Blog Arşivi

12 Temmuz 2015 Pazar

BABAMI TOPRAĞA VERDİK


Fethiyelilerin “Bakırcı Osman” diye bildiği babam Osman Nuri Polat’ı, 11 Temmuz 2015 Cumartesi Günü Taşyaka Mezarlığında toprağa verdik. Uzun süredir koah tedavisi gören babam, dört aydır solunum cihazına bağlı yaşıyordu.Akciğerlerinden kalan son parça da iş göremez hale geldi ve Cuma akşamüstü Devlet Hastanesinde öldü. Şimdi dedelerimin, ninelerimin, kardeşim İbrahim’in, birçok yakın ve uzak tanıdıkların yanında yatıyor.

Son dönemlerinde hem kendisi hem de biz, yaşaması için çaba göstermekle yaşadığı sürece acı çekmesinin yolaçtığı ikilem arasında sıkışmıştık. Hayattayken ne yapacağına hep kendisi karar veren ve son derece gururlu biri olan babam, solunum yetmezliği yüzünden çevresine bağımlı hale gelmişti. Böyle olduğunu hissetmesin diye gösterdiğimiz çaba işe yaramıyor ve bu durumdan,  en azından fiziksel nedenler kadar büyük acı duyuyordu. Kızkardeşimle birlikte yemesine, içmesine, ilaçlarını almasına yardım etmeye çalıştığımız saatler boyu,  ölüm ve yaşam ilişkisi üzerine düşündüm.

Yakın zamana dek, ölüm de tıpkı doğum ve düğün gibi elbirliğiyle karşılanırdı. Böyle durumlarda herkes ne yapacağını bilir, bilmeyene yol gösterilir, noksanlar ortaklaşa giderilir, dolayısıyla kişilerin kendini toplum karşısında  güçlü ve diğerleriyle eşit hissetmesi sağlanırdı. Ama ilçemizde de örneğini görüğümüz üzere 40 yıldan bu yana yaşanan hızlı altüst oluş sürecinde, bu gelenekler unutuldu gitti. Toplumun büyük kesiminde, günlük yaşama alanlarımızda, ailelerde ve tek tek her birimizin üstünde; bu olumsuz etkinin izlerini görüyoruz. Belki bir kısım köy ve mahalle yaşamının henüz bozulmadığı kimi küçük kentlerde bu etki daha az olabilir. Ama hayatın yıkılmaya yüz tutmuş iyi özelliklerini, her şeyi yıkıp yeniden kurmadan yaşatmak olanaksız.

Maddi sıkıntımız yok. Ancak manevi destek her zaman gerekli. Telefonla bile hatırlamak, dayanışma göstermek önemli. Sağolsun, tanıdıklar bunu bizden esirgemedi. Bunun samimiyetinin, şatafatlı tören ikiyüzlülüklerinden daha değerli olduğunu bir kez daha gördük.Eskiden olağan sayılan insan davranışları, siyasetin, ibadetin ve ticaretin gösterişle iç içe geçtiği günümüzde, adeta “soyu tükenen türler” misali yeniden önem kazandı.

Babam 1927 Burdur doğumluydu. Babaanneme doğum gününü sorduğumuzda hatırlayamaz ve  “armut zamanı” derdi. Demek ki yaz başlarında dünyaya gelmiş. O dönemde, Yunanistan Türkiye arası “mübadele anlaşması” nedeniyle pek çok gayrimüslim ülkeden ayrılmış ve özellikle Batı Anadoluda esnaf-zanaatkâr sayısı azalmıştı. Bu yüzden, gidenlerin yerini almak üzere iç kesimlerden batıya göç olmuştu.. İşte dedem Mehmet Çavuşun da eşi Fethiye ve tek oğlu olan babamla birlikte bakırcılık ve kalaycılık yapmak üzere Fethiye’ye gelişi, o zamana rastlar. Geldiklerinde, babam 1 yaşındaymış.

Dedemin çavuşluğu, emperyalistlerin Osmanlı topraklarını paylaştığı Birinci Dünya Savaşında, Arabistan çöllerindeki uzun askerlik yıllarına dayanır. 7 yıl esir kalmış. Babam askerdeyken, akciğer kanserinden ölmüş. Babamın ve babaannemin anlatımlarından çıkardığım kadarıyla dedem dost canlısı, çalışkan, eğlenmeyi seven, atılgan biriymiş. Babam bu özelliklerin bazılarını taşımakla birlikte daha ağırkanlıydı. Gösterişi sevmez, tutumlu ve temkinli davranırdı. Ancak inandığı konularda da asla geri adım atmazdı. Bu maddi ve manevi miraslardan bana yalnızca dedemin adı kalmadı; her ikisinin de farklı nedenlerden 30’lu yaşlarında başladıkları bakırcılık mesleğini, aşağı yukarı aynı yaşlarda ve kendi gerekçelerimle ben de sürdürdüm. Onların yıllarca elinde tuttuğu çekiçleri, kısaçları kullandım. Tabi onların kimi huylarını da taşıdım. Aramızdaki bir fark, benim çalıştığım dönemde kalaycılığın gerileyişi yüzünden bu meslekle ilgilenmeyişimdi.

1970’lerin sonlarına doğru ilçemizde hızlı bir dönüşüm sürecine girildi. Fethiye ovasında sulu tarıma geçilirken, turizmde de hareketlilik görüldü. Bu dönemde babam ve annem, Karagözler mahallesindeki evimizde pansiyonculuk yapmaya başladılar. 1980 ortalarında ben de memlekete döndüm ve babamın bakırcılık işini devraldım. İlçeye gelen turist sayısı arttıkça, herkes gibi biz de hızlı bir çalışma düzenine ayak uydurduk. O yıllarda Ramazan Ayı bugünkü gibi yaz mevsimine denk gelmişti. Babam ve annem bir yandan uzun süreli oruç tutuyor, diğer yandan neredeyse 5-6 saatlik bir uykuyla pansiyonun işlerini bitirmeye uğraşıyorlardı. Ancak bu hız, 2000’li yıllara girerken kesildi. Ülkedeki ekonomik krizin etkileri ilçemize de yansıdı ve küçük esnaflık bitti. Pansiyonların yerini tatil köyleri, küçük dükkanların yerini ise dünya markası tekellerin mağazaları aldı. Bu yıllarda babam ve annem emekli olmuş, pansiyonu kiraya vermişlerdi. Böylece, daha sık bir araya gelme fırsatı bulur olduk. Bazen laf lafı açar ve tıpkı televizyon öncesi radyo günlerinde olduğu gibi, çok geride kalmış anılar anlatılırdı…

Uzak yakın bütün önemli olaylar, akılda kalmış öyküler annem ve babamın anlatımlarının konusu olabilirdi. Elbette en önemlisi 1957 Fethiye depremiydi. Deprem öncesi ve sonrası hayat karşılaştırılır, artık hiç biri yaşamayan eski tanıdıklarla ilgili anılar bugüne dek uzanan biçimde anlatılırdı. Ancak 2001’de kardeşim İbrahim’i trafik kazasında kaybetmemizden sonra, bu konuşmalara bir sınır konuldu. Hiç birimiz, doğrudan kardeşimle ilgili anılardan bahsetmemeye başladık. Annem hemen müdahale edip susturuyordu. Zaten kazanın ardından, bizim ancak çok sonra farkedeceğimiz biçimde annem yavaş yavaş içine kapanarak yakın zamanla ilgili olayları hatırlayamaz hale geldi. Yine de kimi akşamlar oturup eskilerden bahsettiğimizde babam çocukluk günlerini anlatıyor ve böylece annemin daha kolay hatırladığı eski anılarını toparlamasına yardım ediyordu. Ben bu sohbetlerde daha çok dinliyor ve konuşmayı teşvik eden bir konumda oluyordum…İşte babamın bazı anıları:

 Babamlar her ne kadar Fethiye’ye yerleşmiş olsa da, Burdur’la bağları kopmamıştı. Çocukluk ve delikanlılık yıllarında, at arabasıyla Burdur’a gidip geldiklerini anlatırdı. Babası ve amcasıyla birlikte yola çıkıp, köylerde kalaycılık yaparak gider gelirlermiş. Bazen ay ışığında gece yolculuğu yaparlarmış. O dönemde eşkiyalık olaylarına rastlandığından, dağlardaki ardıç ağaçlarını insana benzettiklerini söylerdi. 27 Mayıs darbesi, ara sıra İzmir ya da İstanbul’a mal almak için gittiğinde yaşadıkları, okul, arkadaşlık, askerlik anıları, Fethiyelilerin yaz gelince Kaya köyüne göçmesiyle ilgili anılar…


Artık ortayaşı geride bırakıp yaşlılığa doğru ilerliyoruz. Bizim kuşak, toplumun kendi kendine yetmeye çalıştığı bir dönemin son örnekleri sayılır. Başta aile, okul, işyeri olmak üzere toplumun tamamında israfa gözyumulmaz, kullanılan bir eşya kolayca atılmazdı. Babalarımız çalışır ve bütün ailenin geçimini sağlardı. Savaşlardan geçmiş babaların çocukları olarak belki biraz eziktiler ve bu yüzden çekingenlik, sertlik, ihtiyatlılık karışımı karakterlere sahiptiler. Ama kendi emekleriyle kazanıp evlerimize getirdikleri ekmeğin bir dilimi bile çöpe atılmadı. O evlerde yalan ve ikiyüzlülüğe itibar edilmedi. Zaman geçti, büyüdük ve büyüklerimizden farklı koşullarda yaşamanın etkisiyle özgürlüğü, hak arayışını, isyanı öğrendik. Bu yüzden, babalarımızla yollarımız sık sık ayrı düştü ve belki bazen onları küçümsedik. Bazen de, “aynı bahçede davul çalarak birbirini arayan insanların” durumuna düştük. Yine de aramızdaki saygı ve çekingenlik karışımı duygulardan oluşan bağlar kopmadı. Onlar büyük ve önemli insanlar değillerdi. Basit yaşamlarıyla bize yaşamın en basit halini; doğruluk, dürüstlük ve alınterine saygıyı öğrettiler. Güle güle baba…

2 yorum:

  1. Kendi kendine yetmeye çalışan son kuşak, ekmeğin bir diliminin bile çöpe gitmemesi, hele at arabasıyla yolda kalaycılık yaparak memleketi ziyaret yolculukları... Bence büyük ve önemli insanlarmış.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Onlar, kendi zamanlarının büyük dünyasının küçük insanlarıydılar. Yine de bugünün iletişim, ulaşım ve tüketim çılgınlığının küçülttüğü dünyamızın büyük insanlarından büyüklerdi...

      Sil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi