Blog Arşivi

20 Mart 2024 Çarşamba

 

TARİH ANLAYIŞI İÇİN NOTLAR

 

Evren   ·   Canlılardan cansızlara  ·  Öznesiz ve amaçsız sürecin kendi yolunu açması · Toplum · Üretim · Kapitalist toplumda metabolik çatlak · Toplumsal metabolizmanın işleyişi  · Düşüncenin maddeliği  ·  Varoluş yeniden üretimdir

 

Toplum, doğanın içe kıvrılmış bir parçasıdır. Kıvrımın nedeni, metabolik bir yapı olan toplumun tüm canlı varlıklarınkine benzeyen işleyişinin, evrendeki genel işleyişle ters yönde olmasıdır. Canlılar bu uyumsuzlukla ilintili olarak yaşadıkları gerilimleri evrim sürecinde kazandıkları doğal özellikleriyle aşmaya çalışır. İnsanlar aynı çabayı, biricik varoluş biçimleri olan toplumsal yaşam içinde gösterir. Toplum tarihini doğa tarihinin yalnızca devamı değil aynı zamanda bir parçası yapan, bu uyumsuzluktan kaynaklı çelişkilerin her somut durumda yeniden üretilmesidir.

 

Evren

Evren bildiklerimizin yardımıyla kavradığımız, sonsuz hareket halindeki maddedir. Yaklaşık 14 milyar yıl önce gerçekleşen büyük patlamadan bu yana genişler. Bilinen bir dışı olmadığı ama bir başlangıcı olduğu için kapalı bir sistem gibi ele alınır ve işleyiş düzeni bu çerçevede düşünülür. Dolayısıyla genişlemesi tersinemez (geri dönüşsüz) biçimde entropisinin arttığını gösterir.

Entropi, fizik bilimine ait bir kavramdır. Bir yerde entropiden bahsedebilmek için birden fazla parçadan oluşan bir sistem olması gerekir. Örneğin çevresinden yalıtılmış bir bardağın entropisinden bahsedilemez. Ancak bardağa su konulduğunda, elimize aldığımızda ya da yapısını oluşturan cam molekülleri açısından, birden fazla parçadan hangileriyle bir sistem oluşturduğuna bağlı olarak farklı entropilerden bahsedilebilir.

Entropi belli bir durumdaki herhangi bir sistemde, herhangi bir nedenle başlayan bir olayın yol açabileceği olası durum sayısıyla ilgilidir ve sistemin içi ya da dışındaki değişimin yönünü ve niteliğini anlamamızı sağlar. Bardağı alıp birçok yere taşıyabiliriz, devrilerek içindeki su dökülebilir ya da kırılıp parçalara ayrılabilir, hepsi de yalıtılmış bardaktan farklı durumlar demektir. Eğer bu süreçlerde olay öncesi ve sonrası sistemde herhangi bir değişiklik olmamışsa entropisi aynı kalmış ve kararlı bir denge içinde demektir. Denge sistemin olaydan önceki bir duruma döneceği biçimde değişmişse, entropisi azalmıştır,  ileri doğru değişip daha çok durumun ya da düzensizliğin ortaya çıkmasına yol açıyorsa entropisi artmıştır.

Bir sistemin var olabilmesi için en azından 1 tane durum içinde olması gerektiğinden, entropi asla 1’den küçük olamaz. ( 1 yerine 0 da kullanılabilir.) Buna karşılık entropi artışı sonucu birçok durum içinde olabilir. Bu nedenle evrenin patlama öncesi belki küçük bir top ya da gaz bulutuna benzeyen kararlı yapısının patlama sonrası balon gibi şişerek genişlemesi, entropisinin arttığı anlamına gelir. Bu değişim başlangıçtan bu yana olmuş, halen oluyor ve evrenin enerjisi her köşesine eşit olarak dağılıp tükenene kadar da olmaya devam edecektir. 

Evrende birçok hareket tersinebilirken (geri dönebilirken), bazıları tersinemez. Bardağın kırılması, ışığın tek yönlü yayılışı, ısının sıcak nesnelerden soğuk nesnelere akışı, kütle çekimi daha zayıf nesnelerin daha güçlü olanın üstüne düşmesi, tersinemez hareketlerdir. Suyun sıvı ve buz halinin birbirine dönüşmesi ya da moleküllerini oluşturan oksijen ve hidrojene ayrışması tersinebilir örneklerdir. Tersinebilir hareketler başlangıç ve son arasındaki entropiyi eşitlediği için sistemi dengeleyici etki yaratırken, tersinemezler değişimi uç noktasına kadar iterek düzensizliği arttırıcı ve sistemi sona erdirici etkilere yol açar.

Fizikçi Carlo Rovelli “Zamanın Düzeni” kitabının 6. bölümüne, “Evren nesnelerden değil, olaylardan meydana gelir” başlığını koymuştur (Tellekt Yayınları, s. 73). Bu, maddenin ne olduğunu anlatan en kısa cümle olabilir. Demokritos maddenin bölünemeyen en küçük parçasına “atom” demişti. Bugün quantum mekaniğinin konusunu oluşturan atomdan daha küçük parçacıklar olduğu biliniyor. Ancak küçülmenin bir sınırı var ve parçacıkların belli bir boyuttan daha küçük olamayacağı matematiksel olarak hesaplanıyor. Bütün bu parçacıklar, evrenin genişlemesi sürecindeki sapma, karşılaşma, çarpışma ve tutunmaların yarattığı kaotik süreçlerde atomlardan galaksilere kadar değişen nesneleri ve enerji biçimlerini oluşturuyorlar. Uzayda asılı duruyormuş gibi gördüğümüz katı nesneler,  daha küçük parçaların aralarındaki çekim gücüyle ortaya çıkan örüntülerden ibaret. Bu parçalar güçlü bağlarla bir yapı oluştururken, bunun dışındaki fiziksel sistemlerle ilişkilerini daha zayıf biçimde olsa da sürdürüyor. Atomlar arası çekim gücündeki değişmeler nedeniyle nesneleri oluşturan örüntüler bozulmaya açık oluyor. Nesneler birçok hareketin bir araya gelişinden oluşuyor. Aralarındaki “boşluk” gibi görünenler ise henüz tam olarak çözümlenememiş ama parçacıkların kesintisiz hareket halinde olduğu alanlardır. Nesneler şu nedenle kalıcı değil:

Bilindiği üzere atomların bir araya gelişiyle moleküller ve onların bir araya gelişiyle daha büyük yapılar oluşur. Atomların temel parçalarından olan elektronlar, önceden kestirilemeyen biçimde farklı yönlerde hareket edebilirler. Protonların etkisiyle bu hareketlerin yönü değişebilir. Bunun sonucu, birbirlerine elektronlar aracılığıyla ve belli bir molekül oluşturacak biçimde bağlanmış atomlar başka atomlara bağlanarak farklı moleküller oluşturabilir. Dağılan nesnelerin kalıntılarından başka nesnelerin oluşması, elektronların bu özelliğiyle ilgilidir. Bu nedenle tüm nesneler çeşitli hız ve düzeylerde hareket ederek sürekli dağılıp birleşen parçacıkların geçici birlikteliklerinden ibarettir. Rovelli’nin belirttiği gibi, yaşamımızda yer alan nesneleri belirlenebilir kılan ve değişmezmiş gibi görünmelerini sağlayan, elektronların rastlantısal dalgalanmalardır.

Evrende sonsuz çeşitlilikteki sonucun ortaya çıkışı geriye doğru ele alındığında, her birinin belirli fiziksel hareketlerin zorunlu sonuçları oldukları ama bunların bir amaca göre ortaya çıkmadıkları ve rastlantıyla oluştukları anlaşılır. Bu konudaki bilgimiz, tıpkı evrenin düzenli olarak genişlemesi gibi düzenli olarak artar. Ama bir farkla, evren henüz yaşanmamış ve kesin bilgisine sahip olmadığımız bir geleceğe doğru genişlerken; bilgimiz,  içinde olduğumuz somut durumun gerisindeki geçmişe doğru artar. Çünkü nesneler içinden geçtikleri tarihin izlerini taşır ve bunları takip ederek geçmişin bilgisine ulaşılabilir.  Böylece şeylerin genel hareket yasalarını öğrenir, geleceğe ilişkin kestirimlerde bulunur ve yaşadığımız anı bu bilgiler ışığında anlamaya çalışarak konumumuzda gerekli değişiklikleri yaparız. Açıktır ki bu bilgileri felsefî çıkarımlarla değil, ancak her olgunun somut olarak incelenmesiyle elde edebiliriz. Doğa ya da tarih, rastlantı ve zorunlulukların iç içe geçtiği bu süreçlere ait nedenlerle ve amaçsız biçimde ilerlediği için kendini yeniden üretmesinden başka yapıcısı (öznesi) yoktur. Bu, tarih biliminin temelidir.

 

Canlılardan cansızlara

Termodinamiğin yasaları evrenin her köşesinde geçerli olan fiziksel işleyiş düzenini ifade eder. Buna göre, hareketsiz bir nesne kendi içinde dengeye ulaşmış ve kararlılık kazanmış bir sistemdir. Hareket edebilmesi için ancak dışarıdan enerji alması gerekir. Nesnelerin toplam enerjileri kütleleriyle doğru, hareketleriyle ters orantılıdır. Bir A nesnesi yanıp ısı üreterek ya da ışık saçarak enerjisini dışa verirken kütlesi de azalır. Buna karşılık bir B nesnesi A ile çarpıştığında, kinetik enerjilerini birbirlerine kütleleriyle orantılı olarak aktarırlar ve kütlesi büyük olan diğerini daha çok iterken kendisi de çarpışma öncesi hareket yönünden sapar. Ve ikisi de çarpışma sırasında karşılıklı aktarılan kinetik enerjinin bir kısmını ısı enerjisi olarak alır. Farklı fiziksel özelliklerdeki nesnelerin buna benzer karşılaşmaları elektriksel, manyetik, kimyasal vb. enerjiler ortaya çıkmasına yol açar. Bu da entropilerinin değişmesine, yeni fiziksel sistemler oluşmasına ve başka karşılaşmalara neden olur.

Enerji, nesneleri oluşturan yapı taşlarının hareketinden kaynaklanır.  Nesneler çevrelerinden yalıtılmış haldeyken enerji kaybetmez. Ancak iki nesne (ya da fiziksel sistem) ilişkiye geçtiğinde enerji alışverişi başlar ve her birinin entropisi değişir. Bu değişim iki tarafın enerjileri eşitlenene dek sürer ve bu noktada oluşan denge başka bir fiziksel sistemle karşılaşıp bozulana kadar kararlı bir duruş içinde olur. Tüm cansız varlıklar dış etkiyle harekete geçer, bir parçası oldukları sistemin enerji dağılımı eşitlenene dek hareket eder ve sonra dururlar. Bu süreçlerde sistemde yer alan atom, molekül ya da daha büyük parçalar sisteme giren enerjiyle hareket ederek birbirleriyle yeni yapılar oluşturacak biçimde tutunurlar. Bütün bu işleyişin temelinde elektriksel çekim gücü vardır. Sistemde enerji dalgalanmasına yol açacak bir gelişme olmadığı sürece parçalar durumlarını korur. Evrenin başlangıcından beri yaşanan bu karşılaşmalar sırasında kendi enerjisini üretebilen ve böylece dışarıdan enerji almadan hareket eden canlı varlıklar oluşur. Bu durum, evrenin büyük çoğunluğunu kaplayan cansız varlıkların hareket düzenine terstir. Örneğin cansız varlıklar arasında ısı enerjisi sıcak nesneden soğuğa doğru akarken, canlılar kendilerinden daha soğuk nesneleri de ısılarını arttırmak için kullanabilir. Dünyadaki ilk canlı varlığın yaklaşık 3 milyar 500 milyon yıl önce oluşan mikroorganizmalar olduğu sanılıyor.

Canlılar düşük entropili besinleri tüketerek entropilerini kendileri arttırabildiği için, cansızlarla aynı doğaya ait değilmiş gibi görünürler. Ama yalnızca cansız varlıkların bir araya gelişinin özel biçimleridirler. Çünkü canlının bedeninde de eskisi gibi dış etkiyle hareket etmeyi sürdürürler. Bu kez hareket etmelerine yol açan rastlantısal bir dış etki değil, nispeten düzenli olan canlı organizmanın ürettiği enerjidir. Bu nedenle canlı bedenindeki cansız varlıklar arası ilişkiler de göreli olarak düzenlilik kazanır.

Cansız varlıklar evrenin genel işleyişi doğrultusunda hareket ederken bir dizi özel fiziksel-kimyasal ilişkilenmeyle ilk canlı hücreyi oluşturmuş ve hareketlerini hücrenin kendi enerjisini ürettiği koşullarda tekrarlayarak daha karmaşık biyolojik yapıların ortaya çıkmasına zemin hazırlamışlardır. Ancak cansızlardan canlıya geçişin en önemli halkası karmaşık kimyasal süreçler değil, canlı hücrenin kendini kopyalayarak çoğaltma özelliği geliştirmesidir. Elbette bunun kökeninde de yine kimyasal süreçler vardır ama bir kez gerçekleştikten sonra artık canlıyı yaratan rastlantıların tekrarlanması için milyonlarca yıl geçmesini bekleme gerekliliğini ortadan kaldırır ve canlı kendi kendine hızla çoğalır.

Kendini kopyalayabilen hücrelerin ortaya çıkışından sonra canlı yaşamının gelişimi,  Charles Darwin’in doğal seçilim kuramında anlattığı gibidir. Çevresine daha iyi uyum sağlayabilen varlığını sürdürür. Çevrede cansız nesnelerin yanı sıra başka canlı nesneler de vardır. Bazı hücreler gelişmiş canlı türlerinden farklı olarak, başka hücrelerden yatay gen transferi yapabilir ve bu yolla da mutasyon geçirebilir. Bilindiği üzere bu işlem gelişmiş canlılarda yalnızca dikey yoldan olur. Ancak bu, evrimin düzenini değiştirmez. Sonuçta nasıl olursa olsun en az enerjiyle en çok hayatta kalma olanağı yakalayan soyunu sürdürür. Evrimin bu aşaması da geçildikten sonra hücre, doku, organ ve nihayet bütün parçaların bir araya geldiği metabolik bir yapı olan bedenler oluşur…

  

Öznesiz ve amaçsız sürecin kendi yolunu açması

Canlıların kendi enerjisini üreterek evrenin genel işleyişine aykırı hareket etmesi, temel yapı taşları olan cansız varlıkların evrenin genel işleyişine uygun davranmaya devam etmesinin özel bir biçimidir. Tersine, canlının bedenindeki atomların ve moleküllerin evrenin geri kalanındaki gibi hareket etmesi, canlının kendi enerjisini üretmesi sayesindedir. Bu düzen, bedeni oluşturan parçaların ayrı ayrı ele alınamayacağı metabolik yapının temelidir. Olağan işleyişi evreninki ile ters olsa da,  varlığını sürdürüşü evrenle uyumludur. Dolayısıyla canlı olmasının gereği hareket edecek,  farklı durumlar içinde değişik sistemlere girecek, entropisi çevresiyle zorunlu olarak dengelenerek değişecektir.  Kendi canlı sisteminin dengesini korumak için entropisini kendisi ayarlamak zorunda kalır. Bu amaçla enerji tüketir ve entropisini korumak için sürekli yeni enerji almak zorunda kalır. Bunu her canlı evrim sürecinde kazandığı özellikler doğrultusunda daha düşük entropili varlıkları tüketerek sağlarlar. Bitkiler özümleme yapar, hayvanlar bitkileri ve birbirlerini tüketirler…

Canlıların da tıpkı cansızlar gibi durumlarını sürdürmek için entropilerini korumaları ve bu amaçla kaybettikleri kadar enerjiyi yerine koymaları gerekir. Canlılar bu gerekliliği, uzun evrim süreçlerinde değişen koşullara termodinamiğin yasaları doğrultusunda uyum sağlayıcı özellikler kazanarak,  bedenlerinde ve davranışlarında somutlaşmış varoluş biçimleriyle yerine getirir. Dolayısıyla evrim süreçlerinde kendi amaçları doğrultusunda hareket edebilen canlılar henüz oluşmadan önce de, canlı varlıklar sanki bir amaca göre hareket ediyormuş gibi davranırlar. Evrenin bir yaratanı olduğu fikri buradan kaynaklanır.

Bu milyonlarca yılda gelişmiş bir canlı özelliğidir ve sonraki süreçlerde bir sinir sistemine sahip, düşünebilen ve belli amaçlar doğrultusunda davranan canlıları anlamak bakımından önemlidir. İster bir beyinleri olsun ister olmasın, canlı varlıklar ancak doğal olarak yapmak zorunda oldukları ve somut olarak yapabilecekleri davranışları amaç edinirler. Bunun ötesine geçmeye kalkıştıklarında ise boşa enerji harcadıklarını yine doğal yaşamlarının aksaması ya da akıl yoluyla görür ve yaptıklarından vazgeçerler. Hızla çoğalan bakteriler, bunu zeki bir canlıdan çok daha çabuk öğrenir. Çünkü onun okulu, dört bir yana dağılan soydaşlarından yalnızca hayatta kalanların çoğalmaya devam ettiği doğal evrim sürecidir.

Metabolizmadaki doğal hareket düzeninin doğanın genel işleyişine ters düşmesi nedeniyle, canlı varlıklar enerjilerini korumak için kesintisiz biçimde enerji harcamak zorundadır. Bu işin rastlantıya kalmaması için,  metabolizmalarını ayakta tutacak kadar enerji üretmekle yetinmezler, daha fazlası için çalışırlar. Yeni enerji kaynakları aramaya, kendi türleri de içinde diğer canlılar ve çevre koşullarıyla mücadele etmeye, yeterli kaynak bulamadıklarında kullanmak üzere yağ dokuları, bitki yumruları ya da enerji taşıyan nesneleri biriktirmek gibi yedek kaynaklar oluşturmaya yeterli enerjiyi de üretmeleri gerekir. Bu yaşam ilkeleri insanlar için de geçerlidir. Aradaki fark, diğer canlılar buna ilişkin davranışlarını doğa koşullarının belirleyiciliği altında yaparken, insanın toplum içinde yapmasıdır. Bu anlamda bitki ve hayvanların doğası kendi bedenleri ve ait oldukları habitat, insanlarınki ise toplumdur. Çünkü yaşamını yalnızca toplumsal varlık olarak sürdürebilen insan türünün doğanın geri kalanıyla toplumdan yalıtılmış olarak ilişkiye geçmesi olanaksızdır. İnsanı doğadan değil ama diğer canlı türlerinden ayıran, toplumsal varlık oluşudur.

 

Toplum

Toplum, rekabet halindeki bireylerin organik birliğinden oluşan metabolik bir yapıdır. İnsan türünün biricik yaşama biçimi, dolayısıyla doğasıdır. Nasıl ki bal arıları oğul ve karıncalar sürü dışında yaşayamıyorsa, insan için de toplumsuz bir hayat düşünülemez. Tek başına kaldığında bile önceden toplum içinde öğrendikleriyle yaşayabilir. Bu durum gelişkin bir beyne sahip ve birçok dirimsel davranışı öğrenerek yapan bazı hayvan türleri için de geçerlidir. Ancak yine de bu hayvanların oluşturduğu sürü ve toplum yaşamı aynı nitelikte değildir.  Fark, sürünün tek bir birey gibi davranmasına karşılık toplumun değişik davranışlar gösteren bireylerden oluşmasında yatar. Sürü üyelerinin ortak hareketi, aynı uyaranlara benzer tepkiler göstermelerine dayanır. Tek ya da toplu olarak varlıklarını sürdürebilmeleri buna bağlı olduğundan, ayak uyduramayan üye bir biçimde sürü dışında kalır.  

İnsanlar benzer şeylere değişik tepkiler gösterebildikleri için farklı bireyler olarak yaşar. Değişik tepkilerin nedeni, beyinlerinin ayaklarından daha hızlı hareket edecek biçimde evrimleşmesidir. Kısa sürede birçok olasılığı düşünebilmek değişen koşullara hızlı ayak uydurmayı sağlarken, bireylerin farklı davranmalarına da neden olur.  Buna rağmen birlikte hareket etmelerinin temelinde ise bazı hayvanlarda da görülen uzun çocukluk dönemi gibi biyolojik nedenlerin yanı sıra, varlıklarını sürdürmek için iradelerinden bağımsız olarak kurdukları ilişkiler (=üretim ilişkileri) yatar. Bu anlamda üretim toplumu doğadan ayırmak şöyle dursun, doğaya bağlayan eylemdir. Bireyler yapmak zorunda oldukları şeyleri somut koşullara en uygun biçimde gerçekleştirmeye çalışarak, ürünü oldukları toplumsal yapının yeniden üretiminde üzerlerine düşen katkıyı farkında olmasalar bile verirler.

İnsanlar da bütün canlılar gibi beslenme, barınma, üreme misali davranışların doğal özneleridir. Ancak fiziksel özellikleri bakımından doğadaki zorluklarla başa çıkacak durumda olmadıkları için başkalarının, dolayısıyla toplumun desteğine gereksinim duyarlar. Toplum bu desteği zayıf bireylerin aritmetik toplamıyla değil,  birinin gereksiniminden fazlasını diğerinin eksiğine aktararak oluşan organik birliğiyle sağlar. Böylece toplum da canlı bir varlık gibi davranarak, bireyin gereksinim duyduğu desteği üretir. Marks, Kapital’in ilk cildinde başka bir konuyla ilgili olarak, toplumun bu metabolik özelliğini şöyle ifade ediyor: "Mübadele süreci, metaları kullanım değeri olmadıkları ellerden kullanım değeri oldukları ellere aktardığı kadarıyla, toplumun metabolizmasıdır." (Yordam, 6. Baskı, s. 111

Metabolizma her şeyden önce bir canlılık ilişkisidir. Canlı varlığın içinde olup biten, yaşamını sürdürmesini sağlayan, karşılıklı ve birbiriyle uyumlu, karmaşık olaylar bütünüdür. Toplumların metabolik yapısı,  doğal evrim süreci içinde tarihsel gelişiminin sonucudur. Her bir insan kurulu bir toplumsal yaşam düzeni içinde, hayatlarının genel çerçevesi somut koşullar tarafından çizilmiş bireyler olarak dünyaya gelir. Toplum, sınırlarına uymak kaydıyla bireylere istediklerini yapabilecekleri kurulu bir düzen ve yaşamaları için gerekli enerjiyi alabilecekleri nesnelerin olduğu bir çevre sağlar. Çevre,  bireylerin yaşamsal gereksinimlerini istikrarlı biçimde karşılayabilmesi için toplumun mülkiyet ilişkileri kapsamına alarak kendine ait kıldığı doğa parçasıdır. (Bir doğa parçasını kendine ait kılarak rekabete kapatma davranışı başka canlılarda da vardır.)  Böylece bireylerin yaşamak için gerekli şeylere ulaşmaları belirsizliklere bırakılmaz, yaşam koşullarına istikrar kazandırılır. Bireyler çevreden rastgele değil,  kurallara uyarak yararlanır ve gereksinimlerini toplumsal yaşam düzenine boyun eğerek giderirler. Böylece kendi varlıklarıyla birlikte ait oldukları yapıyı da üretirler.   Başlangıçta boyun eğmeye zorlandıkları toplum kurallarını,  gereksinimlerini bu yaşam biçimi içinde karşıladıkça gönüllü olarak kabullenir ve savunurlar.

Toplum nesnesi dağ, orman vb. herhangi bir nesne gibi doğanın bir parçasıdır ve aynı hareket yasalarına dayanır. Bu nedenle doğadan ayrı bir varlıkmış gibi bahsetmemek için, toplumun dışındaki doğaya “yaban” demek daha uygun görünüyor.

Toplumun yabanla uyumsuzluğu, mücadelesi ve çelişkileri, cansızlardan canlılara evrim sürecinde doğal olarak ortaya çıkan bir özelliktir. Her türlü parça-bütün ilişkisindeki gibi toplumun yabanla ilişkisinde de belirleyicilik, doğadadır. Ancak bu ilke doğayı ve toplumu iki ayrı nesne gibi ele alan soyut düşünceler ve genel akıl yürütmeler yoluyla ifade edilemez. Örneğin doğanın sonsuz büyüklükte olduğu için toplum üzerinde dışsal bir etki oluşturarak belirleyici rol oynadığını ya da bütün canlılar gibi toplumun da gereksinimlerini doğadan karşıladığı için her zaman ona muhtaç, edilgen konumda ve belirlenen olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Doğanın belirleyiciliği, toplumun olağan işleyişi çerçevesinde kendini yeniden üretirken yaşanan somut bir etkidir. Doğa özne, toplum onun nesnesi değildir.

Unutulmamalıdır ki toplum da doğaya dâhildir ve metabolik bir yapı olarak yabanla ilişkisini, kendi varlığında yeniden üretme yeteneğine sahiptir. Bu bakımdan diğer canlılardan ilkesel olarak bir farkı yoktur. Bir tohumun uygun koşullarda çimlenmesi, kedinin avını yakalaması, bağışıklık hücrelerinin hastalığa yol açan bakterileri yemesi ve insanın üretim yapması arasında; canlı varlıkların kendi enerjilerini ayrı yollardan üretmelerinden başka bir fark yoktur. Bu eylemi bazı bitkilerin orman ya da çayır ekosistemi içinde, bazı hayvanların sürü, bazı bakterilerin de koloniler oluşturarak yapmasıyla insanın toplumsal yaşam süreçlerinde yapması,  aynı niteliktedir. Canlıların yaşamlarını farklı yollardan sürdürmesi, evrim sürecinin ürünüdür. İnsanın bunu üretimle yapması ve bu sırada emek kullanması ise, evrim sürecinin devamı ve bir parçası olan toplumsal yaşamın tarihsel gelişiminin ürünüdür.

Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde, önceki kuşaklardan kalan tarihsel mirası da düşünerek “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar” diyordu. Bu cümlenin ardından belki şunu da söylemek mümkündür: İnsanlar kendi tarihlerini yaparken, iradelerinden bağımsız olarak doğal evrimlerini de sürdürürler. Çünkü bütün canlılar evrimlerinin son aşamasındadır ama sonunda değildir. Evrimimiz sürüyor.

 

Üretim

Doğayı tanrının eseri, toplumu ise insan aklının imalatı gibi görmek dinle imanla bağı bulunmayanlar arasında da yaygındır. Üretim toplumsal yaşamın maddi temelini oluşturduğu için aklın en önemli icraat alanı gibi ele alınır. Zenginliğin hırsızlık olduğunu söylemek, sömürüyü kötü niyetli patronların saf ve cahil işçiyi kandırması gibi tanımlamak, tarihsel bir üretim biçimi olan kapitalizmi ve dönemsel bir özelliğini oluşturan neoliberalizmi kötülüklerin özneleri gibi göstermek ve hatta “sosyalist ekonomiyi” planlamaya indirgemek; üretimi, dolayısıyla genel olarak ekonomiyi insan zihninin ürünü gibi görme örnekleridir. Marks’ın bu konudaki görüşü açıktır:

Marks, Kapital’in Almanca birinci basımına önsözde bir eleştiriyi yanıtlarken  “Toplumların iktisadi oluşumunun gelişimini doğal bir tarihsel süreç olarak kavrayan benim bakış açım…” diyerek, ekonomiyi nasıl ele aldığını yeterince ifade eder. Eleştiri, Kapital’de burjuvaları ve toprak sahiplerini tarafsız bir dille anlatarak “pembeye boyadığı” gerekçesiyle yapılmıştır. Marks bu eleştiriye, kişisel tutumların tarihsel süreci belirlemediği, tersine süreç kendi doğallığı içinde gelişirken kişilerin buna uyduğunu ifade eden bir yanıt verir.

Ama Aydınlanma kalıntısı düşüncelerin etkisiyle,  üretimin tasarım eseri olduğu düşünülür. Doğal olarak emek bunun en önemli bileşenidir.  Emek soyut bir kavram olduğu için, Aydınlanma kalıntıları bunun üstende diledikleri gibi at koşturup yorum yaparlar. Marks bu tür yorumlarla ilgili olarak tarihsel ve toplumsal sınırları çizmiştir. Tarihsel sınır şudur:

 "Sermayenin temeli ve hareket noktası hizmetini gören mevcut emek üretkenliği bir armağandır; ancak bu, doğanın değil, binlerce yüzyılı kucaklayan bir tarihin armağanıdır. (Kapital I, Yordam, 6. Basım, s. 489)

Buradan anlaşılması gereken,  emeğin somut koşullarda yerine getirdiği işlevden ibaret olmadığı, niteliğinin onu “emek gücü” olarak satanın ve alanın varlığıyla belirlenmediği, soyut niteliğinin bilimsel bir soyutlama değil, tarihsel gelişimin ürünü oluşundan kaynaklandığıdır. Örneğin matematik bilen bir kafa emekçisinin çabası yalnızca kendi beceresi ya da ona matematiği öğreten okullara dayanmaz, toplumların tarihsel gelişim sürecinde matematik biliminin doğuşuna katkıda bulunanların emeğine de dayanır. Dolayısıyla emeğin karşılığı da somut bir ödeme değil, toplumların tarihsel dönüşümü olmalıdır. Marks, emeğin toplumsal koşullardaki fiziksel sınırlarını da şu cümlelerle çizer:

  “Çalışma, her şeyden önce, insanla doğa arasındaki bir süreçtir; bu süreçte, insan, doğa ile kendisi arasındaki madde alışverişini kendi çabasıyla yürütür, düzenler ve denetler. Doğanın sağladığı maddelerin karşısında bir doğa gücü olarak yer alır. Doğanın sağladığı maddeyi kendi yaşamında kullanabilecek bir biçimiyle mülk edinmek üzere kendi canlı varlığının doğal güçlerini, kollarını ve bacaklarını, kafasını ve ellerini harekete geçirir. Kendi dışındaki doğa üzerinde etkide bulunur ve onu değiştirirken, aynı zamanda kendi öz doğasını da değiştirir.”( Kapital 1 S.181)

Ekonomik faaliyetler insanların doğal gereksinimlerini karşılamak zorunda olmasına dayalı, somut bir toplumsal yapı içinde ve toplumu sürüden ayıran nedenlerle yaşanan iç çatışmalar sürecinde yapılır. Bu sırada toplumun yabanla çelişkilerinden kaynaklı sorunları daha yavaş, iç rekabetinden kaynaklananlar daha sık ve hızlı değişir. Doğal olarak ikincilerin çözümü önceliklidir ve yabanla sorunların çözümüne bunun üzerinden uzanılır. Bütün bu çatışma süreçlerinde dile getirilen amaçlar ve yapılan eylemler ne nitelikte olursa olsun, hepsinin ardında yatan ortak ve irade dışı etken daha rahat yaşama arzusudur. Bu daha az enerjiyle daha çok yarar sağlamaktan ibarettir. Ancak bu tür amaçlar ne kadar çekici olsa da,  dile getirilmeleri için bile yürütülen ekonomik faaliyetin sürmesi ve çatışmaların yol açtığı gereksinim artışının karşılanması zorunludur. Sonuçta kim kazanırsa kazansın, tarihsel gelişmenin izleri toplumsal yaşamdaki somut değişimlerde görülür. Açıktır ki bu tür değişimler herkesin bir sürü bilinciyle hareket etmesinin ortak sonucu değil,  sürekli yeniden üretilen çelişkilerden kaynaklı çatışmaların ortak sonucu (bileşkesi) olarak gerçekleşir. Tarihsel ilerleme akıl sahiplerinin iyi şeyler düşünmesiyle değil, yabanla ve aralarındaki çelişkiler nedeniyle iyi şeyler düşünmek zorunda kalmasıyla olur. Toplumların ekonomik yapısı, toplumsal yaşamın yeniden üretim sürecinde üretici güçlerin kaçınılmaz gelişimi ve üretim ilişkilerinin buna zorunlu uyum göstermesi üzerinden ilerler. Uyumsuzluğun kararlı bir hal almasıyla, Marks’ın belirttiği gibi “toplumsal bir devrim çağı başlar”…

Bilindiği üzere üretici güçler, üretim araçları ve üretken emeğin bir araya gelişinden oluşur. Üretim araçları doğadan mülk edinilerek (üretilerek) elde edilirken, üretken emek toplumların tarihsel gelişiminin ürünü olarak ortaya çıkar. Üretim, doğal olarak toplumun metabolik varlığını sürdürmesi için gereken enerjiyi sağlamak için yapılır. Gereksinimler ve olanaklar az çok bilindiği için nasıl yapılacağı önceden tasarlanabilir. Tasarımlar, bütün canlıların ortak yaşam ilkelerine göre ve tüm gereksinimleri karşılamak üzere yapılır. Bunun bir parçası da, gelecek üretim döneminin koşullarını hazırlayarak sıfırdan başlamak zorunda kalmamaktır. Doğal olarak her toplumsal üretim faaliyetine her zaman yeniden üretim olarak başlanır. Bu da üretim araçlarının daha az çaba gerektirecek biçimde mükemmelleştirilmesini, üretken emeğin eğitilerek uzmanlaştırılmasını kolaylaştırır. Sürekli daha az enerjiyle daha çok yarar sağlama ilkesi üretici güçlerin gelişmesinin doğal  (kendiliğinden) dinamiğini oluşturur.

Öte yandan enerji yalnızca üretim sırasında tasarruf edilmez; beslenme, barınma gibi tüketim alışkanlıklarını değiştirerek de yapılır. Bu nedenle toplumsal yaşam her zaman üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi tarafından kendiliğinden koşullandırılır.

Göçler, fetihler, savaş ve barış, işbölümü artışı, doğal afetlere ya da düşmana karşı devasa mimari yapılar inşa edilmesi, karmaşık toplumsal yaşamı düzenlemek için devletler kurulması,  bilim ve ideoloji üretilmesi vb. tarihsel değişimin somut ifadeleri olan şeylerin temelinde yatan; üretici güçlerin kaçınılmaz gelişimidir. Bu gelişimin arkasında da, tüm canlıların yaşamlarını kolaylaştırma çabası, dolayısıyla doğayla ve birbirleriyle mücadelelerini daha az enerji harcayarak sürdürmeleri vardır. Toplumsal üretici güçlerin gelişimi;  i) farklı üretken emek biçimleri arasındaki, ii) benzer işler yapmak amacıyla kullanılan değişik üretim araçları sahipleri arasındaki ve iii) üretim süreçlerinde karşılaşılan doğal engeller nedeniyle toplumla yaban arasındaki çatışma süreçlerinde gerçekleşir. Marks bunu kısaca “üretici güçler-üretim ilişkileri çelişkisi” olarak ifade ediyor.

Üretim ilişkileri, üretici güçlerin kullanılmaları sırasında iradeden bağımsız olarak kurulur ve aynı zamanda bu güçlerin gelişmişlik düzeyini gösterir. Bu nedenle üretici güçler ve üretim ilişkileri arası çelişkiler, toplumun geneli açısından daha çok enerji harcamayı gerektiren eski üretim biçimiyle daha az enerji harcamayı mümkün kılan yenisi arasındaki rekabete denk düşer. Doğal olarak eski yöntemlerle daha az ürün elde edilirken, yenisiyle daha çoğunu üretmek mümkündür. Bu da kaçınılmaz olarak eskisini temsil edenlerin toplumsal konumlarıyla,  yeniyi temsil edenlerin toplumsal konumlarını farklı biçimlerde karşı karşıya getirir. Bu çatışmalarda, üretim süreçlerinde doğrudan yer almayanların da “tüketen” olarak taraf olmaları mümkündür. Mantık açısından daha gelişkin ve yeni olanın üstün gelmesi gerekirken, tarih amaçlara göre ilerlemediği için bu tür beklentilere girmek anlamsız olacaktır. Somut güç çatışmaları içinde her sonuç mümkündür.  Tarihsel olarak ileri olan alt edilip tekrar keşfedilene kadar tümüyle unutulabilir, gecikmeli olarak sahneye çıkabilir, ya da beklenmedik bir hızla egemen olabilir. Toplumların tarihinde görülen bu işleyiş, doğa tarihinde yaşananların aynısıdır. Sonuçta ne tür özellikleri olursa olsun doğada ortaya çıkan bütün türler yaşamıyor, fosil kalıntıları arasında birçok gelişkin canlı örneği var.

 

Kapitalist toplumda metabolik çatlak

Konu üstünde durmamızın nedeni, Marks’ın toplumun metabolik yapısıyla ilgili düşüncelerinin çarpıtılmasıdır. Marks’ın “metabolik çatlak” ifadesi, toplumun doğa yasalarınca belirlenen yapısındaki bir yarılma olarak değil,  toplumun doğadan koparılması anlamına geliyormuş gibi yorumlanarak çarpıtılıyor. Ve devamında Marksizm adına reformist fikirler dile getiriliyor. Bu tür düşüncelerin, kapitalizmi sanki kapitalistler tarafından kurulmuş ve işletilen bir toplum düzeni gibi ele almaktan kaynaklandığı söylenebilir. Devamında, toplumsal sorunlar kapitalistlerin niyetleri üzerinden ve egemenin kurnazlık ya da beceriksizliğinin sonucuymuş gibi yorumlanır.  Buna karşı düzenin işleyişinin doğal temellerini hatırlatıyoruz. Zaten “toplumsal metabolizma” kavramı da bu anlama geliyor.

Binlerce yıl boyunca ürünler kullanım değerleri için üretildi ve ancak fazlası pazara götürülüp satıldı. Bu yaşam tarzı üretimin artması için baskı oluşturmadığından, üretici güçlerin gelişimi ve kapalı ekonomilere dayalı toplumların değişimi yavaş oldu. Bu durum, pazar için üretimin belirleyici hale gelmesiyle kökten değişti.

Metaların değişim değerleri için ve kârlı bir fiyattan satmak amacıyla üretilmesinin toplumsal yaşamda belirleyici hale gelişi ilk kez 16. Yüzyıl sonlarına doğru İngiltere’de görüldü ve böylece kapitalist üretim biçimi doğdu. Benzer olgulara Hollanda, Kuzey İtalya gibi yerlerde de rastlanmasına rağmen toplumu aynı ölçüde etkilemediler. İngiltere’de bu belli bir toplumsal etkenin evrimi, bir iradenin zorlaması ya da tarihsel gelişimin kaçınılmaz sonucu gibi değil; bir dizi olgunun rastlantısal biçimde karşılaşıp kararlı bir durum oluşturmasıyla gerçekleşti. Kırların özel mülkiyete açılmasıyla kuşaklar boyu burada yaşayanlar işsiz kalarak kentlere göç ettiler ve o güne dek dönüp bakmadıkları atölyelerde boğaz tokluğuna çalışmaya razı oldular. Buhar makinesinin icadı, sanayi üretiminde sıçrama yarattı ve atölyeler hızla saf dışı kaldılar. Ülkede sanayinin enerji gereksinimini karşılamaya yeterli su ve kömür vardı. Sömürgecilik döneminden beri gelişmiş iç ve dış ticaret yolları bulunuyordu. Yanı sıra nakliye kolaylıkları, bankacılık ve tüm bunları toparlayıcı hukuksal-siyasi üstyapı tarihin bir döneminde bir araya gelerek, kapitalizmin ortaya çıkışını hazırladı. Kapitalizm, rastlantısal buluşmaların kendini yeniden üretebileceği kararlı bir durum kazanmasının zorunlu sonucu olarak, kısa sürede dünya ekonomisine dönüştü. Marks’ın Kapital’in III. Cildinde  “…toplumsal metabolizmanın bütünlüğünde onulmaz bir çatlağa yol açan koşullar doğurur...” diye ifade ettiği, bu gelişmedir. Günümüz reformist solu üstüne atlayarak bu satırları çarpıtıyor. Marks bu ifadeyi, klasik iktisatçıların hesaplama yaparken toprağın değişmeden kaldığını varsaymalarına karşı,  bir Alman tarım ve biyokimya uzmanı olan Justus von Liebig'e dayanarak kullanıyor. Kitapta şöyle deniyor:

    "Küçük toprak mülkiyeti, nüfusun çok büyük çoğunluğunu kır nüfusunun oluşturmasını ve toplumsal emeğin değil yalıtılmış emeğin ağır basmasını; bu nedenle de, bu koşullar altında, yeniden üretimin zenginliğinin ve gelişmesinin hem maddi hem de manevi koşullarının yokluğunu ve dolayısıyla akılcı bir tarımın koşullarının da yokluğunu şart koşar. Diğer taraftan, büyük toprak mülkiyeti tarım nüfusunu durmadan azalan bir en alt düzeye indirir ve onun karşısına durmadan artan, büyük kentlerde yığınlar halinde bir araya getirilen bir sanayi nüfusunu çıkarır; bu yolla, yaşam hakkındaki doğa yasalarınca belirlenen toplumsal metabolizmanın bütünlüğünde onulmaz bir çatlağa yol açan koşullar doğurur; bu koşullar nedeniyle toprak gücü israf edilir ve her israf ticaret aracılığıyla ilgili ülkenin sınırlarının çok ötesine taşınır. (Liebig)" (Kapital III, Yordam, 6. Baskı, s. 797)

Toplumu doğanın bir parçası ve devamı olarak değil de insan eliyle yapılmış ve bu yüzden doğanın dışında ele alınması gerekiyormuş gibi düşünmenin sonucu, Marks’ın “metabolizmanın bütünlüğündeki çatlak” ifadesi toplumla doğa arasındaki bir yarılma gibi anlaşılıyor.  Bellamy Foster’ın konuyla ilgili dile getirdikleri bu çarpıtmanın çok bilinen bir örneğidir: "Marks'a göre insanın dünyayla ilişkisinin dönüşümü, feodalizmden kapitalizme geçiş için gerekli bir önkoşul olduğundan doğayla metabolik ilişkinin akılcı bir şekilde düzenlenmesi de kapitalizmden sosyalizme geçişin gerekli bir önkoşuludur." (“Marksist Ekoloji”, Foster, Kalkedon, s.49)

Marks’ın toplumsal metabolizmadan ne anladığını daha önceki bölümlerde açıklamıştık. Dolayısıyla “metabolik çatlak” Foster’ın yorumladığı gibi değil, metabolik bir yapı olan toplumun kendi içinde ve kapitalizmin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan bir durum. Eğer çatlak doğa ve toplum arasındaymış gibi anlaşılırsa, bugün kapitalistlerin de dile getirdiği gibi çevre sorunlarıyla ilgili reformları desteklemek ve “yeşil kapitalist” uygulamaları hoşgörüyle karşılamak gerekecektir. Foster’ın sosyalizme geçişin “önkoşulu” olarak doğayla ilişkilerin akılcı hale getirilmesini söylemesi bunun ifadesidir. Ama kavram Marks’ın söylediği gibi anlaşılırsa,  çatlağın beri tarafındakiler reformlara bel bağlamak yerine, durumdan karşı tarafı sorumlu tutarak devrimci siyasi mücadeleye yöneleceklerdir. Düşüncemizi gerekçelendirmek için metabolik çatlağın nasıl oluştuğunu hatırlayalım.

Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde ürünler kullanım değerleri için üretilirken, arada satış için üretim yapılsa da toplumsal yaşama önemli ölçüde etkilemiyordu. El zanaatçıları sipariş üzerine ya da sınırlı miktarda üretiyor, tarım ürünlerinin ise tüketilmeyen fazlası satılıyordu. Dolayısıyla eski toplumlarda da sömürü, yoksulluk, eşitsizlik, özel mülkiyet, çevreye zarar vermek gibi olgular görülse bile toplumsal metabolizmada bir çatlak oluşmuyor, kendine yeterli bir yaşam sürdürülebiliyordu. Ancak savaş, salgın hastalık, doğal afet gibi büyük çaplı olaylar sorun yaratıyor ama bunlar da toplumun tamamını etkilediği için yapıyı çatlatmaktan çok genel bir zayıflamaya yol açıyordu. Metabolik çatlak kapitalizmde ortaya çıktı ve sistemin dünya ekonomisine dönüşmesiyle genelleşmeye başladı:

Tarımda kapitalizmin gelişmesiyle kırsal kesimin kendine yeterli ekonomisi çeşitli yollardan parçalanarak dışa açılır ve büyük bir kır nüfusu açlıktan ölmemek için kentlere göç etmek zorunda kalır. Gelişen büyük sanayi karşısında elzanaatları sona erer, aile işletmeleri, atölyeler kapanır ve buralardan geçinenler kırlardan gelenlerle birlikte işsizler ordusuna katılır. Kentler sağlığa aykırı olarak büyürken, kırlar ancak kapitalist işletmelere yetecek kadar emek gücü barındıracak biçimde insansızlaştırılır. Toplumsal yaşam kökten değişerek, sanayinin ve artan kent nüfusunun gereksinimlerini karşılamak için tarımda tek tip ürün yetiştiriciliğine geçilir, kimyasallarla hava, toprak, su kirletilir, yeni tarım alanları açılmayan araziler madencilik, enerji, inşaat vb. amaçlarla metalaştırılır ve birçok yabani tür yok edilir. Kapitalist mülkiyet nedeniyle üretim araçları giderek daha az elde toplandıkça, üretken emekle üretim araçları arasındaki bağlar kopar. Bu da emekçilerin kullandıkları üretim araçlarını mükemmelleştirmek gibi işlerle uğraşmayı bırakmalarına ve zihinsel bakımdan körelmelerine neden olur. Kapitalist işbölümü arttıkça yapılacak işler basitleşir, emek gücünün eğitimli olmasına duyulan gereksinim azalır ve toplumun genel eğitim düzeyiyle birlikte ücretli emek maliyeti düşer. Metaların değişim değerleri için üretilmesi, üretim ve tüketim arası ilişkilerin kapitalist çıkarlar doğrultusunda yeniden üretilerek değiştirilmesine yol açar. Metaların tüketimi artık günlük gereksinimleri karşılamak yerine yaratılan bağımlılığı gidermek için yapılır. Bir yandan yeni gereksinimler yaratılarak buna uygun metalar bol miktarda üretilirken, diğer yandan temel tüketim maddeleri ya kârlı olmadıkları ya da yüksek fiyattan satıp kârı arttırmak gibi amaçlarla sınırlı miktarda üretilir.

Anlaşılacağı üzere metabolik çatlak doğaya zarar vermekten ibaret değildir. Kapitalizm böyle bir zararı vermeye başlamadan önce zaten hayatın her alanında binlerce yıllık gelenekleri yıkarak,  aynı toplumsal yapı içinde adeta iki farklı toplumun oluşmasına yol açarak çatlağa yol açmıştır. Bu toplum içi bir sorundur ve temelinde üretken emeğin üretim araçlarından yoksun kalması vardır. Buna bağlı olarak kırla kent, üretimle tüketim, yabanla toplum ve toplumun entelektüel düzeyi ile maddi yaşamı arası bağlar kopar. Toplumsal gelenekler yıkılarak kapitalist egemenliğin belirleyiciliği altında yeniden üretilir.  Ancak bu işleyişin temsilcileri olarak görünen şirket ya da devletler ne kadar güçlü olursa olsun, kendileri de yaratılmasına büyük katkı verdikleri olumsuz sonuçların etkisi altında hareket etmek zorunda kalırlar. Kapitalizm, kazdığı mezarın içinde yaşayan bir sistemdir.

 

Toplumsal metabolizmanın işleyişi

Elbette Marks’ın da söylediği gibi kapitalist üretim toplumsal gereksinimleri karşılamak için değil, artık değer üretmek için yapılır. Ama bu, kapitalistler öyle istedi diye gerçekleşmez, sistemin işleyişinin zorunlu sonucudur. İnsanların iradesi toplumsal yaşam süreçlerini ne yoktan var edebilir, ne de sihirli bir dokunuşla yok edebilir;  ancak yavaşlatıcı ya da hızlandırıcı etkide bulunabilir. Yoksa Marks’ın toplumların iktisadi gelişimini “doğal tarihsel bir süreç” olarak tanımlamasının anlamı olmazdı.

 Kapitalist sömürmek istediği için değil, sömürmek zorunda olduğu için sömürür. Ancak sömürülenler koyun değildir, boyunlarını kendiliğinden uzatmazlar. Dolayısıyla rızalarını almak gerekir. Nitekim insanlar İngiltere’deki gibi yüzyıllardır yaşadıkları kırlardan çıkartılıp şehirlere sürüldüğünde “ne yapalım, artık proleter olduk gidip fabrikalarda ücretli olarak çalışalım” dememiş,  buna rıza göstermeleri için bir yandan kiliselerde çalışmanın erdemini yücelten vaazlar verilirken diğer yandan aylaklık edenlerin asılarak cezalandırılmasından yana yasalar çıkartılmıştı. Sefalete katlanmak zorunda kalanlar ise ya isyan ediyor, ya da bugün olduğu gibi ucuz içki ve uyuşturucularla avunmaya çalışıyorlardı. Sistem, bu uzun rıza ve zor ikilemleri arasında geçen sınıf mücadeleleri sürecinde oluştu.

Günümüz kapitalizminin gelişmiş örnekleri için ne 18. Yüzyıl İngiltere’sine ne de büyük kentlere gitmeye gerek yok, artık dünyanın her köşesinde rastlayabiliyoruz. Yeter ki olaylara egemen ideoloji açısından bakmayalım ve söylemlerinin arkasındaki zorunlulukları görmeye çalışalım.  Örneğin bugün sermaye dolaşımını güvenli hale getirmek amacıyla dünyanın ücra yerlerindeki “terör” faaliyetlerini izlemek için kurulan iletişim hatları, aynı zamanda her türlü ticarete ve anında ödeme yapmaya olanak tanıdığı için zaten gerekli dolaşım güvenliğini de sağlamış oluyor.  Kapitalizmin toplumsal metabolizmayı hastalıklı hale getirmesini yönetenlerin beceriksizliğine ya da özel amaçlar gütmelerine bağlamadan ve yaşananları düzenin ömrünü tüketmesi gibi yorumlamadan önce, bu durumun başından beri süren bir yaşam biçimi olduğunu görmek gerekiyor. Kapitalizm,  son verilmedikçe kendiliğinden sona ermeyecek bir varoluştur.

Ücretli emek-sermaye ilişkisi tek yanlı ve yalnızca yukarıdan girişimlerle belirlenmez, yaşayan bir varlık olan ücretli emekçinin rızasını da içerir. Kapitalistin girişimleri üretim araçları sahipliğine, emekçinin rızası üretim araçlarından yoksun olmasına dayanır. Bu basitçe, bir “zenginlikle” herhangi bir “yoksulluk” arası ilişki değildir, toplumların tarihsel gelişim süreçlerinde karşılaşan belli türden bir zenginlik ve yoksulluk arası ilişkidir. Başka bir ifadeyle soyut bir zenginlik ve yoksulluk ilişkisi değil, iki fiziksel olgu arası somut bir ilişkidir. Bu nedenle kapitalist sömürü, kapitalizm öncesi dönemlerden kalma ve ticareti kötülemek için dile getirilen fikirlerin etkisiyle  “hırsızlık” olarak tanımlanamaz.  Sömürü, sömüren ve sömürülenin karşılıklı rızasıyla oluşan toplumsal ilişki biçimidir.

Kapitalistin sömürüye ilk adımı atması için 1 kuruş parası olması bile gerekmez, çek ya da senet yazarak, kredi alarak sorunlarını çözebilir. Bütün üretim araçlarını borç karşılığı temin edebilir. (Bu anlamda borç bir sermaye biçimidir.) Yanı sıra, çalıştırdığı emekçinin ücretini peşin olarak değil iş bittikten sonra öder. Dolayısıyla ürünlerin bir kısmını satarak ödeme yapabileceği kadar para kazanabilir. Kapitalistin zenginliği hareketsiz para yığını değil, akışkan değer olan sermayedir.

Öte yandan kapitalizm koşullarındaki yoksulluk, tarihteki örneklerine benzemez. Marks’ın ilk dönem eserlerinde “mutlak sefalet” olarak bahsettiği şeydir. Kapitalizmde yoksulun yaşamak için yeryüzünde gidebileceği her yer şirket ya da devletlerin mülkiyeti altındadır ve metalardan oluşan geçim araçlarına ulaşabilmek için satın alacak parası olması gerekir. Bu yüzden sahibi olduğu ve paraya dönüştürebileceği tek şey olan emek gücünü satarak yaşamaya çalışmaktan başka çaresi yoktur. Sattığı şey ise bedeninden ayrı düşünülemeyecek olan emek gücüdür. Bunu mesai saatleri boyunca kapitalist kullansın diye satarak güya adil bir alışveriş yapar ama iş saatleri dışındaki yaşamı ve hatta yaşlılık günlerindeki sağlık sorunları da hesaba katılırsa tüm yaşamı, boyun eğdiği ücretli emek-sermaye ilişkisi tarafından belirlenir.  Kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana nerede ve ne zaman olursa olsun, kapitalist gelişmenin temelinde bu işleyişin yeniden üretimi vardır. Dolayısıyla rıza üretimi ezileni basitçe belli düşünceleri kabullenmeye zorlamak ya da kandırmak gibi görülmemelidir, aynı zamanda içinde bulunduğu somut zorunlulukları da gözeterek yapılan bir işlemdir. Bu işlem, devletin ideolojik aygıtları içinde ve farklı ideolojilerin rekabet ortamında egemen ideolojinin tanınıp benimsenmesiyle gerçekleşir.

Kapitalizmin durmaksızın büyümesi, kâr oranlarının düşme eğiliminden kaynaklı yapısal krizine yol açar ve aynı zamanda bunun tarafından tetiklenir.

Tek tek kapitalistler her zaman daha çok kâr etmek için doymak bilmez bir hırs gösterirler, bunun somut ve genel nedenleri vardır. Somut koşullarda yüksek kâr sağlayabilecekleri alanları tercih ederler. Genel olarak ise elde ettikleri kârın yatırım giderlerini karşılamasına dikkat ederler. Bu, tarih boyu üretim aracı sahiplerinin en düşük maliyetle en yüksek kazancı sağlamaya çalışmasından farklı bir durumdur. Tüm kapitalistlerin kör amaçlar doğrultusunda sürekli daha çok kâr etmek için yatırım yapması, sonunda elde edilen toplam kârın toplam yatırım giderlerini karşılamaz hale gelmesine ve sermaye dolaşımında tıkanmalara yol açar. İflaslar nedeniyle, kapitalist zincirin zayıf halkalarında kırılmalar yaşanır, sermaye yatırımları değersizleşir, işsizlik ve durgunluk görülür.

Kapitalistler bunalımlardan çıkardıkları derslerle, yatırımları ve ekonominin büyümesini yukarıdan denetleyebilecekleri araçlar geliştirmişlerdir. Ama katı rekabet koşullarında ve üretim araçlarının özel mülkiyeti altında mutlak bir denetimden söz edilemez. Kredi kısıtlamaları ve siyasi baskılara rağmen ekonomi büyümeye devam eder. Savaş, doğal afet, özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin paralı hale gelişi, doğanın metalaştırılması, spekülasyon gibi yollardan geçici olarak yüksek kârlar elde edilse bile,  bunların kapitalizmin yapısal sorunlarını halının altına süpürmekten öte yararı olmaz. Tekelleşmeler ve piyasa kontrolleri hangi boyutta olursa olsun,  sermayenin yeniden üretimi her zaman eşitsiz ve sıçramalı olarak gerçekleştiği için kapitalizm kaotik biçimde işlemeyi sürdürür. Bu nedenle kapitalistler her şeyi bilemez ama biliyor gibi görünürler. Bunun için de ideolojik söylemden başka bir şey olmayan ekonomi yorumlarını sık sık matematikle anlatır dururlar.

Borçların ödenemediği, sermaye dolaşımının kesintiye uğradığı,  yalnızca güçlülerin ayakta kalıp zayıfların battığı dönemsel ve bölgesel bunalımlar kaçınılmazdır.  Bu bütün kapitalistler üstünde ve aşağı doğru inildikçe artan “kara günlere hazırlıklı olma” baskısı yaratır. Yapısal krizin tetiklediği bunalımlardan duyulan kaygı, kapitalizmin itici gücü haline gelir. Bunun yıkıcı toplumsal sonuçlarını kitlesel muhalefet dışında sınırlandıracak bir güç yoktur. Sermaye kriz baskısını azaltmak için henüz işlenmemiş doğal alanların bol, emek gücünün ise nispeten örgütsüz olduğu geç kapitalistleşen ülkelere doğru akar. Buralardaki ağır sömürü ve yağmanın nedeni “sömürgecilik” değil, kapitalizmin geleneksel düzeninin güncellenmiş halidir. Şimdi bu ülkelerde de muhalefet yükseldikçe, kapitalistler denizlerin derinliklerinden uzaya kadar yeni kaynak arayışlarına yöneliyor. Yeni teknolojiler geliştirerek önceki dönemin ürünü metaları değersizleştirip pazar yaratmaya çalışıyor. Bütün bunlar geçici rahatlamalar sağlar ama sorunlar er geç katlanarak geri gelir.

Kapitalizm belli bir dönemde toplumsal yaşama egemen olmuş tarihsel bir üretim biçimidir. Sömürü kapitalistlerin iradesinin değil, sistemin olağan işleyişinin sonucudur. Sömüren ya da sömürülen, herkes sistemin bir parçasıdır. Parça bütünü yönetemez, sistem kendi çelişkilerinin dinamiğiyle hareket ederken parçalar buna uyum sağlamaya çalışır. Bir sistem içinde kalarak değiştirilemez, yalnızca dışına çıkarak ve yıkarak değiştirilebilir.  Bugün kapitalistlerin sesinin toplumun geri kalanından yüksek çıkmasının nedeni düzenin doğal yöneticileri olmaları değildir, yalnızca karşılarında güçlü bir direniş olmamasıdır.  Kapitalizme konjonktürde yön veren güç, ürettiği en büyük sorun olan yapısal krizidir. Gelişmiş ülkelerdeki büyüme oranları ve faizlerin yıllardır düşük düzeyde olması, buna karşılık dünyanın geri kalanında ağır toplumsal sorunlarla birlikte hızlı bir kapitalistleşmenin yaşanması; kriz dinamiğinin belirleyici olduğunun göstergeleridir. Bu nedenle kriz etkisinin, kapitalizmin küresel öznesi gibi işlev yerine getirdiği söylenebilir.

 

Düşüncenin maddeliği

“Madde” dendiğinde ilk akla gelen gözle görülür, elle tutulur katı bir nesne oluyor. Bedenimiz böyle bir nesne olabilir ama düşüncelerimiz öyle mi? Yüzyıllardır insanı diğer canlılardan ve toplumu doğadan ayıran temel özelliğin düşünme yetimiz olduğu söylenir. Buradan hareketle toplumda olup bitenleri açıklarken din, sanat, siyaset, bilim, ahlak, felsefe vb düşüncelerin varlığına önem verilir, davranışların bu düşüncelere göre biçimlendiği varsayılır. Olaylar yaygın biçimde düşüncelerin doğruluğu ya da yanlışlığı üzerinden açıklanır. İster din olsun ister siyaset, yanlışa karşı doğruyu çıkartmanın kurtuluşa ulaştıracağı kabul edilir. Bu düşünceler, evrende bir foton kadar etkisi olmayan yarı cahillerin,  küçük akıllarını fazlaca önemsemelerinin eseridir.  Bu tür saçmalıkların olumsuz etkilerinden kurtulmak için, düşüncenin “katı maddeden” farksız olduğunu hatırlatıyoruz.

Düşüncenin madde oluşu felsefî bir önerme değil, bilimsel bir olgudur. Düşünce doğa tarihi açısından i) düşünme organları olan türlerin evrimi, ii) organların eylemlerini biyofiziksel/kimyasal süreçlerde yapması, iii) eylemlerin toplumsal yaşam süreçlerinde başka eylem ve olgularla rastlaşması sırasındaki karşılıklı etkileşimleri bakımından maddedir.

Düşüncenin maddeliği, nörobilim ve beyin üzerine bilimsel çalışmalar tarafından yeterince ifade ediliyor. Burada konuyla bilimsel değil, toplumsal çerçevede ve siyasi açıdan ilgileniyoruz. Dolayısıyla düşüncenin madde oluşunu kanıtlamak gibi bir amacımız yok, destekleyici bilimsel buluşları veri almakla yetiniyoruz. Buna göre bir dış etki ya da bileşimindeki kimyasal tepkime sonucu harekete geçen herhangi bir nesne gibi, düşünce de maddenin hareket yasaları çerçevesinde ele alınmalıdır. Yapılmadığında, düşüncenin maddeden ayrışarak farklılaşmış ya da maddeye tümüyle yabancı ve onun üzerinde etkinlik kurabilen bir varlık olduğu öne sürülüyor demektir. Nitekim düşüncelerle ilişkisi nedeniyle toplumsal olayların doğadakilerden farklı olduğu yaygın bir kanaattir. Düşüncenin nasıl ele alınması gerektiği konusunda yol gösterici olduğu için, Marks’ın Kugelman’a 11Temmuz 1868 tarihli mektubundan bir bölüm aktarıyoruz:

   Düşünce sürecinin kendisi,  koşullardan doğup geliştiğine göre ve kendisi doğal bir süreç olduğu için,  gerçekten kavrayıcı olan düşünce daima aynı olmak zorundadır ve düşüncenin yapılageldiği organın gelişmesi de dahil,  gelişmedeki olgunluğa bağlı olarak ancak yavaş yavaş değişebilir. Bundan başka her şey saçmalıktır.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Mektuplar, Evrensel, s. 52)

Burada Marks düşüncenin doğal bir süreç olduğunu, ilerlemesinin beynin gelişimi kadar toplumsal koşulların olgunlaşmasına da bağlı bulunduğunu ve insanın bir şeyi kavramaya çalışmasının keyfî ya da rastgele bir seçim olmayıp koşullardan doğduğunu açıkça ifade ediyor. Mektubun “değer” kavramıyla ilgili olduğu göz önünde tutulursa, bahsi geçen “kavrayıcı düşüncenin” bu konuda yapılan teorik çalışmalar olduğunu çıkartabiliriz. Bilindiği üzere Marks “değer” konusunu Antik Dönemden başlayarak incelemiş ve birçok düşünürün değerin kaynağının “emek” olduğunda ortaklaştığını ama değerin hesaplanmasında yanlışa düştüklerini görmüş ve ek olarak, bu fikirlerin yaşadıkları koşullarla ilişkilerini de saptamıştır.

Marks “düşünce” hakkındaki bu ifadelerini, Darwin’in evrim teorisini yeni ortaya attığı (1858), doğa bilimlerinin bugün bildiğimiz birçok sonuca henüz ulaşmadığı ve beyinle ilgili bilimsel çalışmaların yok düzeyinde olduğu bir dönemde dile getiriyor. Bunun, değişik alan ve konularla ilgili inceleme araştırmalar yaparken karşılaştığı teorik düşüncelerin tarihsel gelişiminden çıkardığı bir sonuç olduğu söylenebilir. Döneminde yaygın olarak yapıldığı gibi eleştirdiği yanlışların kaynağını herhangi bir öz ya da özne olarak göstermiyor, yanlış fikri ifade edenlerin somut varoluş koşularına dikkat ediyor. Tıpkı 1959 tarihli “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz” de geçen ünlü ifadesindeki gibi: “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”

 Marks bu düşüncelerini, toplumu doğanın bir parçası olarak ele alışı doğrultusunda dile getiriyor. Dolayısıyla düşünce sürecinin doğal olduğunu tereddütsüz söyleyebiliyor. Ama bugün kendini Marksist kabul eden kimileri, aynı rahatlığı gösteremeyerek toplum ve doğa arasına ayrım koyuyor.  Örneğin insan ve biricik yaşama biçimi olan toplum doğaya ait değilmiş gibi “insanın doğaya zarar verdiği, doğayı sömürdüğü, eko kırıma yol açtığı” misali fikirler ortaya atılıyor. Emek-değer teorisi yok sayılarak, “kapitalizmin ekosistemden beslendiği” söylenebiliyor. Daha da cüretkârlaşıp, sanki doğa ve toplum için ayrı termodinamik yasaları varmış gibi  “doğanın hareket yasalarıyla toplumun hareket yasalarının örtüşmediği” ileri sürülebiliyor. Bu nedenle düşüncenin doğa ve toplum tarihindeki yerini hatırlamak için toplumun doğanın bir parçası ve devamı olduğunu, insanın evrim sürecinde edindiği düşünme yeteneği sayesinde varlığını sürdürmesinin herhangi bir canlının edindiği başka bir özellikle yaşamasından farkının olmadığını açıklığa kavuşturmak gerekiyor:

Orman ne kadar doğalsa, toplumda aynı biçim ve ölçüde doğaldır. Orman doğanın geri kalanından ne kadar farklıysa, toplum da o kadar farklıdır. Ağaçların yaklaşık 380 milyon yıllık evrim sürecinde farklı türlere dönüşerek, orman ekosistemi oluşturarak, mevsimsel tepkiler göstererek değişen koşullara doğal yollardan uyum sağlaması gibi;  toplumsal bir varlık olan insan türü de aynı uyumu başka özelliklerinin yanında düşünerek, tasarlayarak, yeteneklerini kalıtım ve öğrenme yoluyla sonraki kuşaklara aktararak sağlamıştır. Ağacın yaprağıyla yaptığını, insan aklından geçirerek yapar. Ana arının feromon hormonu salgılayarak işçi arıları yönlendirmesiyle insanların ideoloji üreterek yönlendirmesinin doğanın hareket yasaları açısından bir farkı yoktur. Farklı yönlere gitme olasılığı bulunan arılar doğal yollardan aynı işe yönlendirilirken, yine farklı yönlerde hareket edebilecek insanlar da belli üretim ilişkileri temelinde ve ortak ideoloji çatısı altında ikna olarak ortak hareket ederler. Bütün canlılar beslenme, barınma, üreme gibi yaşamak için yapmak zorunda oldukları davranışları, evrim sürecinde kazandıkları birçok farklı özellikle yerine getirirler. Bu süreçlerde sürü ya da toplum yaşamı aynı fizik ilkelerine göre biçimlenir. Örneğin bir arada yaşayan bütün canlılar harcadıkları enerjiye denk enerji alamazlarsa zayıflar ve kendilerini savunamayarak düşmanları tarafından yok edilirler. Fazla enerji alırlarsa topluluğun sayısı artar ve yeni topluluklar oluştururlar. Aralarındaki ilişkileri buna uygun olarak gelişir. Doğa ve toplum aynı termodinamiğe dayanır. Eğer insan davranışlarını 100 milyara yakın nöronu olan beyin yardımıyla yapıyorsa, evrim sürecinde şempanzenin 7 milyar, farenin 75 milyon, böceklerin binli sayılarda nöronla yapabilecek fiziksel özelliklere sahip olamadığı ve buradan kaynaklı eksiklerini ancak gelişkin bir beyin gibi doğal bir fazlalıkla giderebildiği içindir. Olağan yaşam süreçlerinde şempanze ağaca daha hızlı tırmanabildiği için düşmanlarından kurtulurken, yavaşlığını farklı kurtulma çareleri düşünme kapasitesiyle dengeleyen insan da hayatta kalır. Ve tersine, gücü kuvveti yerinde olduğu halde genetik sapma sonucu büyük bir beyne sahip olan insansı bir canlı da zamanla kolları yerine aklını kullanmaya başladığı için eskisi kadar fiziksel güce gereksinimi kalmamış ve bugünün insanına evrilmiş olabilir. Bu sırada büyük olasılıkla fiziksel bakımdan şempanzenin,  nöron sayısı bakımından Homosapien’in gerisinde kalan başka insansıların yaşama şansı her iki türden daha az olacak ve eğer aralarından genetik bir sapma sonucu fizik gücü ya da nöron sayısı daha fazla olanlar çıkarsa, taşıdığı özellikleri sonraki kuşaklara aktarma şansı yakalayacaktır.

***

Düşünce bir vücut salgısı değil, beynin yaptığı düşünme eyleminin somut sonucudur. Eylem yalnızca düşünce organı içinde başlayıp bitmez;  fiziksel sonuçlar doğuracağı ya da kendini yeniden üretmek için somut nedenlerle karşılaşacağı biçimde gündelik yaşamda da devam eder. Bu da düşüncenin toplumsal yaşam süreçlerindeki maddeliğini oluşturur.

Düşünme eyleminin merkezi olan beyin de öbür organlar gibi işlevini elektriksel etki-tepki temelinde ve bunu yapabilecek enerjisi olduğu sürece yerine getirir. Ancak çalışması diğer organlardan farklıdır. Örneğin midenin bir şeyler yedikten sonra sindirim faaliyetine geçmesi gibi yalnızca dışarıdan gelen etkiye tepki vermez, nöronlar sürekli iletişim halinde olduğu için kendinde kayıtlı olan bilgilerin yol açtığı etkilere de tepki gösterir.  Bu nedenle beyin dışa ve içe dönük olmak üzere iki yönlü çalışır. “Düşünce süreci” olarak adlandırılan bu işleyişi, konunun toplumsal yanıyla bağ kurabilmek için kısaca hatırlayalım:

Duyu organlarıyla alınan duyumlar sinirlerden geçerek beyindeki belli merkezlere ulaşır, kayıtlı bilgilerle ve eşzamanlı olarak başka merkezlere ulaşan duyumlarla karşılaştırılarak dış etkinin ne olduğu algılanır ve nasıl tepki verileceği ya da tepki verilip verilmeyeceği kararlaştırılarak ilgili organa davranış komutu gönderilir. Ve bu eylemler gerektiğinde hatırlanmak üzere kaydedilir. Bütün bunlar, nöronlar ve nöron grupları arasındaki kesintisiz iletişimle gerçekleşir. Örneğin belli bir uyarana aynı andan tepki veren nöronlar arasında da etkileşim olur ve bir bilgi renk, ses, koku olarak beynin farklı alanlarında kaydedilebilir. Bilginin daha sonra hatırlanması için renk, ses gibi bir kayıt yeterli olabilir.

Beyin fetüs dönemindeyken açılan ve bedenin ölümünden kısa süre sonra kapanan bir kayıt cihazı gibidir. Yalnızca dışarıdan gelen uyaranlara gösterilecek tepkileri düzenlemez, aynı zamanda benzer uyaranlarla ilgili hatırladıkları yardımıyla, tepkinin somut koşullarda en uygun biçimde olması için çalışır.  İşlevini yerine getirebilmesi için doğal olarak bir parçası olduğu metabolizmanın düzenli biçimde beslenmesi ve güvenli bir ortamda yaşaması gerekli ama yeterli değildir, ayrıca bilgiyle de donatılmalıdır. Çünkü beyin duyu organlarının ilettiği duyumları kendiliğinden bilgiye dönüştüremediği gibi, bu duyumlara yol açan nesnelerin de bilgilerini beyne yansıtmak misali bir yetenekleri yoktur, beyin aldığı bir duyumu ancak kayıtlı bilgilerle karşılaştırarak algılar, tanır ve davranış komutu üretir. Dolayısıyla metabolizmanın yaşaması için gerekli davranışları yaparak olağan işlevini yerine getirebilmesi için, düzenli olarak bilgi edinmelidir. (Beynin bu doğal işleyişi gereği,  düşünce süreçleriyle düşüncenin konu edindiği maddi süreçler hiçbir zaman eş zamanlı ilerlemezler.)

Beynin bilgi gereksinimi, zaten evrimsel özelliği nedeniyle kayıt cihazı gibi çalıştığı için doğal yaşam sürecinde kendiliğinden karşılanır. Beynin bu işleyişi toplumların tarihsel gelişim süreçlerinde dilin ve çeşitli biçimlerde bilgi aktarımının oluşması tarafından beslenir ve aynı zamanda bu gelişimi besler. Bireysel ya da toplumsal düzeydeki bu gelişmelerin ardında yine metabolizmanın enerjiyi verimli kullanma davranışları vardır. Bu aynı zamanda canlının amaç edinmeksizin yaşamını geliştirmesine de olanak verir. İnsan bunu beyninin çift yönlü çalışması sayesinde kendini sorgulayarak ve ulaştığı sonuçları başkalarınınkiyle karşılaştırarak yapar. Böylece bireyin kendi başına asla edinemeyeceği geniş bir toplumsal ve doğal yaşam alanının haritası, toplumsal yaşam süreçlerinde oluşur ve bireysel katkılarla sürekli genişleyen bir örgü gibi gelişerek, bireylerin öğrenip bilinçlerini oluşturmak için kullanımına açılır. Zihnin örgü gibi gelişmesiyle evrenin genel hareket düzeni birbirine benzer. Nasıl ki evrende bir nesnenin konumu birçok hareketin kesişme alanı olarak belirleniyorsa, birey de toplumda kendine ya da herhangi bir şeye ait konumu bu haritanın öğrenebildiği kadarının üzerinde belirler. Harita bilgisi, bireyin bilincidir.

 Birey harita bilgisini, yine haritanın bir parçası olan dil başta olmak üzere çeşitli eğitim süreçlerinde öğrendiklerinin yardımıyla, hayatının erken döneminde edinmeye başlar. Bu bilgiyi daha sonra gerek duydukça kendisi de geliştirebilir. Çünkü haritayı ne kadar iyi bilirse o kadar bilinçli olur ve karşılaştığı olguları hızla tanıyıp tepki verebilir. Bilgi, beklenmedik şeylere karşı hazır olmayı kolaylaştırdığı için kişiye özgürlük sağlayıcıdır.

Haritaya ve kişisel olarak edinilen bilgisine “zihin”, bireylerin harita üzerinde konum belirlemesine ise “bilinç” diyebiliriz. Her ikisi de üretimi, öğrenilmesi, kullanımı ve yarattığı sonuçlar bakımından toplumsal nitelikteki düşünce (ya da düşünme) biçimleridir. Bu anlamda bilinç, bilinci taşıyanın zihin üzerindeki somut eylemiyle elde edilen ve genel olarak maddi dünyayı bilinç sahibinin somut varoluş koşulları çerçevesinde yansıtan bireysel/tekil bir düşünce biçimidir. Dolayısıyla belli bir toplumsal olgunun ya da insan eyleminin kendi bilgisini kendiliğinden beyne yansıtması gibi ele alınmamalıdır. Bütün bu süreçlerde, tıpkı soyut bir kavram olan emeğin metalarda somutlaşması ve yine soyut bir kavram olan değerin ancak metaların mübadelesinde görünürlük kazanması gibi, soyut bir kavram olan düşünce de insanların eylemlerinde ve kurumsallık kazanmış toplumsal olgularda somutlaşır. Bu nedenle düşünce, düşünen ve aynı zamanda toplumsal bir varlık olan insandan ayrı ele alınamaz. Düşüncenin toplumsal süreçlerdeki yeriyle ilgili bilgilerimizin kaynağı, büyük ölçüde Althusser’in ideoloji, bilim ve felsefe üzerine çalışmalarına dayanır.

***

Toplumların tarihsel gelişim süreci açısından ikisi bireylerin iradesi dışında, biri rızası çerçevesinde olmak üzere üç etkenin genel olarak düşüncelerin oluşmasında ve özel olarak bireylerin bilincinin belirlenmesinde rol oynadığı söylenebilir:

 i) İlki, yeni gelişen bir bilim olan psikanalizin konusudur ve bireylerin kişisel tarihinde beynin henüz bir zihin haritasına sahip olmadan önceki kayıtlardan oluşur. Bunları herkes beynin kayıt cihazı gibi çalışmasının doğal sonucu olarak ve iradesi dışında edinir. Bilinç öncesi oluştukları için daha sonra edinilen bilinç yardımıyla açıkça ifade edilemezler. Ancak beyin hücrelerinin birbirleriyle sürekli iletişim halinde olması nedeniyle, bir biçimde bilinç sonrası kayıtlarla ilişkilenir ve düşünceleri etkilerler.

ii) İkinci irade dışı etken, Marks’sın “varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar” diye ifade ettiği üretim ilişkileriyle ilgili kayıtlardır. Kişilerin zorunlu gereksinimlerini karşılamak için girdikleri bu ilişkilerin zihinsel sonuçları, başka düşünce ve davranışlarının zemini gibidir.

iii) Tanıma ve kabul etmeyi gerektiren ideolojik kayıtlardır. Herkes işleyen bir toplumsal yapı içinde dünyaya gelir ve sürmekte olan bir hayatı, bilinmeyen bir derinlikten yüzeye çıkar gibi öğrenerek yaşar. Bu süreçte DİA’lar (Devletin İdeolojik Aygıtları) dünyaya gelmeden önce kişiye kimlik verir, ömrü boyunca zihin haritasına gündelik yaşamıyla ilgili yön, kural, inanç vb. yükler ve topluma ait “birey” olmayı başarabilmesi için kendini nasıl yeniden üretebileceğinin yollarını gösterir. Bu nedenle Althusser’in ifadede ettiği gibi bir ideoloji içine doğarız. Dolayısıyla ideoloji dışındaki diğer temel düşünce biçimi olan bilim ve toplumsal pratiğin bir parçası olarak ele alınması gereken siyaset pratiği (ve teorisi); bütün eylemler gibi işlevlerini ideoloji kılıfı içinde yerine getirdiği için burada bahsetmiyoruz.

Bireylerin biricik yaşama ortamı olan toplum, rekabetin ve ortaklıkların iç içe geçtiği bir yapıdır. Üretim ilişkileri bireyleri iradeleri dışında birbirleriyle rekabete ve ortaklığa zorlar. İdeolojiler, rekabet süreçlerinde birleştirici rol oynayarak toplumsal yapının yeniden üretimi için gerekli işbirliğini sağlar. Bu, kişilere tek yönlü bilinç dayatarak değil, toplumdaki somut çatışmaların veri kabul edildiği DİA’lar aracılığıyla yapılır. Taşıdığı amaç nedeniyle ana arının feromon salgılamasına benzeyen ideolojik süreçler, somut koşullardaki gerçekleşmesi bakımından farklıdır. Bu bir “bilinçli madde-bilinçsiz madde” ya da “doğa-toplum” ayrımı değildir, evrim sürecinde kazandıkları farklı özellikler nedeniyle arı ve insan türünün aynı doğal temellerden yükselen ayrı yaşama biçimlerinin oluşturduğu bir farktır.

 Bilindiği üzere DİA’lar değişik ideolojilerin bir arada bulunduğu ortamlardır. Böylece bireyler boyun eğmek zorunda kaldıkları koşulların ve somut çıkar çatışmalarının yol açtığı düşünceleri bu ideolojiler yardımıyla yeniden düşünüp tasarlayarak, zihin haritaları üzerinde ortak hareket edebilecekleri bilinç noktaları bulabilirler. Düzenli ve açık bir mücadele verilmediği sürece sistem dışına çıkılamayacağı için, bu ortak noktalar zorunlu olarak egemen ideolojinin (ve sistemin) çizdiği sınırları içinde kalacaktır.

 İdeolojiler düşünce biçimlerinden ibaret değildir,  davranış, sembol, kimlik gibi belli düşüncelerin somutlaştığı olguları da içerir. Genel olarak DİA’lar, düşüncelerin somutluk kazandığı toplumsal ilişki biçimleridir. Düşünceler toplum ölçeğinde buralarda üretilir, öğrenilir, benimsenir ya da reddedilir. Bireylerin neyi benimsediklerinden bağımsız olarak, sürece katılmaları zihin haritası edinme ve geliştirmelerinin bir parçasını oluşturur.

Düşünce süreçlerinin toplumsal alandaki işleyişi yoluyla,  toplumsal değişime taşımadığı bir özellik kazandırılamaz, böyle bir yön çizilemez.  Bu süreçlerde ifade edilen düşünceler ancak toplumsal bir gereksinimi karşılar ya da harekete geçmiş/geçmek üzere olan bir değişimi yansıtır. Örneğin bilimsel düşünceler çözümü olan sorunları konu edinebilir. Hukuk döneminin ilerisinde ya da gerisinde olamaz, toplumdaki somut ilişkilerin kurallarını yansıtır. Bundan amaç, toplumsal yaşamın yeniden üretim süreçlerinde her seferinde nasıl davranılacağını yeniden kararlaştırmak yerine, hangi kurallara göre davranılacağını önceden bildirerek işleyişe hız kazandırmaktır. Örneğin bir yasa artık kullanılmıyorsa, işleyiş değiştiği içindir ve yasayı geri çağırarak durumu düzeltmeyi ummak boşunadır. Bu nedenlerle düşüncenin doğal ve onun bir parçası olan toplumsal süreçlerde madde olarak ele alınması, toplumsal işleyişin önceden tasarlanarak üretilemeyeceğini anlamak açısından önemlidir. Yapılması gereken, öncelikli olarak düşünce süreçlerini gerçeğin işleyiş düzenini anlamaya yöneltmek ve değişimi bu işleyişin gösterdiği doğrultuda tasarlamaktır. Gelecek bilinemediği için hayat hiçbir zaman düşüncenin sınırlarına sığmaz, düşüncenin hayatı izlemesinin bir nedeni de budur.

 

Varoluş yeniden üretimdir

Her şeyin değiştiği bir dünyayı kendimiz de değişirken değiştirmeye çalışıyoruz. Değişmeyen tek şey çoğunlukla söylendiği gibi “değişim” değil,  her zaman somut bir durum içinde oluşumuzdur. Eğer sayısız değişimin karşılaşıp tutunarak kararlılık gösterdiği bir durumda olmasaydık, var olamazdık. “Savrulup gitmek” sözü bunu gayet iyi ifade eder.

Gerçek, değişimdir; durum ise birçok değişik hareketin tutunması sonucu oluşan kararlı dengedir. Elbette her durum gerçeğin bir parçası olduğu için yeni karşılaşmaların etkisiyle hızlı ya da yavaş biçimde değişerek sonlanır. Dışarıdan bakarak değişmiyor, kendini tekrarlıyor, başka bir durumdan evrilip geliyor ya da ansızın ortaya çıkıyor gibi görünen farklı durumların hepsi de birçok hareketin karşılaşmasının birbiri üzerindeki etkileriyle oluşur ve başka karşılaşmalar içinde kararlı dengelerini koruyabildikleri sürece var olurlar.  Bazılarını oluşturan parçalar arası bağlar yeni karşılaşmalar sırasında kolayca kopar ve dağılırlarken, bazı durumlar birçok karşılaşmaya karşı dengelerini koruyabildiği için uzun süre varlığını sürdürür. Bu yüzden var oluşu yeniden üretim olarak anlamak gerekir. Çünkü yalnızca kendi içindeki çekim gücüyle var olmaz, bu gücün sayısız itme ve çekme gücü arasında kendini yeniden üretmesiyle var olur. Yoksa değişen durumları sanki çevresinden yalıtılmış gibi kendi kendisiyle açıklamak gerekirdi; tıpkı havaya atılan taşın yere düşüşünü kütle çekim gücüyle değil de, Antik Dönemdeki gibi “yere düşmek istediği için düşüyor” diye açıklamak gibi…

Küçük ya da büyük, hızlı ya da yavaş, soyut ya da somut, karşılaştığımız bütün olgular kendilerini yeniden üreterek var olurlar. Bedenimizdeki hücreler, toplumsal yaşam, güneş sistemi, düşünceler, örgütlenmeler ve içinde olduğumuz durum bir kez ortaya çıkıp öylece duruyor ve onları bir arada tutan şey bir süre sonra söndüğü için kayboluyor değildir, ancak kendilerini yeniden üretebildikleri sürece ve değişimin özel biçimleri olarak vardırlar.

“Gerçek” denildiğinde, duyu organlarımız aracılığıyla, irademizden bağımsız olarak var olduğunu saptadığımız şeyleri anlarız. Bu anlamda gerçekle dolaysız ilişki içindeyizdir. Biri duyumsamadığımız ve gerçekten orada olan bir şeyin varlığından bahsettiğinde, artık bu dolaysız ilişkide olduğumuz bir gerçek değildir, başkasının gerçekliği tarafından ifade edilen bir anlatımdır. Dolayısıyla söylediğinin gerçeğe uygunluğunun kanıtlanması gerekir. Ama bu bizi gerçeğe yaklaştırmaz, daha da uzaklaştırır. Çünkü kanıtlama eylemi gerçeğin varlığı-yokluğuyla değil, bir söylemin doğruluğu-yanlışlığıyla ilgilidir. Eğer anlatımda sözü edilen şey hâlâ oradaysa gidip görebiliriz. Ya da biz gidene kadar değişmiş olabilir. Dolayısıyla gerçek, bir durum içindeyken saptanılandır.

Her durum içinden saptanan bir gerçek vardır, bunu kendimizden yola çıkarak anlayabiliriz. Öyleyse durumumuzun ötesinde de, durumumuz içinde dolaysız olarak saptadığımız gibi gerçekler olmalıdır. Sorun, bunları bir yapboz gibi birleştirerek bütün durumları kapsayan bir gerçekten bahsedilip bahsedilemeyeceğidir.

Herkes kendi durumu içinden ancak kendinin dolaysız olarak saptadığı bir gerçekten bahsedebilir. Söylediğinin doğruluğunun, başka durumlardakiler için kanıtlanması gerekir. Durumunun ötesinde söyledikleri ise varsayımlardan ibarettir ve nasıl kabul edilirse öyle işlem görür. Bu tür sonu gelmez kanıtlamalardan kurtulmak için, gerçeğin yaşanılan an olduğu söylenir. Benim için burada bir “an” varsa, başkaları ve hatta başka her şey için de birer “an” vardır. Böylece bütün durumları içeren olgu misali bir gerçeğin varlığını kanıtlamak için, gerçeğin herkesin an’da dolaysız olarak saptadığı şey olduğu anlatılmaya çalışılır. Bu çabanın örtülü olarak anlattığı, herkesi kapsayan gerçeğin bütünlüklü bilgisine ulaşmak için herkesin deneysel bilgilerinin birleştirilmesi gerektiğidir. Ama bilgimizin kaynağı deney değildir. Eğer önceden bilgimiz yoksa, yaşadığımız şeyin bir “deney” olduğunu bile bilemeyiz. Bilgimizin kaynağını toplumsal pratikte aramak gerekir.

“An”, antik dönemden bu yana “gerçek zaman” olarak ifade edilir. Zamanla ilgili diğer kavramlarla anlatılan şeylerin, an’ların yan yana dizilmesinden oluştuğu düşünülür. Böylece “zaman” diye bir gerçek olduğu dile getirilmiş olur.

Zamanla ilgili kavramlar, farklı hareketleri birbirleriyle karşılaştırarak belli bir olgunun hızını ve hareket halindeyken aldığı mesafeyi anlamak için kullanılır. Bilindiği üzere “1 gün” dediğimiz şey, dünyanın kendi çevresindeki bir turudur. Hafta, ay, yıl vb. kavramlar buna göre tanımlanır. “Dün” ya da “bugün” gibi zaman kavramları hareketin öncesi ve sonrasını gösterir. “Süreç” hareketin kendisini, “dönem” hareketin başlangıç ve bitişi bilinen bir bölümünü anlatır.  Zaman konusunda tek somut ve kesin bilgi, evrenin sürekli genişlediği ve entropisi arttığı için zamanın da evrensel hareket yönünde ilerlediğinin kabulüdür. Takvimde yılları gösteren sayıların sürekli artması bu yüzdendir. Dün, evrenin entropisinin şu ankinden daha düşük olduğu bir durumu anlatır. Ölçülemeyen, saptanamayan “an” diye gerçek bir zaman yoktur. Birçok hareketin birbirini kararlı biçimde dengelemesiyle oluşan bir nesne dışarıdan anlaşılması çok zor küçük değişimler geçirerek, yıllar boyu değişmeden duruyor gibi görünebilir. Böyle bir durumda mutlak olarak değil ama diğer nesnelerle ilişkisinde önemli bir farklılığın olmayışı nedeniyle göreli olarak, o nesnenin değişmediğini söyleyebiliriz. Bu durumda “an”, bazı şeyler için ölçülemeyecek kadar hızlı bir değişim anlamına gelirken, bazı şeyler için yıllar boyu sürebilir.

“Gerçek” ve “zaman” kavramları, farklı hareketlerin birbirleriyle ilişkileri sırasında hesaplama kolaylığı sağlayan varsayımlardır. Yani yokturlar.  Var gibi akıl yürütmeler, içinde olunan durumu dışlar. Örneğin, bir durumdan çıkabilmek için “gerçek” varsayımından değil, somuttan başlamak gerekir. Somut, aynı zamanda içinde olduğumuz durumdur. İstediğimiz yerden başlayıp daha sonra bunu herkesin durumunu kapsayan bir gerçekmiş gibi anlatmak, tutarsızlıktır.  “Sınıfa gidelimcilik” bunun en yaygın örneğidir. Başka bir duruma geçmek ya da farklı bir durumla karşılaşıp yeni bir sistem oluşturmak “zamanla” oluşmaz, fiziksel ilişki ve değişimin yasalarına uyarak olur. Deneycilik, kendiliğindencilik, ekonomizm; zamanı gerçekmiş gibi dile getirmenin bilinen örnekleridir. Düne sahip çıktıklarını ve yarını kuracaklarını tekrarlayarak, içinde bulundukları duruma razı olurlar.

Bir şeyi düşünmek,  düşünen ve düşünülen şey arası fiziksel bir ilişkidir.  Bir şey ve onun bilgisi,  farklı fiziksel kümelenmelerdir.  İçinde olduğumuz durum, fiziksel bir olgudur. Bilmediğimiz şeyi değiştiremeyiz, ancak genel değişimin peşinden sürükleniriz. Boş irade gösterileri, bilginin ve eylemin fiziksel değiştirici etkisinin yerini alamaz.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi