TİCARET SAVAŞI DEĞİL, KAPİTALİZMİN BUNALIMIYLA SAVAŞ
Günümüz dünyasıyla ilgili bir deneme
Toplumsal gelişmeler gerçek yaşamın yeniden üretim süreçlerinde, hareket halindeki olguların karşılaşarak birbirlerini çeşitli süreler boyu etkilemeleriyle ve bunlardan bazılarının birbirlerine tutunup kararlı yapılar oluşturarak yollarına devam etmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Bu yüzden belli bir olguyu açıklayabilmek için öncelikle olgunun içerdiği öğelerin hareketleri ve çevresiyle ilişkisi gözlenmeli. Daha sonra gözlemi yapılan şeylerin tarihine giderek, olgunun genel hareketinin ilkeleri görülmeli. Olgunun geleceğiyle ilgili öngörüler, tüm bu ampirik ve teorik bilgilerin gösterdiği eğilimlere göre ifade edilmeli. Ve son olarak, teorik bilginin olguyu açıklamak değil yalnızca anlamak için kullanılabileceği unutulmamalı. Bu yazıda Trump’ın iktidar tablosu çerçevesinde bunları yapmayı deniyoruz.
Yazıda olayları kısaca hatırlatarak içinde bulunduğumuz dünya düzeni hakkındaki bazı yorumları özetleyecek, gelişmelerin nedenleri ve yorumlarına ilişkin düşündüklerimizi dile getirecek, sonunda bazı öngörülerde bulunacağız. Artık “büyük veri” çağında yaşadığımız için konunun ayrıntılarına ulaşmak kolay. Bu nedenle sayılara basit karşılaştırma yapma olanağı sağladığı durumlar dışında fazla yer vermeyerek, daha çok düzenin genel işleyiş ilkeleri üzerinde durmaya çalışacağız.
Not:
Güncel bir konu için uzun sayılabilecek böyle bir yazı üzerinde çalışırken,
Trump çeşitli konularda sık sık karar değiştirdi. Bunların sonuncusu, Çin
mallarının gümrük vergisini yüzde 125’e çıkardığını, geri kalan ülkelere uygulanan vergileri 90 gün süreyle ertelediğini açıklaması oldu. Çin’den gelen
ve ABD şirketlerinin ürettiği bazı mallara da vergi uygulamama kararı aldı. Bu
tavır değişikliği, fikirlerimizin dayanaklarını destekler nitelikteydi.
Yönetenlerin kararları öznel iradelerinin yansıması değildir, bir dizi
toplumsal çatışma sonucu varılan uzlaşmanın ifadesidir. Trump’ın bu tür
davranış değişiklikleri, belki
gördüklerinden hareketle ABD hakkında acele kararlar verenlerin görüşlerini
tekrar düşünmeleri için de bir fırsat olur
İçindekiler:
Giriş
Trump yönetiminin
kararları ve tepkiler
Trump nasıl bir
yönetim tablosu sunuyor?
Tabloyu nasıl
görüyorlar?
Geleneksel
Marksist görüşler:
Teknofeodalizm:
Gözetim Kapitalizmi:
Bugünkü dünya
durumunun oluşumunda üç önemli olay
2008
Bunalımı:
Dijitalleşme:
Çin’in yükselişi:
Dünya ekonomisi=
emperyalizm
Ve “Trump
reloaded”…
Devlet
kapitalizmine karşı hükümet denetimli liberalizm:
ABD yönetiminde devamlılık ve
yenilikler:
Askerî
stratejide değişiklik:
Sonuç: Trump yeni
bir dönem başlatmıyor, eskisini sürdürmeye çalışıyor
Giriş
Bilindiği üzere Trump koltuğa oturduğundan beri çarşıyı pazarı dağıtan kararlar alıp açıklamalar yapıyor. Bunlar bazen “köyün delisi konuşuyor” diye gülümsemeyle, bazen kaygıyla izleniyor. Egemen medya ve siyasi çevreler gelişmeleri “ticaret savaşları başladı” diye yorumluyor. Solda ise daha çok “emperyalist rekabet, saldırganlık, yayılmacılık, yeni faşizm” gibi kavramlar altında değerlendirmeler yapılıyor. Bu çerçevede bazı gerçekleri hatırlatmak gerektiğini düşünüyoruz.
Eğer hâlen dünyanın tek hegemon gücü olan bir devletin başkanı “köyün delisi” gibi davranıyorsa bu kişiliğinden çok temsil ettiği düzenin akıl dışı işleyişini yansıtır. Kaldı ki başkanlık koltuğunu akıl sağlığı tartışmalı birinden devraldığı da unutulmamalıdır. Bu konumdaki biri hangi nitelikte olursa olsun bir savaş başlatıyorsa, bu gölgesinde büyüyen bir rakipten önce zayıflayan hegemonyasına karşı bir savaştır. Nitekim Trump ve etrafındakiler de böyle söyleyerek, 2. Dünya Savaşı sonrası kurdukları küresel düzenin eskidiğini, kendi hataları sonucu içinden ABD’ye meydan okuyan güçler çıkmaya başladığını ve bunlara karşı önlem alacaklarını vurguluyorlar.
ABD’nin sorunları, 2. Paylaşım Savaşından bu yana sahibi gibi davrandığı kapitalizmin sorunlarıdır. Bugüne dek kapitalizmi denetim altına alıp serbestçe büyümesini önleyerek bu sorunları genellikle aştı ve hegemonyasını sürdürdü. Ancak bu kez karşısında siyasi açıdan değilse bile ekonomik bakımdan kendine denk bir güç olan Çin’in bulunması, benzer davranışları tekrarlamasını önlüyor. Dolayısıyla verili koşullarda Trump da kendi icadı bir yoldan yürümüyor; sorunları her ne kadar “önceki yönetimlerin hatalarına” bağlayıp çareleri hemen cebinden çıkartacakmış gibi konuşsa da, süregelen mecburiyetlere uyuyor. Bu nedenle davranışları saçma değil, kaygı vericidir. Bunun karşısında ne yapılması gerektiğini ise şimdiden sokağa çıkıp Trump’a karşı mücadeleyi başlatan milyonlarca Amerikalı gösteriyor.
Trump yönetiminin kararları ve tepkiler
Trump’ın ilk işi ABD dış ticaretinin yaklaşık yarısının yapıldığı Kanada, Meksika ve Çin’e gümrük vergisi koymak oldu. Ardından BRİCS topluluğunu, eğer aralarında dolardan başka bir ortak para birimi kullanmaya kalkışırlarsa mallarına yüzde 100 gümrük vergisi koymakla tehdit etti. AB’ye yüzde 20, Çin’e yüzde 34, değişik ülkelere farklı oranlarda vergiler getirdi.[1] Ölçüt, ABD’nin dış ticaret açığı verdiği ülkeleri vergilendirmekti. Bu yüzden kararda ticaretinin çok az olduğu küçük ülkelere bile yüksek vergiler koymak gibi saçmalıklar var.
Gelişmeler ekonomiyle sınırlı kalmadı. Trump bir yandan Danimarka’ya bağlı özerk bir yönetimi olan Grönland’ı isterken, diğer yandan Kanal’ı Çin’e değil Panama’ya verdiklerini vurgulayıp “gerekirse geri alırız” tehdidinde bulundu. Kanada’nın 51. eyalet olarak ABD’ye bağlanmasının daha iyi olacağını söyledi. Genellikle Güney Amerika kökenli olan göçmenleri kelepçeleyerek ülkelerine göndermeye başladı. Böylece iç politikada göçmen düşmanlığı yaparak oylarını aldığı yoksul Amerikalılara “sizin için istihdam yaratıyorum” mesajı verirken, birçoğuyla ilişkisinin kötü olduğu komşu ülkelerle de pazarlık konusu ortaya atıyordu. Filistinlileri Mısır ve Ürdün’e yerleştirip başka bir Gazze inşa etmekten bahsetti. ABD’yi Dünya Sağlık Örgütünden çekti. 61 ülkenin Paris’te “yapay zekâ” kullanımının denetlenmesi amacıyla imzaladıkları anlaşmaya karşı çıktı. Avrupalı müttefiklerine bile sorma gereği duymadan Ukrayna savaşını bitirmek amacıyla Putin’le görüşme masasına oturdu.
Panama baskılara dayanamayarak Çin’in “Kuşak ve Yol Projesinden” ayrıldığını duyurdu. Dolayısıyla proje çerçevesinde Kanal’la ilgili 3 yılda bir imzalanan anlaşma yenilenmeyecekti. Sonraki günlerde birçok ülkede altyapı yatırımları yapan, yapılmışları satın alan, dünyanın en büyük varlık yönetimi şirketi BlackRock; Trump’ın onayıyla Panama Kanalında bir Çin firmasına ait 2 limanı satın alma girişiminde bulundu. Ama Çin hükümeti buna izin vermedi. Meksika ve Kanada’nın sert karşı çıkışları sonucu kısa süreli ertelemelerin ardından bu ülkelere yüzde 25 gümrük vergisi uygulanmasını başlattı. Geri yollanan göçmenleri almamak için ABD uçaklarına iniş izni vermeyen Kolombiya’ya önce yüzde 50 gümrük vergisi koydu, daha sonra Kolombiya geri adım atınca kararını değiştirdi. Kripto paracı El Salvador ve faşist Javier Milei’nin yönetimindeki Arjantin dışında kalan Güney Amerika ülkeleri genellikle Trump’a karşı dayanışma içinde oldular.
Trump’ın politikaları en çok AB’yi şaşkınlığa düşürdü. Grönland Danimarka’ya bağlı, özerk yönetimi olan, AB ile ortak savunma anlaşması bulunan, nüfusu kasaba kadar bir devlet. Avrupalılar, Trump’ın eğer ada konusunda kolaylık göstermezse Danimarka’ya gümrük vergisi koyacağını ve gerekirse güç kullanacağını söylemesini şaşkınlıkla izlediler. ABD adayı daha önceleri de birkaç kez satın almak istemiş ama gerçekleşmemiş ve 2. Dünya Savaşından sonra burada bir askeri üs kurmuştu. Şu an Grönland’da zaten Danimarka askerinden çok Amerikan askeri var. Trump kalkıp adayı işgal ettiğini söylese, AB’nin yapabileceği bir şey yok.
Her ne kadar Grönland’a sahip çıktıklarını açıklasalar da Avrupalıların kafaları karışık. Bir yandan ABD’den bağımsız olmaktan bahsediyor, diğer yandan Çin'i kısıtlayarak Trump’ı memnun edecek çareler arıyorlar. Ama Çin aynı zamanda en büyük ticari ortakları olduğundan bu pek kolay görünmüyor. Aslında Trump da benzer bir ikilem içinde. Bir yandan Çin’e ambargo uygularken diğer yandan yakın ilişki içinde olduğu Elon Musk’ın bu ülkede yatırımları olması gerçeğiyle yaşıyor. Ancak kesin olan, Avrupalıların artık güvenliklerini sağlama konusunda ABD’ye bel bağlayamayacaklarını görerek kendi bağımsız askerî güçlerini oluşturmaya başlamalarıdır.[2]
Çin, Trump’ın gümrük vergilerine aynı biçimde misillemede bulundu ve “her türlü savaşa hazırız” diye açıklama yaptı. Zaten 2018’den beri ABD’nin benzer kararlarıyla karşılaştığı için önlemini almış, olası kısıtlamalara karşı ticaretini ABD ve AB dışındaki ülkelere kaydırmaya başlamıştı. Ayrıca üretim fazlasını eritebileceği yeterince büyük bir iç pazarı var. Çin Dışişleri Bakanı Vang Yi Münih Güvenlik Konferansındaki konuşmasında ticaret serbestliği konusunda mesajlar vererek, AB’nin herhangi bir güce bağımlı olmak yerine kendi bağımsız tavrını geliştirmesini desteklediklerini belirtti. Çin ABD’ye asıl yanıtını ekonomik gelişimini kesintisiz sürdürmesiyle veriyor. Trump koltuğa otururken piyasaya sürdüğü “DeepSeek” yapay zekâ uygulaması bunun somut bir örneği.
Trump nasıl bir yönetim tablosu sunuyor?
Trump’ın yemin törenine çağrılanların ön sırasında dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinin CEO’ları ve yanı sıra çeşitli ülkelerin- egemen medyanın kibarlık yaparak “aşırı sağcı” dediği-faşist partilerinin liderleri de vardı. CEO’lar aynı zamanda dünya zenginler listesinin de ön sıralarında yer alıyorlardı: Elon Musk (Tesla, X, SpaceX), Jeff Bezos (Amazon) Mark Zuckerberg (Meta), Sam Altman (OpenAI), Sundar Pichai (Google),Tim Cook (Apple).
Devlet başkanlarının davetli olmadığı törene Trump Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’e ayrıcalık yaparak davet etti ama Çin’den yalnızca TikTok’un CEO’su Shou Zi Chew, muhtemelen Trump’a iyi niyet mesajı vermek için geldi. Ancak diğer CEO’lar yalnızca iyi niyet için orada değillerdi ve birçoğu Trump’ın törenden iki gün sonra açıklayacağı “Stargate” projesinde de yer aldığı için adeta etrafında bir çıkar çemberi oluşturuyorlardı.
Yapay zekâyla ilgili projenin OpenAI, Oracle, SoftBank öncülüğünde gerçekleştirilmesi planlanıyordu. 100 milyar dolarla başlanacak ve 4 yılda toplam 500 milyar dolar yatırım yapılacaktı. Proje gerçekleştiğinde 100 bin kişiye istihdam sağlanacağı, dünyada önemli gelişmeler yaşanacağı vb. öyküler anlatılıyordu. Trump’ın projeyle ilişkisi, gerçekleşmesinin önündeki engelleri kaldırmaktı. Başka bir ifadeyle Trump orada, şirketlerin siyasi yatırımının CEO’su konumundaydı. Ancak bu mutluluk gösterisi uzun sürmedi:
Bütün bunlar yaşanırken, OpenAI şirketi tarafından üretilmiş bir yapay zekâ uygulaması olan ChatGPT'ye karşı küçük bir Çin şirketinin ürettiği DeepSeek uygulaması piyasaya sürülmüştü ve henüz hiç kimse bunun hızla yayılarak Stargate projesini olumsuz yönde etkileyeceğini bilmiyordu. Yanis Varoufakis, DeepSeek’in yükselişinin ilk haftasında teknoloji devlerine New York borsasında yaklaşık 1 trilyon dolar kaybettirdiğini belirtiyordu.[3] Bu yetmezmiş gibi Elon Musk da projeyi yeterli kaynakları olmadığı gerekçesiyle açıktan eleştiriyordu. Anlaşılan, Trump açıklama yapana kadar tartışmalar gizlenmişti.
Elbette Trump’ın tablosundaki zenginler yukarıda sayılanlardan ibaret değildi, seçilmesi için büyük bağışlarda bulunan başkaları da vardı. Yalnızca kabinesinde 13 milyarder yer alıyordu. Bunlardan 400 milyar doları aşan servetiyle kişisel olarak dünyanın en zengini sayılan Musk bir yana bırakılırsa, geri kalanların toplam serveti 460 milyar dolar dolayındaydı. [4] Değişimle ilgili bir karşılaştırma yapmak açısından, Trump’ın önceki başkanlığı sırasında kabinesinde yer alanların toplam servetinin 15 milyar dolar olduğunu hatırlatalım. [5]
Trump’ın çevresinde toplanan zenginlere ve bağışçılarına bakılarak seçkin bir kapitalist grubu temsil ettiği ileri sürülüyor. Oysa Demokratlar katıksız neoliberal politikaları savunur ve Wall Street’e asla karışmayacaklarını vurgularken farklı bir çevreyi temsil etmiyorlar. Kaldı ki Kamala Harris’in topladığı bağış da Trump’tan aşağı değildi ve Biden’ın adaylıktan çekilmesinin ardından 1 ayda 500 milyon dolar topladı.[6] Seçimde belirleyici olan Demokratların iklim değişikliği, liberalizm ve özgürlüklerden bahsetmesine karşılık Cumhuriyetçilerin göçün önlenmesi, faizlerin düşürülmesi, istihdam yaratılması gibi vaatlerde bulunması oldu. Bu yüzden yoksul Amerikalıların önceki seçimlerde sosyal politikalardan bahseden Demokratları destekledikleri halde bu seçimde kendilerine bir şey vaat etmediği için ya oy vermeye gitmedikleri, ya da Trump’ı destekledikleri yönünde yorumlar yapıldı.
Trump’ın tablosunda; çevresindeki zenginler, kabinesindekiler ve partisinde desteğini aldığı faşist-radikal sağcı kişiler yer alıyor. Bu tek başına Trump’ın marifetiyle oluşan bir görüntü değil, son yıllarda değişim geçiren Cumhuriyetçi Partinin de önemli bir rolü var. Bugün partide Peter Thiel gibi devleti reddeden bireyci milyarderlerden Beyaz Saray baskınında öne çıkan Şaman Qanon’a, Evanjelistlere, radikal Katoliklere ve faşist özentisi küçük gruplara kadar Amerikan sağının hemen tüm temsilcileri yer alıyor. Partinin üye yapısı, 2010’da ortaya çıkan “Çay Partisi” hareketinin partiye egemen olmaya başlamasından sonra değişti. Hareket ekonomide liberalleşmeyi savunan petrol şirketleri tarafından destekleniyordu. Daha sonra kendini feshetse de etkinliğini sürdürmeye devam etti ve Trump’ın 2016’daki başkanlığı sırasında başlattığı MAGA (Make Amerika Great Again- Amerikayı tekrar en büyük yap) hareketine katıldı. Böylece parti seçimden seçime oy atanların yerine, siyasi tavrını eylemlerle ifade edenlerin yer bulduğu bir yapıya dönüştü. Bu değişim, Trump’ın geçen başkanlığından bu yana hoşgörü gösterdiği radikal görüşlü sağcı grupların partiye katılımını kolaylaştırdı. Zaten eskiden beri bu tür eğilimleri destekleyen Thiel gibiler partide hazır bekliyordu. Tablonun oluşmasında önemli katkıları olan bu kişi hakkında kısaca bilgi verelim:
Trump yönetiminden söz edildiğinde genellikle Musk adı öne çıkıyor. Oysa Musk geçen seçimde Demokratları desteklemişti. Trump’ı açıktan desteklemesi ise 1 yıl kadar önce başladı. Thiel, birçok şirketine ortak olduğu Musk’la uzun süredir tanışıyordu. “Trump’ın Silikon Vadisindeki adamı” olarak anılan ve 2016’dan beri kendisini destekleyen Thiel, Musk’ı Trump’ı desteklemesi için etkiledi. Ulus devlete inanmayan, hükümetlerin kısıtlayıcı politikalarını reddeden, ABD’deki pek çok faşist eğilimli yayını ve topluluğu finanse eden, hem eşcinsel olduğunu açıklayan ama hem de dışlanan toplum kesimleri için “lehte ayrımcılık” yapılmasına karşı çıkan Thiel; aynı zamanda birçok teknoloji şirketi sahibinin Trump’ı desteklemesini de örgütleyen kişi oldu. Son bir yılda, Marc Andressen, David Sacks gibi teknoloji şirketi sahipleri ve bir zamanlar Trump’ı Hitlere benzeten ama şimdi yardımcılığını yapan JD. Vance, Thiel’in yönlendirmesiyle Trumpçı oldular. Thiel’in kabinede görevi olmasa bile yönetimin kilit noktalarında şirket çalışanlarından birçok kişi var. [7] Trump’ın çevresindeki genellikle devletten iş almayan ve özel sektörle sınırlı zenginlerden farklı olarak, Thiel istihbarat, savunma, güvenlikle ilgili resmî kurumlarla birlikte çalışıyor.
Trump’ın yakın çevresindeki bu kişiler iş hayatından, çeşitli sağ siyasi faaliyetlerden tanışıyorlar. Genellikle yeni teknolojiler ve finans sektörüne yatırım yapıyorlar. Hem yatırım özgürlüğü için resmî kısıtlamalara karşı çıkıyorlar, hem de kazanmaya devam edebilecekleri istikrarlı ortam arıyorlar. Bu yüzden müdahaleci olmayan ama güçlü bir siyasi yapıdan yana tavır alıyorlar. Çelişkili öğelerle dolu ideolojilerine ilişkin bir örnek vermek gerekirse, Thiel’in dopingli sporcular olimpiyatı yapılması için çalıştığını ve Trump’ın da buna yatırım yaptığını söyleyebiliriz. [8] Thiel güya herkesin yarışma hakkından yana olduğu için böyle bir kirli anlayışı örgütlüyor. Aslında arkasında yatanın, kripto para kullanımını yaygınlaştırmaya hizmet edebilecek bir bahis ortamı yaratmak olduğu düşünülebilir. Çünkü aklanmış olsa da Thiel’in geçmişinde bir sanal kumar soruşturması var.
Elbette Trump’ın önemli destekçileri teknoloji şirketlerinden ibaret değil, petrol şirketleri de Demokratların karbon salımını azaltıcı, dolayısıyla fosil yakıt kullanımını sınırlandırıcı politikalarına karşı, bunları kaldıracağını söyleyen Trump’a destek verdiler. Bir araştırmaya göre büyük petrol şirketleri yalnızca geçen yıl Trump’ın seçilmesini sağlamak ve yasa değişikliklerine karşı kongreyi etkilemek amacıyla 445 milyon dolar harcadılar. Bunun 96 milyon doları Trump’ın seçim kampanyalarını desteklemek için verilmişti.[9] Ama Trump’ın son kararları karşısında biraz şaşkınlık ve pişmanlık yaşıyor gibiler, sonra değineceğiz…
Böylece Trump’ın ırkçı, ayrımcı, göçmen düşmanı, radikal dinci, yeşil politika karşıtı, kafası fantastik fikirlerle dolu zenginlerden oluşan yönetim tablosu; bütün zayıf ve güçlü yanlarıyla birlikte tamamlanarak dünyamıza indi…
Tabloyu nasıl görüyorlar?
Elbette tablo “bir grup muktedir boş bir dünyada canlarının istediğini yapıyor” misali yorumlanamaz; her şey bir konum içinden, somut nedenlere dayalı olarak ve somut sonuçlara yol açacak biçimde yapılıyor. Olguyu anlaşılır kılmak için bu konuma nasıl gelindiğini ve çevresiyle ilişkilerini ortaya koymak gerekiyor. Bu amaçla kullanılan üç farklı yorum üzerinde duracak, sonraki bölümde bunlara ilişkin düşüncelerimizi ifade edeceğiz.
İlk olarak Marksizm’in kavramlarını alışılmış bir tarzda kullandıkları için “Geleneksel Marksist” olarak tanımladığımız görüşleri ele alıyoruz. İkinci görüş Yanis Varoufakis’in yine Marksizm kaynaklı ama özgün fikirleri doğrultusunda ifade ettiği “teknofeodalizm” tezi. Üçüncüsü ise Byung Chul Han’ın konuyla doğrudan ilgili olmayan ama konuya ilişkin yorumlarda kullanılan bir bakış açısını dile getirdiği “gözetim kapitalizmi” tezi.
Geleneksel Marksist görüşler: “Geleneksel” bulduğumuz şey Marks’ın çalışmaları değil, somutu Marksizm adına açıklamak için izlenen yaygın ve yerleşik bir düşünüş biçimidir. Somut bir durumu açıklarken inceleyip somut bilgi ortaya koymak yerine, eldeki kavramlar kullanılarak önceden belirlenmiş bir amaca uygun (teleolojik) yorumlar yapılıyor. Bu düşünüş biçimi bazen bir olguyu kavramlaştırarak (ampirist tarzda), bazen de kavramsal bilgileri somut durumu yorumlamakta kullanarak (nesnel idealist tarzda) sergileniyor. Bazı örnekleri:
Geleneksel bakış açısının Trump eleştirilerinde en gözde konu, “emperyalizm” üst başlığıyla ve “yayılmacılık, rekabet, saldırganlık” alt başlıkları çerçevesinde yapılan yorumlardır. Emperyalizm konusunu sonraki bölümlerde ele alacağımız için burada kısaca belirtiyoruz: Emperyalizm, kapitalizmin dünya ekonomisine gelmesinin adıdır. Örneğin “emperyalist Trump, emperyalist X ülkesi” gibi sıfat olarak kullanmakla, dünya düzenini anlatan bilimsel bir kavram olarak kullanılışını karıştırmamak gerekir. Bu nedenle Trump’ın bir tutumu “emperyalizm” kavramı çerçevesinde açıklanmaya kalkışıldığında, bunun dünya düzeni çerçevesinde nereye oturduğu gösterilmelidir. Yapılmadığında, emperyalizm sanki siyasi iktidarların ya da büyük güçlerin iradesine bağlı bir dış politika davranışı gibi görülüyor demektir. Şu an Trump’la ilgili emperyalist nitelendirmelerinin tümünün bu biçimde olduğunu söyleyebiliriz. Ortak fikir, Grönland'ı genellikle iki nedenden istediği yönündedir:
Birincisi küresel ısınmayla Kuzey Buz Denizi eriyecek, Rusya ve Çin Atlas Okyanusuna kolayca inebilecek, ABD bunun önünü şimdiden kesmek istiyor. İkincisi Grönland ve Kuzey Buz denizinin altında zengin petrol yatakları var. Ayrıca adada, dijital araçların yapımında kullanılan nadir toprak elementleri bulunuyor. ABD bunları ele geçirmek istiyor…
Ancak bu akıl yürütmelerde bazı tutarsızlıklar var. Öncelikle dünyanın Kuzey Buz Denizini eritecek kadar ısınmasının ne gibi genel sonuçları olabileceği üzerinde durulmuyor. Denizler yükselecek, kıyı kentleri sular altında kalacak, birçok ülkede belki bu nedenle iç savaşlar yaşanacak, tarımsal üretim düşecek, yeni salgın hastalıklar vs. Ayrıca ABD’nin böyle bir durumda kuzeyden açılacak yolu neden hepsi de NATO üyesi olan İskandinav ülkeleri ile işbirliği yaparak değil de Grönland’ı alarak tutmak istediği açık değil. Üstelik bunu, zaten adada büyük bir askeri üssü varken ve başka bir NATO üyesi olan Danimarka’yı tehdit ederek yapması da mantıksız görünüyor. Bu durumda ABD’nin yalnızca adayı istemediği, aynı zamanda NATO’yu da değiştirmek ya da dağıtmak istediğini düşünmek gerekiyor. Bir başka NATO üyesi olan Kanada’nın 51. Eyalet olmasından bahsetmesi de bu düşünceyi destekliyor…
İkinci konuya gelince: Başta Çin ve AB olmak üzere birçok ülke karbon salımını azaltıp temiz enerji seçeneklerine yönelirken, ABD’nin niye petrol rekabetine girdiği de açık değil. (Örneğin bu bağlamda, yapay zekâ uygulamaları çok enerji gerektirdiği için ABD’nin yeni petrol yataklarına gereksinim duyduğu söylenebilirdi…) Öte yandan nadir toprak elementleri AB ülkeleri için de gerekli ve Grönland’la ortak savunma anlaşmaları varken adadaki kaynaklardan vazgeçmeleri düşünülemez. ABD’nin elementleri AB ile birlikte çıkartıp Çin’e karşı güçlü bir cephe oluşturmak yerine neden kendi tekeline alıp AB’yi bağımlı hale getirmeye çalıştığı belli değil. Bu gibi konular hep “emperyalist yayılmacılık” vb. kavramlarla somut olguları yan yana koyarak kendiliğinden açıklığa kavuşuyormuş gibi davranılıyor ama öyle olmuyor. Bu ampirist yaklaşımı sıkça kullananlara unuttukları bir şeyi de biz hatırlatalım: Belki de ABD Grönland’ı petrol vs. değil, binlerce yıl öncesinden kalma temiz su kaynağı olan buzullarını ele geçirmek için istiyordur. Çünkü bunun ticaretini yapan şirketler ve satın almak için sıra bekleyen petrol zenginleri var, hatırlatırız:))
ABD’nin bu tür somut tavırlarına yüzlerce örnek verilebilir. Ama bunları genel bir “emperyalizm” kavramı altında toplamak bir açıklama değildir. Bütün bu örnek yığını arasındaki nesnel ilişkileri ortaya koymamız ve emperyalizmin teorik olarak ifade edilmiş işleyiş düzeniyle ne ölçüde uyumlu olduğunu göstermemiz gerekir. Yoksa tarihteki herhangi bir güçlü kişinin de yaptıklarını “emperyalist” olarak nitelendirmemiz mümkün olur.
***
Bir başka gözde konu ise Trump’ın çevresindeki ve destekçileri arasındaki faşist eğilimlileri göstererek, politik tutumuna bakarak, ABD’de faşizm tehlikesinden bahsedilmesidir. Faşizm bir devlet biçimidir. Trump yönetimi devletin yürütme gücünü oluşturuyor. Böyle bir tez ortaya atabilmek için “Hitler bir zamanlar yaptı bu da yapabilir” diye akıl yürütmek yeterli değildir. Somut koşullarda Trump’ın yürütme gücünden hareketle devlet biçimini nasıl değiştireceğinin nesnel olarak ortaya konması gerekir.
Devletin biçimini, siyasal iktidarın ya da onu temsilen devleti yöneten yürütme gücünün iradesi değil, sınıf mücadelesinin düzeyi belirler. Ancak birçok makalede bunun bir yana bırakıldığını görüyoruz. Faşizm tehlikesinden bahsederken, genellikle toplumun üst tabakalarında bazı kesimlerin siyasi ideolojisindeki değişimlerden ve alt tabakasındaki sağcı eğilimlerin artmasıyla ilgili gözlemlerden hareket ediliyor. Bunların toplumsal varoluş koşulları üzerinde durulmuyor ve genellikle ideolojik düzeyden yola çıkılarak önemli toplumsal değişimlerin öncesindeymiş gibi yorumlar yapılıyor. Bazı örneklerini hatırlatalım:
Ömer Laçiner’in “Yeni Bir Çağın Girişinde”[10] başlıklı yazısında Trump’ın seçilmesiyle toplumun sağcılaşması arasında ilişki kurarak yaptığı yorumlar bu niteliktedir. Bu görüşle ilgili şunu belirtmekle yetinelim: Toplumların tarihsel gelişim sürecinde çağlar/dönemler tek bir etkenin belirleyiciliği altında oluşmaz, farklı etkenlerin çatışma süreçlerinde ortaya çıkar.
Yine Foti Benlisoy’un “Yeni Felaket Çağının Peşrevi yahut Trump Grönland’ı Neden İstiyor?”[11] başlıklı yazısında “hegemonya krizi, iklim krizi” gibi kavramlar ortaya atmasının ardından “Sermaye sınıfının bazı sektörleri bir kriz yönetme biçimi olarak faşist seçeneğe giderek daha hayırhah bakmaya başlıyor” yorumu yapması da yine aynı niteliktedir. Benlisoy yazısında, uzun süredir İsrafil’in kıyamet günü borusunu çalar gibi “felaket kapitalizmi geliyor” diyerek toplumu mücadeleye çağırırken izlediği düşünüş tarzını bu kez burjuvazinin davranışın yorumlamak için kullanıyor ve sınıf kavramını özne gibi ele alarak, kriz anında alet çantasından faşizmi çıkartıp sorunları çözmeye karar verecekmiş gibi akıl yürütüyor.
Sungur Savran’ın bir zamanlar dahil olduğu çevrelerde de kabul görmeyen “ön-faşizm” tehlikesini[12] sık sık dile getirişi de benzer bir yorumcu anlayıştır. Bu tür tanımlamaların, geleneksel kavramlar üzerine sonu gelmez tartışmalar yaparak zaman öldürmekten başka anlamı yoktur.
Bu tür ideolojik eleştirilerden yola çıkarak bilimsel-politik sonuçlara varma gayretinin bir örneğini de, Marksist kavramları nasıl çarpıttığını daha önce de gösterdiğimiz[13] Bellamy Foster veriyor. “ABD Egemen Sınıfı ve Trump Rejimi”[14] başlıklı yazısına, “ ABD kapitalizmi, son yüzyılda, dünya tarihindeki en güçlü, en sınıf bilinçli yönetici sınıfa sahip olmuştur…” sözleriyle Trump yönetimini tanımlayarak başlıyor. Bu satırlar ister istemez, sanki önceki yönetimler yeterince sınıf bilincine sahip değilmiş, bu nedenle-Trump’ın da söylediği gibi-onların beceriksizlikleri sonucu ABD güç kaybetmiş, şimdi durumu düzeltmeye hazır biri yönetimi ele geçirmiş izlenimine yol açıyor. Birkaç paragraf sonra ise Foster baklayı ağzından çıkartarak şu saptamayı yapıyor: “ABD kapitalist sınıfının bir kesimi artık eski neoliberal kuruluşun küçük bir ortak olduğu neofaşist bir yönetimde ideolojik-devlet aygıtının açıkça kontrolünde.” Foster özetle, ABD kapitalist sınıfının DİA (Devletin İdeolojik Aygıtı) aracılığıyla neofaşist bir kesimin kontrolüne girdiğini söylüyor. Bu basitçe, ABD’de faşist bir iktidar kurulduğu anlamına gelir. Bunları anlatırken Marksist siyaset teorisinin sınıf, sınıf mücadelesi, devlet, rejim, hükümet gibi başlıca kavramlarını çorbaya çeviriyor ve Althusser’in Marksizm’e katkısı olan DİA kavramından hiçbir şey anlamadığını da ortaya koyuyor.
Trump hakkında, yönetenlerin davranışlarına bakıp tek yanlı biçimde “faşist, otoriter, gerici, emperyalist” vb. kavramları nesnel gerekçelerini ortaya koymadan kullanmak, insanı liberal burjuvazinin sözcüsü durumuna düşürür. Devlet, “tapu kadastro, maliye” misali hizmet veren bir resmî kurum değildir; şiddet kullanma tekelini elinde tutan siyasi iktidar ve rıza gösterilmiş bir toplum düzeninin adıdır. Bu yüzden devlet biçimindeki değişimler yönetici sınıfın iradesine bakıp tek yanlı olarak ele alınamaz, karşıt güçlerle çatışma içinde ve hareket halindeki bir ilişki biçimi gibi düşünülmesi gerekir. Çünkü yönetimin baskıyı arttırabilmesi için de toplumun rızasını alması ve aynı zamanda buna direnenlerin öncülerini bastırması gerekir. Bu arada kendi içinde de çatlak olmamalıdır. Bu yapılamadığında istikrar sağlanamaz.
Üstelik burada söz konusu olan herhangi bir devlet değil, ABD’dir, Bu devlet “Eski Dünya” toplumlarındaki gibi feodal bir devletin kurumsal mirasına değil, farklı toplum kesimlerinin bir iç savaş sonunda vardıkları uzlaşmaya dayanıyor. Eyaletlerin varlığı, kurumlar arası dengeler ve nihayet egemenlere yakın olanlar kadar muhaliflerin de örgütlü oluşu bunun başlıca göstergeleridir. Bu nedenle Trump yönetiminin beğenmeyip eleştirdiği devlet yapısının faşizme evrilmesi için hem güçlü bir toplum desteği alması, hem de egemen sınıfın diğer yönetim seçeneklerinin tükenmiş olması gerekir. Yalnızca Musk’ın el hareketine, Thiel’in faşist çevrelere dağıttığı milyonlarca dolara, Trump’ın söylemlerine bakarak sonuca varılamaz.
Trump ardı ardına kararnameler çıkararak ve bürokratları işten atıp yerine profesyonelleri koyarak yönetimde bazı değişikliklere gidiyor. Devleti faşist bir yapıya dönüştürmek bir yana, bunların yönetim biçiminde (=rejim) önemli bir değişim yaratması bile kolay değildir.
Öncelikle Trump ve Kamala Harris arasındaki oy farkı yüzde 1.5. Yani güçlü bir toplum desteği olduğu söylenemez ama elbette güçlendirebilir. Tabi yapabilirse. Temsilciler Meclisinde de bu hassas dengeyi görüyoruz, 220’ye karşı 215 oy üstünlüğü var. Senatoda 53’e 47. Yüksek Mahkemenin 9 yargıcının 6’sı muhafazakâr görüşten olsa da, önceki yönetimi sırasında da Trump’ın her kararını onaylamamışlardı. Dolayısıyla bu sefer de alacağı kimi kararları geri çevirebilirler. Yanı sıra, bölge yargıçlarının yüzde 60’ı Demokratlardan oluşuyor, birçok hükümet kararını yerellerde veto edeceklerdir. Anayasanın 10. Maddesi eyaletlere geniş yetkiler veriyor ve 50 eyaletten 23’ündeki valiler yine Demokratlardan. Anlaşılacağı üzere Trump baskının şiddetini arttırmaya başladığında devlet kurulduğu noktaya geri dönüp bölünmenin eşiğine gelebilir.
Ama devletin kurumsal yapısındaki bu engellerden daha önemlisi toplumun Trump’a karşı tepkilerindeki artıştır. Trump’ın faşist bir yönetim oluşturabilmek için egemen sınıfın, toplumun ve yönetimin içindeki engelleri aşmakla kalmayıp karşıtları üzerinde mutlak bir egemenlik kurması gerekir. Bunun anlamı, bir iç savaştır.
***
Geleneksel Marksist anlayışın kafa karışıklığına düştüğü ve olguları yuvarlak ifadelerle yorumlayarak işin içinden çıkmaya çalıştığı bir başka konu ise Çin sorunudur. Çin üç farklı biçimde tanımlanıyor: “Emperyalist/sosyal emperyalist” diyenler, henüz emperyalist aşamasına varmamış bir kapitalist olarak nitelendirenler ve sosyalist olarak görenler.
ÇKP bilindiği üzere Sovyetler Birliğinin başlangıç dönemindeki gibi bir NEP döneminden geçtiklerini ve “Çin’e özgü sosyalizm” uyguladıklarını resmî olarak ifade ediyor. Bu, ülkede bir devlet kapitalizmi uygulandığı anlamına gelir. Dolayısıyla ücretli emek-sermaye ilişkisi var diye “kapitalist” olduğunu söylemenin bir anlamı yoktur, zaten kendileri söylüyorlar. “Emperyalist” olduğunu ileri sürmek ve bunun üzerinden ABD ile arasında “emperyalist rekabet” yaşandığı sonucuna varmak ise emperyalizmin ne olduğunu bilmemekten kaynaklı bir cehalet örneğidir. Konuyu sonraki bölümlerde ele alacağımız için şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz.
Çin’i “Sosyalist” olarak nitelendiren sınırlı bir kesimin hatası ise, toplumsal gelişmeyi ÇKP’nin iradesine dayalı olarak ele almasıdır. Parti politikası elbette ideolojik açıdan belirleyicidir. Ancak bunun siyaseti beslemesi somut dünya koşullarında gerçekleşiyor. Bu yüzden sonuçlarının parti söylemleri üzerinden değil, dünya düzeni çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Çin’in sosyalist mi yoksa emperyalist mi olduğu, kavramların teorik tanımına bakarak ve uygulamaların buna uygun olup olmadığını saptamaya çalışarak anlaşılamaz; dünya halklarının somut yaşamının yeniden üretimine nasıl katkı verdiğine bakılmalıdır. Kapitalist bir dünya düzeni içinde küresel olarak üretilen artık değerden aldığı payı kimin yararına ve nasıl kullandığı, bu konudaki kararların nesnel dayanağını oluşturur…
Teknofeodalizm: Son yıllarda kapitalizmin dijitalleşme etrafında bir değişim geçirdiği ve artık geleneksel bakış açılarıyla ele alınamayacağı yaygın bir görüş. Bu çerçevede “dijital kapitalizm, platform kapitalizmi, kurumsal platform kompleksi, teknokapitalizm, teknofeodalizm” gibi kavramlar eşliğinde yeni tezler ortaya atılıyor. Burada, kendini “liberteryen Marksist” olarak tanımlayan, kurucuları arasında yer aldığı DİEM 25 (Avrupa Demokrasi Hareketi) partisinde siyasi yaşamını sürdüren, “Tecno-feudalizm, What Killed Capitalism” kitabını [15]2023’de yayınlayan Yanis Varoufakis’in düşüncelerini aktaracağız. Kendisini seçmemizin nedeni, konuyu bütünlüklü ifade edişi, fikirlerinin yaygın olarak ve çoğu zaman kaynak gösterilmeden kullanılması, güncel konuları siyasi pratiği çerçevesinde yorumlamayı sürdürmesidir. Kitabını okumadık ancak görüşlerini kolay ulaşılabilen birçok makale ve röportajından öğrenmek mümkün. Varoufakis’in tezini kısaca özetleyelim:
Varoufakis’e göre teknofeodalizm, kapitalizmden doğan ve onu egemenliği altına alan bir yapı. Bu değişim, 2008 bunalımı sonrası gerçekleşiyor. Buna göre; internet kullanıcılarının alışkanlık ve eğilimlerini çeşitli algoritmalarla öğrenen ve çevrim içi oldukları sürelerde belli ürünleri satın almaya ya da siyasi tercihlerde bulunmaya yönlendiren teknikler, yeni bir kazanç alanı olarak yaratılıyor. Gelişmiş yapay zekâ uygulamaları sayesinde algoritmalar eksiklerini gidererek kendilerini sürekli yenileyebildiği için, çevrimiçi olan herkesin bilgisi düzenli toplanıyor ve nereye yönlendirilebileceğine ilişkin sonuçlar çıkartılıyor. Bu bilgiler metalaştırılarak satılıyor ya da toplayıcı tarafından kullanılıyor.
Bütün bunlar milyonlarca kullanıcısı olan ve özel mülkiyet altındaki haberleşme, oyun, eğlence, alışveriş vb. platformları üzerinden yapılıyor. Böylece platform sahipleri ürünlerini sattıkları şirketlerin kârından pay alarak, geleneksel sanayi kapitalistlerinin 30-40 yılda biriktirebildikleri servete 4-5 yılda ulaşıyorlar. Varoufakis bunlara “yeni feodal lordlar” diyor ve sahibi oldukları internet uygulamalarını “bulut sermayesi” olarak tanımlıyor. Haklarında bilgi toplanmasına hizmet ettiklerini bilerek ya da bilmeksizin bu uygulamaları kullananları ise “serfler” olarak nitelendiriyor. Platformların geleneksel piyasanın yerini aldığını, bulut kapitalistlerinin diğer kapitalistleri “vasallarına” dönüştürdüğünü ve teknofeodalizmin varlığını sürdürmek için asalak gibi kapitalizme yapıştığını öne sürüyor.
Varoufakis bu düşüncelerini, 2010’da bir oyun şirketinde ekonomist olarak çalışırken yaptığı bazı gözlemlere dayanarak oluşturuyor.[16] Oyuna girenler zamanlarının önemli bölümünü burada geçiriyorlar. Arkadaş ediniyor, eğleniyor, tartışıyor ve oyun sırasında ürettikleri dijital varlıkları gerçek bir mal gibi alıp satıyorlar. Bu sırada beklenmedik büyüklükte bir ekonomik hareketlilik oluşuyor. Buralardan elde edilen deneyimle bugün “NFT” ( Non-Fungible Token) olarak bilinen ve “eşsiz, benzersiz, değiştirilemez değer ifadesi” olarak çevrilebilecek dijital varlıklar ortaya çıkıyor. NFT’ler fotoğraf, video, ses kaydı ya da kripto para gibi şeylerden oluşuyor. Böylece, oyun için değil ama gündelik yaşamın bir parçası olarak yüz milyonlarca kullanıcının yararlandığı platformların sahipleri, geliştirdikleri algoritmalar yardımıyla devasa çeşitlilik ve miktarda NFT üretiyor ve bunların ticaretinden büyük kazançlar elde ediyorlar. Bir not: şu an Trump’ın çevresinde toplanan zenginler de aynısını yapıyor.
Varoufakis “yeni lordlar” olarak tanımladığı zenginlerin sermayesinin, 2008 bunalımı sırasında ekonomiyi canlandırmak için merkez bankalarının bol bol para basıp piyasaya dağıtmasına dayandırıyor. Ve bunu şöyle açıklıyor:
Bilindiği üzere geleneksel kapitalist ekonomi kâr elde etmeye dayanıyor. Yakın zamana kadar toplam kârların büyük bölümü sanayi üretimine aitken, bugün gerçek bir üretimin yapılmadığı platformlarda gerçekleşiyor. Geleneksel kapitalist, mal ya da hizmet üreten ücretli emekçi çalıştırarak kâr ediyor. Yeni lordlar ise az sayıdaki ücretli çalışanı dışında kendisi için bedavaya çalışan internet kullanıcıları sayesinde kâr ediyor. (Varoufakis bunun giderek ücretli emeği meta olmaktan çıkardığını öne sürüyor.) Bu süreçte bulut kapitalistlerinin kârları arttıkça geleneksel kapitalistlerinki azalıyor, şirket hisselerinin değeri düşüyor ve beraberinde ücretli emekçilerin toplam gelirlerden aldıkları pay da sürekli küçülüyor. Bütün bu gelişmeler ekonomide dengesizliklere yol açıyor. Bu yüzden merkez bankaları para basıp finansçılara veriyor ve onlar da şirketlere aktararak ayakta kalmalarını sağlıyor. Ve dağıtılan bu paranın büyük bölümü "bulut sermayesine" gidiyor. Kısacası Varoufakis burada ekonominin para politikalarıyla dengelendiğini anlatıyor.
Varoufakis internetin özel mülkiyetine son verilip demokratik denetim altına alınması halinde bir “tekno-komünizmin” de mümkün olabileceğini söylüyor. Bu konuda, Çin’in “dijital yuan” uygulaması başlatmasının kendisini heyecanlandırdığını belirtiyor. Bilindiği üzere halen cep telefonları ya da temassız kartlarla sanal para kullanılıyor. Ama yine de bunun için bir banka hesabınız olması gerekiyor. Elbette bankalar bir parçası oldukları düzenin kuralları çerçevesinde çalışıyorlar. Dolayısıyla Varoufakis, banka hesabınız bulunmasa bile içine düzenli olarak para konulan dijital bir cüzdanınız olursa gelir eşitsizliğinin giderilebileceğini belirtiyor. Bunu zaten kapitalist mülkiyeti ve düzenin işleyiş dengesini korumak amacıyla merkez bankaları para basıp şirketlere dağıtarak yapıyor. Ama bu eşitsiz bir uygulama. Eğer internetin özel mülkiyetine son verilip toplum da demokratikleştirilirse, benzer bir uygulama eşit biçimde tüm yurttaşlar için de yapılabilir. Varoufakis kitlelerin iktidarları bu yönde zorlaması gerektiğini söylüyor. Görüşlerinin değerlendirmesini bundan sonraki bölümde yapacağız.
***
Bütün bu anlatılanların öncüllerini M.Hardt ve A.Negri’nin 2000’de yayınlanan “İmparatorluk” kitabında bulmak mümkün. Lenin’in emperyalizm teorisinin bugünü anlamakta yetersiz kalmasından dolayı “İmparatorluk” kavramını geliştirildiklerini söylüyorlardı. Artık emperyalizm sona ermiş ve “modern egemenliğin alacakaranlığından geçilerek imparatorluk çağına” girilmişti. Kavramı şöyle tanımlıyorlardı: “İmparatorluk, giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtıdır.”[17] Yine aynı sayfada bu değişimin gerçekleştiği zemini ise şöyle ifade ediyorlardı: “ Küresel ekonominin postmodernleşmesi sürecinde, servet yaratımı giderek daha fazla bizim biyopolitik üretim dediğimiz üretim tarzı (ekonomik, politik ve kültürel alanların giderek örtüştüğü ve birbirini sardığı, bizatihi toplumsal hayatın üretimi) içinde gerçekleşiyor.”
Tabi Engels’in 5 Eylül 1890 tarihli Joseph Bloch’a mektubunda “ …materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonunda belirleyici etken, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu asla ileri sürmedik” dedikten sonra “biyopolitik üretim” kavramı ortaya atmanın anlamını bir kez daha düşünmek gerekiyor.
Negri ve Hardt, büyük servet birikimlerini açıklarken, “gayri maddi emek” gibi somut bir çıktısı olmadan değer ürettiğini öne sürdükleri yeni emek biçimlerinden bahsediyorlardı. İmparatorluk kavramıyla küresel ölçekte, dolayısıyla geleneksel yollardan mücadele edilemeyecek bir egemen güç tasvir ediliyor ve buna karşı mücadelenin de aynı ölçekte, “çokluk” olarak tanımladıkları bir siyasi özne yaratılarak verilmesi gerektiğini öneriyorlardı…
Elbette Marksizm’in kurucuları fikrin yalnızca temellerini attılar ve devamı için daha pek çok çaba göstermemiz gerekir. Ama bunu üzerinde yeterince düşünülmemiş kavramlar ortaya atarak değil, temel fikirlere uygun biçimde yapmak zorundayız.
Gözetim Kapitalizmi: Kavramı ortaya atan Byung Chul Han Kore Cumhuriyetinden bir Akademisyen, filozof, yazar. Felsefe ve psikoloji karışımı fikirler dile getiriyor. Kitaplarının, Almanya, Kore ve Çin’de ilgi gördüğü belirtiliyor. Birçok kitabı Türkçeye de çevrilmiş. Zaten görüşlerini konu edinmemizin bir nedeni de bu. Diğeri ise toplumun neoliberal uygulamalarla başlayan ve dijital teknolojiler eşliğinde bugünkü haline ulaşan değişimini ele alması. Bu çerçevede anlattıkları, kişilerin içinde bulundukları sıkıntılı durumlarla Trump’ın yönetim tablosu arasında bağ kurmalarında kullanılabilir göründüğü için konu ediniyoruz. Çünkü Trump’ınki gibi sağcı iktidarların çevresinde (Thiel gibi) biraz bilimsel bilgi, biraz felsefe, biraz şundan, biraz bundan fikirleri eklektik biçimde bir araya getirerek kullanan birçok eğitimli cahil bulunuyor. Ve bu tür “yeni filozofların” fikirleri böyle ortamlarda biyolojik varlığımızı tehdit eden mikro plastikler gibi, toplumsal düşünceye dağılarak kirliliğe yol açıyor.
Han teknofeodalizmde anlatılanlara benzer biçimde dijitalleşmenin “gözetim kapitalizmine” yol açtığını ileri sürdüğü için, Varoufakis’in ekonomik ve siyasi çerçevede ele aldığı konuları ideolojik düzeyde ve felsefe-psikoloji karışımı bir bakış açısıyla yorumladığını söyleyebiliriz. Görüşlerinin kısa bir özetini Almanya’da çok satanlar listesinde yer alan, Kore’de kült kitap olarak okunduğu söylenen ve Türkiye’de birçok baskı yapmış “Yorgunluk Toplumu” kitabında veriyor:
“Günümüz toplumu artık Foucault'nun bahsettiği hastaneler, tımarhaneler, hapishaneler, kışlalar ve fabrikalardan oluşan bir disiplin toplumu değil. Bunların yerini çoktan beridir fitness salonları, bürolardan oluşan gökdelenler, bankalar, havaalanları, alışveriş merkezleri ve gen laboratuvarları aldı. 21. yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de 'itaatkar özne' değil, performans öznesidir.”[18]
Han, “Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü” kitabının “Devrim Bugün Neden Mümkün Değil”[19] bölümünde Negri ile tartışmasına gönderme yaparak. bugün devrimin neden gerçekleşmeyeceğini şöyle anlatıyor:
“Disiplin [ toplumunun] ve sanayi toplumunun sistemi koruyan iktidarı baskıcıydı. Fabrika işçileri fabrika sahipleri tarafından vahşice sömürülüyordu. Böylece dıştan gelen şiddetli sömürü, fabrika işçilerini protestolara ve direnişlere sürüklüyordu. Egemen üretim ilişkisini yıkabilecek bir devrim mümkündü burada. Bu baskıcı sistemde hem baskı hem de baskı uygulayanlar görünürdür. Somut bir karşı taraf, direnişin yöneldiği görünür bir düşman vardır. Neoliberal egemenlik sisteminin yapısı ise bambaşka. Burada sistemi koruyan iktidar baskıcı olmak yerine sedüktif, yani baştan çıkarıcıdır artık. Bu iktidar, disiplinci rejimde olduğu kadar görünür değildir. Somut bir karşı taraf, özgürlüğü baskı altına alan ve direnişi mümkün kılan bir düşman yoktur.
Neoliberalizm baskı altındaki işçiyi serbest bir girişimciye dönüştürmektedir, kendi kendisinin girişimcisine. Bugün herkes kendi şirketinin kendini sömüren işçisidir. Herkes kişi olarak [Person] hem efendi hem köledir. Sınıf mücadelesi de insanın kendisiyle verdiği bir iç savaşa dönüşmektedir. Başarısız olanlar kendini suçlamakta ve utanç duymaktadır. İnsan, toplum yerine kendisini sorunsallaştırmaktadır.”
Burada toplumun neoliberal ideoloji temelinde nasıl değiştiğini anlatan cümlelerinden de çıkartılabileceği üzere, Han her ne kadar çok okunan bir filozof olsa da kendisinin yeterince okumadığı ve Marksizm bilgisinin sınırlı olduğu anlaşılıyor. O da egemen ideolojinin eleştirilmesini meşru kabul ettiği bir düşünceyi, yeterli bilgisi olmadan eleştiriyor. Kore’yi örnek vererek, neoliberalizme iktidar baskı altında geçildiğini ama bugün herkes konumunu benimsediği için artık baskıya gerek kalmadığını söylüyor. Baskı dönemindekini “kurucu iktidar” bugünkünü “koruyucu iktidar” olarak tanımlıyor. Değişen koşullarda bireyin yaptığı işte başarılı olmaya odaklandığını, bunun için kendisiyle yarışarak birçok alana el attığını, çoğalan iş yüküyle birlikte dikkat dağınıklığı yaşadığını, günümüz insanının yorgun, yalnız ve depresif olduğunu belirtiyor.“ Depresif insan, kendi isteğiyle de olsa, herhangi bir kısıtlama olmaksızın kendini sömüren animal laborans'tır. Hem avcı hem de avdır.” (age, s.21) diyor.
Gözetim toplumunu ise dijitalleşmenin sonucu olarak şöyle ifade ediyor: “Nesnelerin interneti aynı zamanda tam bir gözetim toplumundan ayırt edilemeyen şeffaflık toplumunu da tamamlamakta ve yetkinleştirmektedir. Çevremizi saran nesneler bizi gözlemlemekte ve gözetim altında tutmaktadır. Bize sürekli olarak enformasyon yollamaktadırlar. Sözgelimi buzdolabı yeme alışkanlıklarımızı çok iyi bilmektedir. Ağ bağlantılı diş fırçası ise diş hijyenimizi. Nesneler yaşamın protokolünün tutulmasında aktif bir rol oynamaktadır. Dijital denetim toplumu akıllı gözlüğü de bir gözetim kamerasına, akıllı telefonu ise dinleme işlevi olan bir böceğe dönüştürmektedir.”[20]
Bu satırlardan Han’ın neden çok okunduğunu çıkartmak mümkün. Yazar neoliberalizmin bireyleri tek başlarına yaşar hale getirdiğini, dijitalleşmeyle sürekli gözetlenen birine dönüştüklerini anlatıyor. Üstelik bu hayatı herkes gönüllü olarak ve isteyerek yaşıyor. Kent yaşamına sıkışıp kalmış insanlar herhalde bu satırlarda hissettiklerini buldukları için Han’ı okuyorlar. Çünkü Han okurlarına “sizi anlıyorum, koşullar çok kötü ama yapacak bir şey yok, sabırlı olalım” diyerek adeta terapi yapıyor.
Yazar sürekli bir toplumsal değişimden söz ediyor. Ama bunu ardı ardına gelen olaylar zinciri gibi anlatırken, nedenleriyle ilgili bir şey söylemiyor. Dolayısıyla toplumsal yaşamı tarihsizleştirerek ele alıyor. İnsanlar ağır yaşam koşullarına sanki önce “kurucu iktidarın” tek yanlı baskısına boyun eğerek ve sonra “koruyucu iktidarın” yalnızlaştırmasını kabullenerek gelmiş gibi anlatıyor. Somut sorunları felsefe ve psikoloji çerçevesinde ele alarak konuyu ideolojik düzeye çekiyor. Burada boyun eğenlerin psikolojileri olurken, nedense baskıyı uygulayan ve bundan yararlananların benzeri bir psikolojileri yok. Bireylerin öfkelenmesini düzene boyun eğmemek açısından olumlu görse de, bunun sonuçlarıyla ilgili “devrim mümkün değil” demek dışında bir öngörüde bulunmuyor.
Eğer Han kitlelerin boyun eğişini felsefe ve psikoloji yerine doğrudan yönetenlerin ideolojisinin nasıl egemen hale geldiği çerçevesinde ele alsaydı, kaçınılmaz olarak toplumun tarihsel değişimini açıklamaya çalışacak ve dolayısıyla bir dizi toplumsal çatışmayla ilgilenmek zorunda kalacaktı. İdeolojide kalmak, yazarı bu sıkıntıdan kurtarıyor. Dolayısıyla Kore Cumhuriyetinde “kurucu iktidarı” anlatırken ülkesinin aslında ABD işgali altında olduğundan[21] ve Çin’e karşı nükleer silah deposu gibi kullanıldığından bahsetmesine gerek kalmıyor.
Sonuç olarak Han “neoliberalizmi Marksist bir yaklaşımla açıklayamayız”[22] diye hayli iddialı bir cümle kurarken, insanların hissettikleri sanki kendi özlerinden doğuyormuş gibi akıl yürütüyor. Dijitalleşmenin toplumda yarattığı değişimler sonucu bireyler hayatın geri kalanıyla arzuları doğrultusunda ilişkiye geçebiliyorlar. Bu durum, Han’ın insanlar hakkında önceden de yaptığı felsefî-psikolojik açıklamaları kolaylaştırıyor. Bu çerçevede dönen düşünceleri, Trump’ın tablosunun “koruyucu iktidar” kavramı altında ve “gözetim kapitalizmi” olarak yorumlanmasına uygun görünüyor. Bu düşünceler ideolojik düzeyde kaldığından düzenin sahiplerine ürkütücü gelmeyecek ve kentli, yalnız, yorgun okurlara başkaları gibi “devrim yapmak” misali zor görevler yüklemediği için de her bakımdan rahatlatıcı etki yaratacaktır.
Bugünkü dünya durumunun oluşumunda üç önemli olay
Trump’ın kendi icadı yemin töreninde sunduğu yönetim tablosu, dünyaya verilmiş ve içeriği ideolojiden ibaret olan bir mesajdır. (Ama Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in o tabloda yer almaması siyasi, TikTok’un CEO’su Shou Zi Chew’un yer alması ise ekonomik nitelikteki mesajlardır.) İdeolojilerin tarihi yoktur, anlamlandırabilmek için tabloyu incelemek yerine, hangi toplumsal varoluş koşulları içinde sergilendiğine bakmalıyız. Çünkü oraya yalnızca çağrı üzerine değil, somut nedenlerden dolayı gelindi ya da gelinmedi. Dünyanın en güçlü devletinin başkanı, dünyanın en zenginleri ve önde gelen sağcılarının toplumsal varoluş koşullarını görmek için bakacağımız yer ise dünyanın kendisidir.
Son çeyrek yüzyılda dikkat çekici birçok olay yaşandı. Bunlardan üçünün tarihsel önemde olduğu söylenebilir. Birincisi neoliberal sürecin gelip dayandığı 2008 bunalımı, ikincisi dijitalleşmenin yaşamın her alanına nüfuz etmesi ve üçüncüsü Çin’in yükselişidir. Birbirleriyle ilişkisiz biçimde başlayan bu olaylar süreç içinde bugünkü iç içe olma durumuna doğru geldi ve görünür gelecekte de bu halleriyle önemli etkiler yaratmaya devam edeceğe benziyor. Tarihsel gelişimlerine uygun olarak olayları önce ayrı ayrı ele alıp kısaca hatırlatacak, daha sonra dünya düzenindeki yerleri ve tablonun oluşumuna katkıları üzerinde duracağız.
2008 Bunalımı: “Kriz” ve “bunalım” sözcükleri rastgele kullanıldığından dolayı burada ne anlama geldiklerini tanımlamamız gerekiyor. Her şeyin varoluşu bir yeniden üretimdir.[23] Var olmuş bir yapı kendini yeniden üreterek sürdürürken, oluşan sorunlara da çözüm üretir. Ancak bu çözümler kısalan sürelerle soruna dönüşüyor ve yapıyı ayakta tutmak için sürekli çözüm üretmek zorunda kalınıyorsa, yapı krize girmiş demektir.
Kriz herhangi bir sorun değil, yapının doğasından kaynaklanan genel bir çözümsüzlüktür. Yapıyı yok etmez, varlığını geçici çözümlerle hastalıklı biçimde sürdürmesine yol açar. Yapı ancak geçici çözüm de üretemez hale geldiğinde çöker. Bu çerçevede kapitalizmin bir tane krizinden bahsedebiliriz, o da Marks’ın ifade ettiği biçimiyle kâr oranlarının düşme eğilimi göstermesidir. Kapitalizm varlığını sürdürmek için artıkdeğer üretirken kaçınılmaz olarak krizini de üretir. Ve yapısal bir özelliği olan krizini yok edemez, ancak siyasi güçle kontrol altında tutmaya çalışır.
Dünyada tek bir kapitalist yapı yok, sermayenin kendini sınır tanımaz biçimde üretmesi nedeniyle birbiriyle ilişkili ama eşitsiz gelişimi ve üretim araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle de birbirinden ayrı birçok kapitalizm var. Kriz kapitalizmin tarihsel ve genel özelliğini oluştururken, bunalım yine bu yapısal özellikten kaynakla ama dönemsel/bölgesel/ülke düzeyinde/kısmî olarak yaşanan sorunlardır. Doğal olarak bunalımlara üretilen çözümler de sınırlıdır ve sorunun nedenlerini ortadan kaldıramaz. Bunalımlara karşı üretilen her çözüm kapitalizmin istikrarsız yapısını destekleyerek ayakta tutmaya yaradığı için aynı sorunların büyüyerek geri gelmesine zemin hazırlar. Bunalımlar yapısal krizin somut koşullarda ortaya çıkan belirtileri olduğu için burada “2008 Bunalımı” diyoruz…
***
2008 Bunalımı, kapitalizmin yapısal krizinin ABD’de bir dizi büyük finans kuruluşunun iflasıyla su yüzüne çıkan, gelişmiş kapitalist toplumlara geçerek dünyaya yayılan ve etkisi halen süren bir olgudur. Bugün ekonomide görülen sorunları anlamak için, hakkında çok yazılıp çizilen 2008 Bunalımını kısaca hatırlamamız gerekiyor:
70’li yıllar boyunca süren daralmanın ardından şu üç gelişme kapitalizmin yeniden, küresel ölçekte ve uzunca süre genişlemesini sağladı: ABD’nin İngiltere ile birlikte 1980’de başlattığı neoliberal uygulamalar, Çin’in yabancı sermayeye açılması ve SSCB’nin dağılması sonucu eski sosyalist ülkelerin kapitalizmin av sahasına dönüşmesi. Doğal olarak bundan en çok yararlanan ABD ekonomisi, her genişlemesinin ardından olduğu gibi 2001’de durgunluğa girdi. ABD Merkez Bankası (FED) ekonomiyi canlandırmak amacıyla faiz oranlarını düşürdü. Etkisi hızla görüldü ve ucuzlayan konut kredilerine talep arttı. Durgunluk nedeniyle kredi verecek yer bulamayan bankalar ve diğer finans kuruluşları, “mortgage” olarak bilinen kısa vadeli, ipoteğe dayalı konut kredilerini yaygın biçimde dağıtmaya başladılar.
Bilindiği üzere bankaların ana gelir kaynağı verdikleri kredilerden topladıkları faizlerdir. Ama faizler düşük olduğu için gelirleri de az oluyordu. Gelirlerini arttırmak amacıyla daha fazla kredi dağıtmaya başladılar. İş, araba, eğitim vb. amaçlarla da bol keseden kredi dağıtıyorlar ve bunların başını konut çekiyordu. Önceden kredi almakta zorlanan yoksul kesimler de artık bu kredilerden yararlanıyordu. Konut fiyatları taleple birlikte hızla yükseldiği için ödeyememe korkusu yaşamıyorlardı. Çünkü evlerini sattıklarında borcu karşılamakla kalmıyor, kazanç bile sağlayabiliyorlardı. Ayrıca fiyatlar sürekli arttığı için yatırım amacıyla ev alanların sayısı da artıyordu. Bu durum sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi, finans kurumları geri ödenme kaygısı duymaksızın kredi dağıtıyorlardı. Krediler ipotekli olduğundan, en kötüsü konuta el koyar ve alacaklarını zararsız karşılayabilirlerdi. Ve balon hızla şişiyordu.
Neoliberal uygulamalar sayesinde genel olarak finans kuruluşlarının denetimi zayıfladığından, mevzuat engelini kolayca aşıp kredi dağıtılabiliyordu. Birçok ekonomist bu durumu “kumarhane ekonomisi” diye tanımlamakta haklıydı. Sürecin işleyişinde finansman sıkıntısı nedeniyle tıkanma olmaması için yeni yöntemler geliştiriliyor ve krediler geri ödeme riskine göre sınıflandırılarak teminatlı borç senetlerine dönüştürülüp pazarlanıyordu. Diğer kâğıtlardan daha yüksek getirisi olduğu için senetlere yatırım yapmak tercih ediliyordu. Doğal olarak riski yüksek olanın verdiği faiz de yüksekti. Emlakçılar, sigorta şirketleri, hedge fonalar, teminat veren bankalar… Kazançtan paylarına düşeni alıyordu. Birçok ülkenin finans kurumları da bu piyasaya yatırım yapmaya başladılar. Krediler geri ödendiği sürece sorun yaşanmaksızın balon şişmeye devam etti. Ve mortgage piyasasının büyüklüğü tahminen 10 trilyon dolara ulaştı Ta ki FED faizleri yükseltene dek…
Bilindiği üzere kapitalist üretim ilişkileri eşdeğerlerin değişimine dayanır, bu nedenle bir metanın fiyatı artmaya başladığında diğerlerininki de artar. Konut fiyatlarındaki artış genel fiyat artışını (enflasyon) körükledi. O dönemde ekonomi politikalarına yön veren neoliberalizmin saçmalıklarından biri de, enflasyonu düşürmek amacıyla “sıkı para politikası” izlemek gerektiği düşüncesiydi. Dolaşımdaki para fazlasının enflasyona neden olduğu ileri sürülerek enflasyonu düşürmek için bu fazlalığın dolaşımdan çekilmesi ve merkez bankalarının zorunlu olmadıkça para basmaması savunuluyordu. FED bu hurafeler doğrultusunda hareket ederek, dolaşımdan para çekip enflasyonu düşürmek için faizleri arttırdı. Bu da enflasyonun değil ama neoliberalizmin kazdığı kuyuya düşmesine yetti…
Faiz artışları tasarrufları bankalara çektiği için konut fiyatları düştü. Bunu gören yatırımcılar ellerindeki teminatlı borç senetlerini satmaya başladılar. Gelişigüzel dağıtılmış kredilere ait borç senetlerine teminat veren bankalar, alacaklı orduları karşısında taahhütlerini yerine getiremez hale gelerek iflas ettiler. Böylece balon patladı.
O yıllarda oğul Bush başkandı ve Cumhuriyetçilerin batık şirketleri liberal ahlâk anlayışları gereği kurtarmak istememesi, ABD’nin dördüncü büyük yatırım bankası olan Lehman Brothers’ın çöküşüne yol açtı. Ancak bunun bütün finansal sistemi çöküşe sürükleyeceğinin görülmesi üzerine FED devreye girdi ve kurtarma girişimlerine başladı.
Neoliberalleşme kapitalizmin dünya ölçeğinde derinleşmesine yol açmış ve ülkelerin birbirleriyle ekonomik ilişkilerini arttırmıştı. Bu nedenle bunalım tek tek ülkeler ya da 1997 Güneydoğu Asya’daki gibi bölgesel sınırlar içinde kalmadı ve Avrupa’dan Çin’e kadar herkesin somut durumuna bağlı olarak genel bir etki yarattı. Mortgage alanına yatırım yapan herkes zarara uğradı. Bunalım sonuçları bakımından 1929’dakinden daha yıkıcı oldu.
ABD’de iflas eden finans kuruluşları kendi haline terk edilemeyecek kadar büyüktü. Bu yüzden ya ayakta kalanlar tarafından satın alınarak, ya da devletin şirketlere para aktarmasıyla kurtarıldılar. FED ekonomi dengelenene kadar birçok kez para basarak çeşitli yollardan finans kurumlarına aktardı. Dikkat çekici olan, bunalım öncesi dolaşıma fazladan para sokmanın enflasyona yol açacağı iddialarının gerçekleşmemesi ve herhangi bir enflasyon artışı yaşanmamasıydı. Marks yıllar önce fiyatların dolaşımdaki para miktarıyla ilgisi olmadığını söylemişti ve kapitalistler bunu yaşayarak yeni keşfediyorlardı. FED’in başlattığı bu uygulamayı İngiltere, AB ve Japonya merkez bankaları da izlediler.
Saydığımız merkez bankaları daha sonraki yıllarda da gevşek para politikalarını sürdürmeye devam ettiler. Çünkü faiz yükselterek dolaşımdan para çekmeye kalkıştıklarında durgunluk tehlikesinin baş gösterdiğini görüyorlardı. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde faiz oranları genellikle yüzde 5’in altında seyrediyor. Japonya uzun süredir tasarruflara sıfıra yakın faiz veriyor. Küresel kapitalist hiyerarşinin alt basamaklarındaki ülkeler ise sermaye çekmek amacıyla daha yüksek faiz veriyorlar. Öte yandan, gelişmiş ülkelerin büyüme oranlarının da hiyerarşinin alt basamaklarındakilere göre daha düşük olduğu görülüyor.
Bunalım sonrası dünya ekonomisinde bazı değişikler oldu. Çin zaten 2008 öncesinde de yüksek hızda büyüyordu. Buna az gelişmiş ülkeler de eklendi. Böylece sanayi başta olmak üzere, genel olarak üretimin ağırlığı küresel hiyerarşinin tepesinden Çin’e ve alt basamaklardaki diğer ülkelere kaydı. Bunun teknolojik gelişme, işsizlik, çevre sorunları, dünya ticareti vb. bakımlardan küresel ilişkileri değiştirici etkileri görüldü.
Şu an dünyada rezerv paranın yaklaşık yüzde 60’ı dolar, yüzde 20’si euro. Avrupa’da euro kullanıldığı için dolar daha çok dünyanın geri kalanının rezerv parası ve adım adım bu konumundan uzaklaşıyor. ABD halen dünyanın en çok tüketen ülkesi ama üretimin ve ihracatın ilk sırasında Çin yer alıyor. Küresel üretimin kaydığı ülkelerin kendi aralarındaki ticarette dolar kullanımı giderek azalıyor. Genellikle kendi paralarını kullanıyor ya da takas (kliring) yapıyorlar. Doların rezerv para konumundan uzaklaşması, ABD’nin küresel hegemonyasını sarsıyor. Bu yüzden FED’in 2008’den bu yana gevşek para politikası izlemesinin bir nedeni de dünyaya dolar pompalayıp, ABD’nin küresel hegemonyasını korumaya çalışmasıdır.
Dijitalleşme: Bilgisayarlar ve bugünkü internetin başlangıcı sayılabilecek makineler arası bilgi aktarımı, 1950’lerde ABD’de askerî amaçlarla kullanılıyordu. Sonraki yıllarda kamu kurumları ve üniversitelerde de kullanılmaya başlandı. İnternet kamu malı olarak, kamu yararına çalışan sayısız bilim insanı ve gönüllü kullanıcının emeğiyle gelişti. Ticari amaçla kullanılmasına geçildiği1990’larda bile internet şirketleri henüz ücretsiz hizmet veriyor, yalnızca reklâmlardan ve aracılık ettikleri ticari faaliyetlerden gelir sağlıyorlardı. (Bugün benzer bir ücretsiz hizmeti sınırlı biçimde ve “müşterinin” ayağını alıştırıp hakkında bilgi toplamak için veriyorlar.) İnternet şirketlerinin sayıları hızla artarken, web adresleri “.com”la bittiği için “dot-com” olarak bilinen ilk ekonomik bunalımla da tanıştılar. Bunalım ABD ile sınırlıydı ve şirket hisseleri etrafında oluşan balonun patlamasıyla başladı. Günümüz dijital tekellerinin oluşumu üzerindeki etkisi nedeniyle konuyu kısaca ele alıyoruz:
Ticaret, seyahat, haberleşme, teknoloji üretimi gibi alanlarda kurulan internet tabanlı şirketlerin hisseleri, gelecekte önem kazanacaklarını düşünen yatırımcıların ilgisini çekiyordu. Bu şirketlerin henüz kâr getirmeyen hisselerine, 1995-2000 yılları arası “risk sermayesi şirketi” olarak tanımlanan finansçılar tarafından milyarlarca dolar yatırım yapıldı. (Bugün Trump’ın çevresindeki zenginlerin hemen tümü bu şirketlerin okulundan geçmiş kişilerdir.) Teknolojiyle ilgili hisselerin işlem gördüğü bir borsa olan NASDAQ endeksi 1000 düzeylerinden 5000’lere yükseldi. FED yatırımcıları uyarsa da liberal ilkeler gereği olaya müdahale etmedi. Ekonominin genişlediği ve risk almaya hazır para sermayenin bol olduğu bir dönemden geçiliyordu. Büyük miktarlarda hissesinin el değiştirmesiyle bir balon oluştu.
Ancak birçok faaliyeti henüz başlangıç aşamasında olduğundan, internet şirketleri yatırımcıların beklentilerini karşılayamadı ve 2000’lere gelindiğinde hisseleri düşmeye başladı. Yeterli kaynağı olmayanlar battı. Balon bir kez daha patladı ve değersizleşen hisselere yatırılan yaklaşık 5 trilyon dolar buharlaştı. NASDAQ endeksi toplamda yüzde 80 kadar değer kaybetti.
İnterneti ticari amaçla kullanacak olanlar bu durumdan bazı dersler çıkardılar. Öncelikle gerçekçi olmalı ve sürdürülebilir kâr getirecek yatırımlar yapmalıydılar. Bunun için tek bir ürün ya da faaliyete bağlı kalmamak, çalışma alanını genişletmek ve emin adımlarla ilerlemek gerekiyordu. Zararı göze alarak bunalımı atlatabilenler arasında yer alan “Amazon, Google, e bay, NVIDIA” gibi şirketler bugüne kadar geldiler ve bazılarının sahipleri dünyanın en zenginleri arasına katılarak, Trump’ın tablosunda yer alacak kadar yükseldiler.
Yeni şirketler ise bunalımın öğrettiklerini dikkate alarak kuruldular. Facebook (2004), Flickr (2004), Youtube (2005), Twitter (2006) bunlardan bazılarıdır. Büyümek için sağlam temellere dayanmaları gerektiğini bilerek, uzunca bir gelişim sürecinden geçtiler. Öncelikle yatırım yapılabilecek gerçek bir iş üretmeleri gerekiyordu. Bunun için iki şeye önem verdiler: 1) teknoloji ve bilgi altyapısını sürekli geliştirmek, 2) kullanıcı sayısını sürekli arttırmak.
Eğer dijital bir şirket düzenli olarak büyümek istiyorsa dünyanın her yerinde, günün her saatinde ve yaşamın her alanında ulaşılabilir olmalıdır. Bunun için uydulardan cep telefonlarına kadar uzanan makineler, kesintisiz enerji kaynağı ve yeni yazılımlar gerekir. Şirketlerin boyunu aşan yatırımlar, devlet tarafından ve kamu kaynakları kullanılarak yapılır. Böylece şirket-devlet işbirliği ve yararına altyapı kurularak kullanıcı sayısı arttırılır.
Şirketler kazançlarını arttırmak için daha çok kullanıcı sayısına ulaşmaya çalışır ve rekabete girerken, aynı zamanda yazılı olmayan ortak bir amaca da hizmet ederler. Her bir kullanıcı ne kadar uzun süre çevrimiçi kalırsa, bir şirketten hizmet alma olasılığı o kadar artar. Birçok kamu hizmeti ve bankacılık işlemleri gibi günlük işler zaten internet üzerinden yapıldığı için çevrimiçi olma süresinin uzamasına katkıda bulunurlar. Ticari şirketler ise bazı hizmetleri ücretsiz vererek, hizmet hız ve kalitesini arttırarak, kullanıcıyı ses ve görüntü oluşturmak gibi konularda interaktif hale getirerek ve farklı uzmanlık alanları geliştirerek kullanıcıların olası tüm günlük faaliyetlerini ağ içine alır ve daha uzun süreler çevrimiçi kalmasını sağlarlar. Böylece bir konuyla ilgili olarak çevrimiçi olduğunuzda başka konulara da yönelir ve oyun oynarken banka havalesi yapabilir, borsayı izlerken arkadaşınızla konuşabilirsiniz.
Ağ yalnızca bireyleri kapsamaz, tüm dijital araç gereci içine alır ve “nesnelerin interneti” denilen şeyi oluşturur. Kullanıcının konforunu arttırmak adı altında arabalardan mutfak araçlarına, güvenlik kameralarından bebekleri monitörden izlemeye kadar sayısız işlem ağ üzerinden yapılır. Ve bilindiği üzere çevrimiçi olmak çift yönlü bilgi akışı sağlar. Biz ağ üzerinden bir şeye ulaşırken, tahmin ettiğimiz ama kesin bilmediğimiz birileri de bizim bilgilerimize ulaşır. Milyarlarca kullanıcının yaşamanın her alanından toplanan bilgiler sınıflandırılır, paketlenir ve meta olarak işlem görür. Sağlığımız, alışkanlıklarımız, siyasi eğilimlerimiz, yakın arkadaşlar vb. öğrenilir. Nesnelerin interneti, gerçekte bireyleri sinekler gibi şirketlerin özel mülkiyeti olan ağlara düşürmenin yoludur. Ancak bireyler bu tuzağa bilerek ve rıza göstererek düşerler. Çünkü insan toplumsal varlıktır ve örneğin dijitalleşmenin toplumsal ilişkilere kazandırdığı hıza ayak uyduramayan, giderek toplumun dış çeperine itilir. Yani Byung Chul Han dijitalleşmenin yalnızlaştırdığını söylerken fiziksel bir yalnızlıktan bahsediyor ve tersinin toplumsal bir yalnızlığa yol açtığını hesaba katmıyor.
Dijitalleşmenin insanları bireycileştirdiği, bağımlılık yarattığı, gerçek dünyadan kopardığı yaygın olarak söyleniyor ve şirketler/devletler bundan sorumlu tutuluyor. Oysa yaşamın dijitalleşmesi yoktan var olmuyor, zaten var olanın yeniden üretilmesi sürecinde ortaya çıkıyor. Şirketler dijitalleşmeyi kâr amacıyla, devletler bürokrasiyi azaltmak/eğitim/güvenlik gibi kamusal işler için, bireyler ise gündelik yaşamlarında zaman kazanmak ve yanı sıra arkadaşlık/eğlence/bilgi edinme gibi yollardan toplumsallaşmak amacıyla kullanıyorlar. Ve elbette bütün bunlar toplumu sorunlarla dolu hale getiren kapitalizm koşullarında gerçekleşiyor.
Toplum ve birey özdeştir, biri olmaksızın diğerinden bahsedilemez. Bu nedenle toplumsal varlık olan bireye ulaşmak için herhangi bir özneye seslenir gibi davranılamaz, toplumsal varoluş koşulları üzerinden kuşatarak ilerlemek gerekir. İnternetin toplumsal yaşamın her alanını ağa bağlaması, çevrimiçi olduğu anda bireyi toplumsal alandan kuşatmayı mümkün kılar. Bu sırada birey de, gerçek yaşamında toplumun ulaşamadığı alanlarına çevrimiçiyken ulaştığını deneyimler. Bunun bireye “özgürlük” hissi vermesi anlaşılır bir durumdur ve gerçek yaşamdakinden fazla bir farkı yoktur. Çünkü gerçek yaşamdaki gibi ağda da bireyin özgürlüğü sınırlı ama toplumun egemenlerininki sınırsızdır. İnternetin gerçek yaşamdan asıl farkı, egemenlerin bireye hiç olmadığı kadar yaklaşmasına olanak sağlamasıdır. Bu da ister ticarî olsun ister siyasi, egemenlerin bireyin rızasını alabileceği girişimlerde bulunmasını kolaylaştırır.
“İçgüdü” diye bir şey yoktur, alışkanlık öğrenilerek yapılır. Sürekli tekrar eden bir etki, beynimizdeki belli bir nöron grubu arasındaki iletişimi arttırır. Bu da etkiyle ilintili davranışlarda bulunma eğilimini güçlendirir ve yapılmasını kolaylaştırır. Eskiden toplumun üstüne rastgele saçıyor gibi reklâm yapılır ve sürekli tekrarlanarak alışkanlık yaratılmaya ya da var olan alışkanlıkları bağımlılığa dönüştürmeye çalışılırdı. Bugün dijitalleşmeyle reklâm bireye özgü hale getirilirken yeni bir şey yapılmıyor, yalnızca olan bir şey yeniden üretiyor. Ne kadar çok çevrimiçi olursak hakkımızda o kadar çok bilgi toplanıyor ve bunlardan hareketle herkese ayrı ayrı olmak üzere, kişiye özel reklâm yapılabiliyor. Dolayısıyla yine eskisi gibi reklâm toplumun üstüne saçılıyor ve yeni olan, hangi reklâmın nereye gideceğinin önceden belirlenmesidir. Eğer haber almak ya da “görünür” olmak için kullandığımız ve alışkanlığımızın olduğu bir sosyal medyayı reklâmsız kullanmak istiyorsak ek ücret ödememiz gerekir. Yoksa reklâmlara katlanırız. Dolayısıyla geniş kitlelere zorla reklâm izlettirmenin yaratacağı bir alışkanlık da, o zorlamanın arkasındakilere kin duymak olabilir…
İnternet şirketlerinin sürekli yeni algoritmalar geliştirmesinin arkasında yatan elbette daha çok kâr etme arzusu ama onun da arkasında, kâr etmek zorunda olmaları yatıyor. Çünkü birçoğu bunalım sırasında yaşamaya çalışırken, kaynak bulamayanların batışına tanık oluyorlardı. Sürekli teknolojik yenilikler yapılan kaygan bir zeminde ayakta durmaya çalışıyorlar ve bu yüzden başarılarını yeterli göremiyorlar. Büyüdükçe kâr ediyor ve kâr ettikçe büyüyorlar. Ama ne kadar büyük olursan, bir çöküşün altından kalkmak da o kadar zorlaşıyor.
Bu nedenle eskiden birkaç kalem malın e ticaretiyle uğraşan, bugün binlercesinin ticaretini yapıyor. Üstelik aynı alanda çalışan rakipleriyle sürekli rekabet içinde. Yalnızca ağ üzerinde faaliyet göstermesi yeterli olmuyor, örneğin Elon Musk gibi uzaya çıkıp “Starling, Space X” misali yatırımlar yapıyor. Ya da Jeff Bezos gibi bir siparişi dünyanın her köşesine daha hızlı ulaştırabilmek için kesintisiz tedarik zinciri kurmak amacıyla devasa depolara ve nakliye filolarına sahip olmaya çabalıyor. Şimdi bu doğrultuda daha büyük bir adım atıp, Trump’ın sağlayacağı olanaklarla “Stargate” projesini gerçekleştirmek istiyorlar…
***
Bu bölümün uzaması pahasına dijital alandaki tekellerin de diğer kapitalist işletmelerle aynı koşullarda ve sermayenin yeniden üretim süreçlerinde oluştuklarını göstermeye çalıştık. Nedeni, gelecekte de bu işleyiş düzeni içinde var olma mücadelesi vereceklerini vurgulamaktı. Dolayısıyla birçok değerli bilgi vermesine rağmen Varoufakis’in dijital şirketlerle ilgili tezlerini bu düşüncelerimiz çerçevesinde abartılı ve yanıltıcı buluyoruz. Ortada bir “tekno-feodalizm” yok, biz çevrimiçi olduğumuzda “serf” konumuna düşmüyoruz ve dijital tekellerin sahiplerini, sanayicileri “vasalları” haline getiren “yeni feodal lordlar” olarak tanımlamak doğru değil. Onlar da diğer bütün kapitalistler gibi düzenin işleyiş ilkelerine uymak zorundalar ve zamanı geldiğinde bu hayatın dışına itilecekler. Kısaca açıklamaya çalışalım:
Dijital araçlar, tüketicilerin “kullanım değeri” olduğu için satın aldığı metalardan ibarettir. Kapitalistler açısından ise ister “değişim değeri” ifade ettiği için kârlı bir fiyattan satmaya çalıştıkları ürün olsun isterse üretim aracı, her durumda sermayedir.
Dijital bir aracı kullanmak amacıyla satın aldığımızda çalışmasını sağlayan yazılımına değil, yalnızca makinesine sahip oluruz. Makinenin sahibi, yazılımın kiracısı konumundayızdır. Aracı kullanmak için ilk kez açıp kurulumunu yaparken genellikle ayrıntılarına dikkat etmediğimiz bir sözleşmeyi de kabul ederiz. Orada “daha iyi hizmet sunabilmek için bazı bilgilerin toplanacağı” vs. yazılıdır. Böylece makine aynı anda bizim ve hakkımızda bilgi toplayan yazılım ve makine üreticisi (bazen ayrı şirketler olabilirler) için çalışmaya başlar. Toplanan bilgiler ya tasnif edilip metalaştırılarak satılacak, ya da satın aldığımız ürünü geliştirmek için kullanılacak ve her durumda bir kazanç sağlanacaktır. Dijitalleşme doğası gereği çok geniş kitleleri kapsadığı için bu işlemler yardımıyla her bir tüketicinin sırtından küçük bir kazanç sağlansa bile toplamda devasa boyutlarda bir zenginlik elde edilir. Bu noktada olgunun nasıl bir tarihsel değişim süreci içinde ortaya çıktığına dikkat edilmemesinin ve fiyat/değer/emek/sermaye/kâr gibi kapitalizmi anlamakta kullanılan kavramların yanlış ele alınmasının; kafa karışıklıklarına neden olduğunu söyleyebiliriz.
Öncelikle dijital şirketlerin elde ettiği kârlarla bu şirketlerin çatısı altında üretilen değer arasında nasıl bir ilişki olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu da fiyat-değer ilişkisini doğru düşünmekle mümkündür. Çünkü kâr, (faiz ve rantla birlikte) artık değerin parasal ifadesidir. Tıpkı bir malın fiyatıyla değeri arasında doğrudan ilişki olmaması gibi, bir kapitalistin kârının da el koyduğu artık değer miktarıyla doğrudan ilişkisi yoktur. Diyelim bir metadan zarar edildi, bu içinde artık değer olmadığı anlamına gelmez.
Bilindiği üzere değer kendiliğinden oluşmaz, yalnızca insan emeği tarafından üretilir. Nedeni, kol ve kafa gücünün yüzyıllar boyu toplumsal süreçlerde eğitilmesi sonucu bireylerin kendine yeterli olandan fazlasını üretebileceği bir yetkinlik kazanmasıdır. Toplumsal metabolizma, bu sayede üretilen fazlalıkların mübadelesine dayanır. Bu nedenlerle ürünün değeri üreticinin kişisel emeği üzerinden değil, üründe somutlaşan toplumsal emek zamanı üzerinden hesaplanır. Ve bu değer, pazarda başka bir malla değiş tokuş edilirken ortaya çıkar. Çünkü insanların alıcı ve satıcı olarak pazara gelmesinin birinci amacı zenginlik biriktirmek değil, yaşamak için elindeki fazlayı vererek ihtiyacı olanı almaktır. Alıcılar ve satıcılar bir malın üretimi için ne kadar emek harcanması gerektiğini geleneksel olarak bildikleri için hangi oranlarda değiştirileceklerini de bilirler. Bu nedenle mübadele ilişkisi eşit değerlerin değişimine dayanır. Ama toplumların gelişmesiyle birlikte mal değiş tokuşu pratik olmadığı ve her malın üretimine ne kadar emek harcandığını kestirmek zorlaştığı için değişim aracı olarak para kullanılmaya başlanmış ve bir malın başka bir malla değişim oranını göstermesi amacıyla üstüne fiyatı yazılmıştır.
Fiyatı, malın değerini yansıtmaz; yalnızca başka malların fiyatlarıyla karşılaştırarak hangisinin daha değerli olduğunu anlamaya yarar. Bu nedenle fiyatlar ve değerler birbirine eşit değil, paraleldir. Değeri fazla olan malın fiyatı, değeri az olan malın fiyatından yüksektir.
Ancak toplumlarda pazar için üretimin belirleyici hale gelmesi, fiyat-değer ilişkisi ve kârla ilgili bazı sonuçlar doğurmuştur. Bilindiği üzere pazar için üretildiklerinden metaların fiyatları vardır. Bu da fiyatı olan her şeyin meta gibi işlem görmesine yol açar. Bir mühendislik projesinin meta olarak işlem görmesi anlaşılır bir şeydir. Ancak insanların renk, koku, tat gibi basit alışkanlıklarıyla ilgili toplanan bilgilerin aynı biçimde işlem görmesi birçok kişi için şaşırtıcıdır. Öte yandan kâr, satıştan maliyetin çıkartılmasından geriye kalandır. Olağan koşullarda bir metanın satışından ne kadar kâr sağlanacağı pazarda belli olur. Ama tekelleşmenin olduğu bir çağda kâr miktarı yukarıdan belirlenir ve bir ürün değeriyle paralellik taşımayan fiyatlardan satılarak tekel kârı elde edilir.
Çevrimiçi olduğumuzda hakkımızda toplanan ve metalaştırılan bilgilerin değeri, Varoufakis’in öne sürdüğü gibi bizim çevrimiçiyken harcadığımız emek değildir, bu bilgileri toplayıp metalaştırmak amacıyla harcanan toplumsal emek zamanıdır. Bu zamanının içinde makinelerle yazılımların üretilmesi ve bilgilerin tasnif edilmesi için harcanan toplumsal emek vardır. Bizim o makine ve yazılımı kullanırken harcadığımız emek bunun içinde değildir. Çünkü biz o makineleri üretim değil, tüketim amacıyla kullanıyoruz. Üstelik bunu, hakkımızda bilgi toplandığını da bilerek yapıyoruz. Aldırmayışımızın temel nedeni, hakkımızda öğrenilenlerin varoluşumuzun doğal bir parçası olmasıdır. Bunların başkası tarafından bilgi kaynağı olarak kullanılması, deniz kıyısından çakıl taşı toplayıp meta olarak satmaktan farksızdır. Nasıl ki taşların değerini onları toplamak için harcanan emek miktarı oluşturuyorsa, benzer biçimde toplanan bilgilerimizin değeri de onları toplamak için harcanan emektir.
Dolayısıyla çevrimiçi olanın emeğine rızası dışında el konarak “serf” durumuna düşürüldüğü doğru değildir. Bu süreçte üretilen değer, herhangi bir üretim sürecindeki gibidir. Dijital şirketlerin zenginliğini hesaplarken ağa bağlanan milyarlarca kişinin ücretsiz emeği üzerinden hesaplamalar yapmak yanıltıcıdır. Bu yanılgının nedeni, şirketlerin elde ettiği kârla kullandıkları emek arasında doğrudan ilişki kurulmasıdır. Oysa bu şirketler tekel konumunda oldukları için bu kadar yüksek kârlar elde edebiliyorlar. Dolayısıyla sermayelerinin kaynağı da merkez bankalarının 2008’den bu yana izledikleri gevşek para politikaları sonucu piyasaya para dağıtmaları değil, toplumsal artık değerdir.
Bugün herkes ticarî amaçla her istediği yerden çakıl taşı toplayamıyor, çünkü çevreyi koruyucu düzenlemeler var. Ama hakkımızda her tür bilginin toplandığı dijital alanla ilgili henüz benzer düzenlemeler yok. Dijital şirketler tıpkı sömürgecilik döneminin “Doğu Hindistan Şirketi” misali serbestçe çalışıyorlar. Bu ancak siyasi iktidarlar üzerinde toplumsal baskı kurarak sınırlandırılabilir. Tümüyle ortadan kaldırılması ise internetin özel mülkiyet olmaktan çıkartılıp yönetiminin toplumun demokratik denetimine geçmesiyle, yani devrimle mümkündür. Varoufakis’in diğer görüşlerini değilse bile bu yöndeki önerilerini destekliyoruz.
Dijital işletmeler sermayenin yeniden üretim süreçlerinde meta ya da hizmet olarak ortaya koydukları gerçek ürünler üzerinden kâr ediyor. Sermaye herhangi bir zenginlik kitlesi değil, zenginliğin yatırıma dönüşmesi, toplumsal ilişki biçimi ve sonuç olarak kâr getirecek her hale bürünebilen akışkan değerdir. Bu çerçevede dijital şirketlerin ellerindeki zenginliğe “bulut sermayesi” demek yerine, “metalaştırılmış bilgi yağını ve bunları işlemek amacıyla üretilen araçlar toplamı” diye tanımlamak daha uygundur. Bütün sermaye biçimleri gibi bu da sermayenin yeniden üretim ilkelerine uygun hareket eder.
Dijital şirketlerin büyük sermaye kitlesine sahip olmaları, kapitalizmin gelişim sürecinde tekelleşmenin vardığı boyutlarla ilgilidir ve bu durumları rekabetten muaf değildir. Kazançlarının büyüklüğü bir “rant” değil, tekel kârıdır. Çünkü kapitalist bir işletmenin kârını belirleyen işletmede üretilen artık değer değil, toplumsal işbölümü ve hiyerarşi içindeki yeridir. Dijital teknoloji kapitalizmin bunalımlı bir döneminde yeni kârlılık alanları açmak üzere geliştirilen bir üretim aracıdır. Geleneksel sanayi üretiminin tıkandığı bir aşamada pazarı genişletip sermaye dolaşımının hızlanmasını sağlayarak rahatlatmış ve sanayi şirketlerinin daha önce erişemedikleri kadar geniş pazarlara ulaşmasını sağlamıştır. Ayrıca tüketici hakkındaki toplanan bilgilerle sanayiciler talebi öngörebilir hale gelmiş ve stok masrafları azalmıştır. Robot teknolojisi ve geliştirilen yazılımlar emeğin verimliliğiyle birlikte kârı arttırıcı etkenlerdir. Bu süreçte dijital işletmeler kapitalist hiyerarşinin üst basamaklarına tırmanarak, kârlarını kendilerinin belirleyebileceği tekel konumuna erişmişlerdir. Tüm yazılım ve teknik altyapı bu amaca uygun üretilmiş ve karşılığında toplam kârdan alınan payları artmıştır.
Bu gelişmeyi sanki kapitalizmin farklı bir niteliğe bürünmesi gibi “tekno-feodalizm, platform kapitalizmi, dijital kapitalizm” misali sıfatlarla anmak yanıltıcıdır. Dijital işletmeler sanayi şirketlerini “vasalları” haline getirmiyor, onlarla işbirliği içinde çalışıyor. Dijital şirketlerin varlıklarını sürdürmek için tarım ve sanayi üretimine, tarım ve sanayi şirketlerinin de en az maliyetle en fazla tüketiciye ulaşmak için dijital hizmetlere ihtiyacı var. Çünkü kapitalizmin ayakta kalabilmesi için meta yığınlarını satacak birilerinin olması ve bunları satın alacak olanların düzenli gelir elde edebilmesi gerekiyor.
Büyüklük güç anlamına gelse de kapitalizmin kaotik işleyişi içinde egemen konumda kalmayı garanti edemez. Çünkü üretim araçları özel mülkiyet altındayken tekeller ve rekabet birbirinden ayrılamaz. Bu yüzden kapitalist toplum düzeni bir tane tekelin denetimi altına giremez ve er geç kâr oranlarının düşme eğiliminden kaynaklı bunalımlarla sarsılmaya mahkûmdur. Tekeller bu kaderi değiştirebilmek için her zaman siyasi gücü denetimleri altına almaya çalışırlar. Trump’ın etrafında birleşmeleri de bu amaçla ilintilidir.
Çin’in yükselişi: Bu bölümde Çin hakkında siyasi değerlendirme yapmıyor ve ekonomiyle sınırlı kalıyoruz. Çin, devrimin gerçekleştiği 1949’da yaklaşık 540 milyon nüfusunun yüzde 90’ı kırda yaşayan, sanayisi yok denecek düzeyde, yarı sömürge, az gelişmiş bir ülkeydi. Bugünkü Çin ise 1 milyar 420 milyona ulaşan nüfusunun yaklaşık 2/3’ü kentlerde yaşayan, kişi başına 13 bin doları aşan GSYİH ile orta gelişmişlik düzeyinde, 28 trilyon dolar değerindeki ekonomik büyüklüğü ile dünyada ilk sırada yer alan ABD’nin ardından 18 trilyon 500 milyar dolarlık ekonomisiyle ikinci sırada olan bir ülkedir. Çin’in uzun yıllardır ABD’den daha hızlı büyümesi nedeniyle yakın gelecekte ilk sırayı alacağına şüphe yoktur. Bu yalnızca Çin değil, dünya tarihini değiştirici boyutta bir gelişmedir.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde devrimin hemen ardından Sovyetler Birliği ile “dostluk ve karşılıklı yardım" anlaşması imzalanarak (14 Şubat 1950) sosyalizmin inşasına başlandı. Çalışmalar 5 yıllık kalkınma planları çerçevesinde, toplumun örgütlenmesinden eğitim, tarım, sanayi ve savunmaya kadar uzanan SSCB yardımları ve öncülüğünde gerçekleştiriliyordu. İki ülke arasındaki anlaşma 1953’te Stalin’in ölümünün ardından genişletilerek yenilendi. 1956’da SBKP 20. Kongresinde Stalin’in eleştirilmesi üzerine Çin’in Sovyetlerden uzaklaşmasıyla yardımlar azalmaya başladı. 1961’deki SBKP 22. Kongresi sonrası dibe vuran ilişkiler 1963’te tümüyle sona erdi
SSCB yardımı kesildikten sonra Çin ekonomisi inişli çıkışlı bir seyir izleyerek gelişmeye devam etse de, bu toplumun temel gereksinimlerini karşılamak için yeterli değildi. SSCB’den uzaklaşmak doğal olarak ABD’nin ilgisini arttırmıştı. Dışişleri bakanı olmadan önce de Çin’le işbirliğini savunan Kissinger’ın Beyaz Saray’a girmesinin ardından bu yönde adımlar atılmaya başlandı. Bunun sonucu olarak, BM 1971’de Çin halkını Tayvan’ın değil ÇHC’nin temsil ettiğini ve Güvenlik Konseyine daimi üye olarak alınmasını kabul etti. ABD Devlet Başkanı Nixon 1972’de Çin’i ziyaret ederek Mao ile görüştü. Aynı yıl içinde Çin ve Japonya ortak bir bildiri yayınlayarak aralarındaki buzları erittiler. Ancak bütün bunların ekonomik getirisi yoktu ve ülke Kültür Devrimi, parti içi gerilimler, 1976’da Mao’nun ölümünün ardından yaşanan iktidar mücadeleleri sürecinde istikrarlı bir gelişme gösteremiyordu. Uzun süren iç hesaplaşmaların ardından, ekonomik gelişmeye önem veren ve reformcu görüşleriyle tanınan Deng Xiaoping’in 1978’de iktidara egemen olmasıyla yeni bir aşamaya geçildi.
Deng’in “açık kapı politikası” adını verdiği görüşleri doğrultusunda ve ÇKP denetimi altında planlı bir değişim başlatıldı. “Dört Modernleşme Hareketi” adıyla anılan bu değişim “sanayi, tarım, savunma, bilim ve teknoloji” alanlarını kapsıyordu. Aslında Mao’nun son yıllarında bu yönde bir karar alınmıştı ama aksaksız uygulanması Deng döneminde mümkün olabildi. Deng 1979’da ABD’yi ziyaret ederek bilim ve teknik alanında bir işbirliği anlaşması imzaladı. Aynı yıl, Sovyetlerle yapılan ve süresi dolan işbirliği anlaşmasının yenilenmemesi kararı alındı. Böylece ÇKP, yeni siyasi anlayışıyla ilgili ciddiyetini göstermiş oluyordu.
Yeni dönemde tarımsal üretimin arttırılması ve kırsal refahın yükseltilmesine öncelik veriliyordu. Köylülere toprak kiralanıyor devlete vermek zorunda oldukları ürünün kalanını satabiliyorlardı. Bu uygulamanın tarımsal üretimi arttırıcı, iç pazarı ve sanayi üretimini güçlendirici etkilerinin görülmesi üzerine 1978-84 arası köylerdeki komün örgütlenmelerine son verildi. Yasal düzenlemelerle kır nüfusunun kentlere göçü önlenerek, tarımdaki gelişmenin sürekliliği sağlandı. Yerel yönetimlere daha çok inisiyatif tanındı, aralarında ekonomik rekabete girmelerinin önü açıldı ve yabancı sermayeye izin verildi.
Başlangıçta yabancı sermayeye belli sektörlerde ve mutlaka yerli bir ortakla çalışmak kaydıyla izin veriliyordu. Bu amaçla anayasadan başlayarak mevzuat değişiklikleri yapıldı ve gelecek sermayeye güvenceler sunuldu. ABD, Japonya, Güney Kore, o yıllarda İngiltere ile sömürgecilik döneminden kalma ilişkisi süren Hong Kong, benzer biçimde Portekiz yönetimi altındaki Makao ve hatta sorunlar yaşanan Tayvan’la bile ticari ilişkiler kuruldu. Ticaret büyük ölçüde deniz yoluyla yapıldığı için 4 kıyı kentinde serbest bölge oluşturuldu. Genellikle ekonomik durgunluk yaşayan Japonya, ücretlerin düşük olmasından yararlanarak bunalımını aşmak için Çin’e yaptığı yatırımlarını attırdı ve dünyaya buradan ihracat yapmaya başladı. Aynı yolu diğer komşu ülkeler de izlediler. Çin başlangıçta yabancı sermayenin ilgisini düşük ücret ve büyük bir pazar olması gibi nedenlerle çekiyordu ama yıllar içinde kazanılan deneyimle yüksek faiz ve esnek kur politikaları uygulamalarına geçilmesi bu ilgiyi daha da arttırdı. Bugün ise bunlara kalifiye emek ve teknolojik gelişmişlik de eklendi.
Çin, 1986’da Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşmasına (GATT) taraf olduktan sonra sermaye girişi ve dolaşımında bazı rahatlamalar gerçekleşti. Sömürgecilik döneminden kalma anlaşmalar gereği Hong Kong’un 1997’de İngiltere’den ve Makao’nun 1999’da Portekiz’den ayrılarak Çin’e bağlanması, ekonomik gelişmede yeni bir aşamaya geçilmesinin yolunu açtı. Bu bölgeler zaten dünyanın önemli finans ve ticaret merkezleriydiler. Çin bu durumdan yararlanmak amacıyla iki bölgeye özel statü tanıdı. Böylece ülke içinde kısıtlı hareket eden yabancı sermaye için daha rahat davranacakları alanlar açmış oldu. Bu bölgelerin kendi para birimleri ve iç hukukları var, dünyanın en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip olmalarına rağmen kişi başına milli gelirleri 50-60 bin dolarlarda geziniyor…
Çin ekonomisi Deng’in iktidarıyla ilk sıçramasını yaptıysa, ikincisini de 11 Kasım 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olduktan sonra yaptığı belirtilmelidir. ABD, Çin’in DTÖ üyeliğini uzun süre geri çevirdikten sonra 11 Eylül’ün ardından değişen dünya konjonktüründe onay verdi ve dünya pazarlarına serbest ulaşımını sağladı. Burada da kalmadı ve 1 Ocak 2002’de bir yasa çıkartarak Çin’e “özel ticari statü” tanıdı. Böylece dünyanın en çok tüketen ülkesiyle en çok üreten ülkesi buluşmuş oluyordu. Bugüne kadar bundan kârlı çıkan Çin oldu.
Çin’de bugün uygulanan “Yabancı Yatarım Yasası”, 1 Ocak 2020’de yürürlüğe girdi. Buna göre yatırım yapacak yabancı bir kuruluşun artık yerli ortak araması gerekmiyor ve Çinli şirketlerle eşit koşullarda çalışabiliyor. Elbette yine güvenlik ya da yasak listesindeki ürünlerle ilgili kısıtlamalar var ama bunların birçoğu görüşmeler yoluyla esnetilebiliyor.
Çin’deki serbest bölgelerin sayısı yavaş yavaş arttırılarak, Kasım 2022 itibariyle 21’e ulaştı. Buralarda yabancı sermayenin niteliğine ve bölgenin gereksinimlerine bağlı olarak farklı teşvikler uygulanabiliyor. Örneğin ülkenin kıyılarına göre nispeten az gelişmiş iç bölgelerine yapılacak yatırımlara, temiz enerji kaynağı kullanacaklara ya da teknolojik yenilik getirenlere öncelik tanınıp teşvikler veriliyor. Yabancı şirketlerin patent hakları “kişisel bilgilerin korunması” güvencesi altında olduğu için teknoloji hırsızlığı ya da taklit yapılamıyor. İsteyen yabancı sermaye şirketleri özelleştirme ihalelerine katılıp, devlete ya da halka ait bir işletmeden hisse alabiliyor. Ama tüm bu uygulamalar merkezî düzeyden başlayarak yerel yönetim birimlerine kadar uzanan denetim altında. Çin’e dışarıdan yatırım yapmanın güvenli olduğuyla ilgili bir örnek vermek gerekirse, Tayvan’ın bu ülkede yaklaşık 200 milyar dolarlık yatırımı olduğu gösterilebilir. [24] Benzer durum, siyasi sorunların yaşandığı Japonya için de geçerli. Tıpkı ABD şirketlerinin yatırım için kendi ülkeleri yerine Çin’i tercih etmeleri gibi.
Bu gelişmeler Çin’e yalnızca sanayi üretimi, istihdam ve döviz rezervlerinde artış sağlamakla kalmıyor, teknoloji alanında büyük yenilikler de getiriyor. Çin, daha önce sosyalizmi inşa etmeye çalışan ülkelerin başaramadığını gerçekleştirerek teknoloji alanında yalnızca dünyayı yakalamadı, bugün bazı alanlarda dünyaya öncülük ediyor.
Çin ekonomisi 1978-2013 arası yılda ortalama yüzde 10 büyüdü. Bunun istikrarlı bir büyüme olduğu iki farklı ölçekteki bunalımlar sırasında ve 2020 pandemi döneminde görüldü.
1997’de Çin’in yakın ticari ortakları olan ve “Asya Kaplanları” olarak bilinen komşuları ardı ardına ekonomik bunalım yaşar ve değersizleşen para birimlerini ticarette kullanamaz hale gelirken, Çin yuanı renminbi (RMB) değerini korudu. Bunun üzerine “Asya Kaplanları” aralarındaki ticarette güvenilir para birimi olarak ilk kez RMB kullanma kararı aldılar. Benzer bir durum ise dünyayı sarsan 2008 bunalımı sırasında yaşandı. Yine Çin bundan da etkilenmeyerek 2008’de yüzde 9’u aşan ve 2009’da yüzde 8’i aşan büyüme oranlarına ulaştı. Oysa 2009’da ABD ekonomisi yüzde 2.8, dünya ise yaklaşık yüzde 0.6 oranlarında küçülmüştü. Bu gelişmeler sonucu IMF yönetim kurulu 1 Ekim 2016’de RMB’yi ABD, AB, Japonya ve İngiliz paralarının yanında SDR sepetine ekledi. Bu kısaca Çin ekonomisinin güvenilir ve parasının güçlü olduğunun resmî olarak kabulü anlamına geliyordu. Nitekim pandemi döneminde de dünya ekonomisi genel olarak küçülür ve başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler hastalıkla mücadelede sıkıntılar yaşarken, Çin hem sıfır vaka sayısına ilk ulaşan ülke oldu ve hem de yüzde 2 dolayında olsa bile bir büyüme gösterdi. Çin’in bundan sonraki amacı parasını dolar gibi dünyada geçerli rezerv para haline getirmek. Bunun gerçekleşmesi durumunda ABD’nin dünya ekonomisi üzerindeki hegemonyası sona erecektir.
Çin’in dünya ekonomisindeki yeri hakkında fikir vermesi açısından bazı temel bilgileri hatırlatalım: ABD Ticaret Bakanlığı verilerine göre 2022’de ABD ile Çin arasındaki toplam ticaret hacmi 758,4 milyar dolardır. Bunun 195,5 milyar dolar ABD’nin Çin’e ihracatından, 562,9 milyar doları ise Çin’den yaptığı ithalattan oluşuyor. [25] Çin, ABD’nin Meksika ve Kanada’dan sonra üçüncü büyük ticaret ortağıdır.
2024 yılsonu verilerine göre Çin ve AB ülkeleri arasındaki toplam ticaret hacmi 731 milyar 153 milyon avrodur. AB ülkeleri toplam ihracatının yüzde 8.3’ünü Çin’e yapıyor. Buna karşılık toplam ithalatının yüzde 21.3’ünü ise bu ülkeden yapıyor. [26] Çin, AB ülkelerinin en çok ticaret yaptığı ülke konumundadır.
Çin’le ilgili merak edilen bir konu da ABD devlet tahvillerine neden yatırım yaptığıdır. Çin ekonomisi birkaç küçük istisna dışında bütün ülkelerle ticaretinde fazla veriyor. Yalnızca 2024 yılında 1 trilyon dolara yakın dış ticaret fazlası verdi. Aynı zamanda dünyanın en çok yabancı sermaye alan ülkesi. Dolayısıyla ülkede iç ve dış yatırımlarla eritilemeyecek kadar büyük miktarda döviz birikiyor. Bundan küçük de olsa bir faiz geliri elde etmek için, uzun yıllardır ABD devlet tahvilleri alıyor. Bir anlamda ABD’ye borç veriyor. Nedeni, tahvillerin uzun vadede risksiz bir yatırım olması. Ancak 2013’ten sonra elindeki tahvilleri azaltmaya başladığı ve bugün en alt düzeyde olduğu görülüyor. Çin 2024’de elindeki tahvilleri 57 milyar dolar azaltarak 759 milyar dolara indirdi. Bu, ABD’nin yabancı ülkelerde olan 8 trilyon 60 milyar dolarlık toplam tahvilin küçük bir bölümünü oluşturuyor.
Çin’in böyle bir yol izlemesi hakkında çeşitli yorumlar yapılıyor. Aralarındaki gerilimin artması durumunda ABD’nin Çin’e ait varlıklara el koymasından çekindiği için tahvillerden çıkarak altın alımına yöneldiği belirtiliyor. Çin şu anda dünyanın en büyük altın alıcısı. Ancak güvenlik kaygısı tek neden olmayabilir. Çünkü bu süreç 2013’ten sonra başladığına göre başka bir olasılıktan bahsetmek de mümkün. Bilindiği üzere Çin 2013’te “Kuşak ve Yol Projesi”ni (KYP) başlattı ve birçok ülkede büyük yatırımlar yapıyor, genellikle az gelişmiş ülkelere kredi dağıtıyor. Projenin, devrimin 100.yıldönümü olan 2049’da bitirilmesi planlanıyor. Toplamda 100 trilyon dolar yatırım yapılacağı tahmin ediliyor. Dolayısıyla eldeki bir kısım kaynağın bu projeye yönlendirildiği düşünülmelidir
KYP hakkındaki değerlendirmelerde sık sık Çin’in az gelişmiş ülkeleri borç tuzağına çektiği yorumları yapılıyor. Buna göre yol, köprü, liman benzeri altyapı yatırımları için birçok ülkeye 10 yıl vadeli kredi açıldığı ve geri ödemeler gerçekleşmediği için çeşitli kaynaklara el konduğu ileri sürülüyor. Ancak bu konuda gösterilen kanıtlar inandırıcılıktan uzak. Örneğin Sri Lanka’ya Hambantota Limanı için verilen kredi geri ödenemediği için limana el konduğu söyleniyor. Oysa kredi ve liman işletmesi anlaşmaları birbirine bağlı değil. Kredi borcu ayrı yol izlerken, Çin 99 yıllığına kiraladığı liman için Sri Lanka’ya yine para ödemeyi sürdürüyor. [27] Sri Lanka’nın yeni hükümeti de iki ülke arasındaki ilişkilerden memnun olmalı ki, geçtiğimiz günlerde limandaki rafinerinin bir an önce bitirilmesi amacıyla yeni bir anlaşma imzaladı. [28] Bu tür yorumlar yapılmasının nedeni, Çin’in de diğer ülkeler gibi emperyalist olduğunu göstermek. Bu bakış açısının yanlışlığına sonraki bölümde değineceğiz. Ancak burada bazı temel bilgileri hatırlatmak gerekiyor. Bu aynı zamanda KYP’nin önemini anlamayı da kolaylaştıracaktır.
Öncelikle, dünyada meta ekonomisi egemen olduğu ve emek gücü de bir meta olarak işlem gördüğü sürece üretim için sermaye ve ücretli emeğin bir araya gelmesi zorunludur. Borç, bir sermaye biçimidir. Az gelişmiş bir ülkede eğer devrim yapılamıyorsa, üretim için borç bulmaktan başka çare yoktur. Dünya Bankası dâhil bilinen sermaye sahipleri, borcu verirken nasıl harcanacağını da belirler. Amaç, ülke ekonomisinin gelişimini küresel sermaye akışının gereksinimlerine uygun düşecek biçimde yönlendirmektir. Bunu kabul etmeyen hükümetlere kredi açılmaz. Amaçtan sapılması durumunda ülke siyasetine müdahale edilerek istikrarsızlık, savaş ve darbelerin önü açılır. Tüm bu tür kredi alışverişlerinin gerisine baktığımızda, ince ve uzun iplikçilerle ABD’ye bağlı olduklarını görürüz. Bugüne kadar yaşadıklarımız bunlardır.
Çin ise kredi verirken nasıl harcanacağıyla ilgili kararlarda yerel yöneticileri serbest bırakıyor. Borcun ödenememesi durumunda ülke ekonomisini güçlendirici başka anlaşmalar yapıyor. Bu bir limanın işletmesi ya da maden cevheri çıkartılmasıyla ilgili olabilir, sonuçta o ülkeyle ticaret yapmak isteyen herkese açık ve küresel koşullar çerçevesinde imzalanan anlaşmalardır. KYP yatırımları genellikle katılan ülkelerin altyapısını geliştirici nitelikte olduğu için henüz her yerde kârlı hale geçmiş değil. Ancak tamamlandığında yaklaşık 160 kadar ülkeyi birbirine bağlayacak ve küresel ölçekte dengeli bir ekonomik gelişmenin altyapısını oluşturacaktır. Dolayısıyla katılımcı ülkelerin herhangi bir küresel gücün-ki bu Çin de olabilir- hegemonyası altına alınması da zorlaşacaktır.
Bu durumu kendisi açısından zararlı bulan ABD karşı projeler geliştirmeye çalışıyor ve ülkelere baskı yaparak KYP’den çıkmaya zorluyor. İtalya’nın faşizm hayranı başbakanı Meloni, Biden’la görüştükten sonra 2023 sonunda ülkesinin KYP’den ayrılma kararını açıkladı. Bu karar ülke içinde yoğun biçimde eleştirildi. Trump seçilmesinin ardından Panama’ya baskı yaparak projeden ayrılmasını sağladı. ABD projeyi geciktirerek yapılan yatırımları işlevsiz hale getirirken yalnızca Çin’e zarar vermiyor, aynı zamanda yoksul ülkeleri de zarara uğratıyor.
Çin’in dış politikası ülkelerin iç işlerine karışmamaya dayanıyor. Çatışmalı bölgelerde BM kararları doğrultusunda ve barışçı bir yol izleniyor. Çin askerî gücünü savunma amacıyla geliştiriyor. Dünyada bir tane askeri üssü var, Kızıldeniz kıyısındaki Cibuti’de ve ABD üssünün hemen yanında. Cibuti her ülkeye üs için yer kiralıyor. Çin bu üsten askerî amaçlardan çok Afrika’daki ticari faaliyetlerini organize etmek için yararlandığını belirtiyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) raporunda Çin’in son 5 yılda silah ithalatının azaldığı ve nedeninin kendi silah sanayiini geliştirmesi olduğu belirtiliyor.[29] Mart Ayı başında yapılan Ulusal Halk Kongresinde de askerî harcamaların yüzde 7.2 arttırılacağı açıklanmıştı. Artışın yüzde 5 ekonomik büyüme hedefinin üstünde olması, savunmaya verilen önemle ilgili.
Çin’in Tayvan’la sorunlu ilişkisi sık sık ABD kaynaklı haberlerle gündeme geliyor. ABD Tayvan’ı sürekli silahlandırarak, askerî tatbikatlarla, ülkeye yarı resmî ziyaretler yaparak Çin’i kışkırtmaya çalışıyor. Çin’in resmî görüşü, Tayvan’ın Çin’in bir parçası olduğu ve er geç birleşmenin gerçekleşeceği yönünde.[30] Hong Kong ve Makao örneklerindeki gibi “tek ülke iki sistem” temelinde ve barışçı bir birleşme stratejisi izliyor. Tayvan’ın ekonomik önemi, dijital eşya üretiminin vazgeçilmezleri olan yarı iletken ve mikroçip pazarında tekel konumunda olmasına dayanıyor. ABD bir saldırganlığı kışkırtmadığı sürece Çin’in Tayvan’a dönük barışçı stratejisini terk etmeyeceği varsayılabilir.
***
Çin Halk Cumhuriyetinin gelişme tarihi göz önüne alındığında, başından bu yana belli bir anlayış çerçevesinde hareket edildiği söylenebilir. Bunu kabaca şöyle tanımlayabiliriz: Toplumun refah düzeyinin yükseltilmesi çok yönlü olarak düşünülüyor. Ancak insanların karnı doymadan hiçbir iş yapılamayacağı basit ilkesinden hareketle, kırsal gelişmeye öncelik tanınıyor. Böylece sanayi, ticaret, eğitim, kentleşme gibi alanlardaki gelişmelerin sağlam bir temelde yükselmesi mümkün oluyor. Toplumun üstünde her zaman merkezî bir denetim olmasına rağmen gündelik yaşamda inisiyatif yerellere bırakılıyor. Merkezî kararlar mutlaka yaşanan toplumsal deneyimler göz önünde tutularak alınıyor ve tavizsiz uygulanıyor. Toplumun üretkenliği, başka ülkelerdeki başlıca sorun olan üretim-tüketim dengelerini korumayı kolaylaştırıyor. İnsanlar elbette yalnızca üretim için çalışmıyor, yüzde 55’i üniversite mezunu. Bu oran ABD ve AB’de kabaca yüzde 30’un altında. Dolayısıyla Çin toplumunda kararların alınması, uygulanması ve denetlenmesinin nispeten daha kolay olduğu düşünülebilir. Bütün bu gelişmeler, Çin hakkında sık sık dile getirilen ekonomik durgunluk, bunalım gibi kehanetlerin gerçekleşmemesinin nedenini anlamamızı kolaylaştırır.
Nitekim yıllık toplantısı geçtiğimiz günlerde yapılan Çin Ulusal Halk Kongresi kararlarında da bunun izlerini görmek mümkündür. Geçen yıl yüzde 5’lik büyüme hedefine ulaşan ülke ekonomisinin bu yıl da aynı oranda büyüyeceği açıklandı. Bu oran geçmiş yıllara göre düşük görünebilir. Ancak Çin’de nüfus artışı olmadığı, dolayısıyla doğal nedenlerle her yıl yeni istihdam yaratmak zorunda kalınmadığı göz önünde tutulmalı. Son Ulusal Halk Kongresinde ekonomiyi canlandırmak için yatırımların teşvik edileceği ve ülke içi tüketimin arttırılacağı yönünde kararlar da alındı. Bu amaçla yerel yönetimler desteklenecek ve iç talebi arttırmak amacıyla geçen yıl yüzde 3 olan bütçe açığı yüzde 4’e çıkartılacak. Dünyada genel bir ekonomik daralma yaşanır ve halkların refah düzeyi düşerken Çin’de tersinin görülmesi dikkate değerdir. Ve bu kararlar, ABD’nin olası ambargolarına karşı da bir önlemdir.
Dünya ekonomisi= emperyalizm
ABD’nin tepesinden Zeus’a özenerek esip gürleyen Trump ve küçük tanrılar misali çevresine toplanmış zenginlerin davranışlarını yorumlayarak toplumsal sonuçlar çıkartmaya çalışmak, mitolojiyle gerçeği birbirine karıştırmak olur. Yapılması gereken bu kibirli güruhun hangi somut varoluş koşullarının ürünü olduğunu ortaya koyarak gerçek dünyadaki yerlerini göstermek ve davranışlarını kendi haklarındaki düşüncelerinden ya da onlarla ilgili önyargılardan uzak, nesnel bir temelde ele almaktır.
İdeolojik-siyasi öğelerle bezenmiş Trump tablosu elbette belli bir ekonomik yapıya dayanıyor. Ancak konu ABD olunca, ekonomik yapı da ülke sınırlarını aşıp dünyaya yayılıyor. Bu nedenle yazının başlarında; ABD’nin sorunlarının, sahibi gibi davrandığı kapitalizmin sorunları olduğunu belirtmiştik. Kısaca açıklayalım
Yakın zamana dek ekonomi açısından ABD öksürse dünya ateşlenip yatağa düşerdi ama 2008’den bu yana durumun büyük ölçüde tersine döndüğü görülüyor. Nedeni, dünya ekonomisinin artık geleneksel ABD müdahaleleriyle yönlendirilemeyecek kadar büyümesi ve ülkelerin kendi ayakları üstünde durmanın yollarını bulabilmesidir. Eskiden ekonomilerini canlandırmak için ABD denetimindeki uluslararası para kaynaklarından kredi çıkmasını bekleyen ülkeler artık başka yerlerden para bulmakla kalmıyor, kendi kaynaklarını da kullanabiliyorlar. Dolar hala rezerv para olmayı sürdürse de kullanım oranı her geçen yıl azalıyor. ABD’nin hizaya getirmek istediği ülkelere ambargo uygulaması eskisi kadar etkili olmuyor. Çünkü ABD’nin yalnızca karşıtları değil, işbirliği yaptığı ülkeler de çıkarları doğrultusunda hareket ederek ambargoları deliyor. Kısacası dünya ekonomisi ABD hegemonyasına rağmen gelişiyor ve bu da ABD’ye zarar veriyor.
Trump’ın dahil olduğu toplumsal üstyapı, dünya ile içli dışlı bir toplumsal ekonominin oluşturduğu altyapı üzerinde yükseliyor. Bu zemin, üzerindekilerin hareketlerini koşullandıran bir işleyiş düzenine sahip. Üzerinde gezinenler kim olursa olsun iradelerini ve güçlerini ekonominin koşullandırmalarına uygun biçimde kullanmak zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla bu gerçeği göz önünde tutarak düşünmemiz gerekiyor. Ancak bu konuyu açıklamadan önce, sık kullanıldıkları için iyi bilindikleri varsayılan ama yanlış kullanılan bazı kavramlarla ilgili hatırlatmalarda bulunacağız. Çünkü biz bu kavramları, yapacağımız hatırlatmalardaki gibi kullanmaya çalışıyoruz. “Ekonomi” kavramından başlayalım:
Marks, Kapital’in Almanca birinci basımına önsözde bir eleştiriyi yanıtlarken “Toplumların iktisadi oluşumunun gelişimini doğal bir tarihsel süreç olarak kavrayan benim bakış açım…” sözleriyle, nadiren dile getirdiği düşünme yöntemini ifade eder. Bunu burada yapmasının nedeni, Kapital’de burjuvalar ve toprak sahiplerini tarafsız bir dille anlatarak “pembeye boyadığı” gerekçesiyle eleştirilmiş olmasıdır. Bu eleştiriye, kişisel tutumların tarihsel süreci belirlemediği, tersine süreç kendi doğallığında ilerlerken kişilerin buna uyduğunu söyleyerek yanıt verir. Ve Lenin de aynı düşünme yöntemine sahip olduğunu şu sözleriyle ortaya koyar.
“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı, mevcut “sermayeleri”, “güçleri” oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma şekli söz konusu olamaz.”[31]
Çoğu zaman ekonomi alanındaki değişimler servet ve siyasi güç sahiplerinin iradelerine dayandırılarak açıklandığı için bu hatırlatmaları yapıyoruz. Trump ve çevresindekilerin zemini kişisel servetleri ya da yürütme gücünü ele geçirdikleri ABD ekonomisi değildir, doğrudan doğruya dünya ekonomisidir. Ve bunun adı da emperyalizmdir.
Ancak iş bunu söylemekle bitmiyor, olayı öznel açıdan ele alma yanlışlığı bu kez de “emperyalizm” kavramı çerçevesinde yeniden üretiliyor. Lenin’in emperyalizm anlayışı ya yetersiz bulunarak yeni kavramlar ortaya atılıyor ya da yanlış anlaşıldığı için sorunlu fikirler üretiliyor. Dolayısıyla emperyalizmle ilgili olarak da bir hatırlatma yapmamız gerekiyor:
Lenin emperyalizmi “Kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak nitelendirirken kapitalizmden sonraki ya da kapitalizmden ayrı ve sanki onun üstünde duran bir olgudan bahsetmiyor, kapitalizmin dünya ekonomisi haline geldiğini ifade ediyor. Ve kitabında da bunun nasıl gerçekleştiğini anlatıyor. “En yüksek aşama” nitelendirmesi şöyle düşünülmeli: Öncelikle kapitalizmin dikey gelişimiyle para sermaye sanayi sermayesine egemen oluyor. Aynı zamanda yatay gelişimiyle, kapitalizm önceki üretim biçimleri ve tek tek ülke ekonomileri üzerinde belirleyici bir konuma ulaşarak dünya ekonomisi haline geliyor.
Lenin bu değişimi dönemsel ya da belli ülkelerle ilgili bir gözlem bilgisi olarak değil, kapitalizmin tarihsel gelişiminin ilkeleri temelinde ve bilimsel bir biçimde ortaya koyuyor. Nasıl ki Marks Kapital’de İngiltere’deki kapitalizmi değil de tarihsel bir üretim biçimi olarak kapitalizmin teorisini anlatıyorsa, Lenin de büyük devletlerin değil kapitalizmin tarihsel gelişimi sonucu vardığı son aşamanın teorisini anlatıyor. Dolayısıyla bu düşüncelerin yetersiz kaldıkları gerekçesiyle “küreselleşme, finansallaşma, dijital kapitalizm, post kapitalizm” vb. yeni kavramlar geliştirip tezler ileri sürerken güncel olgularla ilgili gözlemleri aktarmak yetersiz kalıyor. Eğer emperyalizm yerine başka bir kavram kullanılacaksa, bunun kapitalizmin genel işleyiş ilkelerindeki değişimleri göstererek yapılması gerekiyor. Bu da ancak genel ve kapsamlı bir incelemeyle gerçekleştirilebilir.
Elbette bu tür çalışmalar var. Ancak genellikle akademik çerçevede yapıldıklarını ve teorik ilerleme sağlamaktan çok değişik olguların varlığına işaret etmekle sınırlı kaldıklarını söyleyebiliriz. Çünkü teoride ileri bir adım atabilmek için, gelişmeler eski bilgilerle anlaşılamayacak boyutlara varmış olmalı ve toplumsal pratik yeni fikirlere duyulan gereksinimi göstermelidir. Yoksa “ben eskidiğini düşünüyorum ve yenisini dile getiriyorum” diyerek öznel gerekçelerle teori üretilemez, ancak kişisel fikir ve yorum ortaya konmuş olur.
Emperyalizmle ilgili yeni fikirler bazı yararlı bilgiler verseler de kapitalizmin işleyişi hakkında ilkesel düzeyde bir değişim olduğunu göstermekten uzak olduklarını söylemeliyiz. Bu nedenle halen “kapitalizmin en yüksek aşaması” içinde bulunduğumuzu düşünüyoruz. Dolayısıyla “emperyalizm” kavramının büyük devletlere atfedilmesini, yalnızca emperyalizmin bazı özelliklerinden hareketle ülkelerin “alt emperyalist, sosyal emperyalist” gibi sıfatlarla anılmasını ve dünyadaki gelişmeler hakkında fikir belirtirken sanki kapitalizmden ayrı bir emperyalizm varmış gibi “emperyalist-kapitalist sistem” kavramının kullanılmasını yanlış bulduğumuzu, geçerken belirtiyoruz.
Bilindiği üzere Lenin emperyalizmin kısa bir tanımını vermek için beş ilke sayar[32]:
1-Üretimde
ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır
ki, iktisadi hayatta kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır;
2-Banka
sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış ve bu ‘mali sermaye’ temeli üstünde bir
mali oligarşi kurulmuştur;
3-Sermaye
ihracı emtia ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır;
4-Dünyayı
aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur;
5-En büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır.
Eğer Lenin’in saydığı bu ilkeler kapitalizmin işleyişi çerçevesinde düşünülmezse anlam taşımaz. Çünkü bu durumda elimizde feodal imparatorlukların fetih savaşlarına girdiği ve saray entrikaları çevirdiği bir dönemdeymişiz gibi, büyük güçler arası çekişmelere bakarak akıl yürütmekten başka bir şey kalmaz.
Burada genel bir hatırlatma yaptığımız için kısaca belirtmekle yetiniyoruz; kapitalizmi dönem ya da ülke gibi sınırlı ölçüde etkileyen sorunların ötesinde toptan etkileyen şey, kâr oranlarının düşme eğilimi göstermesinden kaynaklı yapısal krizidir. Kapitalizm son 100 yılda bunun etkisiyle 1929, 1970 başları ve 2008 olmak üzere üç önemli bunalım yaşamıştır.
Her üç bunalım da ABD’den başlayarak dünyayı etkiledi. İlkinin etkisi nispeten sınırlı oldu ve 2. Dünya Savaşı sonrası ABD’yi emperyalizmin hegemon gücüne dönüştüren yeni bir küresel kapitalist düzen oluşturulmasıyla sonuçlandı. 1970 başlarında kapitalizm artık küresel ölçekte geliştiğinden, ikincisinin etkisi de bununla orantılı oldu ve neoliberalizme geçilmesi gibi önemli toplumsal sonuçlara yol açtı. 2008’de yaşanan bunalımın etkileri ise halen sürüyor. Dolayısıyla günümüz dünya ekonomisini genel bir “kapitalizm, emperyalizm” anlatısı çerçevesinde değil, bu somut etkiyle birlikte ele almak gerekiyor.
Bugün dünya ekonomisinin kendini yeniden üretişi, 2008 bunalımının hatırlatmaya devam ettiği yapısal kriz dinamiğinin etkisi altında gerçekleşiyor. Kapitalizmin başlangıç döneminde ülkelerle sınırlı, ortalama 10 yılda bir tekrarlanan ve iktidarları çaresiz bırakan bunalımlar görülürdü; bugün bunun benzeri küresel ölçekte ve gelişmiş kapitalist ülkeleri daha çok etkileyecek biçimde yaşanıyor.
Bilindiği üzere Marks kapitalizmin gelişim sürecinde kâr oranlarının kaçınılmaz olarak düşme eğilimi gösterdiğini ve bu durumun sermayenin kendini yeniden üretim süreçlerinde tıkanıklıklara yol açtığını belirtir. Bunun sonucu zayıfların döküldüğü, güçlülerin ayakta kaldığı bunalımlar yaşanır. Kriz, kapitalizmin yapısal nedenlerden bu bunalımları tekrar etmeyecek biçimde sona erdirememesi halidir. Bunu neden yapamadığına gelince:
Kapitalizmin kaotik işleyişi kapitalistleri sürekli daha çok kâr etmeye zorlar. Kârı çoğaltmanın en kolay yolu ücretleri düşürmek ya da çalışma sürelerini uzatmak olsa da bunun emekçilerin hayatları tarafından çizilen doğal sınırları vardır. Bu yüzden emek verimliliğini arttırmak tercih edilir. Dolayısıyla üretim araçlarını arttırma ve geliştirmeye yatırım yapılır. Marks bu süreçte elde edilen kârdaki artışın sabit sermayeye yapılan yatırımlardaki artıştan geride kaldığını saptamış ve bunu kapitalizmin yapısal kriz eğilimi olarak ifade etmiştir.
Kriz; bir işletme, sektör, ülke, bölge ya da dünya geneli gibi herhangi bir ekonomik ölçekte sermayenin yeniden üretiminin kesintiye uğramasıyla ortaya çıkan bunalımlar biçiminde yaşanır. Üretim maliyetlerini karşılayacak yeterlilikte kâr sağlanamadığı, dolayısıyla sermayenin kendini yeniden üretemeyerek değersizleşmeye başladığı dönemlerde bunalımı atlatmak için bir yandan üretim düşürülürken, diğer yandan birikmiş sermaye en az yatırımla en fazla kâr sağlanabilecek alanlara doğru akmaya başlar. Kapitalizm, bu işleyişin kaçınılmaz sonucu yayılıp derinleşerek dünya ekonomisine dönüşür ve en yüksek aşamasına ulaşır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin 1900’lerden başlayarak ellerindeki sermaye fazlasını kâr edebilecekleri ülkelere ihraç etmeleri sayesinde bunalımlarını hafifletmeleri mümkün olsa da, elde ettikleri her fazladan kâr, bir bölümünü yatırıma yönelterek kurtulmak zorunda kaldıkları yük olma özelliğini korumuştur. Üstelik bu yükten, sürmekte olan hayat içinde ve istikrarsızlık yaratmadan, dolayısıyla sermaye akışını sürdürebilecek oranda kâr ederek kurtulmaları gerekir. Emperyalizm döneminde kârın başlıca kaynağı ürünü maliyetinin üzerinde satmak değildir, bunun başka yolları da vardır. Sanayi sermayesine para sermaye egemen olduğu için bu yollar da finans oligarşisi tarafından belirlenir. Lenin bu yolları “asalaklık, çürüme” olarak tanımlar…
Tekeller hammadde kaynaklarından ücretlere ve ürünlere kadar fiyatları kâr edebilecekleri biçimde belirlerler. Bugün dijital alanda faaliyet gösteren işletmelerin sanayi sektöründen daha hızlı büyümesinin arkasında yatan tekel konumunda olmalarıdır. Deprem, yangın, salgın hastalık, çevrenin zarar görmesi gibi felâketler eldeki atıl üretim araçlarını harekete geçirici yeni yatırım alanları açtığı için kâr kaynağıdır. Bu nedenle hem üretirken hem de yok ederken kâr getiren savaş sanayii emperyalizmin gözde yatırım alanıdır. Döviz ticareti, hisse senedi ve tahviller, her türlü kâğıt alışverişi ve değerli bir kâğıda dönüştürülebilen her şey; herhangi bir üretim yapmaksızın kâr etme olanağı sağlar. Bu yol aynı zamanda rüşvet, vergi kaçırma, spekülatif kazançlar elde etme misali masum olanlardan başlayarak uyuşturucu, organ, kadın, çocuk ticareti gibi uzayıp giden bir listeyle toplumsal çürümeye doğru ilerler.
***
2 Dünya Savaşı ile 70’ler arasında kapitalizm ABD öncülüğünde hızlı bir küresel gelişme gösterdi. Savaşın yıkıma uğrattığı Avrupa ve yoksul az gelişmiş ülkeler sosyalizme yönelmesin diye kamu harcamalarına ağırlık verildi. BM bünyesinde kurulan Dünya Bankası aracılığıyla altyapı yatırımları desteklendi. ABD, Bretton Woods anlaşmasıyla doların dünya parası olarak kabul edilmesini lehine kullanırken, kapitalizmin küresel ölçekte gelişmesine yol açtı. Kâğıdı ve basımı için harcanan emek dışında bir değeri olmayan dolar basıp dağıtarak, dünyanın dört bir yanından sanayisi için hammadde, Sovyetler'e karşı stratejik toprak parçaları ve siyasi iktidarlar satın aldı. Dağıttığı kredilerle ülkeleri borçlandırarak bağımlı hale getirdi.
Pahalı sanayi ürünü alıp ucuz hammadde satarak ekonomilerini ayakta tutmaya çalışan bağımlı ülkeler, bu eşitsiz değişim nedeniyle bir süre sonra borçlarını ödeyemez hale geldiler. Dünya genelinde ülkelerin izlediği korumacı ekonomi politikaları, ulusal çıkarlarını savunan üçüncü dünya hareketi ve genellikle Marksistlerin öncülüğündeki bağımsızlık savaşları; küresel sermaye akışını yavaşlatıyordu. 1973 petrol ambargosu, kapitalizmin ABD’den başlayarak küresel bunalıma girmesini tetikledi. Artık bölgesel savaşlar, iç savaşlar ve askerî darbelerle sermaye akışının önünü açmak mümkün olmadığı gibi, zaten borçlarını ödeyemeyen ülkelere kredi vermenin de anlamı kalmamıştı. ABD’nin Suudi Arabistan ve Japonya gibi ihracat zengini ülkeleri devlet tahvili almaya zorlayarak ekonomisini canlandırma çabaları da yeterli olmuyordu. Sermayenin yeniden üretimi için bir adım geriye gidip kamu mallarını yağmalamaktan başka çare görünmüyordu. 1980’de neoliberalizme geçilmesine böyle gelindi.
Özelleştirmelerle kamu malları yağmalanarak, kamu hizmetleri kâr amaçlı hale getirilerek ve ücretler aşağı çekilerek; yatarım yapmadan kâr oranlarını yükseltme yoluna gidildi. Burjuvazi ABD ve İngiltere öncülüğünde dünya çapında bir saldırı başlattı. Güney Amerika, Türkiye ve başka az gelişmiş ülkelerde bu politikaları uygulayacak cuntaların darbeleriyle halk direnişleri ezildi. Uzun yıllardır reformist bir konumda olan Avrupa solu direnemeyerek dağıldı. Almanya, Fransa ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerde güçlü işçi direnişleri olduysa da bastırıldı. Neoliberalizm siyasi iktidarların tek yanlı kararlarıyla değil, işçi sınıfı ve siyasi temsilcilerinin uzun mücadele süreçlerinde yenilmesi sonucu uygulanabildi. Böylece kapitalizm 2008 küresel bunalımına kadar, inişli çıkışlı bir genişleme fırsatı yakaladı.
FED’in 2008 sonrası genişleme politikalarına daha önce değinmiştik, aslında bu o kadar da yeni sayılmazdı ve 2. Dünya Savaşı sonrası farklı koşullarda uygulanmıştı. Yeni olan, para basıp dağıtmanın ülke içinde de uygulanmasıydı. Daha önce ABD bastığı dolarlarla dünyada istediğini satın alırken, bu kez sanayisi gerilediği ve ülke içinde sermaye dolaşımını ekonominin kendi dinamiğiyle sağlayamadığı için, bu politikayı kendi ülkesinde de uyguluyordu. Çünkü ABD ekonomisi yıllar boyu büyürken, sermaye yüksek maliyetli sanayi üretiminden uzaklaşarak daha kârlı olan parasal alana yönelmişti. Sanayi yatırımları için başta Çin olmak üzere maliyetin daha düşük olduğu yabancı ülkeler tercih ediliyordu. Bu yıllarda, diğer gelişmiş ülkeler gibi ABD’de de hizmet sektörü büyüdü. Önceden dünyanın en çok üreten ülkesi, artık dünyanın en çok tüketen ülkesine dönüştü. Ve ithal mallar ülke içinde üretilenden daha ucuz olduğu için sürekli yabancı ülkelere dolar verip ürettikleri mallar alındı. Daha sonra bu ülkelerde biriken dolar, devlet tahvili çıkartılarak ABD’ye taşındı. Böylece ABD dünyanın en borçlu ülkesi haline geldi: Bugün toplam dış borcu yaklaşık 37 trilyon dolar.
FED bu durumu düzeltmek için birkaç kez faiz yükseltip sıkı para politikasına geçmeyi denese de her seferinde bunalım belirtileri baş gösterdiği için hızla vazgeçti. Diğer gelişmiş ülke merkez bankaları da aynı yoldan gidiyor. Çünkü faizleri yükseltmek ülke içinde zaten sınırlı olan yatırımların azalmasına, fiyatların yükselmesine, dolayısıyla tüketimin düşmesiyle durgunluğa yol açıyor. Bu nedenle ekonomiye para pompalamayı sürdürmek zorunda kalınıyor.
Varoufakis bu politikaların teknofeodalizmin doğmasına yol açtığını belirtiyor. Dijital şirket kârlarının sanayi kârlarını katladığına işaret ederek, FED’in piyasaya bastığı paranın “bulut sermayesini” oluşturduğunu öne sürüyor. Bunu da, dijital şirketlerin 2008 sonrası gelişmiş olmasından hareketle ileri sürüyor. Varoufakis eşzamanlı olarak yaşanan birçok olayı aralarındaki maddî bağlantıları kurmadan ilişkiliymiş gibi yorumlarken yanlış yapıyor.
Öncelikle FED, sanayi üretimi gerilediği için ekonomiyi para üreterek canlandırabiliyor. Dijital şirketler “dot.com balonu” sırasında da görüldüğü üzere gerçek bir ürün satamıyorlarsa batıyorlar ve bu yüzden sanayinin üstünde değiller, ona bağımlılar. Zenginliklerinin kaynağı FED’in dağıttığı para değil, satılmasını kolaylaştırdıkları ürünlerden elde edilen kâr. Ekonominin küreselleştiği ve her alanda rekabetin arttığı bir ortamda üretimden kâr edebilmek için yeterli miktarda ürün satabilmek gerekiyor. Bu da ancak dijital hizmetlerle mümkün. Dolayısıyla sanayi işletmeleri de dijital işletmelere bağlılar. Bir sektör olmadan diğerinin tek başına yaşayamamasından kaynaklı bu karşılıklı bağımlılık ise, yeni bir tekelleşmeye yol açıyor. Eğer dijital şirketler tekel kârı sonucu aşırı miktarlara varan servetlerini tez zamanda yatırıma dönüştüremezlerse, sermayenin yeniden üretim döngüsü sekteye uğrayacak ve ellerindeki her şey değersizleşecek. Trump’ın etrafındakilerin durumu bu.
Sonuç olarak; ABD, emperyalizmin işleyiş ilkeleri doğrultusunda para sermayenin aşırı büyümesi nedeniyle ekonomisini ayakta tutmakta zorlandığı için para basıp dağıtıyor. Eskiden ülkeler sosyalizme kaymasın diye yaptığı işi, şimdi ekonomisinin batmaması için yapıyor. Bu politika, ABD ekonomisine kalp masajı yapmaya benziyor. Trump bu masajı, faizleri düşürerek ve gümrük vergileriyle ülke içi üretimi arttırmayı deneyerek yapmak istiyor.
***
Bugün dünyada kâr edebileceği yatırım alanı arayan büyük bir para sermaye fazlası var. Gelişmiş ülkeler yıllardır en az yatırımla en fazla kârı elde edebilmek için yüksek maliyetli sanayi yatırımlarını küresel kapitalist hiyerarşinin alt basamaklarındaki ülkelere aktarıyorlar. Çünkü buralarda hem ücretler, hem de çevreye zarar verme maliyetleri düşük. Buna Çin’in yıllardır yabancı sermayeye kârlı yatırım alanları sunması da eklenince, başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkeler sanayi üretiminden uzaklaştılar ve asalak olarak, para sermaye dolaşımından kâr etmekle sınırlı bir ekonomik faaliyet alanına yerleştiler.
Çin’in imalat sanayinde dünya pazarının öncülüğünü yapması, elindeki sermaye fazlasını “Kuşak ve Yol” gibi küresel projelerle ve ülke içi yatırımlarla eritebilmesi, ekonomisi geliştikçe yabancı sermaye yatırımları konusunda daha seçici davranması bir yandan kapitalizmin genel olarak yaşadığı bunalımı beslerken, aynı zamanda Çin’in kendini bundan korumasına da olanak veriyor. Bunun sonucu, geleneksel kapitalist ülkelerdeki birikmiş zenginlik kârlı alanlar bulmakta zorlanıyor. Bu da sermayeyi kaçınılmaz biçimde emeğin verimliliğini arttırmaya dönük alanlara yöneltiyor. Trump’ın “Stargate projesi” bunun bir örneği. Dijitalleşme, yapay zekâ, robot kullanımı gibi alanların hızla gelişmesini tetikleyen, asıl olarak kapitalizmin önlenemeyen kriz dinamiği ve bunun yol açtığı bunalımlardır.
Geleneksel sanayi üretiminde küresel kapitalist hiyerarşinin üst basamaklarındaki ülkeler konumlarını koruyabilmek için alt basamaklardakilere genellikle ellerindeki eskiyen teknolojiyi satarlardı, aynı şey bugün de geçerli. Ancak az gelişmiş ülkeler eski üretim araçlarını kullanma süreçlerinde kendilerini eğiterek, gelişmiş ülkelerin bilgi birikimine yaklaşıyorlar. Dolayısıyla sanayi üretiminin büyük ölçüde ucuz emek ülkelerine kaymış olması yüzünden, küresel hiyerarşide yukardakilerle aşağıdakiler arasında teknoloji alanındaki fark hızla kapanıyor. Gelişmiş ülkelerin teknoloji alandaki tekelci konumu zayıflıyor. Bu da gelişmiş ülkelerin bunalımı daha çok hissetmesine neden oluyor. Çin’de geliştirilen “Deepseek” uygulamasının kullanıcılara bedava sunulması ise, ABD kökenli şirketlerin kâr amacıyla milyarlarca dolar yatırım yaptıkları bir alanı işgal ederek bunalımın üstüne tüy dikiyor.
Lenin Emperyalizm kitabında, “dünyanın en büyük güçler tarafından paylaşılmasının tamamlandığını” söylüyor, ancak bunun tekrar paylaşılmayacağı anlamına gelmediğini de hatırlatıyordu. Su yolları, değerli mineral alanları, akarsular, kutup bölgeleri, iç denizler ve nihayet başta Ay olmak üzere yakın gezegenler paylaşım rekabeti yaşanan başlıca alanlardır.
Kapitalizmin yapısal kriz dinamiği somut bir sorun değil, birçok sorunun temelini oluşturan bir eğilimdir. Kâr oranlarının düşme eğilimi, sorunlara önceden önlem almak yoluyla çeşitli biçimlerde sınırlandırılabilir. Ya da bir bunalım sürecinde zayıf işletmelerin yok olması sonucu güçlülere kâr edebilecekleri alan açılmasıyla geçici bir rahatlama sağlanabilir. Ancak üretim araçlarının özel mülkiyeti ve rekabet koşullarında sermayenin sınırsız büyüme eğilimi devam ettikçe, yeni ve daha güçlü bunalımlar yaşanması kaçınılmazdır.
Kriz eğilimi, sermayeye dönüşemeyen zenginlik fazlalığından kaynaklanıyor. Eğilimi sınırlandırmak için başvurulan bir yol da, üretici güçlerin gelişimini baskı altına almaktır. Üretimin düşük kapasiteyle yapılması, yeni yatırımlarla sabit sermayeyi şişirmemek için zorunlu olmadıkça gelişmiş teknolojilerin kullanılmayıp kilit altında tutulması gibi yollar izlenir. En önemli üretici güç, toplumların tarihsel gelişiminin ürünü olan insan emeğidir. Dolayısıyla kriz eğiliminden en çok zarar gören üretici gücün de emeğiyle geçinenler olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü kapitalizmin herhangi bir kâr baskısı altında değil; belirsizliklerle dolu işleyiş düzeni içinde, her ülkeye ve hatta neredeyse herkese göre hız, miktar, amaç bakımından değişiklik gösterebilen, bunalım sürecindeki özel bir kâr baskısı altında yaşıyorlar. Bu gelişmekte olan ülkelerde düşük ücret, ağır çalışma koşulları, işsizlik, yoksulluk, kuralsızlık biçiminde görülüyor. Gelişmiş ülkelerde ise genellikle fiili üretimin gerilemesine paralel olarak hizmet sektöründe ve ofislere kapatılarak, borç içinde ve yine işsizliğin, kuralsızlığın vb. başlarının üzerinde Demokles kılıcı gibi sürekli sallanmasıyla yaşanıyor.
İster Bengladeşli maden işçisi olsun ister bir Avrupa kentindeki ofis çalışanı; tüm ezilenler kapitalizmin yarattığı güvensiz hayatın içinde yaşıyorlar. Byung Chul Han’ın psikoloji adı altında gökten zembille düşüyormuş ya da insanlar öylesine benimseyiveriyormuş gibi anlattığı depresyon, tatminsizlik, rekabet, kendisiyle yarışmak, yalnızlık gibi kişisel davranış biçimleri “yorgunluk” ya da “gözetim toplumunun” eseri değil, kapitalizmin bireyleri sürekli dışarı savurduğu büyüme/durgunluk/bunalım/tekrar büyüme… döngüsünün ideolojik yansımasıdır. Chul Han’ın karşı çıktığı Michel Foucault’un “disiplin toplumu” tezi de sosyolojik bir olgu değil, kapitalizmin bu insan öğüten döngüsünün belli bir evresindeki görünümüdür. Zenginlikleri bir anda değersizleşmesine ya da el değiştirmesine yol açabilen bu düzen, en güçlülerin yaşamını sürdürmesi için bile yeterli güvence veremez. Ezilenlerin ise, zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur. Emperyalizm koşullarında kapitalizmin yapısal kriz eğilimi içindeki herkesi sürekli eşitlenmeye doğru iter.
Ve “Trump reloaded”…
Trump neredeyse karşısında rakip olmadan girdiği bir seçimi kazandı ve kampanyası boyunca söylediği gibi davranıyor. Kim yönetirse yönetsin artık Çin’le rekabet ABD’nin resmî politikasına dönüştüğü için kararları da doğal olarak bu eksende oluyor. Tekrar en büyük yapacağını söylediği ABD’nin şu an dünyada “en büyük” olduğu üç alan var: Tartışılır hale gelse de askerî gücü, Doların yavaş yavaş gerileyen egemenliği ve tartışmasız olarak dünyanın en çok tüketen toplumu olması. Dolayısıyla ABD’yi tekrar “en büyük” yapmak için askerî gücünü günün koşullarına uyarlayarak yenilemek, Doların gerilemesini durdurmak ya da küresel sermaye dolaşımını kontrol etmekte kullanılabilecek başka bir araç geliştirmek ve üretimde ilk sıraya geçmek gerekiyor. Trump bu politikaları müdahaleci bir liberalizm anlayışına dayanarak, geçmişten kopmadan ve askerî stratejide değişikliğe giderek uygulamaya çalışıyor. “MAGA” anlayışını bu üç başlık altında ele alacağız:
Devlet kapitalizmine karşı hükümet denetimli liberalizm: Trump doğal olarak politikalarını partisinin görüş ve çıkarları doğrultusunda uygulamak istiyor. Bilindiği üzere liberal yönetim anlayışı ABD’nin geleneğe dönüşmüş politik ideolojisidir ve Cumhuriyetçiler de bunu rafine haliyle savunurlar. Bu yüzden Demokratların vergi ve faizleri arttırmasını ya da toplumsal sorunlarla ilgili bir kısıtlama kararı almasını bile “liberalizmden sapma, aşırı solculuk” diye eleştirirler. Nitekim Trump bu anlayış doğrultusunda, önceki yönetimin karbon salımını azaltmayla ilgili kararlarını yürürlükten kaldıracağını söyleyerek petrol şirketlerinin desteğini almıştır. Her ne yapacaksa devlete dayanmadan, mümkün olduğu kadar ekonominin işleyiş düzeni çerçevesinde gerçekleştirmek istiyor. Dış borçları ve dış ticaret açığını azaltmak, bütçe açığını kapatmak, vergileri ve faizi düşürmekten bahsedişinin arkasında bu amaç vardır. Ve “Hükümet Verimliliği Departmanı” adı altında icat ettiği bir bakanlığın başına geçirdiği Elon Musk’la birçok devlet memurunu işten atarak, sembolik bir küçülme mesajı veriyor.
Ancak bir sorun var, artık ekonomiyle ilgili karar alırken 1980 Washington Mutabakatında geçtiği gibi devleti devre dışı bırakarak piyasanın gerektirdiğini yapmakla yetinilmiyor, 2008 bunalımından çıkartılan dersler doğrultusunda yukarıdan müdahale edilebiliyor. ABD liberalizmi bu esnekliği, sorunları büyümeden çözmek açısından olduğu kadar Çin’le rekabet edebilmek için de gösteriyor. Çünkü Çin’de, merkezî düzeyde alınan kararların hızlı ve etkili biçimde uygulanmasına olanak veren devlet kapitalizmi var. Rekabet edebilmek için ABD’nin de benzer bir müdahale gücü oluşturarak hız kazanması gerekiyor. Bu amaçla partide buluşan dijital sektör zenginleri Trump’ın çevresinde toplanarak, kabinesine girerek, bürokrasinin önemli noktalarında görev alarak bir müdahale gücü oluşturuyor.
Bu topluluğun gücü devlet kurumlarından ve yasalardan gelmiyor-ki zaten Trump şu an ülkeyi kararnamelerle yönetiyor-temsil ettikleri toplumsal konuma dayanıyor. Ellerinde istedikleri yere yönlendirebilecekleri yeterli para sermaye var. Bu yalnızca kişisel servetlerinden kaynaklanmıyor, asıl tekel konuma gelmiş olmalarına dayanıyor. Çünkü bütün alanlara bilgi ya da makine olarak üretim aracı sağlıyor ve sanayinin ürünlerini pazarlıyorlar. Dolayısıyla sahip oldukları servetin ötesinde bir sermayeyi harekete geçirme yetenekleri var. Nitekim yapay zekâ yatırımlarının büyük enerji gerektireceğini anlatarak, petrol şirketlerinin desteğini alıyorlar. Ayrıca dünyaya yayılmış bilgi ve ticaret ağları üzerindeki egemenlikleri sayesinde herhangi bir kapitalistten çok daha fazla etki alanına sahipler. Kripto para, güvenlik ve silahlanma teknolojileri gibi konularda uzmanlar. Bütün bunların sonucu bürokrasinin geleneksel labirentlerine girmeden, hızlı karar alıp uygulayabilecekleri düşüncesiyle hem ABD’nin sorunlarını çözecek ve hem de Çin’le rekabet edebilecek bir merkezî müdahale gücü gibi çalışıyorlar. “Faşizm” nitelendirmeleriyle de anıldığı için bu yönetimi Çin devlet kapitalizmiyle kısaca karşılaştırarak anlamaya çalışalım:
Devlet kapitalizmi toplumun siyasi yapılanışı çerçevesinde hem kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde bir evre, hem de kapitalizmin ömrünü uzatan en gelişmiş biçimi olarak işlev görebilir. Çünkü devletçi uygulamalar çerçevesinde kapitalizmin geleneksel kaotik işleyişine yukarıdan müdahale ederek sorunları büyümeden çözmek mümkündür. Planlı ekonomi düzenin kendini yeniden üretişi sırasında oluşabilecek arz-talep dengesizliklerine, enflasyon, rekabet, eşitsiz gelişme, sermaye yetersizliği, işsizlik vb. kaynaklı sorunlara müdahale ederek ve farklı alanları birbiriyle uyumlu kılarak sorunları çözebilir. Örneğin Çin ihracatı gerilemeye başladığında hemen iç tüketimi arttırıcı politikalara geçiyor ve bu amaçla bütçe açığı vermek, yerel yönetimleri desteklemek gibi kararları hızla alıp uygulayarak sorunu büyümeden çözüyor. Bu durum, liberal politikalarla yönetilen ülkelere karşı üstünlük sağlıyor.
Ama üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı ve geleneksel olarak devletin düzenleyici rolünün zayıf olduğu ABD gibi ülkelerde bu tür müdahaleler yapılamıyor; daha çok para ve maliye politikaları üzerinden “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” misali bir yol izleniyor. Bu da büyük işletmelerin işine yaradığı için her bunalımın ardından sermayenin biraz daha merkezîleşmesi ve yoğunlaşmasına yol açıyor. Dolayısıyla teknoloji gibi gelişmiş olanaklara sahip olunsa bile yerinde ve zamanında kullanılamadığında sorunlar yeni sorunlara yol açarak hızla büyüyebiliyor. Çünkü kapitalizmin kaotik işleyişi sırasında her işletme belirsiz bir geleceğe doğru ve rekabet ederek ilerlerken, şirket ya da ülke yöneticileri hangi davranışın bunalımı tetikleyebileceğini hangisinin düzenin yeniden üretimine hizmet ettiğini, ya da bugün faydalı görünen bir gelişmenin yarın tam tersine dönüp dönmeyeceğini kolayca öngöremiyor.
Öte yandan bu kargaşaya siyaset düzeyinden yapılan müdahaleler de yönetimin temsil özelliklerinin sınırlılığı nedeniyle her zaman işe yaramayabiliyor. Çünkü hükümetler genellikle egemen sınıfın belli kesimlerine dayandığı için aldığı kararlara herkes rıza göstermiyor. Ya da hükümetlerin batık şirketlere yardım etmesinden kötü niyetli bir biçimde yararlanmak isteyen kapitalistler, müdahaleci politikalarına destek verebiliyor. Bu gibi nedenlerden, sömürgeci ve emperyalist geçmişin zengin mirasına yaslanan İngiltere ve ABD’nin geleneksel olarak ekonomiye müdahale edilmesine karşı liberalizmden yana tavır aldıklarını söyleyebiliriz. Ancak birçok irili ufaklı bunalımın da bu liberal anlayışla ilintili olduğunu belirtmek gerekir.
Trump’ın iddialarının tersine, FED’in 2008 sonrası ekonomiye müdahalesi olumlu olmuştur. ABD ekonomisi bu sayede son yıllarda küçük de olsa büyüme oranları yakalıyor. Geçen yıl yüzde 2.8’le G7 ülkeleri arasında en yüksek büyüme oranına ulaşırken Almanya küçüldü. İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya ise uzun süredir yüzde 1’in altında büyüyor. Her ne kadar önceki yönetimleri eleştirse bile Trump da benzer bir politikayı daha çok ülkeyle sınırlı kalarak ve etrafındaki müdahale gücüyle uygulamaya çalışıyor. Ancak bu politika ülke içindeki bazı sorunları çözse bile Çin’le rekabet etmeye yetecek gibi görünmüyor.
Devlet yalnızca şiddet tekelini elinde tutan siyasi iktidardan ibaret değil, aynı zamanda kendini yeniden üreterek süreklilik gösteren toplum düzeni demek. Kaldı ki siyasi iktidar da bir devlet dairesi değil, yürürlükteki düzen çerçevesinde toplumun otoritesine rıza gösterdiği bir ilişkiler ağı. Çin’deki devlet kapitalizmi sosyalist siyasi uygulamaların yerleşik hale geldiği bir toplum düzeni çerçevesinde oluştuğu için, kapitalizmin doğasıyla ilgili sorunları çözmek amacıyla alınan merkezî kararlar ve toplumun buna rıza göstermesi herhangi bir kapitalist ülkedekinden farklı biçimde, tamamen Çin koşullarında gerçekleşiyor. Bu yukarıdan alınan kararların topluma dayatılmasıyla oluşturulması mümkün olmayan, uzun yıllara ve toplumun kendi deneyleriyle ikna olmasına dayanan bir yaşam biçimi gibi düşünülebilir. Dolayısıyla sorun çıktığında herkesin nasıl davranacağını az çok önceden bildiği varsayılabilir. Ayrıca toplumun eğitim düzeyinin yüksek oluşunun da bu işleyişi kolaylaştırdığı hesaba katılmalıdır.
Ancak ABD gibi seçimle gelen yürütme güçlerinin (=hükümetlerin) düzeni egemen sınıf adına ve önceden tanınmış yetkileri kullanarak sürdürdüğü ülkelerde durum biraz farklı. Trump gibi biri düzeni güçlendirme iddiasıyla önemli değişiklikler yapmaya kalkıştığında bu fark daha çok göze batıyor. Trump orada egemen sınıf iktidarını temsilen bulunuyor ve eğer yapacağı değişiklikler düzeni bozacak olursa hem toplumun rızasını alamayacağı, hem de temsil yetkisini kaybedeceği açıktır. Yetkiyi geri alma işi ya devletin kurumsal işleyişi çerçevesinde, ya da toplumun tepkisiyle gerçekleşir; yoksa ortada ne düzen kalır ne de toplum.
Böyle bir hükümetin rıza alabilmesi için burjuvazinin kendi içindeki ve ezilen sınıflarla arasındaki çelişkileri uzlaştırması gerekir. ABD’de bunu yapabilmek için önce sermayenin kendini yeniden üretmesinin önündeki engeller kaldırılmalı ve yanı sıra yeni istihdam yaratıp gelirlerini arttırarak yoksulların talepleri kısmen de olsa karşılanmalıdır. Çin’in devlet düzeni içinde yıllardır yaptığını, ABD hükümet düzeyinde ve her an değişkenlik gösterebilecek koşullarda yapmaya çalışıyor.
Trump’ın çevresine topladığı zenginler politika üretmek amacıyla değil, zaten belirlenmiş politikaların hizmetine girme önceliği kazanmak için oradalar. Kapitalistlerin hükümetlerde yer almasını yeni bir durummuş gibi yorumlayarak siyasi yapının değiştiğini ve artık iktidarın bürokratların elinden patronlara geçtiğini ileri sürmek, siyasi mücadeleyle tek tek patronlara karşı mücadeleyi birbirine karıştırmanın ve devletin ne olduğunu anlamamanın sonucudur. Marks bu anlayışı “Felsefenin Sefaleti” kitabında yıllar önce eleştirmişti…
Ekonomik, siyasi, ideolojik düzeyde bir güce erişen herkes arzularını topluma kabul ettirmek ister. Ama fikirden ibaret bu arzuların gerçekleşebilmesi, taşıyıcılarının kurulu düzen içinde ve siyasi iktidar gücünün kendini yeniden üretim süreçlerinde rıza almasını gerektirir. Bu yüzden güç sahipleri amaçlarını, hareket halindeki verili gerçeğin gösterdiği eğilimlerle uzlaştırmak zorundadır. Dijital şirket sahiplerinin Trump’ın tablosunda yer alma nedeni, kendilerine anlayış gösteren bir başkanın yardımıyla ABD gerçekleriyle uzlaşmak ve ellerindeki atıl para sermayeyi yatırıma dönüştürmektir.
ABD yönetiminde devamlılık ve yenilikler: Trump’ın politikaları, Biden’ın başarısızlıklarına karşı tercih edildi. Elbette her yönetimde tekil başarısızlıklar yaşanır, ancak Biden dönemindekiler ABD’nin geleneksel politikalarının sürdürülemez hale gelmesinin sonucudur. Bu sorunu Trump ya da başkası, şu an uygulanan yönde ya da başka biçimde çözmedikçe ABD dünya hegemonyasını mevcut haliyle bile sürdürmekte zorlanacaktır.
ABD politikaları geleneksel olarak her alanda dünyanın en büyüğü olduğunu göstermeye dayanır. Bu çerçevede kuralları ABD koyar ve herkesi uymaya zorlar. Biden döneminin başarısızlıklarının nedeni, ABD’nin geride kaldığını görmeyerek geleneksel çizgiyi sürdürmeye çalışmasıdır. Bu durum karşısında, Trump’ın bu gerçeğin farkında olduğunu ve değiştireceğini ifade eden politikalarının ülke egemenlerince tercih edildiği düşünülebilir.
Trump her ne kadar yüksek perdeden konuşsa da, ABD sanki eskiden olduğu durumdaymış gibi yaparak güç harcamak yerine, geri çekilip güçlenmeyi amaçlıyor. Bu doğrultuda önceki dönemin bazı uygulamalarını sürdürürken bazılarından vazgeçiyor ve yeni denemeler yapıyor. Biden dönemindeki bazı yanlışları hatırlayalım:
Biden Çin’e üstünlük sağlayabilmek amacıyla ABD’nin geleneksel tavrını izledi ve aynı kulvarlarda yarışarak üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştı. Ancak bu amaçla başlattığı iki politik girişim de fiyaskoyla sonuçlandı. 2021 Haziranında İngiltere’de toplanan G7 iklim zirvesinde, dünyada hem karbon salımını 2050’ye kadar sıfırlamak için 40 trilyon dolar harcanması ve hem de Çin’in “Kuşak ve Yol Projesine” karşı seçenek oluşturulması kararları alınmasına öncülük etti ama uygulanamadı. Ülke ekonomileri zaten dar boğazdayken, hükümetler şirketlerden alınan vergileri arttırarak kaynak yaratmaya yanaşmadılar. Ayrıca başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler, dünya çapında bu tür örgütlenmelere öncülük edebilecek güvenilirlikten yoksundular. Ardından 2023 Eylülünde Hindistan’da yapılan G20 zirvesinde yine Biden’ın girişimiyle Hindistan-Avrupa ticaret yolu projesi ortaya atıldı ve benzer biçimde, bir dizi toplantının ardından buharlaşıp gitti.
Bu projelerin amacı Çin’in yoksul ülkelerle kurduğu ekonomik ilişkileri bozmak, “yeşil kapitalizm” uygulamalarıyla bu ülkelerin ABD ve AB’ye bağımlılıklarını arttırmak[33], Çin’in “Kuşak ve Yol Projesine” karşı seçenek oluşturarak zayıflatmaktı. Ancak kimse uygulanabilir görünmeyen bu projelere yatırım yapmaya yanaşmadı.
Biden’ın Ukrayna savaşını desteklemesi de yine bir zafere ulaşmaktan çok, Çin’in yakın müttefiki olan Rusya’yı zayıflatmaya dönüktü. Ayrıca Biden bağımsızlaşma eğilimleri gösteren Avrupa üzerinde de ABD’nin siyasi ve ekonomik etkisini savaş aracılığıyla arttırmak istiyordu. Bunun için Rusya’ya ambargo uygulayıp Ukrayna’ya para ve silah yağdırılmasını sağladıysa da, bunlar Rusya’ya zarar vermek şöyle dursun daha da güçlenmesine yol açtı. Ambargoların Rusya’dan çok AB ekonomisine zarar verdiği görüldü. Zaten durgunluk içindeki ekonomileri Rusya’ya ihracatın kesilmesi ve enerji maliyetinin artmasıyla daha da sıkıştı. Öte yandan ABD, petrol fiyatlarının düşmesi ve Rusya’nın petrol gelirlerinin azalması için Suudi Arabistan ve BAE’den petrol üretimini arttırmalarını istedi ama bunu bile kabul ettiremedi. Çünkü böyle bir politika bu ülkelerin gelirlerini azaltacağı için aptalcaydı. Ayrıca Rus petrolünü kaçak yollardan kendi petrolü gibi satmak varken kimse ABD çıkarları için çaba harcamazdı.
Trump önceki dönemden farklı olarak, Çin’le eşit koşullarda yarışmayı reddediyor. Önce güçlenmek amacıyla geri çekiliyor ve ABD’de üretime önem veriyor. Yanı sıra, Çin’le olan gerilimi arttırarak Avrupa’yı taraf olmaya zorluyor. Rusya, İran ve Tayvan gibi çeşitli düzeylerde karşı tarafla ilişkili ülkeleri kazanmaya ya da tarafsızlaştırmaya çalışıyor. Yakın amacı, dağınıklığı giderip herkesi ABD etrafında birleştirmek.
Trump ilk başkanlığı sırasında da başta Çin olmak üzere yabancı ülkelere yatırım yapan Amerikalılara ülkelerine dönmeleri için çağrı yapmış ama sonuç alamamıştı. Şimdi iç pazarı yüksek gümrük duvarlarıyla korunaklı hale getirerek, bundan zarar görecek firmaları ABD’ye yatırım yapmaya zorluyor. Bu amaçla 5 milyon dolar ödeyenin ABD yurttaşı olabileceği bir ”altın kart” çıkarttı. Demir çelik ve alüminyum gibi imalat sanayiinin temel girdilerine yüksek vergiler koydu. Eğer dışarıdan sermaye gelirse carî açığın azalacağını, istihdam yaratılacağını hesaplıyordu. Üstelik sanayi üretimi canlanır ve tekrar kârlı hale gelirse, para sermaye de spekülatif kazanç peşinde koşmak yerine yatırıma yönelebilirdi. Bunlar aynı zamanda çevresinde toplanan teknoloji şirketi zenginlerinin beklentileriyle de uyumluydu. Ama umulduğu gibi olmadı. Başta petrol şirketi sahipleri ve otomotiv sanayii, maliyetlerini arttıracağı gerekçesiyle gümrük vergilerine karşı çıktılar. Trump, Çin dışındaki vergileri erteledi. Sonucu belirsiz de olsa Trmup’ın hayalleri üzerinde kısaca duralım:
Bilindiği üzere kâr kullanım değeri olan şeylerin satılmasıyla gerçekleşiyor. Kullanım değerleri de tarım ve sanayide değişim değeri olarak üretiliyor. Başka bir ifadeyle değer herhangi bir emeğin değil, yalnızca gerçek üretim için harcanan emeğin ürünü. Eğer üretim yoksa ne kafa emeği ürünü yazılımlar, ne yapay zekâ uygulamalarıyla elde edilen piyasa öngörüleri, ne devasa satış sitelerinin ticarî kârları ve ne de tüm bu dijital ortama malzeme üreten tüketici bilgilerini toplama çabaları varlığını sürdüremez. Kısacası üretimin olmadığı bir durumda Varoufakis’in “bulut sermayesi” gerçekten buhar olup bulutlara karışır.
Para soyut değer ifadesidir, satın alabileceği ürün yoksa kâğıt parçasından başka bir şey değildir. Bu yüzden dijital tekeller de tıpkı FED gibi, ellerindeki para yığının ifade ettiği değeri koruyabilmek amacıyla bir yandan onu akışkan halde tutup daha da büyümeye, diğer yandan yatırımlarını çeşitlendirerek üretime el atmaya çalışıyorlar. Elon Musk bu yüzden Tesla’nın en büyük yatırımlarını istikrarlı biçimde kâr edebileceği koşulların sunulduğu Çin’de yapıyor. Ayrıca ürünlerinin en çok talep gördüğü pazarın Çin olması ve üretim maliyetlerinin düşüklüğü sayesinde burada, başka yerlerden daha çok kâr ediyor. Trump da ABD’nin dünyanın en büyük pazarı olma avantajından yararlanarak yatırım çekmeye çalışıyor. Öncelik, çevresindeki zenginlerde. Bu politikasının bir parçası olarak başkanlık yeminin ardından aceleyle “Stargate” projesini açıklamıştı…
ABD’ye mal satan birçok yabancı firma, maliyetler düşük olduğu için Meksika ve Kanada’da üretim yapıyor. Trump bu yatırımların kolayca ABD’ye taşınabileceği varsayımıyla, önce bu ülkelere gümrük vergisi koydu. Ardından Çin’e gümrük vergisi koyarak ve bunu sürekli arttırarak, Çin’in bu ülkeler üzerinden ABD’ye ihracatının önüne geçmeyi amaçladı. Gümrük vergilerinin diğer amacı ise ABD’nin dış ticaret açığının azaltılmasıydı. Ancak ekonominin yapay zekâ ile yönetilemeyeceği kısa sürede anlaşıldı ve ekonomi kendi kurallarını isyan eden kapitalistler aracılığıyla dayatmaya başladı. Trump Çin’de üretim yapan ABD kökenli kapitalistlerin mallarına muafiyet getirmek zorunda kaldı. Ve Çin haricindeki vergileri 90 günlüğüne erteledi.
Elbette şu da var; günümüzde sanayi ürünleri tek bir ülkede üretilmiyor, birçok ülkede üretilen parçalar pazarlara yakın yerlerde bir araya getirilerek piyasaya sürülüyor. Bu nedenle Trump’ın vergi politikaları ülke içinde yatırım ve istihdamı arttırmaktan çok fiyat artışına neden olacak gibi görünüyor. Bu da talebin düşmesine, yatırımın azalmasına, artan enflasyon karşısında sendikal mücadelelerin yükselmesine yol açacaktır.
Bu sorunların birçoğunu Trump yönetiminin de gördüğü ve sermaye akışını kendi haline bırakmayarak önlemler aldıkları söylenebilir. Bu yöndeki önemli bir girişim, yarı iletken üretiminde tekel konumunda olan çip üreticisi Tayvan şirketi TMSC’nin (Taiwan Semiconductor Manufacturing Co.) ABD’ye 100 milyar dolarlık yatırım yapmaya ikna edilmesidir. Muhalefetteki Tayvan eski cumhurbaşkanı Ma Ying-jeou, bu anlaşma için iktidarı suçladı ve yalnız ülkesinde değil, dünya ölçeğinde en büyük olan bir şirketi Tayvan’ın korunması karşılığı ABD’ye sattığını ileri sürdü.[34] Çünkü Trump seçim kampanyaları sırasında Tayvan’ın Çin’e karşı ABD korumasını istiyorsa bedelini ödemesi gerektiğini söylemişti.[35] Şimdi bu gerçekleşmiş görünüyor. Ancak şirket yalnızca bugün değil, Biden döneminde de ABD’ye 65 milyar dolarlık yatırım yapmıştı. Bu nedenle Trump’ın ABD’yi çip üretiminde tekrar dünyanın en büyüğü yapmak için TMSC’nin yatırım yapmasını sağlarken yalnızca önceki dönemin politikalarını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Ama TMSC yazılım işlerini hala Tayvan’da yapıyor. Bu nedenle Trump’ın bu girişimini tekel olmak için yeterli görmeyip eleştirenler de var.[36]
Biden döneminde başlatılan ve Trump’ın sürdürdüğü bir başka girişim de TikTok’la ilgili. Biden yönetimi, TikTok eğer 5 Nisan 2025’e kadar Çin dışından birine satılmazsa ABD’de yasaklamak için bir yasa çıkartmıştı. TikTok’un ABD’de 170 milyon kullanıcısı olduğu söyleniyor ve bilindiği üzere bu kitleye ait bilgilerden tüketici profili oluşturmak amacıyla yararlanılıyor. ABD bu bilgilerin Çin yerine kendi firmaları tarafından kullanılması için çaba harcıyor. Bir uzlaşma bulunması amacıyla Trump yasaklama tarihini ileri attı ve Amazon TikTok’a bir satın alma teklifi sundu. Trump, Çin’in satışa kolaylık göstermesi halinde uygulanan gümrük vergilerinin yeniden görüşülebileceğini söyledi…
Çin’le pazarlık masasında duran bir başka önemli konu ise Panama Kanalındaki bir Çin şirketine ait iki limanın, dünyanın en büyük varlık yönetimi şirketi olan BlackRock’a satışıyla ilgili. HongKong merkezli Çinli şirket söz konusu iki limanın da içinde olduğu ve dünyaya yayılmış toplam 23 limanın satışı için anlaşmıştı. Ancak Çin yönetimi buna izin vermedi. Trump Çin’in kanalda herhangi bir biçimde etkin olmasını istemiyor. Eğer özel mülk olan limanlar bir biçimde Çinlilerin elinden çıkarsa amacına ulaşmış olacak. Ancak Çin’in Kuşak ve Yol projesi açısından önemli olan bu limanların satışı gerçekleşecek gibi görünmüyor. Çünkü Panama Kanalı dünya ticaretinin en önemli geçiş yollarından biri.
Sonuç olarak, Trump önceki dönemin temel politikalarını sürdürüyor. Başarısız olduğu görülenlerin yerine yenilerini geliştirmeye çalışıyor. Bunlar önceden düşünülmüş, finans oligarşisinin onayını ve az bir farkla da olsa seçmenlerin oyunu almış politikalar. Ve bu kesimlerden gelecek baskıyla da değiştirilebilecek esnekliğe sahip görünüyorlar…
Askerî stratejide değişiklik: ABD ordusu bugünkü biçimini Soğuk Savaş konjonktüründe aldı. Dünyaya yayılmış 800 dolayında askerî üssü, buralarda yaklaşık 320 bin askeri bulunuyor. Dünyada her yeri hem nükleer başlıklı füzelerle, hem de elindeki konvansiyonel silahlarla vurabilecek tek güç. Rusya bunu füzelerle yapabiliyor olsa da konvansiyonel silah gücü ortalama bir ordu kadar.
ABD ordusunun büyüklüğü aynı zamanda zayıf yanını oluşturuyor. Yüksek ateş gücüyle bir hedefi uzaktan vurabiliyor. Ama Körfez savaşları ve Afganistan işgalinde de görüldüğü üzere kara muharebesinde aynı başarıyı gösteremiyor. Benzer durumu daha önce Kore ve Vietnam’da da yaşamıştı. Ne kadar gelişmiş ve çok silah kullanılırsa kullanılsın, savaşın sonucunu hâlâ piyadeler belirliyor. Bu aşamada ise düzenli ordular gerilla savaşının karmaşık taktikleriyle başa çıkamıyor. Şimdi buna bir de yoğun İHA ve füze saldırıları eklenince, ABD kara savaşından mümkün olduğunca kaçınıyor. Nitekim Nijer’de 2023’te bir darbeyle iktidarı ele geçiren yönetim ülkedeki üslerini boşaltılmasını istediğinde ABD buna karşı koymadan uydu ve ülkeden ayrıldı. Bu gibi nedenlerden ABD uzun süredir askerî stratejisini ve ordu yapısını değiştirme hazırlıkları yapıyor. Trump’ın orduyla ilgili kararları ABD’nin uzun dönemli askerî strateji değişikliğinin devamı olarak görülmeli.
Trump’ın ilk adımı, daha önce Savunma Bakanı Pete Hegseth’in açıkladığı gibi 21 Şubat’ta genelkurmay başkanını değiştirmek oldu. Teamüllerle pek uyuşmayan bir biçimde emekli bir generali genelkurmay başkanı yaptı. Askerî geçmişinin dışındaki özelliği, kabine üyeleri gibi onun da bir “işadamı” geçmişi olmasıydı. Trump devamında “aşırı ilerici” bulduğu bir ordu eğitim programına son verdi ve personel sayısını azaltmaya başladı. Toplam personelin yüzde 5 ile 8 arasında azaltılacağı söyleniyor. Ordudaki asker sayısının yaklaşık 1 milyon 500 bin olduğu düşünülürse, on binlerce kişinin işine son verilecek demektir.
Trump’ın orduyla ilgili ikinci önemli adımı ise Biden döneminde görüşmeleri yapılan 6. Nesil savaş uçaklarının alınması kararını duyurmak oldu. Henüz 5. Nesil uçak eksikliği yaşanırken böyle bir karar alınması, Rusya ve Çin’in bu alanda ilerlemiş olmasına bağlanıyor. Bundan birkaç hafta sonra ise orduya ayrılan bütçenin arttırılarak 1 trilyon dolara çıkartıldığını Savunma Bakanı ile birlikte açıkladı. Bakan Hegseth ayrıca yurt içi ve yurt dışı üslerde de düzenlemeye gidileceğini ve bazılarının birleştirileceğini, Pentagon harcamalarında şeffaflık olacağını açıkladı.
Askerî alandaki değişim iki amaçla yapılıyor. Birincisi uzun vadede Çin’le savaşa hazırlanılıyor. İkincisi, sık sık yerel güçlerle karşı karşıya gelindiği için kara savaşına girmeden galip gelmeyi mümkün kılacak yenilikler planlanıyor.
Bu yönde üç alana odaklanıldığı görülüyor: Savaşı uzaydan sürdürebilecek olanaklar yaratmak. Her alanda dijital teknolojiler, dolayısıyla yapay zekâ uygulamalarına geçmek. Ve piyadenin yardımcısı olacak ya da yerini alacak robotların kullanımını arttırmak. Pentagon bu amaçlar doğrultusunda uzun süredir Silikon Vadisi ile birlikte çalışıyor ve Vadinin önemli kişileri de bugün Trump’ın çevresinde yer alıyor.
Devlet harcamalarını azaltmaya çalışırken orduyu yenilemeye girişmek, ülke sanayiini canlandırmanın kaldıracı olacak gibi görünüyor. Trump bu yüzden eskiden beri, ABD’nin savunma kalkanından yararlanmak isteyen ülkelerin bunun bedelini ödemesi gerektiğini söylüyor. 14-16 Şubat arası yapılan Münih Konferansında ise yardımcısı JD Vance aracılığıyla bu mesajı iletmekle yetinmedi, Avrupa’yı buna zorlayacak bir hamle de yaptı.
Trump konferans öncesi AB ve Ukrayna’ya danışma gereği bile duymadan, savaşı sona erdirmek için Putin’le uzun bir telefon konuşması yaptı. Bu tavır Vance’ın konferans konuşmasında Avrupalılara ayar vermesiyle devam etti. Bu da yetmezmiş gibi Vance konferans sonrası Almanya’daki faşist AfD partisi lideri ile görüştü. Konferansa katılanlardan, İtalya Başbakanı faşist eğilimli Meloni dışında birçok kişi Vance’ı eleştirdi.
Trump’ın bu girişimi genellikle varsayımlara dayalı yorumlara yol açtı. Güya Rusya Ukrayna’daki kazanımları karşılığı Suriye’den çekilmişti. ABD Ukrayna’daki nadir toprak elementlerini ele geçirmek için oyun kuruyordu. Eskiden Kissinger’ın Rusya’ya karşı Çin’le yakınlaşma politikasının tersini şimdi Trump Çin’e karşı uyguluyordu. Bütün bunlar mümkündür ancak gerçek şu ki, Trump asıl olarak, Rusya’yı Avrupa’ya baskı yapmak için kullanıyordu. Böylece Avrupa NATO’ya daha çok katkı yaparak ABD’nin yükünü hafifletecek, ya da kendi askerî gücünü geliştirecekti. Dolayısıyla her durumda, Avrupa toplumsal gelişmeye ayırdığı kaynakların bir kısmını silahlanmaya harcayacaktı.
Trump böylece bir tasarruf olanağı yakalıyor. Yanı sıra, tüm Avrupa’da oyları artan aşırı sağcıları destekleyerek gelecekte anlaşabileceği hükümetler oluşması için çabalıyor. Eğer silah bakımından bugünkünden daha güçlü ve siyasi bakımdan Çin karşıtı bir AB ortaya çıkartabilirse, önemli bir politik amacına ulaşmış olacak.
Ancak Çin’in Avrupa konusundaki politikası açık. Vance’ın Avrupalılara ayar verdiği konferansta Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi çok kutuplu bir dünyadan yana olduklarını ve Avrupa’nın kendi bağımsız tavrını ortaya koymasını desteklediklerini vurguluyordu: “Çin, bu çok kutuplu sistemde kesinlikle bir kesinlik faktörü olacak ve değişen bir dünyada kararlı bir yapıcı güç olmaya çalışacaktır.”[37]
Trump’ın Avrupa’yı denetimi altına alma girişimlerine karşı Çin’in Avrupa’nın bağımsızlığından yana olması hızla meyvelerini veriyor. Mart Ayı sonunda AB Ticaret Komiseri Sefcovic aralarındaki ticari sorunları çözmek amacıyla Çin’de bir dizi görüşme yaptı.[38] ABD’nin kapattığı kapılar, başka kapıların açılmasına yol açacak gibi görünüyor…
Sonuç olarak Trump askerî alanda uzun süredir hazırlanan değişim planlarına uygun davranıyor. ABD’nin “dünya jandarmalığı” için yaptığı harcamaların bir kısmını diğer ülkelere ödetmek istiyor. Rusya ve Çin’in askerî alandaki ilerlemelerin önüne geçmeyi amaçlıyor. Ve silah sanayii ile çevresindeki zenginlere yeni yatırım alanları açmaya çalışıyor.
Sonuç: Trump yeni bir dönem başlatmıyor, eskisini sürdürmeye çalışıyor
Trump’ın ABD’nin büyük gücüne yaslanıp öylesine söylüyormuş gibi sarf ettiği abartılı laflara, aldığı kararlara ve çevresinde toplanan zenginlere bakıp gözleri kamaşanlar; toplumların küresel varoluş sürecinde yeni bir döneme girildiğine inanabilirler. Nitekim buna en başta “ABD’nin altın çağı başladı” diyen Trump kendisi inanıyor. Bilinen anlamda küreselleşmenin sona erdiğini söyleyen İngiltere Başbakanı Keir Starmer ve ABD Hazine Bakanı Darren Jones da benzer bir değişim olduğu inancındalar. Elbette birincisi değişimin olası olumsuzluklarından ülkesini koruyacağı vaadinde bulunma fırsatını değerlendirmek için, diğeri ise “yaptık oldu” demek için böyle konuşuyor. Ve erken konuşmayı bir tür “öncülük görevi” gibi gören bazı Marksistler de farklı amaçlarla benzer ifadeler kullanıp yeni bir çağa girildiğinden, ABD’nin faşizme yöneldiğinden vs. bahsedip duruyorlar.
Evet, biliyoruz her şey değişiyor. Dönem, çağ gibi sözcüklerin kendi başlarına bir anlamı yok; belli bir değişim sürecinin bir bölümüne işaret etmek için kullanılıyorlar. Dolayısıyla dönem değişikliklerini olgulara içkin bir durum gibi değil, olgular arası ilişki biçimi olarak ele almak ve anlamak gerekiyor. Bu çerçevede ABD’deki bir başkanlık seçimi sonrası bırakın küresel ölçekte, ABD ölçeğinde bile bir dönem değişikliğinden söz edilemez.
Trump, ABD’yi sanki önceki beceriksiz yönetimler küçültmüş gibi konuşarak, çevresindeki becerikli insanlarla birlikte tekrar en büyük yapacağından bahsediyor. Oysa ABD’nin içinde bulunduğu durum bir yönetim başarısızlığı değil, tam tersine başarılı olmanın sonucudur. ABD yıllardır izlediği yolda ilerleyerek kapitalizmin dünya ölçeğinde büyümesine öncülük etmiş ve yine aynı öncü konumunda bunalıma girmiştir. Şimdi Trump da aynı süreci daha hızlı ve etkili biçimde yöneterek, ülkesini tekrar eski konumuna getirmek istiyor. Yazı boyunca örneklerini verdiğimiz konuyu toparlayalım:
ABD küresel kapitalist hiyerarşinin en tepesindeki ülke ve 2. Dünya Savaşından bu yana kapitalizmin küresel ölçekte işleyişinin öncülüğünü yapıyor. Bu süreçte kapitalizm irili ufaklı, genel ya da bölgesel birçok bunalım geçirdi. Bilindiği üzere bunalımlar yapısal kriz eğiliminden kaynaklanıyor ve sermayenin aşırı artması sonucu kendini yeniden üretemez hale gelmesi nedeniyle yaşanıyor. Kapitalizmin gelişiminden en çok yararlanan ülke ABD olduğu için bu bunalımları en çok yaşayan ve etkilenen de yine bu ülke oluyor. Çare ekonomiyi küçültüp, sermayeyi tekrar akışkan hale getirmek…
ABD şimdiye kadar değersizleşen sermayeyi savaşlarda harcayarak, iflasa sürüklenen işletmeleri kendi haline bırakarak, yeni yatırım alanları bularak bunalımlarını atlatmayı başardı. Ancak 2008’den beri başaramıyor. Çünkü kapitalizm küresel ölçekte kolayca yönlendiremeyeceği kadar büyüdü ve zaten bunalımın nedeni de bu. Öyle ki, kapitalizmin tamamen durmayacak kadar küçük oranlarda büyümesi bile büyük sermaye birikimine yol açıyor ve bunalımı kalıcılaştırıyor. Dolayısıyla ABD elindeki son olanaklarla kapitalizme öncülük edip dünya ölçeğinde küçülterek, sermayeye tekrar akışkanlık kazandırmanın yollarını arıyor.
Ama gerçek yaşamda bir tane kapitalizm yok; ülke, devlet, toplum sayısı kadar çeşitli, her birinin tarihten devraldığı miras diğerininkine benzemeyen, kapitalizmin tarihsel varoluş sürecinin farklı evrelerini kendi somut koşullarında yaşayan, birbirleriyle ilişkili ve belli bir merkezden yönetilemeyecek kadar çok kapitalizm var. Bunalımın etkisini kapitalist hiyerarşinin üst basamaklarındaki ABD/Almanya/Japonya gibi ülkeler çok, halen ucuz emek gücü cenneti olan az gelişmişler daha az, devlet denetimli kapitalizmin hüküm sürdüğü Çin ise en az biçimde hissediyor. Bu yüzden ABD önceki bunalımlardaki gibi dünyaya ayar vererek kapitalizmi denetimi altına alamıyor. Zaten Çin’in odanın ortasındaki görünmeyen fil gibi durması, bütün ülkelerin hareket alanını kısıtlıyor. Geriye, ABD’nin hızlı ve etkili güç kullanarak küresel sermaye akışına müdahale edip bir yandan dünyayı küçültürken aynı zamanda ülke ekonomisini büyütecek politikalara geçmesinden başka çare kalmıyor.
Eğer ABD bu politikaları uygulamak için devletçi bir yönetime geçseydi, ülkede bir dönem değişikliğinden bahsedebilirdik. Ama geleneksel liberal politikalar izleniyor. Trump bu çerçevede, son yıllarda Brezilya’da Lula öncesi Bolsonaro yönetimi sırasında, Arjantin’de Millei, Türkiye’de AKP, Hindistan’da Modi yönetimlerinin yaptığına benzer şeyler yapıyor. Bütün bu siyasetler gerçek yaşamın yeniden üretim süreçlerinde ortaya çıkıyor.
Öncelikle bu yönetimlerin toplumsal dayanağını neoliberal süreçlerde zenginleşenler oluşturuyorlar. Liberalizmi savunuyor ve devletin hâlâ sermaye dolaşımına engeller çıkartmasından rahatsız olduklarını dile getiriyor, bürokrasinin azaltılması gerektiğinden bahsediyorlar. Kendilerini toplumun sunduğu olanaklar çerçevesinde başarılı olmuş ve diğerlerinden üstün görüyorlar. Seçimleri, herkese toplumun nasıl yönetileceğini gösterecekleri ve önceki yönetimlerin yanlışlarını temizleyecekleri bir fırsat gibi algılıyorlar. Ele geçirdikleri yürütme güçlerini kararnamelerle yönetiyor, bürokrasinin kilit noktalarına kendi elemanlarını yerleştiriyorlar. Eğer gerekli çoğunluğu kazanabilirlerse “güçler ayrılığı” gibi yönetim anlayışlarını ve basın özgürlüğü gibi şeyleri kolayca kenara itiyorlar. Kendi siyasetlerini savunacak kitleyi genellikle toplumun gerici kesimlerinden devşiriyorlar. Yarı cahil akademisyenleri, sıradan yazarları ve sanatçıları parlatıp, bu gerici kesimlerin ideoloğu olmaları için öne çıkarıyorlar. Göçmenleri, eşitlikçi ve özgürlükçü toplumsal hareketleri, çevre sorunlarına karşı mücadeleleri hep gelişme ve ilerlemenin düşmanı gibi gösteriyorlar. Marksizm, sosyalizm ise vazgeçilmez düşmanları. Dolayısıyla hepsi de Çin karşıtı.
Trump yeni bir şey yapmıyor, yıllardır birçok ülkede sağcı iktidarların yaptıklarını tekrarlıyor. Bu, Cumhuriyetçiler içinde buluşan bir grup kapitalistin kotardığı ve seçimleri satın alarak kazanmasını sağladığı bir politika. ABD’de 2010 yılından bu yana seçim kampanyalarına yapılan bağışlar sürekli arttırıldığı için böyle bir sonuç elde etmek zor değil. Seçim boyunca medya ve ülkenin yarı cahil sağcı aydınları satın alınarak rıza üretiliyor.
Ancak gerçek yaşam tek taraflı sürmüyor, Trump yönetiminin çevresindeki zenginlerin kazandırdığı güç kadar kattığı zayıflıklar da var. Amerika’da zenginlerden oluşan bir yönetimin kendilerine hizmet etmeyeceğini düşünenlerin sayısı giderek artıyor. Bu nedenle Trump yönetiminin etkili kişisi olarak gördükleri Elon Musk’a tepki gösteriyor ve ürünlerinin boykot ediyorlar. Musk’ın, şirketleri zarar ettiği için yönetimden ayrılmaya hazırlandığı yorumları yapılıyor.[39] Vermont bağımsız senatörü Bernie Sanders’in ülkeyi dolaşarak sürdürdüğü “oligarşiye karşı mücadele” kampanyası kapsamındaki mitinglere şimdiden rekor kalabalıklar katılıyor.[40]
Trump politikalarını uygulayabilirse dünya ülkelerini geriye doğru iterek ABD’yi öne geçirmeyi deneyecektir. Ancak toplumların ekonomisi kararnamelerle yönetilemez. Nitekim düşüncesizce aldığı gümrük vergisi kararlarını geri çekmek zorunda kaldı. Bir yolunu bulup ülke ekonomisini güçlendirse bile, en azından Çin’in şu anki üretken düzeyine ulaşması yıllar alır. Çünkü üretim yalnızca sermayeden ibaret değil, yeterli emek gücü de gerekiyor. Obama Steve Jobs’a yatırımlarını neden Çin’den ABD’ye taşımadığını sorduğunda Jobs’ın ABD’de yeterli sayıda eğitimli çalışan bulmanın mümkün olmadığı yanıtını vermesi, bu gerçeği yansıtıyor. Yapay zekâ henüz eğitimli insan eksikliğini gideremiyor, çünkü onun üretimi için de eğitimli insan kitleleri gerekiyor. [41]
Eğer Trump başarılı olursa, ABD az çok denk koşullardaki rakip güçlerle rekabet eder duruma gelecektir. Bu da şimdiye dek görülenlerden daha büyük çatışmalar yaşanma olasılığını arttıracaktır. Bu durum ve genel olarak ülke ekonomilerinde görülecek daralma nedeniyle sermaye silah sanayiine yönelecektir. ABD zaten şimdiden bu yolu izliyor. Daha çok silah, kaçınılmaz olarak daha çok çatışma tehlikesi yaratır.
Küreselleşme yakın tarihin değil, sanayi üretiminin tarihsel sonucudur. Bu yüzden gümrük vergileri ya da çatışma riski nedeniyle sanayi üretimi kendini sınırlamayacaktır. 2. Dünya Savaşı sonrası blokların birbirinin gölgesine basmaktan kaçındığı soğuk savaş dönemine geri dönülmesi beklenmemelidir. Kapitalizm 1980’lerden bu yana olduğu gibi küresel ölçekte yayılmaya devam edecek ve eskisinden farklı olarak ülkeler, bölgeler düzeyinde derinleşecektir. Çünkü birçok azgelişmiş ülke de artık gelişmiş ülkelerin kullandığı teknolojilere sahip. Bu durum, küresel ticaret ağları sayesinde ve dijitalleşmenin bilgiyi sonsuza dek saklayamıyor oluşunun sonucudur. Trump’ın başarısız olması durumunda ise ABD’de toplumsal bir altüst oluş yaşanabilir. Bu da herhalde herkes için en hayırlısıdır.
Trump yeni bir dönem başlatmıyor, başlaması muhtemel yeni bir dönemin tarihe karışacak olan yanını temsil ediyor. Çatışmanın bir yanında ABD ve gelişmiş kapitalist ülkeler yer alıyorlar. Diğer yanında Çin başta olmak üzere sosyalist ülkeler, Rusya, İran, Yemen, kısmen bağımsız hareket edebilen devletler ve başta Filistinliler olmak üzere mücadelelerini sürdüren tüm ezilen halklar yer alıyor. Bu çatışmanın sürdüğü bir dönemin içindeyiz. Sona erdiğinde ya da yeni bir aşamaya geçildiğinde dönem de değişmiş olacak. Trump bu değişimin yaşanmaması ve ABD’nin en büyük olduğu önceki döneme geri dönülebilmesi için çaba gösteriyor. Bu bir gücün ve saldırganlığın değil, çaresiz bir zayıflığın ifadesidir.
Sonucu ezilenlerin direnişleri belirleyecektir.
[1] Yazıyı
yazarken vergi oranları sürekli değişti ve Çin’e yüzde 125 vergi uygulanırken
diğer ülkelerinki 10 Nisan itibariyle 90 gün süreyle ertelendi. Bazı mallar ise
ABD şirketleri tarafından üretildiği için vergi dışı tutuldu. Linke ise ilk uygulanan vergilerin bilgisi
var. https://www.bbc.com/turkce/articles/c62x9l37ejeo
[2] https://tr.euronews.com/my-europe/2025/03/05/ab-yeniden-silahlanma-plani-icin-800-milyar-euroya-nasil-ulasabilir
[3] https://www.yanisvaroufakis.eu/2025/01/28/cloud-capital-vs-ai-what-deepseek-means-for-technofeudalism-the-new-cold-war/
[4] https://abcnews.go.com/US/trump-tapped-unprecedented-13-billionaires-top-administration-roles/story?id=116872968
[5] https://www.trthaber.com/haber/dunya/trumpin-kabinesindeki-isimlerin-serveti-15-milyar-dolari-asiyor-321192.html
[6] https://gazeteoksijen.com/dunya/kamala-harris-trumpi-dorde-katladi-bir-ayda-500-milyon-bagis-220745
[7] https://www.bloomberg.com/features/2025-peter-thiel-trump-administration-connections/
[8] https://www.sportico.com/business/finance/2025/donald-trump-jr-enhanced-olympics-1234828087/
https://www.theguardian.com/us-news/2025/jan/23/big-oil-445m-trump-congress
[10] https://birikimdergisi.com/haftalik/11980/yeni-bir-cagin-girisinde
[11] https://www.ayrim.org/dunya/yeni-felaket-caginin-pesrevi-yahut-trump-gronlandi-neden-istiyor/
[12] https://gercekgazetesi1.net/uluslararasi/barbarlik-beyaz-sarayda
[13] Şu
yazımızda, Foster’an Marks’a ait “toplumsal metabolizma” kavramıyla ilgili
çarpıtmasını ve birçok Marksistin düşünmeden ortaya attığı oksimoron “Marksist
ekoloji” kavramını eleştirmiştik:
https://mehmetpolat148.blogspot.com/2023/08/yesil-kapitalizmpembe-ekoloji-cevre.html#more
[14] https://monthlyreview.org/2025/04/01/the-u-s-ruling-class-and-the-trump-regime/
[15] https://dokumen.pub/technofeudalism-what-killed-capitalism-9781529194500.html
[16] https://www.yanisvaroufakis.eu/2022/04/23/discussing-crypto-the-left-technofeudalism-with-evgeny-morozov-crypto-syllabus-long-interview/
[17]
İmparatorluk, Ayrıntı, 4. Baskı, s 19
[18]
“Yorgunluk Toplumu” Byung Chul Han, Açılım Kitap, 5. Baskı, s. 17
[19] ““Kapitalizm
ve Ölüm Dürtüsü”, İnka yayınevi, S.23
[20]
Age.s.38
[21] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/kore-yarimadasinda-abdnin-askeri-ustunlugu/882804
[22] Age,s.
27
[23] https://mehmetpolat148.blogspot.com/2024/03/tarih-anlayisi-icin-notlar-evren.html#more
[24] https://www.bbc.com/turkce/articles/c2xgr235jrno
[25] https://medyascope.tv/2025/02/04/trumpin-gumruk-tarifeleri-yururluge-girdi-cin-karsilik-verdi/
[26] https://ec.europa.eu/eurostat/statistics-explained/index.php?title=China-EU_-_international_trade_in_goods_statistics
[27] https://thediplomat.com/2020/01/the-hambantota-port-deal-myths-and-realities/
[28] https://www.france24.com/en/live-news/20250116-sri-lanka-signs-landmark-3-7-bn-deal-with-chinese-state-oil-giant
[29] https://defensehere.com/tr/sipri-cinin-silah-ithalati-azalirken-askeri-bakimdan-kendine-yeterliligi-artti/#:~:text=Stockholm%20Uluslararas%C4%B1%20Bar%C4%B1%C5%9F%20Ara%C5%9Ft%C4%B1rmalar%C4%B1%20Enstit%C3%BCs%C3%BC,%C3%BCretiminde%20kendine%20yeterlili%C4%9Finin%20artt%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1%20bildirdi.
[30] http://us.china-embassy.gov.cn/eng/zgyw/202208/t20220810_10740168.htm
[31] (Emperyalizm
Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, V.İ.Lenin, Sol Yayınları, s. 88)
[32] Age, s.
105
[34] https://edition.cnn.com/2025/03/13/tech/taiwan-tsmc-us-investment-reactions-intl-hnk/index.html
[35]
https://www.aa.com.tr/tr/dunya/trump-abdnin-tayvani-korumasi-icin-odeme-yapmasi-gerektigini-soyledi/3277741
[36] https://www.nuvemmag.com/post/tayvanin-cip-uretim-devi-tsmc-abdye-100-milyar-dolarlik-cip-yatirimi-yapacak
[37] https://www.fmprc.gov.cn/eng/wjbzhd/202502/t20250215_11555665.html
[38]https://tr.euronews.com/business/2025/03/26/ab-ticaret-komiseri-sefcovicin-cin-gezisinden-beklentisi-ne
[39] https://www.cnnturk.com/dunya/elon-musk-ayrilacak-mi-trump-sinyali-verdi-2265152
[40] https://www.npr.org/2025/03/22/nx-s1-5334488/bernie-sanders-fight-oligarchy-tour-trump-musk-doge-democrats
[41] https://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/deepseek-kurucusu-ile-bir-soylesi-396016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.