, Yunanistan Türkiye arası “mübadele anlaşması”
nedeniyle pek çok gayrimüslim ülkeden ayrılmış ve özellikle Batı Anadoluda
esnaf-zanaatkâr sayısı azalmıştı. Bu yüzden, gidenlerin yerini almak üzere iç
kesimlerden batıya göç olmuştu.. İşte dedem Mehmet Çavuşun da eşi Fethiye ve
tek oğlu olan babamla birlikte bakırcılık ve kalaycılık yapmak üzere Fethiye’ye
gelişi, o zamana rastlar. Geldiklerinde, babam 1 yaşındaymış.
Dedemin çavuşluğu,
emperyalistlerin Osmanlı topraklarını paylaştığı Birinci Dünya Savaşında,
Arabistan çöllerindeki uzun askerlik yıllarına dayanır. 7 yıl esir kalmış.
Babam askerdeyken, akciğer kanserinden ölmüş. Babamın ve babaannemin anlatımlarından
çıkardığım kadarıyla dedem dost canlısı, çalışkan, eğlenmeyi seven, atılgan
biriymiş. Babam bu özelliklerin bazılarını taşımakla birlikte daha ağırkanlıydı.
Gösterişi sevmez, tutumlu ve temkinli davranırdı. Ancak inandığı konularda da
asla geri adım atmazdı. Bu maddi ve manevi miraslardan bana yalnızca dedemin
adı kalmadı; her ikisinin de farklı nedenlerden 30’lu yaşlarında başladıkları bakırcılık
mesleğini, aşağı yukarı aynı yaşlarda ve kendi gerekçelerimle ben de sürdürdüm.
Onların yıllarca elinde tuttuğu çekiçleri, kısaçları kullandım. Tabi onların kimi
huylarını da taşıdım. Aramızdaki bir fark, benim çalıştığım dönemde
kalaycılığın gerileyişi yüzünden bu meslekle ilgilenmeyişimdi.
1970’lerin
sonlarına doğru ilçemizde hızlı bir dönüşüm sürecine girildi. Fethiye ovasında
sulu tarıma geçilirken, turizmde de hareketlilik görüldü. Bu dönemde babam ve
annem, Karagözler mahallesindeki evimizde pansiyonculuk yapmaya başladılar.
1980 ortalarında ben de memlekete döndüm ve babamın bakırcılık işini devraldım.
İlçeye gelen turist sayısı arttıkça, herkes gibi biz de hızlı bir çalışma
düzenine ayak uydurduk. O yıllarda Ramazan Ayı bugünkü gibi yaz mevsimine denk
gelmişti. Babam ve annem bir yandan uzun süreli oruç tutuyor, diğer yandan
neredeyse 5-6 saatlik bir uykuyla pansiyonun işlerini bitirmeye uğraşıyorlardı.
Ancak bu hız, 2000’li yıllara girerken kesildi. Ülkedeki ekonomik krizin
etkileri ilçemize de yansıdı ve küçük esnaflık bitti. Pansiyonların yerini
tatil köyleri, küçük dükkanların yerini ise dünya markası tekellerin mağazaları
aldı. Bu yıllarda babam ve annem emekli olmuş, pansiyonu kiraya vermişlerdi.
Böylece, daha sık bir araya gelme fırsatı bulur olduk. Bazen laf lafı açar ve
tıpkı televizyon öncesi radyo günlerinde olduğu gibi, çok geride kalmış anılar
anlatılırdı…
Uzak yakın bütün önemli
olaylar, akılda kalmış öyküler annem ve babamın anlatımlarının konusu olabilirdi.
Elbette en önemlisi 1957 Fethiye depremiydi. Deprem öncesi ve sonrası hayat
karşılaştırılır, artık hiç biri yaşamayan eski tanıdıklarla ilgili anılar
bugüne dek uzanan biçimde anlatılırdı. Ancak 2001’de kardeşim İbrahim’i trafik
kazasında kaybetmemizden sonra, bu konuşmalara bir sınır konuldu. Hiç birimiz,
doğrudan kardeşimle ilgili anılardan bahsetmemeye başladık. Annem hemen
müdahale edip susturuyordu. Zaten kazanın ardından, bizim ancak çok sonra
farkedeceğimiz biçimde annem yavaş yavaş içine kapanarak yakın zamanla ilgili
olayları hatırlayamaz hale geldi. Yine de kimi akşamlar oturup eskilerden
bahsettiğimizde babam çocukluk günlerini anlatıyor ve böylece annemin daha
kolay hatırladığı eski anılarını toparlamasına yardım ediyordu. Ben bu sohbetlerde
daha çok dinliyor ve konuşmayı teşvik eden bir konumda oluyordum…İşte babamın
bazı anıları:
Babamlar her ne kadar Fethiye’ye yerleşmiş
olsa da, Burdur’la bağları kopmamıştı. Çocukluk ve delikanlılık yıllarında, at
arabasıyla Burdur’a gidip geldiklerini anlatırdı. Babası ve amcasıyla birlikte
yola çıkıp, köylerde kalaycılık yaparak gider gelirlermiş. Bazen ay ışığında
gece yolculuğu yaparlarmış. O dönemde eşkiyalık olaylarına rastlandığından,
dağlardaki ardıç ağaçlarını insana benzettiklerini söylerdi. 27 Mayıs darbesi,
ara sıra İzmir ya da İstanbul’a mal almak için gittiğinde yaşadıkları, okul,
arkadaşlık, askerlik anıları, Fethiyelilerin yaz gelince Kaya köyüne göçmesiyle
ilgili anılar…
Artık ortayaşı
geride bırakıp yaşlılığa doğru ilerliyoruz. Bizim kuşak, toplumun kendi kendine
yetmeye çalıştığı bir dönemin son örnekleri sayılır. Başta aile, okul, işyeri olmak
üzere toplumun tamamında israfa gözyumulmaz, kullanılan bir eşya kolayca
atılmazdı. Babalarımız çalışır ve bütün ailenin geçimini sağlardı. Savaşlardan
geçmiş babaların çocukları olarak belki biraz eziktiler ve bu yüzden
çekingenlik, sertlik, ihtiyatlılık karışımı karakterlere sahiptiler. Ama kendi
emekleriyle kazanıp evlerimize getirdikleri ekmeğin bir dilimi bile çöpe
atılmadı. O evlerde yalan ve ikiyüzlülüğe itibar edilmedi. Zaman geçti, büyüdük
ve büyüklerimizden farklı koşullarda yaşamanın etkisiyle özgürlüğü, hak
arayışını, isyanı öğrendik. Bu yüzden, babalarımızla yollarımız sık sık ayrı
düştü ve belki bazen onları küçümsedik. Bazen de, “aynı bahçede davul çalarak
birbirini arayan insanların” durumuna düştük. Yine de aramızdaki saygı ve
çekingenlik karışımı duygulardan oluşan bağlar kopmadı. Onlar büyük ve önemli
insanlar değillerdi. Basit yaşamlarıyla bize yaşamın en basit halini; doğruluk,
dürüstlük ve alınterine saygıyı öğrettiler. Güle güle baba…
Kendi kendine yetmeye çalışan son kuşak, ekmeğin bir diliminin bile çöpe gitmemesi, hele at arabasıyla yolda kalaycılık yaparak memleketi ziyaret yolculukları... Bence büyük ve önemli insanlarmış.
YanıtlaSilOnlar, kendi zamanlarının büyük dünyasının küçük insanlarıydılar. Yine de bugünün iletişim, ulaşım ve tüketim çılgınlığının küçülttüğü dünyamızın büyük insanlarından büyüklerdi...
Sil