YENİ
BİR DÖNEMİN HABERCİSİ OLARAK FİLİSTİN DİRENİŞİ VE APOLİTİK DESTEK EYLEMLERİ
Önce sağın
zafiyeti
Solun apolitikliği
7 Ekimin başlıca
aktörleri
Sonuç: 11
Eylül'den 7 Ekim'e, yeni bir dönemin eşiğinde…
***
Birçok ülkede sol parti ve sendikalar öncülüğünde İsrail'in Gazze işgali geniş katılımlı mitinglerle lanetlenir ve Filistin direnişi desteklenirken, Türkiye'deki eylemler oldukça sönük kaldı. Bunun sorumluluğu, Filistin'le tarihsel bağları nedeniyle sola aittir. Ama sol zaten yerleşik hale gelen güçsüzlüğü nedeniyle sorumluğunu yerine getirememiş olsa da, şevkle öne atılıp "Filistin davasını" sahiplenmeye çalışan sağ kesim de aynı zayıflığı sergiledi. Bunun nedeni de şüphesiz iktidarın İsrail'e karşı tutarsız tavırlarıdır. İktidarın bu tutumunu kitleleri aptal yerine koyan Aydınlanmacılar gibi "ikiyüzlülük" diye nitelendirmeden önce, maddi arka planı üzerinde düşünmek gerekir. Sonuçta egemen ideoloji kötü niyetlilerin toplumu etki altına almak için ürettiği biyokimyasal bir salgı değil, maddi çelişkilerden oluşan bir toplumsal gerçeklik içinde ortaya çıkıyor ve herkes layık olduğu gibi yönetiliyor…
Önce sağın zafiyeti
Ülkenin milliyetçi, muhafazakâr, liberal vs. bilumum sağcısı düzenle sorunlarını geleneksel bir davranış olarak açıktan dile getirmez, egemenlere yanaşarak çözmeyi tercih eder. Ve bu tutumuyla tutarlılık içinde, üstüne vazife olmadığı gerekçesiyle başkalarının sorunlarıyla da ilgilenmez. İlgileniyorsa, genellikle bir çıkarı olduğu içindir. Toplumu uzun süredir zaten kendilerini temsil eden bir partinin yönettiğine inanan sağ kesim, bu geleneğini uyulması gereken bir zorunluluğa dönüştürmüştür. Bu çerçevede cemaat, dernek, parti, vakıf vb. sağ örgütlerin iktidar partisiyle toplumsal tabanı arasında gönüllü hizmet veren bağlantı kayışları olduğu açık bir gerçektir. Ancak egemenlik kavramıyla ilgili hatalı bakış açıları nedeniyle üzerinde pek durulmayan başka bir gerçek ise, iktidar partisinin de toplumla daha üst egemenler arasında benzer bir rol oynadığı olgusudur.
İçi içe geçmiş bu gerçekler arasında sağın yürütme makamında oturmasının ideolojik egemenlikten öte bir anlam taşımadığı söylenebilir. Siyasi iktidar kademeli olarak yerel ve küresel ölçekte gücü elinde tutanlara, ekonomik iktidar ise sermayenin yine küresel ölçekte yeniden üretimini yönlendirenlere ve işbirlikçilerine aittir. Bugün iktidar partisiyle sağcı örgütler ve etkiledikleri toplumsal taban arasındaki ilişkiler; köşe taşlarının küresel işbölümü ve hiyerarşi etkisi altında döşendiği böyle bir konjonktürde üretilir. İktidar ve yandaşlarının İsrail zulmü gibi toplumu sağdan sola, yukarıdan aşağı etkileyen bir olguya karşı tutumlarını uydurma ahlaki nedenlere değil, bu nesnel çerçeveye göre değerlendirmek gerekir.
İktidarın İsrail karşıtı atıp tutmalarının ideoloji üretiminden ibaret olduğunu ve bunun gündelik gerçek içinde birebir siyasi karşılığını aramamak gerektiğini kendi tabanı da biliyor. Ve bu davranışını ikiyüzlülük gibi değil, kurtlar sofrasında daha güçlülerin önünden lokma kapabilmek için uyulması gereken bir mecburiyet olarak görüyor. İktidarla toplum arasındaki bağlantı kayışı örgütler, seslendikleri kitleleri buna göre yönlendiriyor. Dolayısıyla içeride kâr hesabıyla uğraşırken dışa karşı hamaset yapılmasını çelişkili bulmuyorlar. Bu bir sahtekârlık değil, işleyen bir düzende tırmanılan konumu (=üretim araçları üzerinde artan egemenlik) korumaya çalışmanın olağan sonucudur. Tıpkı kişilerin karakterinin doğuştan gelmeyişi ve değişmez gibi görünen yanlarının bile her somut durumda yeniden üretiliyor olmasındaki gibi. Eğer bunu anlayamazsak, ideolojinin gündelik yaşamın yeniden üretimindeki yerini de göremez ve örneğin Hamas'ın siyasi, iktidar partisinin ticari amaçlı esnekliklerini ayırt edemeyerek Aydınlanmacılar gibi "hepsi de Müslüman Kardeş" der ve gömer geçeriz…
Sağ kesim Filistin sorununu ırkçı ve dinci bakış açısıyla ele alarak egemen ideolojinin zemininde kalırken, iktidarı zorda bırakıcı eylemlerden de kaçınıyor. Konuyla ilgili siyasetin sınırları esasen 2010 Mavi Marmara olayı sonrası, iktidarın İsrail'le anlaşmaya varmasıyla çizilmişti.[1] Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan o zaman bu anlaşmayı eleştirenlere "giderken bana mı sordunuz" diyerek defteri kapattı.[2] Şimdi yüksek perdeden konuşsa da artık o defteri açmıyor, başka hesaplar peşinde. İHH'nın çağrısıyla 6 Kasım'da İncirlik Üssü önünde yapılan ve Mavi Marmara olayının yanında devede kulak sayılacak ABD karşıtı eylemin polis tarafından engellenmesi, bu yetmezmiş gibi Mehmet Metiner'in İHH Başkanı Bülent Yıldırım'ı sert biçimde eleştirmesi,[3] konuya ilişkin sınırların hatırlatılması olarak yorumlanmalı. Bu anlamda sağcılık, yönetilenlerin kendilerini gönüllü olarak yönetenlere ezdirmesine yarıyor.
Sonuç olarak ülke sağı Filistin konusunda ABD, Arap ya da İslam ülkelerinin konjonktürdeki konumunu ve iktidarın İsrail'le siyasi ilişkilerini sorgulayıcı eylemlere uzak duruyor. Buna karşılık sermayesi İsrail kaynaklı ya da İsrail'le ticareti olan şirketleri ve bunların ürettiği malları boykot çağrıları yapıyor. Ancak biraz mürekkep yalamışlarının insan zinciri oluşturarak, Balat Or-Ahayim Hastanesi (Musevi Hastanesi) gibi insanî kurumları-İsrail niyetine-protesto etmesine yol veriyor. Kitleleri bir yandan inanç ve ırkçılık temelinde bir araya getirirken, diğer yandan kontrol dışına çıkması muhtemel öfkelerini apolitik davranışlara yönlendirerek boşaltıyor. İleri gitmek isteyene ise Mavi Marmara ve polis copunu hatırlatıyor.
Bu
anlayışın varabileceği son sınır 28 Ekim Atatürk Havalimanı mitingidir. Egemen
medya "yüzbinler katıldı" diye övdü ama katılanların yakınları
dışında kimsenin ilgisini çekmedi. ABD'de barış yanlısı Yahudilerin
parlamentoyu basması, Londra'da iktidarın kısıtlama çabalarına rağmen milyona
yakın katılımla yapılan İsrail'i protesto mitingi dünyada daha çok ses getirdi.
Gazze olayı olmasa, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın ifadesine göre Netenyahu
bugünlerde Türkiye'ye gelecekti…[4]
Kaldı ki 20 Eylül'de BM Genel Kurulunda New York'ta yüz yüze görüştüler.
Türkiye'de İsrail'i protesto mitingi eğer iktidarın kanatları altında
yapılacağına kitlelerin iradesiyle düzenlense milyonlar katılırdı…
Solun apolitikliği
Filistin özelinde iktidarın çelişkili tutumu aslında sol için bir fırsat yaratıyor ama uzun yıllardır değişik siyasi konjonktürleri kış uykusunda geçiren sol bu fırsattan yararlanmak bir yana, eylem üzerine düşünme zahmetine bile girmiyor. Bütün önemli toplumsal olaylar karşısında olduğu gibi bu kez de "destekliyoruz, şurasını destekliyor ama burasını desteklemiyoruz" vb. açıklamalarla herkes gelişmeler karşısındaki konumunu bildirmekle yetiniyor. Bu ataletin nedeni ideolojik değil, siyasidir. Solun uzun zamandır "devrimci" olanı bir yana, reformist/halkçı/demokrat/devletçi vb. herhangi bir siyaset pratiği bile yok. (Zaten ne toplumsal ölçekte görünür bir işi, ne de herhangi bir toplum kesiminde etkisi olmadığından, belirsiz bir varlıktan bahseder gibi "sol" diyoruz.)
Solun zayıflığı, ister istemez bir aydın faaliyeti olan ideoloji alanına yoğunlaşmasına yol açıyor. Siyaset adına iktidarla hesaplaşmasını da doğal olarak burada ve siyaset ideolojisi üretme çerçevesinde, yani topluma akıl vererek yapıyor. Oysa ideolojik mücadele tıpkı ekonomik mücadele gibi düzen içi bir çaba. Nitekim iktidarın sözlü eleştirisiyle yetinirken dindarlığa karşı başka bir egemen ideoloji biçimi olan laikliğe tutunmak da düzen içinde kalmanın bir göstergesi. Laiklik önemli bir sol kesim tarafından sosyalizmin alt basamağı gibi görüldüğü için, başka bir egemen sınıf siyasetinin peşine takılmak "hiç yoktan iyidir" diyerek sakıncasız bulunuyor. Çeşitli sol yapılar arasında farklılıklar olsa da, 7 Ekim ve sonrası gelişmelerle böyle bir ideolojik etki altında ilişki kuruluyor. Hamas yokmuş gibi desteklemek ya da Hamas öncülük yaptığı için desteklememek ve bir şey yapma zorunluluğu hissetmeden pozisyon açıklamakla yetinmek…
Aydınlanmacılık etkisi altındaki sol, dini belli toplumsal koşullarda üretilen bir ideoloji gibi değil de cehaletin kaçınılmaz kıldığı boş bir inanç gibi ele aldığı için Hamas ve iktidar partisi arasında fark gözetmiyor. Söylemleri aynı bile olsa eylemlerinin oluşturduğu somut farkı görmezden gelerek, kendisi gibi düşünmeyenlerle iletişime geçme ve etkileşime girme fırsatlarını tepiyor. Solcunun solcuya propagandası misali "Filistin'i desteklemek için Hamascı olmak gerekmez, Hamas Filistin'i temsil etmez" cümlelerini tekrarlayıp duruyor. Bu cümleleri kurarken burjuva meşruiyet anlayışının bile gerisine düşerek, işgal altında yaşayan kim olursa olsun direnme hakkı olduğunu unutuyor. Ve olayı ABD ağzıyla "İsrail-Hamas çatışması" diye ifade ediyor. Filistin'de günlük yaşamın nasıl sürdüğünü bilmeyenler, birilerinin durduk yerde fanatik dinsel gerekçelerle savaş çıkardığını sanıyorlar.[5] Nitekim bu kesimden olanlar savaşın ilk günlerinde Hamas'ın masum insanları öldürdüğü ve kadınlara tecavüz ettiğine dair videoları, İsrail propagandası olabileceğini düşünmeden paylaşmışlar ve böylece İsrail'in Gazze'deki katliamlarını haklı kılmak için uydurduğu gerekçelerin yayılmasına hizmet ettiklerini akıllarına bile getirmemişlerdi! Neyse ki gerçekleri ortaya döken yürekli insanlar da var.[6] Üstelik önemli bir bölümü İsrailli gazeteci, yazar, bilim insanı ve aydınlar.
Tabi Aydınlanma etkisindeki solcuların Hamas'ı göstererek Filistin'i koşullu desteklemelerinin bir başka nedeni de Kürt halkının benzer biçimde ezilmesine karşı sorumluluk almaktan kaçınmalarıdır. Bu konuda mücadelenin "ulusal" değil "sınıfsal" temelde yapılması gerektiğinden hareketle Kürt Özgürlük Hareketiyle (KÖH) mesafeli durarak, kendileri ulusalcılık yaparlar. Ve ilginç olan, bu tür fikirlerin aynı zamanda "millet yok ümmet var" diyerek Kürt halkının mücadelesini inkâr eden bazı dinci çevrelerinkiyle örtüşmesidir. Solda "devrimci teori" zafiyeti nedeniyle, yaygın bir kesimi çeşitli olaylar karşısında politik tutum belirlerken egemen ideolojinin etkisindedir.
Öte
yandan, solun KÖH'e yakın ve daha dinamik kesimlerinden bir kısmının ise başka
bir etki altında atalete sürüklendiği söylenebilir. KÖH'nin, yakın coğrafyada
bölge devletlerine karşı ABD'nin koruyucu şemsiyesinden yararlandığı bir sır
değil. İsrail, ABD'nin İngiltere ile birlikte stratejik ortağı ve Arap
Yarımadasında güvenle ayağını basabileceği tek toprak parçası. KÖH açısından bu,
ABD korumasını kaybetmemek için Filistin direnişine mesafeli durmaya yol açan
pratik bir gerekçe oluşturuyor. Yanı sıra, Hamas ve IŞİD arası olası
yakınlıklar bu mesafeyi arttırıcı ideolojik gerekçeler arasında yer alıyor.
KÖH'ne destek veren bir kısım yapılar da bu etki altında Filistin direnişine
mesafeli duruyor ya da kayıtlı destek veriyorlar. Bu tutumun, dindar kitleleri
olumsuz etkileyeceği açıktır. Aksa Şehitleri Tugayı komutanı Deif'in posterinin
Diyarbakır surlarına asılması belki buna işaret ediyordur…
Farklı sol çevreler Hamascı görünmemek için Filistin'i genel geçer söylemlerle desteklemeye çalışıp lafı dolandırdıkça daha büyük çıkmazlara giriyor. Örneğin Denizlerin de bir zamanlar El Fetih saflarında savaştığını hatırlatarak izlerinden gidildiğini söylerken olduğu gibi. Oysa bunun günümüz konjonktüründe devrimcileri anmak dışında bir anlamı yok. Nedeni bugün başka bir dünyada yaşıyor oluşumuzun ötesinde, El Fetih'in artık değişik ülkelerin Denizler gibi devrimcilerine kucak açan bir örgüt olmayışı ve İsrail işbirlikçisi, adı yolsuzluklarla anılan, Filistinli direnişçileri İsrail'e teslim eden, başında emperyalistlerin çıkarlarını dile getiren Mahmut Abbas gibi birinin olduğu bir yapıya dönüşmesi. Buraya nasıl gelindiğini bilmeden ve buna karşı mücadele etmeden, bugünün "Denizleri" olunabilir mi?
Yine siyasi anlamını düşünmeden, genişçe bir sol kesim Filistinlilerin geleneksel "nehirden denize kadar" sloganını kullanıyor. Bir zamanlar bütün direniş örgütleri İsrail'i tanımıyor ve ortak amaçlarının bölgede yalnızca bağımsız bir Filistin devleti kurmak olduğunu ifade etmek için bu sloganı kullanıyorlardı. Ama bugün bazıları iki devletli çözümü benimsiyor ve Filistin topraklarında İsrail'in varlığını kabul ediyor. Yanı sıra, laik ve demokratik nitelikte tek devletli bir çözümden yana olanlar da var. Kimi sol çevreler düşünmeden eski bir sloganı tekrarlarken İsrail'i yok saymak gerektiğini mi savunuyor? Filistin sorunu için böyle bir çözüm planı mı düşünüyorlar? Bu tür çözüm planları yapmak bize mi düşüyor, yoksa bölgede yaşayanlara mı? Bu kararı verecekler yalnızca toprakları işgal edilmiş Filistinliler mi, yoksa Yahudilerin de söz hakkı var mı? Ek olarak; kimi solcular Hamascı görünmemek için FHKC vurgusu yaparken, bu örgütün programını mı benimsiyor, yoksa dinci değil de Marksist olduklarını mı göstermeye çalışıyor? Marksist olmak taraftarlık gibi bir davranış mı, yoksa somut durumun somut analizini yaparak tavır almaya çalışmak mı?
Ulus, halk, cemaat, sınıf, ırk vb. fark etmez; ezilen bir toplum kesimini yalnızca her koşulda onun için savaşanlar temsil eder. Bu hakkı o topluluğun üyesi olmak gibi gerekçelerle doğal yollardan değil, ancak uzun süreli varlık-yokluk mücadeleleri içinde kazanırlar. Bir seçim olduğunda, temsil edilenler bu hakkı onlara verdiklerini oylarıyla da gösterir. Nitekim Filistin'de 2006'da yapılan son seçimi Hamas kazanmıştır.
Tarihin kitleler tarafından değil de belli özneler eliyle yapıldığına inananlar, sık sık İsrail'in laik görüşteki FKÖ'yü bölmek için Hamas ve Hizbullah gibi dinci örgütleri desteklediklerini dile getiriyor. Böyle olmuş olsa bile bugün apaçık gerçek, İsrail'e karşı en etkili mücadeleyi bu örgütlerin verdiğidir. Örneğin Hamas'ın kurucusu Şeyh Ahmet Yasin, Gazze'de 22 Mart 2004 günü sabah namazından çıkarken İsrail helikopterinden atılan füzelerle katledildi. Yerine geçen Abdülaziz el-Rantisi yine Gazze'de 17 Nisan 2004'te helikopterden atılan füzelerle arabası havaya uçurularak katledildi. İslami Cihad örgütünün kurucusu ve lideri Fethi Şikaki, 1995'de Malta'da İsrail ajanlarınca öldürüldü. Yine FHKC lideri Ebu Ali Mustafa 2001'de evi İsrail tarafından füzeyle vurularak katledildi. Yerine geçen Ahmet Saadet, İsrail'in baskısıyla El Fetih tarafından tutuklanarak Batı Şeria'daki Eriha Hapishanesine kapatıldı ve burayı basan İsrail askerleri tarafından kaçırılıp kendi hapishanelerine götürüldü. Halen hapis yatıyor. Tüm direnişçiler Gazze gibi eskiden açık hava hapishanesi, şimdi ise toplu mezarlığa dönüşen bir yerde toplumun desteğini adanmışlıkları sayesinde kazanıyor. Bazıları bizim gibi düşünmüyor diye mücadelelerini küçümseyemez ve yiğitliklerini görmezden gelemeyiz. Bir topluluğu temsil etmek için belli bir ideolojiyi benimsemek ya da o topluluğun üyesi olmak gerektiğini ancak Marksizm'i dogma gibi görenler ve işçici, sosyalizmci solcular düşünebilir. Bütün ezilen mücadeleleri dudak bükmeden izleyip yeni şeyler öğreneceğimiz birer okuldur.
Siyaset
pratiği yaşanan an ve yerde yapılır, tarihin ya da kimsenin ne olacağını bilemeyeceği
geleceğin bir noktasında değil. Bugün
Gazze'den çıkılarak bir eylem yapıldı ve karşılığında İsrail bilindik zulmünü
sergiliyor. Dolayısıyla Filistin direnişi Gazze'de temsil ediliyor. Bu gerçeği
Abbas gibiler haricinde, Filistin ve Lübnan'daki bütün direnişçiler onaylıyor.
Ama ülke solunun önemli bir bölümü dincileri desteklerse sıkıntıya düşeceği
endişesiyle olayı genel geçer ifadelerle ve Filistin bayrağı sallayarak
geçiştiriyor. Geriye kalan, tıpkı sağcılar gibi İsrail bağlantılı şirketleri
boykot etmek oluyor.
Savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır. Haksız savaşlara karşı çıkan işçi sendikaları ve sol siyaset, geleneksel olarak ezenlere silah satılmasını ve gönderilmesini engellemeye çalışır. Bu aynı zamanda, proleter enternasyonalizmini güçlendiren siyasi bir eylemdir. Herhalde uzun yıllardan beri bugünkü kadar güçlü biçimde gösterilmemişti. Bazı örnekler:
Barselona Liman işçileri sendikası savaş bitene kadar İsrail ya da Filistin'e silah taşıyan gemilere yükleme yapmayacaklarını açıkladı. Neyin silah olduğu konusunda STK'ların yapacağı açıklamaları dikkate alacaklarını belirttiler. Filistinlilerin zaten böyle bir ticaret yapması söz konusu olmadığı için bu İsrail karşıtı bir eylemdir. İngiltere, İskoçya ve Kanada'da İsrail'le ilişkili silah üreticisi şirketler önünde eylemler yapıldı. İtalya'da Cenova limanında bir araya gelen liman işçileri benzer sevkiyatları engelleyeceklerini duyurdular. Belçika'da taşımacılık sektöründe örgütlü sendikalar İsrail'e silah taşıyan uçak ve gemilere yükleme yapılmaması çağrısında bulundular. Yine siyasi nitelikte ama farklı biçimde, Fas'ta Ulusal İşçi Sendikası üyeleri İsrail'le normalleşme anlaşmasının iptal edilmesi için Tanca'da gösteri yaptı.(Fas, 2020'de İbrahim Anlaşması çerçevesinde İsrail'i tanıyan Arap devletlerine katılmıştı.)
İsrail
devleti elindeki her olanağı Filistin halkı üzerinde terör estirmek için
kullanıyor. Bu anlamda İsrail'e demir ya da çimento satmak da bu teröre hizmet
ediyor. Ancak sürmekte olan savaş sırasında bu ülkeye silah satmakla çimento
satmak arasında fark var. Silah satışları her zaman devletlerin siyasi kararı
ve onayıyla yapılır. Bu nedenle silah satışına gösterilen tepki, kendi devletinin
siyasetine tepkiyi içerir. Bundan amaç salt teşhir değil, ticareti engelleyerek
siyasete müdahale etmektir. Ama diğer malların ticaretini de engellemek ve
İsrail'e ambargo uygulanması isteniyorsa, o zaman bunun muhatabı ticari
kuruluşlar değil, siyasi iktidardır. Yetmez, bu yönde uluslararası bir karar
alınması için ülkeler arası dayanışma örgütlemeye çalışmak gerekir. Bu,
iletişim ve ulaşımın zor olmadığı bir çağda yapılabilir. Zaten dünya çapında
sürecek gibi görünen eylemlerle bir ölçüde kendiliğinden yapılıyor. Bazı sol
çevrelerin sağcılar gibi şirket protestosuyla uğraşması, ucuz ve apolitik bir
davranıştır.
Ancak apolitikliğin de sınırı var: İster sağ ister sol adına olsun İsrail'in herkesin gözü önünde yaptığı zulme usulen bile olsa karşı çıkanlar, başta kendi ülkeleri olmak üzere benzer zulümlerin işlendiği her yerde aynı hassasiyeti gösterme sorumluluğunu da üstlenmiş oluyor. Bir süre sonra ezen ya da ezilenin safında ama mutlaka politik olmak zorunda kalacaklardır.
7 Ekim'in başlıca
aktörleri
Etkili siyasi eylemler toplumsal çatlakları görünür kıldığı için adeta tarih laboratuvarı gibi bir işlev yerine getirir. Çeşitli güç merkezlerini hareket halindeyken gözlemleyerek kapasite ve sınırları hakkında bilgi edinmek mümkün olur. Bunlar toplumsal konumumuzu anlamak ve geliştirmek bakımından eğiticidir.
Hamas 7 Ekim sabah 6.30'da eyleme geçerken, büyük olasılıkla kendi açıkladığı gibi bir miktar esir alıp İsrail hapishanelerindeki tutsakları kurtarmayı amaçlıyordu. Ancak gafil avlanan İsrail güvenliği panik içinde hareket ederek olayın daha da büyümesine neden oldu. Bu kargaşada Hamas aralarında yüksek rütbeli askerlerin de olduğu söylenen çok sayıda esir ele geçirirdi. İsrail ise saldırıyı önlemeye çalışırken anlaşılmaz biçimde çok sayıda kendi yurttaşını öldürdü. İsrail'in ilk resmî açıklamayı olayın üzerinden 4 saat geçtikten sonra yapması, içine düşülen şaşkınlığın ifadesidir. Bu sırada uçaklar Gazze sınırındaki Hamas hedeflerini bombalarken, İsrail yerleşim bölgelerinde de çatışmalar sürüyordu. Beklenmedik bu olay dünyanın geri kalanını da şaşırttı. Eylemin, yapanların niyetinden bağımsız nesnel sonuçları bu koşullarda ortaya çıktı. Önce gelişmelerde önemli rolü olan aktörlerin durumuna bakarak tablonun genelini anlamaya ve daha sonra sonuçlarını yorumlamaya çalışacağız.
İsrail: En önemli ihraç ürünü savaş ve güvenlik teknolojileri olan, sahip olduğu silahlar ve istihbarat yetenekleri dünyaya örnek gösterilen bir ülkenin bu büyüklükte bir eylemi önceden öğrenememesi ve güvenlik duvarlarının el yapımı Hamas füzeleri karşısında bile açıklar vermesi, kolay temizlenemeyecek kara bir lekedir. Öte yandan, İsrail'in başka şeyler kadar önemli bir silahı olan propaganda gücü de bu olay sırasında çökmüştür. Eğer İsrailli dürüst gazeteciler ve barış yanlısı aydınlar olmasa, İsrail yurttaşlarının Hamas değil İsrail ordusu tarafından katledildiğini öğrenemeyecektik. İsrail bu hezimetin acısını, gerçekleri duyurmaya çalışan gazetecileri öldürerek gidermeye çalışıyor. 7 Ekim-22 Kasım arası İsrail'in öldürdüğü gazeteci sayısı 64'tür. Savaştan sonra ülke güvenlik sisteminin elden geçirilerek yeniden kurulması kaçınılmaz görünüyor. Olay İsrail iç politikasının çalkantılı bir döneminde yaşandığı için Netenyahu'yu da silip süpürecek siyasi bir temizlik yapılması beklenmelidir. Eleştirilerin başını çeken İsrail Komünist Partisi'nin açıklamasındaki gibi; bütün yaşananların sorumlusu "canice" davranan Netenyahu'dur. [7]
Hamas: Güçlü direniş örgütleri ancak kendilerinden kat kat büyük düşmanlarına karşı kuşaklar boyu mücadele eden toplumlardan çıkar. Geçmişte Kore ve Vietnam'da komünistlerin, günümüzde Afganistan, Yemen ve Lübnan'da farklı İslami örgütlerin mücadelelerinin arkasında her zaman teslim olmayan halklar vardır. Örneğin Afganistan'da Peştun ve Yemen'de Husi aşiretleri, sömürgecilik döneminden bu yana topraklarını ele geçirmek isteyen birçok güçle savaştılar. Bugün Taliban'ın ABD'yi çekilmeye zorlaması, dünyanın en yoksullarının yaşadığı Yemen'de ağırlıklı olarak Husi aşiretine dayalı Ensarullah'ın, Suudiler ve BAE gibi dünyanın en zenginleri arasındaki ülkeleri alt etmesinin arkasında bu gerçekler yatıyor. Geçmişi 100 yılı aşan Filistin direnişinin arkasında da benzer bir tarih var.
İsrail her ne kadar 1948'de kurulsa da böyle bir devletten ilk kez bahsedilen resmi belge, İngiltere'nin 1917'de duyurduğu Balfour Deklarasyonudur. Sömürgesi Hindistan'a giden yolları denetim altında tutmak, tarım ve hammadde için yeni topraklar ele geçirmek isteyen İngiltere kendine bağımlı böyle bir devlet kurulmasını destekledi. O zamandan bu yana Filistinlilerin toprakları zorla ellerinden alınarak bu devlete yer açılıyor. Bu yüzden benzer mücadelelerden farklı olarak, Filistin direnişi gasp edilen topraklarını geri alma mücadelesidir.
Filistinliler diğer Arap halklarından farklı olarak okuryazarlık oranının yüzde 90'larda olduğu bir toplumdur. Direniş örgütlerinin önderleri ve çalışanları eğitimlerini okulların yanı sıra İsrail hapishaneleri ve kesintisiz mücadelelerde almış insanlardır. Diğer Arap halkları arasında Filistinlilere yaygın bir sempati olsa da, mücadele süreçlerinde kazandıkları devrimci ve demokrat özellikler nedeniyle çoğu Arap ülkesindeki monarşist yönetimler tarafından tehdit olarak görülür ve düşman kabul edilirler. Bu krallar ve emirler burada da kalmaz, Filistin direnişini sürekli yalnızlaştırarak İsrail'e yakın dururlar. Hamas, böyle bir toplum içinden çıkmıştır. Hakkında karar verirken arkasındaki asıl gücün Filistin halkı olduğu unutulmamalı.
Filistin'de başından bu yana bağımsız devletlerine sahip olmak isteyen bir ezilen ulus mücadelesi veriliyor. Mücadele ilk dönemlerinde ulusalcı, laik düşüncelerle sürdürüldü. Çevre Arap ülke yönetimlerinin Filistinlilerin örgütlenmesine müdahaleleri direnişin ayrılmaz bir parçası oldu. Filistin halkı bu müdahalelerden sürekli zarar gördü. Filistinli Marksistler kargaşaya son vermek amacıyla 1969'da George Habbaş önderliğinde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'ni kurdular. FHKC, Yaser Arafat'ın İsrail'le 1993'de imzaladığı Oslo Anlaşmasına karşı çıkarak silahlı direnişten vazgeçmeyeceğini açıkladı. Benzer tutumu Hamas, İslami Cihad ve başka örgütler de gösterdiler.
Sosyalizmin prestij kaybı, El Fetih ve FKÖ'nün yolsuzlukları, İsrail'e teslimiyet gibi nedenler, başka ülkelerdeki gibi Filistin'de de İslami ideolojinin yükselmesine yol açtı. SSCB'nin Afganistan macerası, İran İslam Devrimi ve bölgede Müslüman Kardeşlerin çalışmaları bunda etkili oldu. Bu gelişme 1980'den sonra ivme kazandı ve FKÖ işbirlikçi bir örgüte dönüşürken, din temelli örgütler mücadelede belirleyici konuma geçtiler. İsrail 2005'de Gazze'den çekilerek yönetimini Filistinlilere bıraktı. Hamas, 2006'da Filistin parlamento seçimlerini El Fetih'i geride bırakarak kazandı. Bundan rahatsızlık duyan İsrail'in Filistin mücadelesini bölmek için yaptığı müdahalelere son vermek ve Filistin'de bir iç savaş çıkmasını önlemek amacıyla Hamas El Fetih'i 2007 Haziranında Gazze'den çıkardı. İsrail'le işbirliği içindeki El Fetih Batı Şeria'ya çekildi. Ancak şu sıralarda da görüldüğü üzere FKÖ'nün barışçı tutumu İsrail'in Batı Şeria'daki saldırılarını arttırmasını durdurmaya yetmiyor ve bu bölgede de Filistin'in resmî politikalarına rağmen Gazze'deki gibi direniş eğilimleri beliriyor.
Bugün ağırlıklı olarak Gazze'de mücadele eden ama Filistin'in geri kalanıyla da bağlarını koruyan üç büyük örgüt var. FHKC Marksizm'i savunmayı sürdürüyor. İslami Cihad İran'a yakın bir örgüt olarak biliniyor. Hamas en büyükleri ve Sünnilik temelinde bir örgüt olmasına rağmen İran'la da yakın ilişki içinde. Hamas yönetimi Müslüman Kardeşleri destekleyen Katar'da Bu yüzden son ateşkesin arabulucusu da bu ülke oldu. İsrail'le 2016'da imzalanan anlaşma nedeniyle Hamas'ın Türkiye'deki faaliyetleri kısıtlıdır.
ABD: Bu eylemin açığa çıkardığı en önemli gerçek ABD hegemonyasındaki gerilemenin gözler önüne serilmesidir. Bilindiği üzere SSCB'nin dağılmasının ardından dünyanın tek egemen gücü haline gelmişti. Ama Çin'in hızlı yükselişinin aşındırıcı etkileri karşısında önlem almak zorunda kaldı. ABD bu amaçla Avrupa'yı arkasında toplanmaya zorlayan bir hamle yaparak Ukrayna savaşını kışkırttı. Çin'in en güçlü müttefiki olan Rusya'yı çökertmek ve hegemonyasını güçlendirmek için bu ülkeye ambargo başlattı. Ama işler planladığı gibi gitmedi. Eğer bugün stratejik ortağı İsrail'e karşı bir direniş örgütünün eylemi nedeniyle jeostratejik bakımdan dünyanın en önemli coğrafyasına iki uçak gemisi, bir nükleer denizaltı ve binlerce ton silah göndermek zorunda kalıyorsa, bu ABD'nin gücünü değil, bu gücü artık eskisi gibi etkili kullanamadığını gösterir. Çünkü gücü çözüm için değil, sorun büyümesin diye İran ve Hizbullah'ın İsrail'e saldırmasını önlemek amacıyla gönderiyor. Üstelik bölgedeki 11 Arap ülkesinde toplam 46 askeri üssü bulunmasına rağmen. Yalnız Suriye'de 18, Irak'ta ise 9 üssü var. 3. Ordu karargâhının olduğu Kuveyt'te, 5. Deniz filosunun olduğu Bahreyn'de, Katar, BAE, Mısır, İsrail, Ürdün, Suudi Arabistan ve Umman'daki hava üsleri, eğitim tesisleri, limanlarda; Pentagon'un açıklamasına göre 54 bin ABD askeri bulunuyor. Buna rağmen önlemesinin zor olacağı saldırı olasılıklarını hesaplayarak İsrail açıklarına yeni güç gönderiyor.
ABD hâlâ dünyanın en büyük askerî gücü olsa da artık karşıtları üstünlük kurdukları sınırlı alanlarda kendisiyle rekabet edebiliyor. ABD hegemonyasındaki bu gerilemenin nedeni, bir zamanlar onu dünyanın tepesine çıkaran kapitalist üretim ilişkilerinde görülen küresel gelişmedir. Başka bir yazının konusu olan bu duruma burada kısaca değinmeye çalışalım:
ABD'nin güç ve zenginliği kendiliğinden oluşmadı, kapitalizmin dünya ekonomisi haline (=emperyalizm) geliş sürecinin ürünü. Dolayısıyla gerilemesi de yine bu nesnel temelde gerçekleşiyor. Kapitalizm büyümeye devam ederken aynı ölçüde olmasa bile başkaları da büyüyor. ( 21 Kasım'da İsrail-Filistin çatışmasını gündeme Alan BRİCS ülkelerinin sanal zirvesi bunun güncel örneğidir. Bunun için Süleyman Karan'ın oldukça bilgilendirici olan "SWIFT’in bir alternatifi olursa küresel ekonomi nereye evrilir?" başlıklı makalesine bakılabilir.[8]) Çin ekonomik bakımından ABD'yi yakaladı. Bu süreçte ABD'den görece bağımsız bölgesel işbirlikleri ve hiyerarşiler ortaya çıktı. ABD eskiden rakiplerini silah kullanmadan, ekonomik baskıyla alt edebilirken artık bunu yapamıyor. Doların rakipsiz dünya egemenliği altında ülkeleri borç-faiz sarmalıyla kendine bağımlı kıldığı günler geride kaldı.
Elbette
dolar zayıflasa da hâlâ dünya ticaretindeki önemini koruyor. Ama kapitalizmin
sürekliliği ABD'nin siyasi kararlarıyla değil, üretim ilişkilerinin kendini
iradelerden bağımsız olarak nasıl yeniden ürettiğine göre belirleniyor. Bunda
da yapısal kriz dinamiğinin etkisi önemli bir rol oynuyor. Bilindiği üzere
krizin nedeni kapitalist gelişimin ürünü olarak biriken zenginliğin sermayeye
dönüşememesi. Kriz bölgesel ve dönemsel bunalımlar olarak yaşanıyor. Yeterli
oranda kâr edebilmek için yatırım yapılamadıkça sermaye değersizleşiyor. Başka
bir ifadeyle, yatırım yapacak yer arayışı içinde olan büyük bir parasal
zenginlik ortaya çıkıyor. Bu da kredi bulmayı kolaylaştırdığı için, emperyalizmin geleneksel özelliklerinden biri
olan sermaye ihracı üzerindeki ABD kontrolünün zayıflamasına yol açıyor.
Dolayısıyla ABD'nin ülkelere uyguladığı ekonomik ambargolar ve kredi
kısıtlamaları etkisiz kalıyor. Yıllarca İran'a, Ukrayna savaşı nedeniyle
Rusya'ya ve kısmen Çin'e uygulanan ambargolar sırasında bunun örnekleri
görüldü. Ulaşım ve iletişimin kolaylaştığı bir dönemde, üstelik kapitalizm
sermayeye dönüşmeyi bekleyen zenginlik içinde boğulurken ambargo gibi eskiden
kalma yöntemlerle başkaları üzerinde egemenlik kurmaya çalışmanın anlamı yok. Nitekim
ABD, Rusya'ya zarar vermek amacıyla BAE ve Suudi Arabistan gibi petrol üreticisi
ülkelere üretimi arttırıp fiyatların düşmesini sağlamaları için baskı yaptığında
sözünü dinletemedi.[9]
ABD'nin dünya ekonomisi üzerindeki hegemonyası ancak dolar kullananların banka
hesaplarını izlemek ve uygunsuz bulduklarının parasını bloke etmekle kalıyor.
Bütün bunlar ABD'nin dünya hegemonyasını sürdürmek için elindeki askeri güç dışında önemli bir aracı kalmadığını gösteriyor. Elbette İsrail'i ayakta tutmak için tek başına bu da yeter. Ama BM'de derhal ateşkes yapılması için 27 Ekimde düzenlenen oylamada 14 ülkenin tasarıyı reddetmesine karşı 120 ülkenin kabul oyu kullanmasının da gösterdiği üzere, ABD giderek yalnızlaşıyor. SSCB'nin dağılışıyla oluşan ve 11 Eylül sonrası doruk noktasına ulaşan dünya düzeninde onarılması güç bir çatlak oluşmuş durumda. Ve bunun önceki dönemlere benzer yollardan askeri güçle giderilmesi pek mümkün görünmüyor. Çünkü kapitalist gelişme, ABD karşıtlarının da kimi askerî teknolojilere ulaşmasını kolaylaştırıyor.
Çin: Bu çatışmanın dikkatlerden kaçan ilklerinden biri de, ABD'nin Doğu Akdeniz'e uçak gemilerini yollamasının ardından Çin'in de Basra Körfezine 6 savaş gemisi göndermesiydi. Çin gemileri körfez ülkelerini ziyaret amacıyla yolladığını açıklasa da, 2 yıl önce İran'la toplam 400 milyar dolarlık yatırım anlaşması imzaladığını ve stratejik ortaklık kurduğunu unutmamak gerekiyor.[10] Çin'in bölgede (ve dünyada) bir tane askeri üssü var, o da Cibuti'de. Çin geleneksel olarak çatışmalara taraf olmuyor ve sorunların barışçı yollardan çözülmesinden yana davranıyor. Filistin'de de bu yönde, iki devletli çözümden yana tavır alıyor.
Öte yandan Çin'in İsrail'le de önemli anlaşmaları var. Hayfa limanını işletiyor ve Aşdod limanında rıhtım inşaatı yürütüyor. Hayfa limanını 25 yıllığına alırken NATO'nun buradan yararlanmamasını şart koşmuştu. Buna karşılık ABD de, limanın verilmemesi ve casusluk faaliyetlerine yol açacağı gerekçesiyle Çin'le digital teknoloji alışverişine girilmemesi için İsrail'e baskı yaptı. İsrail, tarafları yatıştırarak Çin'le ticari ilişkilerini geliştirmeyi sürdürdü. İki ülke arası ticaret hacmi 2021 verilerine göre 22 milyar 800 milyon dolar. Bir fikir vermesi açısından, Türkiye'nin İsrail'le ticareti yaklaşık bunun yarısı kadar.
Çin'in siyasi sorunlar yaşadığı Hindistan'ı atlayarak Basra Körfezi-İran-Türkiye'den geçen, Orta Asya-Hazar Denizi-Kafkaslar-Türkiye, BAE-Suudi Arabistan-Ürdün-İsrail çıkışlı ve Kızıldeniz yoluyla, sonuncusu Rusya üzerinden olmak üzere beş koldan sürdürdüğü batı ülkeleriyle bağlantı kuran "Yol ve Kuşak Projesi" ABD'nin bölgedeki nüfuzunu zaten yeterince zayıflatıyordu. Geçtiğimiz Mart Ayında Çin buna İran ve Suudi Arabistan arası ilişkilerin yumuşamasına arabuluculuğu da ekleyince, ABD durumu kurtarmak için aceleyle bir proje ortaya attı. Bu çerçevede, Eylül Ayı başlarında Hindistan'da düzenlenen G 20 zirvesinde ABD, Hindistan'ı batıya bağlamak için kendisinin de katıldığı ve BAE-Suudi Arabistan-Ürdün-İsrail-Yunanistan bağlantılı bir proje üstünde anlaşmaya varıldığını duyurdu. Ancak Çin'in 2013'ten beri sürmekte olan yol ve liman inşa çalışmaları karşısında finansman kaynağı bile belli olmayan bu proje ciddi bir yankı yaratmadı. Çin, BM'de İsrail'in Gazze saldırısını durdurması yönünde oy kullandı.
Avrupa: Savaş Avrupalıların çelişkilerini arttırıyor ve önemli sorunlar karşısında genellikle görüldüğü üzere Kuzey ülkeleriyle Güney farklı politikalar izliyor. Çatışmanın ilk günlerinde İngiltere, Fransa ve Almanya'nın İsrail'e açık desteği değil ama Filistin yanlısı gösterilere hoşgörüsüz davranması şaşırtıcı olmuştu. Hükümetler ve önde gelen politikacılar eylemcileri antisemitizmle suçladı ve aralarındaki göçmenleri sınır dışı etmekle tehdit ettiler. Nedeni, toplumların kırılgan yapısının olumsuz etkileneceğinden korkmaları olabilir.
Avrupa'yı kırılgan hale getiren iki önemli konu var; ilki ucuz ve istikrarlı enerji sağlanması, ikincisi giderek artan genç ve göçmen nüfusun yönetilmesiyle ilgili sorunlar. Avrupa hükümetleri Rusya'ya ambargo yüzünden enerji fiyatlarındaki artıştan kaynaklı hoşnutsuzluğu az çok yönetebildi. Bazı ülkelerde enerji harcamaları kısmen sübvanse edildi. Bunun dışında Ukrayna'yı destekleme politikalarının eleştirisine ve savaş karşıtlığına izin verilmedi. Ama sorun kapitalizmin yakıt deposu Arap Yarımadasında ortaya çıkınca işler değişiyor. Bölgesel bir savaş çıkması durumunda petrolün varilinin 200 dolara dayanacağına dönük tahminler elbette herkesin uykusunu kaçırıyor. ABD'nin bölgeye hızla güç göndermesi, İran ve Hizbullah'ın ılımlı açıklamaları bu kaygıları giderse de, karşıda Rusya değil İsrail var ve Hamas ne kadar şeytanlaştırılmaya çalışılsa da bir İŞİD değil. Dolayısıyla Avrupa kaygılarından kolayca kurtulacak gibi görünmüyor.
Bilindiği üzere Avrupa'da yerleşik insanlarının beğenmediği işleri genellikle düşük ücretle çalışan genç, göçmen, Afrika ya da Müslüman kökenliler yapıyor. Kıtada 87 milyon göçmen yaşadığı tahmin ediliyor. Genellikle Filistin'i destekliyorlar. Avrupa toplumunun en dinamik kesimini oluşturan bu nüfusun eyleme geçmesini hiçbir hükümet istemiyor.
İlk günlerde Avrupa hükümetlerinin İsrail'in kendini savunma hakkı olduğunu dile getiren resmî açıklamaları, İsrail saldırılarını arttırması üzerine esnetilmeye başlandı. Çünkü ABD ve İsrail'in pervasız tutumu karşısında dünyanın katliamı eli kolu bağlı izlemesi, kitlelerin isyan duygusunu körükleyici etki yaratıyordu. Antisemitist olarak damgalanmak istemeyen ve güçlü ekonomisi sayesinde toplumu yatıştırıcı olanaklara sahip olan Almanya'nın İsrail yanlısı tutumunda değişme olmadı. Ama İngiltere ve Fransa böyle bir lükse sahip değillerdi ve hâlâ İsrail'den yana olsalar da toplumu yatıştırmak için ağız değiştirmek zorunda kaldılar. İngiltere'de artan gösteriler, İçişleri Bakanının görevden alınmasına yol açtı. Yanı sıra, İşçi Partisi Başkanı Starmer'in İsrail'i eleştirse de ateşkes çağrısı yapmaması üzerine partisinde istifalar yaşandı. Fransa'da ise Macron ilk günlerdeki İsrail'e açık destek veren tutumundan, Gazze'de sivillere zarar verildiğini ileri sürerek uzaklaşmaya başladı. Fransa'da solun lideri konumundaki Melenchon'un Hamas'ı "terör örgütü" olarak görmediğini söylemesi ilk günlerde yoğun biçimde eleştirilse de, İsrail'in yalanları açığa çıktıkça artık eskisi kadar tepki toplamıyor. Bu arada İspanya'nın ve Belçika'nın İsrail karşıtı tutumu diğer ülkelere örnek oluyor.
Avrupa toplumları önemli bir sorun karşısında kendilerini yönetenler gibi düşünmediklerini ortaya koydular. Netenyahu sayesinde bu tür eylemlerin en önemli engeli olan antisemitizm miti bir ölçüde yıkıldı. "Demokrat" ve "uygar" Avrupa'nın kendi gücüne değil, ABD-İsrail ortaklığının kan dökme yeteneğine dayandığı da er geç anlaşılacaktır.
Rusya: Rusya 2015'te Suriye'ye geldiğinden bu yana İsrail'le komşu sayılır. Filistin sorununda iki devletli çözümden yana. İsrail'le karşılıklı yarara dayalı ilişki içindeler. Rusya Suriye'deki İran yanlısı güçlerin İsrail sınırına 85 km'den fazla yaklaşmasına izin vermiyor ve İsrail uçaklarının zaman zaman bu güçlere dönük operasyonlarını görmezden geliyor. Buna karşılık İsrail de Ukrayna'ya silah vermiyor ve ABD baskısına rağmen Rusya'ya uygulanan ambargoya katılmıyor. Rusya birçok batılı devletin aksine, Hamas'ı terörist olarak görmüyor. Putin 13 Ekim'de yaptığı konuşmada İsrail'in Gazze ablukasını Nazilerin Leningrad kuşatmasına benzetti. Bunun üzerine, İsrailli politikacı Weitmann 19 Ekim'de Rus televizyonu RT ile röportajda Rusya'yı tehdit ederek bunun hesabını soracaklarını söyledi. Buna yanıt, 26 Ekim'de Hamas temsilcilerinin Moskova'da Rus ve İran temsilcileriyle görüşmesi oldu. Rusya şimdilik dikkatler Ukrayna'dan İsrail'e döndüğü için durumdan memnun görünüyor. Rusya'nın Suriye'de hava ve deniz üsleri var. Libya'da desteklediği Hafter'in kontrolündeki Bingazi ve Tobruk'ta da deniz üsleri kurmaya hazırlandığı yönünde haberler çıkıyor.
Türkiye: Bilindiği üzere Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkeler arasında İsrail'i ilk tanıyan Türkiye'dir. İktidarın İsrail politikalarındaki çelişkili tutumunu anlamak için söylemlerine değil, bu tarihsel gerçeği somut olarak aşıp aşamadığına ve ekonomiye bakmak gerekiyor. Ülkedeki ABD üsleri çalıştığına, İngiltere ve Yunanistan'la birlikte garantör devlet olunan Kıbrıs'taki İngiliz üssü ve limanlar İsrail'e yardım için kullanıldığına göre tarihsel durumda önemli bir değişiklik yok demektir. Ekonomiye gelince:
Türkiye, savaştan ekonomik yarar sağlayacak ender ülkelerden biri. Bu kısa vadede İsrail'le ticaretin getirdiği doğrudan ve uzun vadede İsrail'in Doğu Akdeniz'deki nüfuzunun zayıflamasının getireceği dolaylı yarar olmak üzere iki yönlü düşünülebilir. Medyada 7 Ekim'den bu yana Türkiye'den İsrail'e yaklaşık 700 gemi gittiği haberleri yer alıyor. Türkiye, İsrail'in güvenli ticaret yapabileceği en yakın tedarikçi konumunda. Husilerin Kızıldeniz'den İsrail'e gemi geçirmeyeceklerini açıklaması ve bir gemiye el koyması, Avrupa ülkelerinde liman işçilerinin engel çıkarma olasılıkları, Türkiye'nin önemini arttırıyor. Dövize şiddetle ihtiyaç duyulduğu sürece ticaretin kesintisiz süreceğinden kimse şüphe duymamalı.
Öte yandan savaş uzadıkça İsrail siyaset ve ekonomisinin istikrarsızlığa sürüklenmesi kaçınılmaz. Bu da Avrupa-İsrail arası enerji projelerinin uygulanmasını zorlaştıracak ve bu alanda Türkiye'yi en önemli seçenek haline getirecektir. Bu yüzden Hamas'a gösterilen ilgiyle İsrail'le ticarete devam etmek, aynı paranın iki yüzü gibidir.
İsrail'i yüksek perdeden eleştirmenin ve Filistin yanlısı görünmenin bir başka nedeni de, iktidarın Kürt sorunu karşısında İsrail benzeri yol izlediği suçlamasıyla karşılaşmak istemeyişidir. Nitekim Netenyahu uzun süredir iktidarın eleştirilerine " Kürt köylerini bombalayan bir liderden ahlak dersi alacak değilim" diyerek yanıt veriyor. [11] Ve sık sık bağımsız bir Kürt devletinden yana olduğunu dile getiriyor. Bunların sonucu, Türkiye'nin Filistin sorununda yaptığı işin büyüklüğü, kaldırdığı tozun yanında önemsiz kalıyor. Bu nedenle zaten arabuluculuk gibi önemli rolleri Katar ve Mısır üstleniyor.
Diğer aktörler: İran, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Yemen'deki ABD-İsrail karşıtı güçler "direniş eksenini" oluşturuyor. Hizbullah, Suriye iç savaşında Esat yönetimine ilk destek veren güç ve aynı zamanda Lübnan politikasında belirleyici konumda. Ancak Hizbullah Lübnan'daki hassas dengenin bozulmaması için sorumlu bir politika izliyor. Bu nedenle her ne kadar Filistin direnişini desteklese de, İsrail'e karşı eylemlerini sınırlı tutuyor. İsrail de Gazze ile uğraşırken çok daha büyük bir tehditle kapışmamak için aynı dengeyi gözetiyor. Suriye ise, Golan tepelerini işgal altında tutan İsrail'le bir barış anlaşması imzalamadığı için hukuken savaş durumunda. Ama fiili bir savaş yürütecek güçte değil elbette.
Yemen'in büyük bir bölümü Husi aşiretine dayalı Ensarullah denetiminde. BAE ve batılı ülkeler tarafından desteklenip meşru temsilci olarak kabul edilen Mansur Hadi yönetimi ülkenin güneyinde Aden'e sıkışmış durumda. Aden açıklarındaki adalarda ABD üsleri bulunuyor. Yemen'in kuzeyindeki topraklarda hak iddia eden Suudi Arabistan 2015'te BAE ile işbirliği yaparak bu ülkeye saldırı başlatmıştı. Ama tarih boyu silahı elden bırakmayan Husiler bu saldırıları geri püskürttü. Suudiler bu yenilgiden, ülkenin güneyinde nüfuz oluşturan BAE'yi sorumlu tutuyor. Bu nedenle araları eskisi gibi sıcak değil. İsrail'e sembolik bir savaş ilan eden Kuzey Yemen yönetimi aralıklarla ama etkisiz kalan füze ve drone saldırıları yapıyor.
Mısır, 1979'da imzaladığı barış anlaşmasıyla İsrail'i resmi olarak tanıyan ilk Arap ülkesi. ( Enver Sedat bu anlaşmayı imzaladığı gerekçesiyle 1981'de suikastla öldürüldü.) Gazzelilerin Sina'ya yerleştirilmesi önerileri nedeniyle tedirgin durumda. Mısır, bunun maliyetini karşılamaya hazır olduklarını söyleyen İsrail, ABD ve çeşitli Arap ülkelerinin bu önerilerini şiddetle reddediyor. Böyle bir durumda Filistin direnişi Mısır topraklarına taşınacağı için İsrail'le savaşmak zorunda kalacağından endişe ediyor. Ayrıca Müslüman Kardeşler iktidarına son veren Sisi yönetimi aynı çizgideki Hamas'ı topraklarında barındırmak istemiyor. Bu nedenle Mısır çatışmanın bir an önce bitmesi için çaba gösteriyor.
Filistin'de iki devletli çözümden yana olan Ürdün, savaştan en çok etkilenen ülkelerin başında geliyor. Çünkü 11.5 milyonluk nüfusunun yarısını, İsrail kurulduğundan bu yana çıkan savaşlar sonucu göç eden/ettirilen Filistinliler oluşturuyor. Diğer Arap ülkeleri gibi zengin petrol kaynaklarının olmadığı ülke ekonomisi dış yardımlarla ayakta duruyor. En büyük endişesi, İsrail'in Gazze'yi boşaltmaya çalışmasının ardından sıranın Batı Şeria'ya geleceği ve yeni bir Filistin göç dalgasıyla karşılaşacağı. Böyle bir durumu İsrail'le savaş nedeni sayıyor. Monarşiye karşı isyana dönüşebileceği korkusuyla İsrail karşıtı protestolara izin verilmiyor. Ürdün, 1994'te imzaladığı anlaşmayla İsrail'in varlığını tanıyor.
BAE, kapitalizmin sağladığı küresel olanaklardan en fazla yararlanan küçük ülkelerden biri. 2020'te ABD Başkanı Trump'ın girişimiyle İsrail'le İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accord) imzalayarak bu ülkeyi tanıyan üçüncü Arap devleti oldu. Bunu, Bahreyn, Sudan v Fas takip etti. İsrail'le benzer normalleşme adımları atmaya hazırlanan Suudi Arabistan ise, resmî açıklama yapılmasa da duyurulan haberlere göre 7 Ekim sonrası bu girişimi askıya aldı. BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi olan BAE Hamas ve İsrail'i eşit ölçüde eleştiriyor.
Katar, İsrail'in her saldırısından sonra Gazze'nin yeniden imarı için destek veren ülkelerin başında geliyor. Müslüman Kardeşlere destek verdiği için diğer Arap ülkeleri tarafından pek sevilmese de Hamas siyasi yönetimine yer vermeyi sürdürüyor. Bu nedenlerle son çatışmada arabulucu rolü oynadı.
Petrol
zengini Arap ülkeleri, ellerindekini kendi başlarına koruyamayacak kadar
güçsüzler. Bu ülkelerde dar bir elitin elinde olan siyasi iktidarlar
güvenliklerini yakın zamana kadar ABD desteğiyle sağlıyordu ama İran'ın bölgede
artan etkisi ve Çin'in yükselişi nedeniyle bugün çok yönlü politika izlemek
zorunda kalıyorlar. Örneğin Kuveyt İran'nın en yakın komşusu ve en büyük ABD
üssü onun topraklarında ama İran'la diğer Arap ülkelerinden daha yakın
ilişkileri olduğu gibi, son çatışmada açıkça İsrail karşıtı tavır alarak
Filistin'i destekledi. Bu nedenle Hamas'ın İsrail'e saldırısı, çatışmaya
İran'ın da katılabileceği endişesiyle en çok bu ülkeleri korkutuyor. Çünkü
böyle bir durumda Basra Körfezi ateş denizine döner ve bu ülkeler yalnızca
ekonomik sorunlarla karşılaşmaz, 2010 "Arap Baharı" sürecinde
yaşananlara benzer toplumsal sorunlarla da karşılaşırlar. Gelişmeler, ister
istemez herkesi Filistin sorununa bir an önce çözüm bulmaya itiyor. Bu yüzden
Aksa Tufanı'nın bir macera gibi görmek yanıltıcıdır.
Sonuç: 11
Eylül'den 7 Ekim'e, yeni bir dönemin eşiğinde…
"Dönem", bir zaman kavramıdır; rasgele kullanmamak için anlamını kısaca açıklamaya çalışalım: Zaman bir gerçeklik değil, maddi hareketleri karşılaştırmakta kullandığımız kavramsal ifade. Bilindiği üzere saat, gün, ay gibi zaman kavramları dünyanın kendi ve güneş etrafında dönüşlerinin adları. A noktasından B noktasına 1 günde yüründüğünü söylediğimizde, yürüyüş sırasında dünyanın da kendi çevresinde 1 kez döndüğünü anlatıyoruz. Yeryüzünde yaşayanlar için dünyanın dönüşü ortak bir veri olduğundan, farklı hareketlerin mesafe ve hızını anlamak amacıyla bu veriyi genel ölçüt olarak kullanıyoruz. Böylece sonsuz hareketin içinde kendimiz de hareket halindeyken, yaşadığımız andaki konumumuzu saptamak ve davranışlarımızı buna göre sürdürmek kolaylaşıyor. Örneğin yola çıkarken ne kadar yürüyeceğimizi bildiğimiz için yiyecek içecek tedariki ve hızımızı ayarlamayı rastlantıya bırakmıyoruz. Zaman bilgisi, sayısız etkenin bir araya geldiği somut koşullarda konumumuzu belirlemeye yarıyor. Bu anlamda sürmekte olan bir hareketin iniş ya da çıkışlarının başlangıç ve bitişleri arasındaki bölümü ifade eden "dönem" de, zaman bilgisi veren bir kavram olarak konumumuzu anlamaya ve üzerinde değişiklikler yapmaya olanak sağlıyor.
***
Burada "yüzeysel" diyebileceğimiz kadar genel bir çerçevede, küresel kapitalizmin yakın zamandaki iniş ve çıkışları üzerinde duruyoruz. Bilindiği üzere kapitalizmin temel çelişkisini ücretli emek ve sermaye ilişkisi oluşturuyor. Emperyalizm, kapitalizmin dünya ekonomisi haline gelmesi olgusu. Bugün dünyadaki çelişkilerin belirleyicisi, kapitalizmin varoluşsal ve tüm kapitalist ülkelerdeki ortak çelişkileridir. Ancak gündelik yaşamda çelişkileri bu nitelikleriyle ve çıplak halde değil, ülke, devlet, ırk, inanç, etnisite, cinsiyet rolü vb. farklı olgu ve kimlikler arası çatışmalar biçiminde yaşıyoruz. Sermayenin her ne kadar vatanı olmasa da, somut koşullarda kendini sermaye sahipleri eliyle yeniden üretebilmek için bir "vatan" olgusu etrafında kıyameti koparabiliyor. Ya da kapitalizmin kutsalları olmasa da, "kutsal bir mekânı kâfirlerin saldırısından koruma" adı altında farklı kapitalist tekellerin çıkar çatışmaları yaşanabiliyor. Bu sırada sömürü, kapitalist bir işletmede ücretli emekçi çalıştırmakla sınırlı olmadığı ve küresel kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu sonucu olarak yaşandığı için, ezilen ve sömürülen kitleler direnişlerini yaşadıkları yerde ve ellerine ne geçerse onunla sürdürüyorlar. Dolayısıyla çatışmalarda kimin ne söylediğine göre değil, ezenin ve ezilenin nerede olduğuna bakarak karar vermemiz gerekiyor. Elbette ezilenden yana olmak amacıyla…
Toplumsal çelişkiler birbiri üzerinde etki oluşturarak ve iç içe geçmiş halde yaşanıyor. Bunları ideolojik, ekonomik ve siyasi olmak üzere üç farklı düzeyde ele alıyoruz. Devletlerin birbirleriyle olan ya da temsil ettikleri toplamlarda kendilerine karşı ortaya çıkan çelişkiler siyasi niteliktedir. Ekonomi ve ideolojinin genellikle uzun dönemli ve toplumun ortak kabul edebileceği etkilerine karşılık, ayrıştırıcı nitelikteki siyaset pratiği etkisini yaşanan anda gösterir. Bu anlamda uzunca bir zamandır dünyadaki siyasi çelişkilerin, bunlar arasındaki en önemli çelişki olan Çin-ABD kutuplaşması etrafında döndüğünü söyleyebiliriz. Dönemin değişmesiyle ilgili yorumlarımız bu çelişkinin ortaya çıkışına ve üst belirlediği çelişkileri etkileyişine dayanıyor. Bu değişimi görmeyi kolaylaştıracağı düşüncesiyle 11 Eylül ve 7 Ekim'i kısaca karşılaştırıyoruz.
***
7 Ekim için "İsrail'in 11 Eylül'ü" olduğu yaygın biçimde söylendi. Şok ediciliği, ayrıntılı olması, uzun süreli hazırlık gerektirmesi ve saldırıya uğrayanların bundan sorumlu tuttukları toplumlara "sorunun kökünü kazıyacakları" iddiasıyla acımasızca saldırmaları gibi benzerlikleri olduğu söylenebilir. Buradan hareketle daha ileri giderek ABD ve İsrail'in saldırıya geçme bahanesi yaratmak amacıyla bu eylemleri planladıklarını ileri sürmek ise saçmadır. Olayların gerçekleştiği koşullara bakmak ne anlam taşıdıklarını da gösterecektir.
11 Eylül 2001, ABD küresel hegemonyasının dorukta olduğu sırada yapıldı. Yani ABD'nin dünya hegemonyası kurmak için böyle bir bahane yaratmaya gereksinimi yoktu. Çünkü bugün "düşman" olarak tanımladığı bütün ülkeler çeşitli sorunlar içinde kaybolmuş gibiydi ve ABD zaten rakipsiz bir konumdaydı. Rusya SSCB'nin dağılmasının artçı sarsıntılarıyla uğraşıyor, Irak'la uzun bir savaştan çıkan İran toparlanmaya çalışıyor ve Irak aralarında bazı Arap devletlerinin de olduğu toplam 37 ülkeden oluşan ABD öncülüğündeki savaş koalisyonuyla yerle bir ediliyordu. ABD sık sık sıranın "haydut devletler" diye tanımladığı İran, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Libya, Suriye, Yemen gibi ülkelerde olduğu tehditleri savuruyordu. 11 Eylülü, çoğu varlıklı ailelerden gelen iyi eğitimli Arap gençleri günlük hayata ait araç gereçler kullanarak yaptılar. ABD, BM Güvenlik Konseyi kararıyla bir savaş koalisyonu eşliğinde, eylemden sorumlu tuttuğu El Kaide'nin saklandığı gerekçesiyle Afganistan'a saldırdı. Aynı gerekçeyle 2003'te Irak'a da tekrar saldırdı…
7 Ekim de benzer biçimde, İsrail'in Filistinliler ve Gazze üzerinde mutlak bir kontrolünün olduğu koşullarda gerçekleştirildi. Gazze'den ara sıra cılız füze atışları yapılsa da İsrail bunları "demir kubbe" ile etkisiz hale getiriyor ve kaynağını uçaklarla bombalıyordu. Mısırla anlaşmalar gereği güneydeki tüneller kapatılmış, bölge karadan ve denizden abluka altına alınarak sürekli gözetleniyordu. Zaten İsrail kısa aralıklarla Gazze'ye rahatça saldırılar düzenleyerek direniş için kullanılabilecek ne varsa yok ediyordu. Ayrıca yüksek sınır güvenliği nedeniyle kimse Gazze'den bu boyutlarda bir saldırı olacağını beklemiyordu. Ama oldu.
NATO 1999'da Kosova'yı bombalayana kadar Rusya ile ilişkileri iyiydi. 2001'den sonra eski Varşova Paktı ülkelerini kendine katmaya ve Rusya'yı kuşatmaya kalkışınca işler tersine döndü. Bugün gelinen aşamada NATO bu tür katılımlara o kadar sıcak değil ve Ukrayna'yı bile ittifaka almaya cesaret edemiyor. ABD'nin 11 Eylül sonrası politikalarındaki önemli bir değişiklik ise Kissenger'ın 1970'lerde Sovyetleri yalnızlaştırmak için önerdiği doğrultuda, Çin'le ilişkilerini geliştirerek Rusya'yı yalnızlaştırmaya çalışması oldu. Çin bu amaçla 11 Eylül saldırılarından 2 ay sonra DTÖ'ye alındı. ABD'nin amacı, yapacağı yatırımlarla Çin'i dünya ekonomisine bağlamak ve bu yolla üzerinde denetim kurmaktı. Ayrıca bu ülkeye yapılan yatırımlardan gelecek kârın o sıralarda yaşanan bunalımı atlatmaya da katkısı olacaktı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Çin, ekonomide devlet ağırlığını korudu. Karşılığında, serbest ticaretten yararlanarak ekonomisini hızla büyütüp geliştirdi ve ABD'yi yakaladı. Bugün ABD'de, Çin'in DTÖ'ye katılımını onaylamanın yanlışlığı tartışılıyor.
Çin'de
bunlar yaşanırken dünyada da bazı gelişmeler oluyordu. ABD ekonomik ve siyasi
gücünün doruğunda olduğu 90'lı yıllarda IMF aracılığıyla, Soğuk Savaş döneminde
işbirliği yaptığı ve aralarında Yemen gibi dünyanın en yoksullarının da olduğu
ülkelerde bile liberal ekonomi politikalar uygulanması içi baskı yapıyordu.
Amaç, Çin için düşünüldüğü gibi korumacılık duvarları arkasındaki bütün kara
parçalarını sermaye yatırımlarına açarak, emperyalizmin kolektif sömürüsü
altına almaktı. Darbelerin, etnik ve
dinsel çatışmaların eksik olmadığı yoksul ülkelerde bu politikalara karşı
toplumsal muhalefet hareketleri başladı. Bu ülkelerde sosyalizmin prestijli
olduğu yıllarda zaten çeşitli Marksist örgütler vardı, SSCB'nin dağılmasının
ardından yerlerini din temelli örgütler aldılar. Afganistan'ın ABD tarafından
işgali, din temelli bu örgütlerin daha da yaygınlaşmasına yol açtı. ABD nihayet 2011'de
geride parçalanmış ve bölgedeki en güçlü rakibi İran'ın hegemonyasına girmiş
bir Irak bırakarak bu ülkeyi işgaline son verdi. Benzer biçimde, Afganistan'da da ülke yönetimini 20 yıl boyunca savaştığı Taliban'a bırakarak, 2021'de çekildi.
Bugün ABD düşmanlarına ne askeri gücüyle boyun eğdirecek, ne de onları ekonomik gücü sayesinde kendine bağımlı kılabilecek durumda. ABD'nin olaylara yön vermek için kullandığı ambargolar, bölgesel savaşlar, darbeler, suikastlar, denetimi altında tuttuğu uluslararası kurumlar, satın alınmış işbirlikçiler gibi geleneksel yöntemlerine karşı, bunlara yıllar boyu maruz kalan halklar, uluslar, devletler de kendi savunma yöntemlerini geliştirdiler. Örneğin ABD'nin en etkili silahı olan askeri gücü, son gelişmeler sırasında da görüldüğü üzere Hizbullah'ın akıllı taktikleriyle etkisiz hale geldi. Hizbullah pek çok tahminin tersine İsrail'e gözü kapalı saldırmadı, önemli bir askeri gücünü Gazze'ye göndermeyerek Lübnan sınırında tutacak kadar saldırı yaptı. Karşılığında, İsrail de zaten bir savaşta olduğu için var gücüyle Lübnan'a saldıramadı ve eylemlerini sınırlı tuttu. Dolayısıyla Hizbullah'ı caydırmak için ABD'nin bölgeye yolladığı gücün pek bir anlamı kalmadı.
ABD'nin gerilemesi, bölgeyi denetim altında tutabilmek için İsrail'e dört elle sarılmasına yol açıyor. Bu yüzden işlenen cinayetlerdeki sorumluluğu İsrail'den fazladır. Ve yine bu nedenle, bu tür değerlendirmeler yanıltıcı olduğu için Filistin İsrail'in basitçe sömürgeleştirdiği bir yer olarak görülmemelidir. Güçlünün zayıfı köleleştirdiği sömürgecilik dönemi gerilerde kaldı, günümüzde sömürü amacıyla ne tür gerici bir adım atılırsa atılsın, bu sermayenin küresel ölçekte kendini yeniden üretişinin bir parçasıdır. Bu nedenle İsrail'in hem dünya coğrafyası ve hem de enerji kaynaklarının kalbi sayılabilecek bir yerde olan Filistin toprakları üzerindeki her türlü girişimi, doğrudan finans oligarşisinin çıkarlarıyla ilintilidir. İsrail'in Filistin'i işgalinden sağladığı yarar, asıl amacın yan ürünüdür. Filistin'deki katliamın ikinci derece sorumlusu Avrupalı egemenlerdir. Enerji tedariki tehlikeye girebilir kaygısıyla İsrail'i her zaman destekliyorlar. Antisemitizmi kınamayı Avrupa kültürünün bir parçası haline getirmelerinin de aslında ABD'nin Almanya'da Nazileri yok etme gerekçesiyle Alman (ve Asya'da Japon) sivil halkını katletmesini örtbas etmekten öte bir anlamı yok. Ve her İsrail eleştirisini "antisemitizm" olarak damgalayıp mahkûm ederken Nazi karşıtlığını değil, ABD ve Avrupa burjuvazisi ortaklığının resmî politikasını dile getiriyorlar…
Dünyada zaman zaman savaş karşıtı ya da küresel ısınmaya yol açan kapitalist uygulamalarla ilgili geniş protesto eylemleri oluyordu ama hiçbiri bugün Filistin için yapılanlar kadar güçlü değildi. Avrupa toplumlarının antisemitizm suçlamalarına, Hamas'ın şeytanlaştırılmasına ve devlet baskısına rağmen bu eylemlere geniş ölçüde katılması umut vericidir. Filistin direnişi dünyanın en kötülerine karşı veriliyor ve durmadan kendi küllerinden yeniden doğuyor. "Uygar" dünyanın elinde buna ilişkin haberleri duyurmamak ve propaganda yalanlarıyla çarpıtmak dışında bir seçeneği yok. Ama kapitalist gelişme bu tür kısıtlamaları aşmaya yeterli olanakları da yarattığı için, sansür çare olmayacaktır.
Dönem
değişikliğine yol açan çelişkinin diğer ucu olan Çin'e de kısaca değinelim: Çin
izlediği ekonomi politikalarıyla kapitalist gelişmeyi küresel ölçekte
hızlandırıyor: Bu gelişme Çin'in yanı sıra dünyanın ekonomik bakımdan bütün
yükselen güçlerine olumlu, durumu korumaya çalışan ABD'ye olumsuz yansıyor. Çin'in geniş pazar ve piyasasının yanı sıra
devletçi ekonomisi, kapitalist gelişmenin olumsuzluklarını diğer ülkelerden
daha kolay atlatmasını sağlıyor. ABD'nin gerileme içinde olması, bu ülkeyle
çelişkiler yaşayan devletler açısından olumlu ama bu devletlerle çatışma içinde
olan halklar açısından anlamsızdır. (İran bunun somut bir örneğini
oluşturuyor.) ABD'ye bağımlılığın zayıflaması, bu ülkeleri kapitalist olmaktan
çıkartmıyor, yalnızca başka bağımlılıklara yol açıyor. Çin bugün dünyadaki
direnişlere Mao dönemindeki gibi destek vermiyor ve bölgesel çatışmalara taraf
olmuyor. Küresel politikalarını devletler üzerinden sürdürüyor. Dolayısıyla
Çin'in izlediği politikalar ABD'yi geriletse de bu tarihsel bir ilerlemenin
ötesinde anlam taşımadığından, oluşan boşlukları daha çok siyaseten gerici devletler
dolduruyor. Tüm bu gelişmeler, Çin'le herhangi bir enternasyonal ilişki içinde
olmayan Marksistlerin bu ülkeyi "sosyalist" ya da "değil"
diye değerlendirmesine ölçüt ya da dayanak oluşturmaz. ABD'nin gerilemesinin
yalnızca bağımsız siyasi mücadele yürütebilenler açısından bir anlamı vardır.
Böyle bir mücadeleyi devrimci yönde sürdürenlerin bir devlet olan Çin'i
eleştirme hakları da saklıdır. Ama bu tür bir toplumsal pratik içinde değilken
Çin'i, ABD'yi gerileten bir güç olarak işaretlemek yeterli olacaktır…
Kapitalizm şu ya da bu öznenin iradesinden bağımsız olarak sürüyor ve ürettiği sorunlara bulduğu çözümlerin ömrü her seferinde daha kısa oluyor. Bu çıkmazdan kurtulmak için ya büyük yıkımlara yol açan savaşlarla karşıtlarını ortadan kaldırıp yeni üretim alanları açacak, ya da devrimlerle kendisi ortadan kalkacaktır. Bugünkü toplumsal çelişkiler içinden emeğin üretkenliğini arttırıcı yeni teknolojiler geliştirmek ya da uzay madenciliğiyle düşük maliyetli yeni kaynaklara ulaşmak çözüm olmak şöyle dursun, sorunları daha da büyütecektir.
ABD
ve İsrail'in dünyanın geri kalanını hiçe sayarak Filistin'e saldırısının yol
açtığı küresel ölçekli siyasi ayrışma umut vericidir. Filistin mücadelesinin
jeopolitik konumu, uzun süreden beri yaşanması, haklı ve haksızın somut biçimde
gözler önüne serilmesi, böyle bir ayrışmanın zeminini oluşturuyor. Devrimleri
yakınlaştıran tarihsel ya da toplumsal özellikleri değil, kitleleri belli yönde
tavır almaya zorlayan bu tür siyasi ayrışmalardır. Eğer buradan ülkelerinin dar
sınırları içinde çırpınan cılız devrimci girişimlere bir kapı açılabilirse,
kapitalizmin kazdığı kendi mezarına doğru ilerleyişi hızlanacaktır.
Filistin'deki gibi direnişler, dünyanın bütün ezilenlerinin öncü savaşıdır. Özel olarak bu direniş,
yapılışının yanı sıra açık düşmanları ve muhtemel dostu sayılabilecek dünya
kamuoyu tarafından karşılanması bakımlarından da, yeni bir dönemi haber verir
gibidir. Belki bunun karşısında düşülen fikrî yetersizlik ve karışıklıkların
nedeni de, henüz yeni bir döneme giriyor olmanın farkına varamayışımız ve
olanları eski kavramlarla düşünmeye çalışmamızdır. Kalbimiz direnenlerle!
[2] https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/06/160629_erdogan_ihh
[3] https://www.gazeteduvar.com.tr/metinerden-ihh-baskanina-tepki-birak-bu-yanlis-uslup-ve-tavrini-haber-1646009
[4] https://tr.euronews.com/2023/09/26/erdogan-netanyahu-ekim-kasim-gibi-turkiyeye-gelir-sonra-bizim-de-iadei-ziyaretimiz-olacak
[5] https://mehmetpolat148.blogspot.com/2014/08/filistinde-gunluk-yasam.html
[6] https://www.gazeteduvar.com.tr/insanlarla-birlikte-hakikat-nasil-katledilir-makale-1647531
[8] https://www.gazeteduvar.com.tr/swiftin-bir-alternatifi-olursa-kuresel-ekonomi-nereye-evrilir-makale-1648750
[9] https://www.bloomberght.com/abd-den-suudi-arabistan-ve-bae-karari-2316680
[10] https://www.iramcenter.org/iran-cin-arasindaki-25-yillik-anlasmada-son-durum-737
[11] https://www.diken.com.tr/netanyahu-kurt-koylerini-bombalayan-bir-liderden-ahlak-dersi-alacak-degilim/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.