Blog Arşivi

22 Ağustos 2023 Salı

 

                                     YEŞİL KAPİTALİZM=PEMBE "EKOLOJİ"

                         ÇEVRE MÜCADELELERİNDE KAVRAM KARIŞIKLIĞI 


     Akbelen'deki mücadele üzerinden ülke ve dünyadaki çevre sorunlarıyla ilgili birçok görüş paylaşıldı.  Kendi hızıyla süren bu mücadelenin birden bire ilgi odağına dönüşmesindeki gibi, konuyla ilgili yazılarda da seçim sonrası yaşanan hayal kırıklığının ve buna tepki gösterme gayretinin etkili olduğunu söyleyebiliriz.   Bir yandan iktidarın ve ülke kapitalizminin gerçek yüzü teşhir edilmeye,  diğer yandan muhalefete "bu tür önemli sorunlarla ilgilenmeyip seçimden seçime ortaya çıkıyorsunuz" mesajı verilmeye çalışılıyor.

     Bilindiği üzere Akbelen'de yaşananlar 1980 başlarından beri Muğla'da termik santrallere karşı verilen mücadelenin bir parçası. Kaldı ki yörenin tek çevre sorunu da bu değil, kıyı yağması, betonlaşma, HES'ler gibi birçok sorunu var. Ancak bunlardan biri ilk kez bu kadar popüler oldu. Öyle ki, Muğla'yı kalesi olarak gören CHP"nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu bile sanki gelişmeleri daha önce hiç duymamış gibi ağaç kesim alanına geldi ve karışık tepkilerin muhatabı oldu.  Yörede yıllardır ve ülkede her gün yaşanan bir olayın seçim sonrası konjonktürünün etkisiyle de olsa gündemin ön sıralarına gelmesinde elbette sakınca yok. Ama bunun gelip geçici olduğunu ve gerçek durumu yansıtmadığını da unutmamak gerekiyor.

     Ancak yazılarda bunun pek dikkate alındığı söylenemez. Hazır ortam uygunken, yaşananlardan hızlı sonuçlar çıkartma gayretiyle çalakalem analizlere girişiliyor ve nasıl varılacağı belirsiz hedefler için eylem çağrıları yapılıyor. Değişik görüşlerin yer aldığı bu havuzda iki ana eğilim olduğu görülüyor. Bunlardan biri, mücadelenin somut çıkar amaçlı ve yerel olma özelliklerini pek dikkate almadan hızlıca radikal bir siyasi çizgiye taşınması gerektiğini söyleyen ve  "nihilist" diyebileceğimiz anlayış. Diğeri ise tam tersine,  benzeri mücadelelerin çevreci ve yerel taleplerinin sol siyasi mücadelenin asıl gündemi haline gelmesinden yana olan "reformist" anlayış. İlkine Cengiz Karaşin'in " Akbelen direnişi nezdinde avukatlık mesleği" başlıklı yazısını örnek gösterebiliriz.[1] İkincisine ise Foti Benlisoy'un " Küresel ısınma kritik eşiğin sınırında, bu savaşı kazanmak zorundayız"  başlıklı yazısını örnek verebiliriz.[2] Yazıları kısaca özetledikten sonra öne çıkan tezlerinin eleştirileri çerçevesinde bazı kavramları açıklamaya çalışarak görüşlerimizi paylaşıyoruz.

                                                     Karaşin'in görüşleri:

     Karaşin,  Akbelen'de mücadelenin hukuk sınırları içine sıkıştırılmasını eleştiriyor.  Yanlış bulduğu bu anlayışın ortaya çıkış nedenlerine değinmeden, biri soyut diğeri somut iki gerekçe temelinde görüşlerini dile getiriyor. Birincisi hukukun toplumdaki yeriyle ilgili: "…(hukuk) tarihin hiç bir diliminde belirleyici olacak seviyede var olmadı, olamayacak da." İkincisi ise yaşananlardan verdiği örnekler ve bunların en çarpıcısı olan, Akbelen'de Avukat İsmail Hakkı Atal'ın gözaltına alınması üzerine kendisiyle görüşmek isteyen meslektaşlarına bir jandarma erinin "Avukat filan dinlemem, bilmem" demesi olayı.

     Karaşin bu davranışı "sözün ve hukukun bittiği yer" olarak tanımlıyor. Buna göre başta devlet ve şirket olmak üzere herkes durumun farkında ama mücadele edenler bilmiyormuş gibi yaparak, ısrarla hukuka büyük bir güç atfedip sonuç almaya çalışıyor. Karaşin bu tutumu, "müvekkili yerine direnmesi gereken avukat, halk yerine ormanı kurtarması gereken mahkeme bekleniyor" diye tasvir ediyor. Böyle bir mücadelenin "hukukun olmadığını teşhir" amacıyla mı, yoksa Avrupa veya "demokrat kamuoyuna" mesaj vermek için mi yapıldığını soruyor.

     Yazar bu tür bir hukuksuzluk halinin yalnızca Türkiye'ye has olmadığını, dünyanın genelinde yaşandığını belirterek yazısını şöyle bitiriyor: "Fiili mücadele örülebilir mi örülemez mi? Uygun strateji ve taktiklerimiz var mı yok mu? Yeni mücadele araçları yaratılabilir mi? Yani Akbelen Ormanı "hukuk" olmadan nasıl kurtarılabilir? Sorular arttırılabilir. En azından doğru soru ve cevaplara ulaşana kadar  "hukuk" ayağımıza dolanmaz."

     Sonuç olarak Karaşin-belki yazısını kısa tutmak istediğinden-yanlış bulduğu bir mücadelenin nasıl ortaya çıktığına açıklık getirmediği gibi, sorularına yanıt bulunmasını da okurlara bırakıyor. Ancak böyle bir yazı da,  beğenmediği bir şeyden şikâyet etmeye benziyor.

                                                    Benlisoy'un görüşleri:

     Benlisoy yazısına, "…sellerin, yangınların birbirini izlediği bu yaz günlerinde, sermaye, onun yürütme kurulu konumunda olan devleti seferber ederek kömür çıkartmak için Akbelen ormanına saldırdı" diye başlıyor. Yazı boyunca bir yanda gezegeni yakmakta kararlı olan sermayenin, diğer yanda yaşamı ve doğayı koruma çabalarının yer aldığı bir çatışmanın içinde olduğumuz fikri işleniyor. Akbelen gibi direnişler de bu çatışmada ön cephede yer alıyorlar. Bu sırada "iklim krizi, ekolojik kriz, ekolojik yıkım" gibi kavramlar kullanıyor.

     Yazıda fosil yakıtların küresel ısınmayı arttırdığı ama kapitalizmin buna karşı alınacak önlemleri de kâr etmek için kullanması yüzünden insanlığın gezegeni kurtarmak amacıyla birlikte hareket edebileceği ortak paydanın kalmadığı gösterilmeye çalışılıyor. Yazar sanılanların tersine kapitalistlerin dünyayı kurtarmaya çalışmayacağını söylerken,  bunun "teker teker sermaye aktörlerinin kötücüllüğü ya da vurdumduymazlığının eseri olmadığını" da vurguluyor. Ama Kuzey Kutbunda eriyen buzulların yerine kumarhane kurmak ya da rekor sıcaklıklara tanık olmak için turistlerin akın akın Kaliforniya'da Ölüm Vadisine gitmesi misali film ya da gündelik olaylardan verdiği örnekler, "ekolojik krizin" nesnel gerekçelerden çok öznelliklere dayandığı çağrışımı yaptırıyor. Belki bu tutarsızlığı gidermek için "…sermaye ile sermaye birikimini mümkün kılan ekosistemlerin devamlılığı arasındaki çelişki yapısal nitelikte, bizatihi kapitalizmin işleyiş biçiminden neşet ediyor" dese de, pek işe yaramıyor. Çünkü bu kez de bir toplumsal ilişki biçimi olan sermaye ile "ekosistem" gibi doğanın herhangi bir köşesinde (hatta nemli bir mutfak dolabının içinde bile) rastlanabilecek ve kendini sürdürebilen bir yaşam ortamının,  hangi ortak yapı altında çelişki oluşturduğunu açıklaması gerekiyor. Ama yazı boyunca böyle bir açıklama görmüyoruz. Dolayısıyla, " sermaye varoluş koşullarını yiyip bitirecek ve sonra insanlık uzay boşluğuna mı düşecek" sorusu akla geliyor.

     Yazar "ekolojik yıkıma" karşı mücadeleyi “bütün sınıf savaşlarının anası” olarak görüyor. Artık gezegeni kurtarmak için küçük değişimlerin yetmeyeceğini, çevre sorunlarının çözümünü erteleyecek zaman kalmadığını, işe hemen başlamak gerektiğini, ekolojik devrimin krizden çıkışın yegâne yolu olduğunu vurguluyor. Ancak bir sorun var: "Marx’ın tabiriyle, “devrim partisi”, henüz “düzen partisi”ni alt edecek örgütlenmeye, seferberlik kapasitesine ve koordinasyona sahip değildir. Dolayısıyla, alternatif bir geleceğe giden yol tıkalı." Dolayısıyla ekolojik bir devrime geçiş döneminde olduğumuzu akılda tutarak davranmalıyız…

     Özetlersek: sermaye birikim sağladığı ekosistemi yok ettiği için kendini yeniden üretmekte zorlanıyor ve yapısal çelişkiye düşüyor. Sürekli kâr peşinde koştuğundan, sorunları çözmek için planlanan işleri de kâr kaynağı olarak görüyor ve bunun sonucu insanlığın ortak çözüm bulma olanakları ortadan kalkıyor. Örneğin küresel ısınmayı arttıran fosil yakıtlardan vazgeçecek gibi yapıyor ama vazgeçemiyor.  Sosyalistler ise henüz düzeni değiştirecek kadar güçlü olmadıklarından, en azından mevzi kazanmak için fosil yakıtlara karşı çıkmalı, ekolojik mücadeleyi eskiden olduğu gibi ikincil planda tutmamalı, stratejik hedef olarak görmeliler. Ekolojik mücadele, sınıf mücadelelerinin anasıdır ve hedef ekolojik bir devrimdir…

                                                                      ***

     Çevre sorunları üzerine düşünürken doğa-toplum, toplum-birey, çevre, üretim, siyaset, hukuk vb. tarih bilimine ait neredeyse tüm kavramlara başvuruyoruz Benzetme yapmak gerekirse bir Marksistin çevre hakkında konuşması, taşıdığı anlayışın geçerlilik sınavı gibidir. Ancak konu hakkında ortaya atılan düşüncelerin yeterli olduğunu söylemek zor. Genellikle akademiden devşirilmiş kavramları kullanarak ve Marks'ın başlattığı ama devamını getirmeye ömrünün yetmediği anlatımları yorumlayarak düşünmeye çalışıyoruz. Çevre sorunlarının arttığı ve kapitalizmin de doğasına uygun çözümler peşinde koştuğu bir dönemde bu bilgiler gelişmelerin çok gerisinde kalıyor. Nitekim bunu, yukarıda özetlediğimiz yazılarda da görebiliyoruz. Yeni kavramlar önererek, biliniyor sanılanları üşenmeden tekrar tanımlayarak ve farklı kullanımlarını karşılaştırarak, tutarlı bir kavram seti oluşturmak gerekiyor.

                                                   Doğa-toplum ilişkisi

     Toplumu (ya da insanı) "bilinçli nesne", doğanın geri kalanını "bilinçsiz nesne" gibi ele almak, toplumu doğanın biraz dışında ve üstünde görmek,  genellikle tek tanrılı dinlerden ve/ya Aydınlanmacılıktan beslenen yaygın bir kanaattir. Marks'ın böyle bir ayrımı reddeden ifadelerine rağmen bu tür fikirler Marksistler arasında da yaygındır.[3]  Kökeninde düşünceyi maddenin farklı bir biçimi gibi gören, Marks öncesine ait materyalizm anlayışları vardır. Toplumda işin içine "bilinç" girdiği için değişimin yasalarının doğadakiler kadar kesinlik taşımadığı ve öngörülebilir olmadığı söylenir. Bu nedenle, toplumsal değişimi istenilen yönde tutmak için insan zihnindeki "yanlış" düşüncelerin ayıklanarak yerine "doğrularının" konması gerektiği ileri sürülür. Böylece "bilinçli nesne" de, tıpkı "bilinçsiz nesneler" gibi önceden hesaplanıp tasarlandığı biçimde hareket edebilecektir. Marks, düşünceye böyle ayrıcalıklı bir konum verilmesine karşı, Kugelman'a yazdığı 11 Temmuz 1868 tarihli mektupta şöyle diyor:

     “Düşünce sürecinin kendisi koşullardan doğduğundan, bizzat kendisi bir doğal süreç olduğundan, gerçekten kavrayıcı olan düşünme hep aynı olmak zorundadır ve düşünmeyi gerçekleştiren organın gelişmesi de dahil, gelişmenin olgunlaşmasına bağlı olarak, ancak yavaş yavaş değişebilir. Bunun dışında kalan her şey saçmalamak demektir.”

     Marks'ın burada söyledikleri çerçevesinde düşünmek de diğer yaptıklarımız gibi bir eylemdir. Düşünme organımız olan beyin evrim sürecinin ürünüdür. Doğumdan ölüme dek sürekli birbiriyle iletişim halinde olan 100 milyar dolayında nöron barındırır. Biyokimyasal, biyoelektriksel süreçlerde dış dünyadan gelen uyaranları algılar, kaydeder, ayrıştırır, karşılaştırır, düzeltir, gerektiğinde hatırlar, gereksiz olanı siler. Beyin, biz uyurken bile çalışır.

      Bütün bunları dil aracılığıyla öğrenerek ve öğreterek, toplumsal varoluşumuzun belirleyiciliği altında yaparız. Düşünce maddeyi kedine has bir niteliği sayesinde değil, madde olarak ve doğanın işleyiş düzenin devamında yansıtır.  Bu çerçevede insanı diğer canlı türlerinden ayıran düşünmesi değil,  biyolojik evriminin doğal sonucu olan toplumsal varlığıdır.[4] Tıpkı balarısının ya da karıncanın ait olduğu topluluk dışında hayatta kalamaması gibi insan de tekil varlığını toplum dışında sürdüremez. Bu anlamda toplum ve birey özdeştir, biri örtük olarak diğerini içerir. Marks, toplumların temelini oluşturan ekonomik yapısının oluşumunu kişilerin iradesine göre değil de doğal bir tarihsel süreç olarak gördüğünü belirterek, birey, toplum ve doğa arası ilişkileri anlamamıza yardımı olacak biçimde şu ifadeyi kullanır:  

     "Toplumun iktisadi oluşumunun gelişimini doğal bir tarihsel süreç olarak kavrayan benim bakış açım, bireyi, öznel olarak kendisini bunların ne kadar üzerine çıkarırsa çıkarsın toplumsal açıdan varlığını borçlu olmaya devam ettiği ilişkilerden sorumlu tutmak konusunda, tüm diğer bakış açılarının gerisinde kalır." [5]

     "İktisadi oluşum" derken kastedilen, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz'de açıklanır: "Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar, bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesiyle örtüşür."

     Marks bu satırların devamında toplumsal bilinç biçimlerinin ve bunlarla örtüşen hukuki ve siyasi üstyapının bu iktisadi temel üzerinde yükseldiğini söyleyerek, bütün eserlerinde anlattıklarını özetliyormuş gibi şöyle der: "İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir, tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır."

     Marks'ın bu cümlelerini sıkıcı olma pahasına hatırlatmamızın nedeni, toplumsal olguları "bilinç etkisi" altında, doğanın (ya da maddenin) hareket yasalarından farklı bir yoldan ortaya çıkıyor gibi ele almanın yanlışlığını göstermektir.  Bilinç, Marksizm'in kurucularının Alman İdeolojisi'den bu yana ifade ettikleri gibi "asla bilinçli varlıktan başka bir şey değildir." Dolayısıyla toplumda yaşananları açıklamak için "bilinçli varlığın" eylemlerine, öznel özelliklerine ya da söylemlerine değil, hangi toplumsal varoluş koşulları içinde yaşadığına bakmak gerekir. Bu da bizi; incelenen olgunun varoluş koşullarının tarihsel değişimini görmeye ve gelişmesinin hangi aşamasında olduğunu anlamaya zorlar. Böylece karşılaştığımız olguları ele alırken değişmeksizin hep orada duruyorlarmış gibi düşünmeyerek, pozitivizmin etkisinden çıkarız.   (Bugün böyle bir etki altında "neoliberalizm şunu, sermaye devleti bunu yaptı" demek modadır. Karşısında bir güç olup olmadığına, varsa neden yaptırdığına değinilmez.)

     Bilindiği üzere artı değer elde etmek için kapitalistin olağanüstü çaba göstermesine gerek yoktur, o her şeyi hazır olarak bulur ve kullanır. Ticarî gelenekler sayesinde peşin ödeme yapması bile gerekmeden, sermaye yatırımını borç karşılığı sağlayabilir. Bu sırada yaşamak için çalışmak zorunda olan işsizler ordusu kapitalistin çağrısını bekliyordur. Nasıl olsa ücretlerini üretim süreci sonunda alacakları için kapitaliste peşin bir maliyet getirmezler. Bu koşullarda kapitalistin kâr etmesi, ormandan mantar toplamak kadar kolaydır. Marks iktisadi yapının doğal gelişimi sürecinde yaşanan bu toplumsal sıçramayı şöyle ifade ediyor: 

     "Sermayenin temeli ve hareket noktası hizmetini gören mevcut emek üretkenliği bir armağandır; ancak bu, doğanın değil, binlerce yüzyılı kucaklayan bir tarihin armağanıdır."[6] 

     Bu "armağanın" arkasında yatan ise, bütün canlılar gibi insanların da hangi toplum içinde ya da tarihin hangi aşamasında olduğundan bağımsız, yaşamak için gösterdiği çabadır. Tarihsel gelişim, her anın temel bileşenini oluşturan bu çabanın yeniden üretilmesinin eseridir. Biyolojik ve toplumsal varlığımızın ayrılmazlığı, kendini çalışmada gösterir:

     “Çalışma, her şeyden önce, insanla doğa arasındaki bir süreçtir; bu süreçte, insan, doğa ile kendisi arasındaki madde alışverişini kendi çabasıyla yürütür, düzenler ve denetler. Doğanın sağladığı maddelerin karşısında bir doğa gücü olarak yer alır. Doğanın sağladığı maddeyi kendi yaşamında kullanabilecek bir biçimiyle mülk edinmek üzere kendi canlı varlığının doğal güçlerini, kollarını ve bacaklarını, kafasını ve ellerini harekete geçirir. Kendi dışındaki doğa üzerinde etkide bulunur ve onu değiştirirken, aynı zamanda kendi öz doğasını da değiştirir.”[7] 

                                                                      ***

     Toplumsal yaşam doğanın parçası ve devamıdır. Bu nedenle "doğaya zarar vermek" diye tanımlanan davranışlar da doğaya dâhildir. Elbette çevremizi kırıp dökmemeye çalışırız ama bu yaptığımız "doğayı korumak, kurtarmak" gibi ifade edilemez; ancak her zaman içinde olduğumuz evrim sürecinde çevreye uyum sağlamak amacıyla gösterilen çaba olarak nitelendirilebilir. Çünkü parça-bütün ilişkisinde belirleyici olan bütündür. Toplumsal yaşam parçası olduğu doğaya zarar veremeyeceği gibi onu koruması da söz konusu değildir. 

     "Doğa" denince genellikle toplum dışındaki varlıklar anlaşılır, toplum da doğanın bir parçası olduğu için burada "doğa" yerine "yaban" demek daha uygun olacaktır. Yabanla her zaman toplumun içinden ve aracılığıyla ilişkileniriz. Dolayısıyla doğamız, toplumdur. İster toplumda olsun ister yabanda,  Robinson Cruse'dan bu yana bilindiği üzere tekil değil,  toplumsal varlık olarak yaşıyoruz. Çünkü tek başınayken bile toplumdan öğrendiklerimize göre davranırız. Öğrendiklerimiz,  toplumun binlerce yıllık tarihi boyunca biriktirilmiş bilgilerdir.

     Yabanla kurulan ilişkinin her zaman toplumun işaretlerini taşıması, bireylerin "doğa" diye ortak bir paydada toplanmasını olanaksız kılar.  Çünkü bu tür ilişkiler toplumsal çelişkilerin etkisi altında kurulur. "Gezegeni ve yaşamı savunmak, türlerin yok olmasını önlemek" gibi herkesi kapsadığı sanılan ifadeler gerçek anlamlarını, muhataplarının somut varoluş koşulları içinde kazanır. Orman değişik kişilerce üretim aracı, iş mekânı, dinlenme yeri, manzara, kamu malı, iklimi düzenleyen ve çeşitli türlerin yaşamasına olanak veren habitat gibi birçok anlama gelebilir. Bu koşullarda yoksul insanlara "orman mı ekmek mi" diye sorulduğunda ikincisini tercih edeceklerdir. Nitekim Akbelen'deki gibi çevre sorunlarının görüldüğü başka yerlerde de termik santrallerdeki işlerinin sona ereceğinden kaygılanan işçilerle toprağını korumaya çalışan köylülerin karşı karşıya gelmesi bunun sonucudur.

     Kitlelere ne kadar soyut ve uzak hedefler gösterilirse, bunların somut çıkarlar tarafından bölünüp ufalanma olasılığı o kadar fazla olacaktır. Bu durumda amaçlananların ancak küçük bir bölümüne ulaşılabilecektir. Uzak amaçlara ancak uzunca süre hazırlanarak ve bu sırada gerçeklerle bağımızı koruyarak varabiliriz. Bu nedenle doğa-toplum ilişkisine genellikle akademik düşünce kaynaklı soyut kavramlar yerine "çevre" açısından bakmak ve buna uygun tanımlar kullanmak daha uygundur.

                                        Çevre-doğa ayrımı ve çevre mücadeleleri

     Marks, Grundrisse'ye "Giriş" metninde üretimi şöyle tanımlıyor: "Her üretim, belirli bir toplum biçiminin çerçevesi içinde ve onun aracılığıyla doğanın birey tarafından mülk edinilmesidir. Bu anlamda, mülkiyetin (mülk edinmenin) üretimin bir önkoşulu olduğunu söylemek, totolojiden başka bir şey değildir. Ama, bu noktadan hareket ederek, bir atlayışta, belirli bir mülkiyet biçimine, örneğin özel mülkiyete geçmeye kalkışmak gülünçtür. (Üstelik bu, bunun karşıtı olan bir biçimi, mülkiyet-olmayanı da önvarsaymaktadır.) Tarih bize, tam tersine, ortak mülkiyetin (örneğin Hintlilerde, Slavlarda, eski Keltlerde vb.), komünal mülkiyet biçimi altında uzun süre önemli bir rol oynayan biçim, daha çok ilkel, biçim olduğunu göstermektedir"[8]

     "Mülk edinme" denince hemen akla tapu kayıtları, banka hesapları gelmesin; Marks sözcüğü burada geniş anlamıyla "kendine ait kılma" olarak kullanıyor. Bu, canlıların varlıklarını sürdürmek için doğal olarak yaptıkları bir şey. Rekabet ederek ya da değişik biçimlerde topluluklar oluşturarak, belli bir alanı beslenme, barınma, üreme için kullanırlar. Bir bitki bile hızla büyüyerek çevresindeki bitkileri gölgede bırakıp, beslendiği toprağı kendine ait kılabilir. Bu nedenle insanların üretim araçlarını, soylarını, bilinçlerini üretmelerini ve buna uygun bir ortamı mülk edinmelerini,  eşzamanlı gelişen olaylar gibi düşünmek gerekir. Marks yukarıdaki metinde mülkiyeti hırsızlık olarak gören ve üretimin önkoşulu kabul eden Proudhon gibileri kastederek, böyle düşünmeyi "totoloji" olarak nitelendiriyor. "Ürettiğinin sahibisindir ve sahibi olduğun şeyleri üretmişsindir" misali...

     Eski toplumlarda bireyin yaşamını sürdürmek için doğayı mülk edinişi, topluma ait ortak mülkiyet içinde yer alır ve ürün buna uygun biçimde paylaşılırdı. Özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla durum değişti ve bugünkü mülkiyet düzenine geçildi.  Mülkiyet ilişkileri, Marks'ın Önsöz'de ifade ettiği gibi üretim ilişkilerinin hukuki yansımasıdır.  Kapitalist üretim ilişkileri tarihsel bakımdan her ne kadar sınır tanımasa da, hukuk bu gerçeği verili toplumsal bilinç biçimleriyle uyum içinde yansıtır. Bugün kapitalist üretim sürecinde doğayı mülk edinen bireyler soyut varlıklar değillerdir, ulus, devlet, şirket, köy, mahalle, belli kişiler gibi;  hukuken tanımlı kimlikleri vardır. Mülkiyet ilişkileri bu farklı biçimleri, kapitalist üretim ilişkilerinin yayıldığı toplumların tarihsel mirası çerçevesinde alır. Bir devletin sınırları dışındaki gökyüzü, açık denizler, kutuplar gibi doğanın kendisinden başka sınırlandırıcılığın olmadığı yerlerde ise  mülkiyet hukuku bugünün uluslararası gereklerine uygun yapılır.

     Çevreyi, merkezindeki belli bir canlı varlığın mülkiyet ilişkileri altına aldığı doğa parçası olarak tanımlayabiliriz. Burada biz toplumsal çevreyle ilgileniyoruz. Böyle bir çevrede kamuya ait ve özel mülkler bir aradadır. Yalnızca maddi şeyler mülk edinilmez,   fikrî mülkiyet hakları da vardır. Bilimsel bir keşif, teknolojik bir icat çevre açısından özel bir önem taşımayabilir ama bir bakteri, doğadaki kimyasal/biyolojik bir özellik ya da uzak bir gökcisminin keşfinin kayda geçirilmesi önemlidir.  Gelecekte bir nesnenin bu tür fikrî mülkiyet hakları üzerinden maddî bir mülkiyete dönüştürülerek metalaştırılıp sermayeye katılıp katılmayacağını kimse bilemez.  Bu yüzden yeni keşifler de kayıt edildiği anda çevreye dahil olurlar.

     Habitat, bir canlının yaşam ortamıdır. Ekosistem, canlı ya da cansız varlıkların karşılıklı bağımlılık içinde birlikte bulundukları ortamdır. Bunların her ikisi de, içindeki canlıların ortaya çıkışı için özel bir çaba harcamadığı, doğal olarak gelişen ortamlardır. Çevre ise canlının kendine ait kılmak için çalıştığı ortamdır. Hayvanlar böyle bir çevreyi, örneğin koku bırakıp nöbet tutarak korur. İnsanlarda ise nöbet dışındakilerin yerini sınır çizgileri, tapu kayıtları ve banka hesapları alır...

     Toplum özne değildir, toplumsal varlıklar olan bireylerin rekabetinin organik birliğidir. Sonuçta her rekabet farklı ortaklıklara açılır ve toplumlar uzun bir tarihsel süreçte sayısız çelişki içererek oluşur. Tıpkı bireyler gibi toplumsal yaşamın varlığını sürdürmesi de üretimi, dolayısıyla uygun bir doğa parçasını mülk edinip çevreye dönüştürmeyi gerektirir. Marks'ın bilimsel olarak gösterdiği üzere her üretim bir tüketimdir. Dolayısıyla doğa mülk edinilirken tüketilmeye başlanır. Öte yandan "her toplumsal üretim süreci aynı zamanda bir yeniden üretim sürecidir" [9] Çevre üretim amacıyla doğadan mülk edinilirken tüketilmeye başlanır ve toplumun devamı için bunun eşzamanlı olarak yeniden üretilmesi gerekir.

     Çevre, tüketilerek yok edilen bir doğa parçası değildir, mülkiyet ilişkileri altında tüketilirken yeniden üretilen doğa parçasıdır. "İnsan, üretim sırasında ancak doğanın kendisi gibi hareket edebilir. Yani maddenin ancak biçimini değiştirebilir." [10] Bu nedenle kapitalist üretim çevreyi buharlaştırıyormuş gibi abartılı söylemler yanıltıcıdır. Çevrenin yeniden üretimi üzerinde elbette üretim araçlarının sahibi olan kapitalist sınıf belirleyici olacaktır.

     Çevrenin yeniden üretimi,  tüketim artıklarının kirlilik yaratacak biçimde ortama bırakılmasıyla olumsuz yönde olabileceği gibi,  bunların geri dönüştürülmesiyle de olabilir.

     Ancak çevrenin yeniden üretimi asıl olarak yeni doğa parçalarının mülkiyet ilişkileri kapsamına alınmasıyla olur. Yakın tarihte bunun bilinen önemli bir örneği, uzun hazırlıklar sonucu 1982'de imzalanan "Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesidir". Kıyı devletlerinin açık denizlerde 200 mile kadar uzanan alanı ekonomik çıkarları için kullanmasının önünü açmıştır. Üçüncü Dünya hareketinin etkisiyle hazırlanan bu anlaşma büyük ve küçük devletleri hukuksal bakımdan eşitlemiş ama ekonomik düzeyde bu mümkün olmadığı için böyle bir gelişme deniz ekosisteminin daha çok zarar görmesine yol açmıştır. Küçük devletler kendilerine ait bölgeleri kullanamadıklarından, balıkçılık ve madencilik için büyük devletlere ve şirketlere kiralamışlar, böylece buralardaki ekonomik faaliyet artmıştır.

     Çevre yalnızca genişletilmez, aynı zamanda derinleştirilebilir. Teknolojik yenilikler buna aracılık eder. Kârlı olmaktan çıktığı için terk edilen eski maden havzaları gibi yerlere dönerek,  eskiden ulaşılamadığı ya da dönüştürülemediği için kullanılamayan alanlara giderek de çevreyi yeniden üretmek mümkündür.  Bu anlamda çevre yalnızca uzağa giderek değil, kendi içine kıvrılarak da genişler.

     Çevreyi yeniden üretme hazırlığına çarpıcı bir örnek ise uzay madenciliğiyle ilgilidir. Bu konuda uzağa gitmeye gerek yok, "Capital Geniş Açı" dergisinin Ocak 2017 tarihli sayısı uzay madenciliğine ayrılmış, merak eden bakabilir.[11] Elbette iş burada kalmıyor, uzaydaki kazançların nasıl vergilendirileceği bile mevzuata bağlanmış durumdadır. [12]

     Çevrenin yeniden üretimi kapitalizmin küresel işbölümü ve hiyerarşisi içinde gerçekleşir. Gelişmiş ülkeler sanayi yatırımlarını hiyerarşinin alt basamaklarına ihraç ederken çevre sorunlarının bir bölümünden de kurtulurlar. Bu yanlış biçimde "ekolojik emperyalizm, yeşil emperyalizm" olarak nitelendiriliyor. Emperyalizm güçlü devletlerin dış politikası değildir, kapitalizmin dünya ekonomisi haline gelişidir. Sermayenin kaynağı kâr değil, artık değerdir. Kapitalist üretim artık değer üretmek amacıyla yapılır. Bunun en yüksek oranda elde edildiği yerler;  emek gücü maliyetinin düşük, emekçilerin örgütsüz, dolayısıyla çalışma saatlerinin uzun olduğu yoksul ülkelerdir. Madencilik ve ağır sanayi gibi kol gücü gerektiren işlerin buralara kayması, kapitalizmin küresel ölçekte kâr oranlarının düşmesinden kaynaklı kriz dinamiğinin etkisi altında gelişen bir durumdur. Çevre sorunlarının yoksul ülkelere aktarılması, böyle bir zorunlu sermaye ihracının yan unsurudur.  

                                                                          ***

     Çevre, bir ekosistem değildir. Benlisoy'un yazısında ileri sürdüğü gibi "sermaye birikimini mümkün kılan ekosistemlerin devamlılığı" değil, ücretli emek-sermaye ilişkisinin sürekliliğidir. Bu sırada mülkiyet ilişkileri altına alınan doğa parçaları metalaştırılarak sermayeye katılır. Bu ekosistem içinde değil, mülkiyet altındaki çevre içinde gerçekleşir. Çevrenin doğanın sınırsızlığı içinde yeniden üretilmesi mümkündür. Çünkü doğanın tarihsel evriminin belli bir aşamasında ortaya çıkan kapitalizm, önü bir devrimle kesilmediği sürece doğanın sınırsızlığından beslenerek ilerleyebilir. Bu sırada ekosistemlerin tükenmesinden kaynaklı sorunları çevreyi yeniden üreterek aşabileceği gibi, mülkiyet ilişkilerinde değişiklikler de yapabilir. Elbette bunlar kapitalizmin doğasına uygun biçimde ve daha büyük sorunlar üretme pahasına olacaktır.

                                                                          ***

     Karaşin, Akbelen'deki çevre mücadelesinin hukuk sınırlarına hapsedilmesini eleştiriyor. Şüphesiz reformist siyasi anlayışlar eleştirilmeli ama bunu mücadelenin niteliğini ve geçtiği toplumsal koşulları unutmadan yapmalıyız.

      Hukuk olmadan Akbelen'in kurtarılıp kurtarılamayacağı, yanlış bir sorudur. Hukukun işlevinin toplumsal yaşamın yeniden üretimini kolaylaştırmak için bireylerin uyması gereken kuralları hatırlatmaktan ibaret olduğunu biliyoruz. Kurallar her zaman yoruma açıktır ve bu genellikle güçlünün lehine yapılır. Ama toplumda yalnızca ezen ve ezilenler arası çelişkiler yaşanmıyor,  ezenlerin kendi arasında da çelişkiler var. Dolayısıyla hukukun, egemenler arası ilişkileri düzenleyici bir yanı da bulunuyor. Böylece egemenlerin kendi aralarındaki sorunları hafifleterek, ezilenler üzerindeki kolektif baskıları güçleniyor. Buna rağmen ezilenler yeterince güçlüyse, hukukun kendi lehlerine yorumlanmasını sağlayabilirler. Ama bundan yoksunken zorunlu olarak hukuk içinde kalıp,  egemenler arası rekabetin oluşturduğu çatlaklardan yararlanarak kazanım elde etmeye çalışacaklardır. Akbelen'de ilkinin olamayacağı, ikincisinin yaşandığı açıktır.  Muhalefet partilerinin seçim sonrası Akbelen'e gelişi, biraz bununla ilgilidir.

     Kaldı ki çevre sorunları mülkiyet ilişkileri çerçevesinde yaşandığı için mücadelenin ağırlığını hukuksal girişimler çeker. Mücadelenin siyasi yanını öne çıkartmak adına hukuksal girişimleri önemsizleştirmek ve "zaten hukuk yok" gerekçesiyle küçümsemek yanlıştır. Kamu yararına havanın temiz kalmasını isteyenlerle havayı kirleterek kâr etme hakkını yıllar önce satın almış şirket arasında, kamuya ait ormanı korumak isteyenlerle şirketin sahibi olduğu kömürü çıkartma girişimleri arasında, yöredeki zeytinliklerini savunan köylülerle kesilmelerinin kamu yararına olduğu kararı veren devlet arasında yaşananlar;  doğanın değişik mülk edinme biçimlerinden yana olanlar arası çatışmalardır. Sorunun içinde olanlar bu çelişkileri somut olarak yaşadıkları için bilirler. Ama mücadeleyi güçlendirmek amacıyla yaşananların içyüzünü konuyu bilmeyenlere de açıklamak gerekir. Bu nedenle bilenlerin çoktan tükettiği yolları henüz oradan geçmeyenlerin de öğrenmesi için tekrar yürümek kaçınılmazdır.

     Taraflar, somut çıkar mücadelesi veriyor. Dolayısıyla çevre mücadeleleri sendikal mücadeleyle aynı kategoridedir.  Düzenin varlığını kabul ederek yapılır, kazanımları sınırlı ve geçicidir. Ezilenler lehine siyasi nitelik kazanması,  başka toplumsal mücadelelerle bağı arttıkça ve süreklilik gösterdikçe mümkün olabilir. Bu nedenle çevre mücadeleleri genellikle değişik toplum kesimlerinin katılımına açık platformlar üzerinden yürütülür. Buralarda farklı görüşlere eşit söz hakkı, eylemin amacının somut çıkar elde etmek olması, kendi gücüne dayanmak ve doğanın metalaştırılmasına karşı durmak gibi anlayışlar yol gösterici olmalıdır. Siyasi, ideolojik, yerel dar kafalılıklarla mücadeleyi dışa kapatmak,  zayıflatıcı sonuçlar doğurur.

                Marks'ın "metabolik çatlak" kavramının aşırı yorumuyla ulaşılan reformizm

     Çevre sorunlarının bugünkü anlamda konuşulması, 70'lerde gelişmiş kapitalist ülkelerde başladı. Aynı sorunların sosyalist ülkelerde de fazlasıyla yaşandığı görüldükçe, "Marksizm'in ekoloji görüşü var mı" sorusu ortaya atıldı. Aşağıdaki alıntı, Marks'ın bu konuda görüşü bulunduğunu kanıtlamak isteyenlerce yaygın biçimde kullanıldı:

     "Küçük toprak mülkiyeti, nüfusun çok büyük çoğunluğunu kır nüfusunun oluşturmasını ve toplumsal emeğin değil yalıtılmış emeğin ağır basmasını; bu nedenle de, bu koşullar altında, yeniden üretimin zenginliğinin ve gelişmesinin hem maddi hem de manevi koşullarının yokluğunu ve dolayısıyla akılcı bir tarımın koşullarının da yokluğunu şart koşar. Diğer taraftan, büyük toprak mülkiyeti tarım nüfusunu durmadan azalan bir en alt düzeye indirir ve onun karşısına durmadan artan, büyük kentlerde yağınlar halinde bir araya getirilen bir sanayi nüfusunu çıkarır; bu yolla, yaşam hakkındaki doğa yasalarınca belirlenen toplumsal metabolizmanın bütünlüğünde onulmaz bir çatlağa yol açan koşullar doğurur; bu koşullar nedeniyle toprak gücü israf edilir ve her israf ticaret aracılığıyla ilgili ülkenin sınırlarının çok ötesine taşınır. (Liebig)" [13]

     Marks yukarıdaki satırları klasik iktisatçılarla toprak rantını tartışırken yazıyor.  Klasik iktisatçıların hesaplama yaparken toprağın değişmeden kaldığını varsaymalarına karşı bir Alman tarım ve biyokimya uzmanı olan Justus von Liebig'e dayanarak bu bilgileri veriyor.  Daha sonra burada geçen "toplumsal metabolizmanın bütünlüğünde onulmaz bir çatlak" ifadesi Marksizm'in ekoloji görüşü olduğunu göstermek için yaygın biçimde yorumlanarak kullanılıyor. Bu çerçevede Marksizm'in ekonomi politik, sosyalizm, emek-değer teorisi gibi birçok temel görüşü yeniden ele alınarak "ekolojik devrim, sürdürülebilirlik, insani gelişmeyle kapitalist gelişmenin ayrıştırılması" gibi, birçok reformist sonuca ulaşılıyor. Türkiye'de kitapları basılmış John Bellamy Foster ve Paul Burkett bu fikirlerin yayılmasında önemli bir rol oynuyorlar.  Burada bu görüşlerin eleştirisine girmeyecek, belirtmekle yetineceğiz.

     Marks başka bir yerde "toplumun metabolizması" kavramını şöyle tanımlar: "Mübadele süreci, metaları kullanım değeri olmadıkları ellerden kullanım değeri oldukları ellere aktardığı kadarıyla, toplumun metabolizmasıdır."[14] Önceki bölümlerde de göstermeye çalıştığımız üzere Marks tarih anlayışını ifade ederken doğa-toplum ayrımı yapmaz ve toplumu doğanın tarihsel gelişiminin devamı (ve bir parçası) olarak alır. Bu anlamda toplumun varlığını sürdürmesini mümkün kılan iktisadi oluşumunu da doğal bir tarihsel süreç olarak ifade eder. Dolayısıyla "metabolik yarılma" ifadesinden anlaşılması gereken doğayla toplum arasındaki bir olgu değil, toplumun kendi içindeki bir gelişmedir.

     Toplumsal metabolizmadaki yarılmadan anlaşılması gereken; sanayi geliştikçe nüfusun daha büyük bölümünün üretim araçlarından yoksun kalmasına karşılık zenginliklerin küçük bir azınlığın elinde birikmesi ve kapitalist açısından kullanım değeri olan emek gücüne ulaşımın kolaylaşmasına rağmen emekçiler için kullanım değeri olan geçim araçlarına ulaşımın sürekli zorlaşmasıdır.

     Toplumu birey-topluluk ilişkisi açısından arı oğulu ya da karınca sürüsüne benzetiyoruz ama şu farkı da belirtmek gerekiyor: Toplum; oğul ya da sürü misali tek vücut gibi hareket eden doğal bir özne değildir, her biri toplumsal varlıklar olan bireylerin toplamından oluşan doğal bir olgudur. Bu nedenle toplumun doğanın geri kalanıyla arasındaki metabolik ilişki görünüş bakımından herhangi bir özne-nesne ilişkisine benzese de, farklı bir nitelik taşır. Bu ilişki, toplumu oluşturan bireylerin aralarındaki ve yanı sıra toplumsal yapının taşıdığı çelişkiler içinden, somut çatışmaların bileşik sonucu olarak kurulur. Dolayısıyla doğa ve toplum arasında tekdüze ilerleyen bir ilişki varmış gibi akıl yürüterek ortaya  "Marks'ın ekoloji görüşü var mı" sorusu atmak yanlıştır. Bu çerçevede Marks sanki doğayla toplum arasındaki bir yarılmadan bahsediyormuş gibi yorum yapmak, çarpıtmadır. Böyle bir yarılma fikrinin geçerliliğini desteklemek için "insanın doğaya yabancılaşması, doğanın sermaye birikimin kaynağı olduğu, sermayenin yeniden üretiminde ilk birikimin önemi" gibi başka çarpıtmalar da yapılır. Böylece Marksizm'in materyalizm anlayışında bir çatlak oluşturarak,  buradan her tür reformist görüşün sızmasına yardım edilir.

     Foster'ın Marks'ın fikirlerini geliştiriyormuş gibi yaparak çarpıtması, acımasız bir eleştiriye tabi tutulmalıdır. Şöyle diyor: "Marks'a göre insanın dünyayla ilişkisinin dönüşümü, feodalizmden kapitalizme geçiş için gerekli bir önkoşul olduğundan. doğayla metabolik ilişkinin akılcı bir şekilde düzenlenmesi de kapitalizmden sosyalizme geçişin gerekli bir önkoşuludur."[15] Bu sosyaldemokrat bir görüştür…

                                            Ekoloji kavramı eleştirisi

     “Ekoloji”; akademinin sosyoloji, psikoloji, politik ekonomi gibi insanlarla ilgili konuları “bilim” adı altında ideoloji olarak ele alışının örneklerinden biridir. Sözcük "çevre bilimi" anlamına gelse de bu yalnızca kendi iddiasından ibarettir. Tek tek söylenenlerin bilimsel bilgiler olup olmamasının bir önemi yok, hepsi bir araya geldiğinde ortaya çıkan bilim değil, bir ideolojidir. Çünkü ekonomi ve siyaset çerçevesinde ele alınması gereken toplumsal sorunları doğa bilimlerinden derlenmiş eklektik bilgiler yardımıyla gidermeyi amaçlarken, istese de istemese de sorunun nedeninin kapitalist üretim biçimi, başlıca sorumlusunun burjuvazi olduğu gerçeğini gizlemiş olur. Bu da egemen ideolojiyi besleyen bir tutumdur.  Bu amaçla bir DİA (devletin ideolojik aygıtı) olan akademide "ekoloji" adı altında bir bilim dalı yaratılır ve "çevre mühendisliği" bölümleri açılır.  Böylece akademinin pozitivist geleneğinden yararlanarak, sorunların tarafsız gözle ele alınması sağlanır. Somut sorunlarla karşılaştıkça, acil çözüm arayışı tartışmaları içinde DİA işlevini yerine getirir ve egemen ideolojinin topluma yayılmasına katkıda bulunur. "Ekolojik kriz, iklim krizi, gezegeni kurtaralım" gibi söylemler dolaşıma sokularak, acil çare arayışları arasında devrimci bir bakış açısı oluşturmaya yer bırakılmaz.  "Ekoloji" sözcüğünün muhalif çevrelerde bu kadar yaygın kullanılmasının, egemen ideolojinin gönüllü taşıyıcısı olmaktan başka anlamı yoktur. Bazı örnekler:

     Ekoloji, ekolojik kriz, ekolojik emperyalizm, ekolojik devrim, ekolojik materyalizm, ekofeminizm, ekososyalizm, ekomarksizm, ekolojik Leninizm, ekoturizm, ekolojik borç, ekolojik diyalektik, ekolojik süreksizlik, ekolojik bakış açısı, çevresel/ekolojik proletarya,  eko-faşizm, emeğin ekolojisi, ekolojist… Kendini “ekoloji” sıfatıyla anan topluluklar… Politik ekoloji, toplumsal ekoloji, derin ekoloji gibi tanımlar…

     Özetle sözcük şu anlamlarda kullanılıyor: 1) "bilim" anlamında, 2)  “insan ekolojisi, emeğin ekolojisi” örneklerindeki gibi "mekân” anlamında, 3) “ekolojik bakış açısı” misali, bir dünya görüşü ya da felsefe niyetine, 4) önüne "eko" eki getirerek herhangi bir olguyu benzerlerinden ayırt eden sıfat olarak, 5) “ekolojist” örneğindeki gibi bir özne tanımı olarak…

     Bir sözcük gelişigüzel kullanıldığında anlamını yitirir. Ama zaten anlamsız bir söz için bunun bir önemi olmasa gerek. Kavramlar düşüncelerimizin yapı taşlarıdır ve gerçeği tanımamızın aracıdırlar. "Ekoloji" kavramı altında ele alınan sorunlarla rastgele değil, toplumsal yaşamın somut bir aşamasında ve belli bir yerinde karşılaşıyoruz. Örneğin bu sırada bir tür yok oluyor, coğrafî değişiklikler yaşanıyor olabilir; bunlar doğa bilimlerinin konusudur. Böyle durumlarda bizi teorik açıdan ilgilendiren, daha çok olayın toplumsal yanıdır. Bu nedenle bir çevre sorununu tarih bilimi temelinde,  ekonomi ve siyaset bilgilerimiz çerçevesinde ele almak daha uygundur.  Çünkü yüz yüze olduğumuz gerçeğin nedenleri ve olası sonuçları hakkında ancak bu yolla bilgi edinebiliriz.  Olayın toplumsal konumunu, neden ve sonuçlarını, gelecekte geçeceği evreleri ancak bu bilgiler yardımıyla inceleyebilir ve buna göre tavır alırız. Bizi böyle davranmaya iten, içinde olduğumuz toplumsal çelişkilerdeki tarafımız ve amaçlarımızdır. Neyiz biz, bir çevre sorunu karşısında fikir üretmesi gereken bilim insanı mı, uygun bir çözüm arayan ya da bunu önleyen bir idareci mi, sorunu yaşayan bir yurttaş mı, yoksa devrimci mi?

                                                                ***

     Ülke solunun önemli bir kesimi tıpkı "ekoloji" sözcüğü gibi "kriz" sözcüğünü de fetişize ederek, neredeyse bir sorun gördüğü her yerde kullanıyor. Böylece iki belirsiz anlamlı sözcükten, "ekolojik kriz" gibi üçüncü bir belirsizlik yaratılıyor.

       Kriz, olağan zamanlarda çözüm olan şeylerin artık sorun haline gelmeye başlaması demek. Farklı parçaların tutunmasıyla oluşmuş bütünlüklü yapılar krize girer. Bunların bir parçasında çıkan sorunun çözümü başka parçalarda soruna yol açıyor ve bu bütün yapıyı dolanıyorsa orada kriz vardır.

     Kriz, bir yapının doğal gelişiminin sonuna geldiğini gösterir ama bu öldüğü anlamına gelmez, çünkü yapının varlığı krizdeyken de sürebilir.  Ama bizde "kriz" sözcüğü daha çok, yapının ömrünü gerçekten tamamladığını anlatmak için kullanılıyor. Belki böylece "zaten kendi kendine çökecek, uğraşmayalım" demek isteniyor, belki de "ha gayret az kaldı, biraz daha yüklenirsek yıkılacak" çağrısı yapılıyordur, bilemiyoruz.

     Ancak krizi kesin bir sona eriş gibi yorumlamak, yapı tek düze bir ilerleyişle sonuna geliyormuş gibi düşünmenin ifadesidir. Oysa o sırada iç çelişkileri devam ettiği için duraklamalar, içe kıvrılma ve geri dönüşler de olabilir. "Ekolojik kriz" kavramı her ne kadar "ekolojik devrim"le güçlendirilmeye çalışılsa da bu belirsizlikleri taşıyor. Bunları Benlisoy'un yazısından yola çıkarak ifade etmeye çalışalım. BM öncülüğünde yapılan iklim değişikliği görüşmelerinin içi boş olduğunu belirttikten sonra şöyle diyor:

     " Bu durum teker teker sermaye aktörlerinin kötücüllüğü ya da vurdumduymazlığının eseri değil. Tersine, sermaye ile sermaye birikimini mümkün kılan ekosistemlerin devamlılığı arasındaki çelişki yapısal nitelikte, bizatihi kapitalizmin işleyiş biçiminden neşet ediyor. İklim değişikliğinin parçası olduğu ekolojik krizin, “insanlığı” birleştirmek bir yana, halihazırda mevcut yapısal güç hiyerarşini ve eşitsizliklerini pekiştiren, daha da belirgin hale getiren bir katalizör rolü oynamasının nedeni bu."

     Buradaki temel yanılgı, sermaye birikimini mümkün kılanın artık değer elde edilmesi olduğunun unutulmasıdır. Değerin ve dolayısıyla artık değerin kaynağı ücretli emektir; doğa değer yaratmaz. Bu nedenle sermayenin kendini yeniden üretimi "ekosistemlerin devamlılığına" değil, ücretli emek ve sermaye ilişkisinin devamlılığına dayanıyor. Bu ilişki başlangıç itibariyle her ne kadar doğanın işleyiş yasaları doğrultusunda ortaya çıkmış olsa da, toplumsal yaşamın tarihsel gelişiminin belli bir aşamasında kuruluyor ve varlığını her somut durumda yeniden üreterek sürdürüyor. İlişkinin tarafları ve oluşturdukları çelişkili birliktelik, kapitalist toplumsal yapı içinde hem üretici güç ve hem de üretim ilişkisi rolü oynuyor. Doğa ve bir parçası olan ekosistemler ücretli emek-sermaye ilişkisinin yeniden üretilmesi sürecinde sınır değil,  koşul oluşturuyor. Sermaye bazı koşullarda daha kolay artık değer üretebilirken, başka durumlarda bunu yapmakta zorlanıyor. Bu sırada yaşanan zorluklar iflas, işsizlik, düşük ücret, çevre tahribi vb. toplumsal yaşamda olumsuzluklara yol açıyor. Bu noktada ölçümlere değil ama bazı varsayımlara dayanarak,  sermayenin kendini yeniden üretme hızının doğanın kendini yenileme hızından fazla olmasının sorunların kaynağı olduğu ileri sürülüyor. "Ekolojik kriz" kavramı da buradan çıkıyor. Buna göre kapitalizm gelişmesinin sınırlarına varmış ve sermaye biriktirme çabaları insan yaşamının en geniş ekosistemi olan gezegene tehdit oluşturmaya başlamıştır. İşte "sermaye ile ekosistemlerin devamlılığı arası yapısal çelişki" ifadesi böyle bir bakış açısı içine oturuyor. Arkasında ise şu varsayımlar yatıyor:

     Öncelikle değerin kaynağının karşılığı ödenmemiş emek yerine doğa (burada ekosistemler) olduğu söylenmiş oluyor. İkincisi, toplumsal yaşamın yeniden üretiminin doğanın mülk edinilmesine dayanan kendi dinamiği yerine doğanın sağladığı olanaklara bağlı olduğu düşünülüyor. Üçüncüsü doğa sınırsız değil, ekosistemlerle sınırlı kabul ediliyor.

     Doğa, her zaman bir parçası olan toplumsal yaşam üzerinde belirleyici etkiye sahiptir. Toplumsal yaşam doğayı mülk edinerek, bu belirleyiciliğin olumsuz etkilerinden kaçınabildiği sürece ayakta kalır. Çeşitli üretim biçimleri ve bunların farklı bileşimlerinin oluşturduğu toplumsal yapılar böyle ortaya çıkıyor. Dünya buzul çağından geçerken insanlar "bu biçimde yaşanmıyor, artık başka bir toplumsal yapıya geçelim" demiyor, sorunları geleneksel komünal yaşam süreçlerinde çözmeye çalışıyorlar. Bu nedenle kapitalizm koşullarında yaşadığımız çevre sorunlarının çözümünün de kapitalist toplumsal yapı içinde kâr etme amacı temelinde ele alınmasında, toplumların tarihsel gelişimi açısından bir tuhaflık yoktur. Belki farkındalık yaratmak amacıyla böyle şeyler söylenebilir ama sorunu "sermaye gezegeni yakıyor" diye tarif etmek ve "ekolojik kriz" çerçevesinde açıklamaya çalışmak anlamsızdır.

     Yaşadığımız sorunların temelinde, teorik bakımdan ifade etmek gerekirse ücretli emek-sermaye çelişkisi yatıyor. Bu tarihsel açıdan üretici güçler-üretim ilişkileri, toplumsal açıdan altyapı-üstyapı çelişkisine tekabül ediyor. Gündelik hayatta ise bu çelişkileri üretim araçlarının daha az elde toplanmasına karşılık bundan yoksun kaldıkları için çalışarak yaşamak zorunda olanların sayısının artmasının sonucu, yoksullaşma biçiminde yaşıyoruz. Dünyanın her köşesinde savaş, doğanın metalaştırılması, sanayileşme, küçük mülkiyetin tasfiyesi, hastalık, göç vb. nedenlerle proletaryanın saflarına her gün daha çok insan katılıyor. Sınıf mücadelesi ise her durumda sürüyor. Bir farkla, 80'lere kadar mücadeleye çeşitli Marksist/sosyalist güçler öncülük ederken, bugün yerlerini büyük ölçüde inanç ve etnik kimliğe dayalı hareketler aldı.

     Üretim araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle kapitalizm ortak akıl doğrultusunda değil, kaotik bir işleyişe sahip. Ama bu tamamen akıldan yoksun olduğu anlamına gelmiyor. Günümüzde kapitalizmi küresel ölçekte yönlendiren ve özne rolü oynayan şeyin, yapısal kriz dinamiği olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği üzere bu dinamiği oluşturan kâr oranlarının düşme eğilimidir. Bunun olumsuz etkilerinden kaçınmak için gelişmiş ülkelerdeki büyüme yavaşlatılıyor, yatırımlar yüksek kâr sağlanabilecek orta ve az gelişmiş ülkelere kaydırılıyor. Bu sırada devletler basitçe "sermayenin yönetim kurulu" rolü oynamıyor, gelişmiş ülke devletleri birbirleriyle büyük ölçekli siyasi rekabetlere giriyor. Az gelişmişler ise, artık ülkelerinde nispeten bağımsız hareket etmelerine yeterli sermaye birikimi sağlanmış olmasının verdiği güvenceyle, küresel güçler arası rekabetten yararlanarak kendilerini tahkim etmeye çalışıyorlar. Bu gelişmelerde Çin Halk Cumhuriyeti önemli bir rol oynuyor. Bunu yalnızca atmosfere saldığı karbona bakarak değerlendiremeyiz.

     Bugün başka alanlardaki gibi çevreyle ilgili sorunları da ÇHC-ABD rekabetini dikkate alarak düşünmeliyiz.  ÇKP, Sovyetler Birliğinin başlangıcındaki gibi bir NEP döneminden geçtiklerini, ekonomik ve toplumsal gelişmeye ağırlık verdiklerini belirtiyor. Ekonomik büyüklük bakımından ABD'yi yakalaması,  "Yol ve Kuşak Projesi" ile küresel ölçekte bir altyapı kurması gibi olgular bu iddiayı destekler nitelikte.  Her üretim faaliyeti gibi bunların da çevreye olumsuz etkileri olduğu açık. Ancak Çin'in "temiz enerji" konusunda diğer ülkelerden daha ileride olduğu da bir gerçek. Bir yandan yeni petrol anlaşmaları yaparken diğer yandan buna alternatif kaynaklar geliştiriyor.

     ABD,  Çin'in bu girişimlerine karşı ilk kez 2021 Cornwall G7 zirvesinde bir proje geliştirmeye çalıştı. Buna göre 2035’ten itibaren çevreci projeler için 40 trilyon dolar harcanacak ve karbon salımı 2050’ye kadar sıfırlanacaktı. Kısaca "yeşil kapitalizm" olarak nitelendirebileceğimiz bu girişimin amacının çevre sorunlarını çözmek değil, büyüklerin küresel kapitalist hiyerarşi ve işbölümü içindeki hegemonyalarını güncellemek olduğu açık. "Yardım" adı altındaki sermaye ihraçlarıyla yeni bağımlılık ilişkileri yaratmak ve ÇHC'nin hareket alanını daraltmak isteniyor. Eğer bu yöndeki projeleri uygulamaya sokmanın iklim değişikliği üzerinde olumlu bir etkisi görülürse, bu asıl amacının yan ürünü olacaktır. Tıpkı kapitalist üretimde asıl amacın artık değer elde etmek, yan ürünün meta olması gibi…

                                                                   ***

     Kapitalizm yarattığı sorunları erteleyerek, dondurarak, yer değiştirerek ve mutlaka daha büyük sorunlara yol açacak biçimde çözebilir, bu sırada yeter ki ücretli emek-sermaye ilişkisi gerekli oranda kâr sağlayacak biçimde sürsün. Çevre sorunlarını somut olarak yaşayanlar,  gündelik hayatlarını korumak için mücadelelerini ertelemeden ve kimseye devretmeden sürdürmek zorundadır. Ancak sorunlar her ne kadar somut olsa da, arkasındaki ekonomik ve siyasi nedenlerin toplumun genelini ilgilendirmesi yüzünden, birbirleriyle ilintilidir. Dolayısıyla her çevre mücadelesi çeşitli katılımlara açıktır.

     Sorunlar, genel bir kapitalizm ve kâr dürtüsü altında yaşanmıyor, kapitalizmin içinden geçtiği tarihsel dönem, ülke, sektör, toplum, coğrafya ölçeğindeki somut koşullar çerçevesinde yaşanıyor. Yine direnişler de bu somut koşullar çerçevesinde, sınıf mücadelelerinin toplumlara göre değişen düzeyine bağlı olarak yapılıyor. Çevre sorunlarını bir yandan "yıkım, kriz, yanıyor" misali abartılı ifadelerle tanımlayarak çözümün "ekolojik devrimde" olduğunu söylemek ama aynı zamanda böyle bir devrimin somut koşulları olmadığını belirterek hiç olmazsa şimdilik "fosil yakıtlara karşı olmak" misali işlerle uğraşmayı salık vermek reformizmdir.  Bu ölümü gösterip sıtmaya razı etme gayretidir.

     Nasıl ki bir zamanlar sanayi buhar enerjisine dayalıyken sonra dizele geçildiyse, bugün de benzer bir teknolojik dönüşüm yaşanabilir, hatta sanayi üretiminin yerini başka bir üretim yöntemi bile alabilir. Kapitalistler arasında her zaman bu tür yeniliklerden yana olanlarla eskisini sürdürmek isteyenlerin rekabeti vardır. Tarihsel açıdan ilerlemeden yana oluruz ama siyasi konjonktürde eğer iktidarı almamıza hizmet etmiyorsa bir kapitaliste karşı diğeriyle yakınlaşmayız. Devrimciliği güçlendirmek için "kirli" enerjiye karşı "temiz", "yabancı" enerjiye karşı "yerli" enerjiyi savunmak, ortada herhangi bir siyasi zorunluluk olmaksızın şu kapitalistin arkasından bu kapitalistin yanına savrulmak demektir.

     Devrim gündelik sorunlara çözüm vaat edemeyeceği gibi,  genel bir "sermaye karşıtlığı" da değildir, siyasi iktidarın ele geçirilmesidir.  Bunun belli bir reçetesi ya da tekrar edilmesi gereken örneği olmaz, kendi yolunu kendisi açarak ilerler. Devrimlerin sanki önceden planlandığı gibi yapıldığı fikri, her şey yaşandıktan sonra ortaya çıkan tarih yazıcılarına ait söylemlerdir. İnsanlar "dünya yanıyor" misali büyük bir tehlike yaklaştığı için devrim yapmaz, eskisi gibi yaşamak istemedikleri için ve yenisini kuracak güçte olduklarına inandıkları anda yaparlar.  Gelecekteki bir devrim çevre sorunu, kimlik özgürlüğü, sınıfın kurtuluşu, inancın gerçekleştirilmesi gibi nedenlerin herhangi biri, hiç biri ya da hepsi için yapılabilir. Bir ülkede ya da aynı anda birçok ülkede gerçekleşebilir. O zamana dek bize düşen tahminde bulunmak değil, bir yandan bütün olasılıkları düşünürken diğer yandan değişmez siyasi hedefe karşı hazırlanmaktır.

 

                                                 ------------------oOo--------------------

 

 

 

 

 

 

 



[1] http://etha52.com/haberdetay/cengizhan-karasin-yazdi-akbelen-direnisi-nezdinde-avukatlik-meslegi-183699

[2] https://birartibir.org/bu-savasi-kazanmaya-mecburuz/

[3] Bunun tipik örneği, Terry Eagleton'un "Marks Neden Haklıydı?" kitabıdır.

[4] Marks, Feuerbach üzerine 4. Tezde bunu şöyle ifade eder: “Feuerbach, dinsel özü insansal öze indirgiyor. ama insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. gerçekliği içerisinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.”

[5] Kapital I, Yordam, 6. Basım, s. 20

[6] Age. S.489

[7] Age. S.181

[8] Grundrisse I, Sol Yayınları, 2. Baskı, s. 25

[9] Kapital I, Yordam, 6. Baskı, s. 547

[10] Age,s 56

[11]https://www.isyatirim.com.tr/tr-tr/bizi-taniyin/hakkimizda/basin-odasi/Documents/genis-aci/Genis_Aci_Ocak_2017.pdf

[12]https://www.pwc.com.tr/tr/Hizmetlerimiz/teknoloji/vergi-teknolojileri/pdf/uzay-ekonomisi-ve-vergilendirme.pdf

[13] Kapital III, Yordam, 6. Baskı, s. 797

[14] Kapital I, Yordam, 6. Baskı, s. 111

[15] Marksist Ekoloji, Foster, Kalkedon, s.49

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi