Blog Arşivi

18 Mart 2013 Pazartesi

VATAN YALNIZCA KUTSAL BİR TOPRAK PARÇASI MI?

    
18 Mart, Çanakkale Savaşının yıldönümü olarak kabul ediliyor. Her yerde törenler, şiirler, dualar, savaş öyküleri... “Halep, Diyarbakır, Samsun, Edirne, İzmir, Adana, vatanın dört bir yanından gelen Mehmetçikler burada yan yana yatıyor… Düşman topu tüfeğiyle saldırırken, askerlerimiz bin bir yokluk içinde savaşmıştı…”
     Törenleri o kadar çok izledik, anlatılanları o kadar çok dinledik ki…”Çanakkale” dendiğinde aklıma ilk gelen; Atatürk’ün 1934’de Anzak askerlerinin annelerine hitaben,  yaşamını yitiren tüm yabancı askerler için yazdığı ve Avustralya’nın başkenti Canberra’daki Çanakkale Savaşı anıtında yer alan mektubu oluyor:
     “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar!
     Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yanyana, koyun koyunasınız.
     Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!
     Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedir ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
     Aynısını savaşı yaşamayan biri deseydi, belki “hain” olarak damgalanırdı. Ama savaşı karargâhtan değil, cepheden yöneten bir komutan söylüyor. Bu yüzden anlamı, kelimelerin taşıyabileceğinden daha ağır. Örneğin savaşın bittiğini, yaşamın sürdüğünü, yeni kuşakların farklı bir yaşam kurabileceğini anlatıyor. En önemlisi, savaş “vatan, bayrak, inanç” gibi değerlerle hatırlanırken, “yaşayan insanlık” gibi daha büyük bir değeri anlatıyor.
     Bugün bu satırları yalnızca bir yıldönümü için değil, asıl “vatan” denildiğinde Çanakkale akla geldiği için yazıyorum. Çünkü bu ülkede her ev değilse bile her mahalle ve köyde, Çanakkale’de savaşmış biri vardır. Bu yüzden “ülke, bağımsızlık” gibi konular gündeme geldiğinde, her yerde Çanakkale’yi hatırlatan biri çıkar. Öyleyse şu da bilinmelidir:
     Vatan, uğruna ölünen bir coğrafya parçası değildir ve yalnızca inanç, bayrak için savaşılmaz.  Elbette cepheye çağrılanların oturup “biz buraya niye geldik” diye düşünmeye ne fırsatı vardır, ne de bunun gereği… Savaşırlar ve ölen ölür, kalan kalır. Ama onlar sayesinde hayatta olan bizlerin düşünecek zamanı da vardır, aklı da. Bu yüzden zaten tarihe geçmiş öyküleri tekrarlamak yerine,  eski savaşlardan ne miras kaldığını düşünmemiz gerekir.
     Örneğin vatan savunmalarının bugüne en büyük mirası şudur: Biri çıkıp “ülkenin şu bölümünü filanca devlete versek, böylece dostluğumuz pekişse iyi olur” diyemez. Verilmesi düşünülen toprak parçası ne kadar verimsiz, kıyıda köşede olursa olsun, bu böyledir.
     Ama “çok güçlü düşmanlarımız var, birileri dost olarak gelse ve topraklarımızda bizi korumak için asker, silah bulundursa” dendiğinde kafamız karışır. Sanki bu durumda “verme” değil, “alma” söz konusuymuş gibi düşünürüz. Gelecekler, ortak düşmana karşı yanımızda duracaklar… Düşman yakınımızda, gelen uzaktan geliyor. Çok sevdiği için mi acaba?
     Kafamız karışmamalıdır. Çünkü Çanakkale Savaşının bir nedeni de; zamanın yöneticilerinin Almanya ile yakınlaşması ve Osmanlıyı eski günlerine döndürme uğruna bu ülkeden savaş gemileri alıp, personeliyle birlikte Karadeniz’e geçirmesidir. Bu, İngiliz ve Fransızların Çarlık Rusya’sına yardım amacıyla Çanakkale’ye saldırma bahanesi olmuştur. Elbette kuzuyu yemek isteyen kurdun bahanesi tükenmez. Ama kendi kendini koruyamayanın yaşama hakkı da yoktur. Dünün Alman zırhlıları, bugünün  “patriot”, yani vatansever füzeleri!
     Biz yine vatanın en kıraç köşesinin dahi kimseye verilemeyeceği konusuna dönelim. “Vermiyoruz, gelip yatırım yapacak, işçi alacak, katma değer yaratacak, her şey çok güzel olacak” deseler, yine kafamız karışır. Ayrıca kendi toprağımızdan, istersek çıkarırmışız gibi düşünürüz. Elbette sonunda çıkarırız da, gidenden geriye enkaz kalır…
     Sözü getireceğim yer, TBMM Çevre Komisyonundan geçip meclis gündemine gelen “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısıdır.”  Biliyorum, “kanun, mevzuat” denilince konu sıkıcı olur. Kısaca bilgi vereyim. Çünkü önemlidir.
     2003 yılından bu yana doğa, çevre, kıyı, koruma ile ilgili tüm mevzuatı bir başlık altında toplayarak, Türkiye’nin de imzaladığı uluslararası sözleşmelerle uyumlu hale getirecek bir kanun tasarısı üzerinde çalışılıyordu. TBMM’den çağrı yapılarak yurttaşların, sivil toplum örgütlerinin önerilerini belirtmesi ve tasarıya katkı yapması istendi. Yüzlerce STK gönüllü oldu ve sayısız toplantılarla birçok görüş ortaya koydular. Laf aramızda; sonunda bir şey çıkmayacağını deneyimlerimden bildiğim için, oldum olası bu tür çağrılara ve toplantılara olumsuz bakarım.
     Nitekim tasarı ilk kez 1 Kasım 2010 tarihinde TBMM gündemine getirilerek gün yüzüne çıktı. Tabi, koruma filan hak getire, eldekini de alıp götürücüydü ve hiçbir uluslararası sözleşmeyi de dikkate almıyordu. Uzatmayalım, eleştiriler ve protestolar arasında tasarı gözden geçirilmek üzere komisyonlara havale edildi. Nihayet geçtiğimiz ay tekrar tartışılmaya başlandı ve yine konuya duyarlı çevrelerce eleştirildi. Eleştirenlerin arasında HES karşıtları, doğa korumacıları, sayısız STK, birçok akademisyen, TMMOB, çeşitli barolar, Tabipler Birliği ve tüm muhalefet partileri vardı. Ne anayasa, ne başka konularda bir araya gelemeyen siyasi partilerin-iktidar partisi dışında-aynı duyarlılığı göstermesine dikkatinizi çekerim…
     Şimdi tasarının komisyonlarda görüşülmesi bitti ve TBMM’ne indi. Kabul edilirse, bugüne dek yasal kazanımlarla korunan doğa parçaları korumasız hale gelecek. Çünkü bu kararları veren bağımsız kurumlar yeni yasayla ortadan kaldırılacak, sit kararları ilgili bakanlık bünyesinde oluşturulacak yeni kurum tarafından gözden geçirilecek. Öte yandan, bundan sonra yargı yoluyla koruma kararı alınması çok zor olacak. Çünkü bu mümkün olsa bile,  “üstün kamu yararı var” diye yargı kararı geçersiz sayılacak ve ilgili doğa parçasının altından girilip, üstünden çıkılabilecek. Bütün bunlar, dağları, ormanları, vadileri, kıyıları küresel ölçekte her tür şirketin yatırımına açık hale getirmek için yapılacak. Eğer Çanakkalelerde topraktan ibaret bir vatan için savaşılmışsa,  sınırlar değişmediği için sorun olmayacak. Ama üzerindeki kuş, ağaç, su, böcek dâhil tüm yaşamı korumak için savaşılmışsa, Çanakkale geçilmiş ve bu topraklar üzerindeki günlerimiz sayılı hale gelmiş demektir...

2 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. yazıyı okurken

    Moskova Önlerinde adlı romanda Alman işgali altındaki Sovyetlerde bir komutanının cephedeki askerlere söylediği şu sözler geldi aklıma...
    (hatırladığım kadarıyla...)
    sislerde, yaşamak istiyorsunuz... çünkü
    Vatan sensin! Vatan biziz! Vatan ailelerimiz,
    annelerimiz, kanlarımız-canlarımız,Vatan çocuklanmızdır...

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi