“SOKAK HAYVANI” BİR TÜR DEĞİL, TOPLUMSAL VARLIKTIR
Bu bir yasa tartışması değil · “Sokak hayvanı” başıboş ya da sahipsiz değildir · Sokak, düzenle düzensizliğin çatışma alanıdır · Toplum çok türlü bir yapıdır · İnsanların hayvanlarla ilişkisinin niteliği · Türkiye’de “sokak hayvanları” neden yok edilmek isteniyor?
Yanlış anlaşılmamak için baştan belirtiyorum: “sokak hayvanlarının” öldürülmesine karşıyım. Gerekçesi ne olursa olsun bu tavır yalnızca hayvanları değil, hayvan severleri de eziyor. Canların sorumluluğu; toprağı, hayvanı, ağacı, insanıyla egemenliği altında olduğumuz iktidara aittir. Kendimizi yönetmediğimiz sürece bu tür girişimlere karşı mücadele dışında çare düşünmüyor ve soruna yol açanlardan “çözüm önerisi” adı altında talepte bulunmayı ikiyüzlülük olarak görüyorum. Muhalif çevrelerin konuyu genellikle duygu seli içinde ve mağduriyet ifadeleriyle ele alarak hayvanlardan yana olduğu; iktidar yandaşlarının ise daha çok modernleşme ve akılcılığa dayalı fikirlerle öldürmeyi savunduğu bir ortamda, farklı bir bakış açısı sunmaya çalışıyorum. İktidara karşı olduğum kadar muhalefete dönük eleştirilerim de var.
Bu bir yasa tartışması değil
Bilindiği üzere bir yasa tasarısı tartışılıyor. İktidar bununla yeni bir şey yapmaya hazırlanmıyor, zaten yönetimi altında yıllardır gelişigüzel yapılan işleri düzenli hale getirmeye çalışıyor. Dolayısıyla yasa tartışılıyor diye olayın hukuksal nitelikte olduğu sanılmasın, hayvanlara ve onlardan yana olanlara her zaman yapılanları meşrulaştırarak hızlandırmak için siyasi bir adım atılıyor. Nitekim her fırsatta “yerli ve milli” olmaktan bahsedenlerin bu konuda Avrupa’yı örnek alması da tutarsızlık ya da kandırmaca değil, tavrın siyasi niteliğinin bir göstergesidir. Çünkü Avrupa da bugüne sokaktaki canları öldürerek geldi. Muhalefete gelince:
Yasa tartışmak, düzeni ideolojik açıdan eleştirmek anlamına geliyor. Eğer bu eleştiriler siyasi güç oluşturmaya hizmet etmiyorsa, iş yapılıyor izlenimi yaratmak ve kitleleri oyalamaktan öte anlam taşımıyor. Çünkü yasa olacakları değil ama olmakta olanı kayda geçirir. Bir konuda yasa olmasa da gücü olan zaten yapmak istediğini zayıfa dayatarak gerçekleştirir. Yasa olduğunda ise, yorumlanarak uygulandığı için güçlüye yarayacak biçimde işletilir. Muhalefet ancak gücü varsa etki yaratabilir, yoksa en iyi yasa çıksa da değişen bir şey olmaz.
Sonuç olarak bu yasa da zaten yapılanlara yön gösterip sınırlar çizerek düzenin işleyişini akışkan kılmak için hazırlanıyor. Bu nedenle yasada yazılandan çok, yazılmasına zemin oluşturan koşullara odaklanmalı ve asıl bunların nasıl değiştirileceğini tartışmalıyız.
“Sokak hayvanı” başıboş ya da sahipsiz değildir
“Sokak hayvanı” diye bir tür yok; tüm evcil hayvanlar (ve tarımı yapılan bitkiler) toplumların tarihsel gelişim süreçlerinde üretim aracı olarak kullanılmak üzere, doğadan mülk edinilerek alınmış ve üzerinde kuşaklar boyu çalışılarak insanların amacına uygun hale getirilmiş canlılar. Yalnızca işlevleri bakımından değil, fiziksel yapıları ve yaşama alışkanlıkları nedeniyle de artık birçoğu yabani yaşama dönemezler. Tıpkı insanlar gibi toplum dışında yaşayamadıkları için toplumsal varlıklar olarak kabul edilmeleri gerekir.
Ama insanlar işlevi kalmadığı ve “üretim aracı” olma niteliğini yitirdiğinde ya da canları sıkıldığında, sahibi oldukları hayvanları terk edebilir. Bu, kişi açısından artık kullanılamaz hale gelmiş eşyayı çöpe atmaktan farksız bir davranıştır. Ancak hayvan eşya değildir, kişinin hayvan üzerindeki mülkiyet hakkından vazgeçmesi onu “sahipsiz” kılmaz. Çünkü evcil hayvan binlerce yıl boyunca hizmet etsin diye yetiştirildiği ve toplum dışında yaşayamadığı için, terk edilse bile insanlardan kopamaz. Bu da toplumu, hayvanların sorumluluğunu almak zorunda bırakır. Elbette gereğini yapmak yönetenlere düşer. Onlar da kırlara terk edilen yaşlı at ve eşeklere yaptıkları gibi davranarak, evinden atılan kedi ve köpekleri görmezden gelirler.
İnsanların artıklarıyla beslenerek yaşamaya alışmış kedi ve köpekler, at ve eşekler gibi başlarının çaresine bakamaz ve ısrarla topluma yakın olmaya çalışırlar. Böylece görmezden gelinen, bazen keyif için bazen düşmanlık amacıyla öldürülen, iktidarların “sorun” haline dönüşmesinler diye ara sıra topluca katlettiği ve yine de yok edilemeyen “sokak hayvanları” ortaya çıkar. Sokak herkesin ortak yaşadığı bir yer olduğundan değil ama insana yakın yaşayabilecek başka yer olmadığı için orada dururlar.
Sokak, düzenle düzensizliğin çatışma alanıdır
Sokak, egemenlerin yerleşim yerlerinde bitmeyen düzen kurma çabalarının duruma göre başlangıç ya da en son noktasıdır. Eskiden nüfus sayımı, darbeler, kaçakları arama gibi gerekçelerle sık sık “sokağa çıkma yasağı” ilan edilirdi; sonuncusunu yakın zamanda covid salgını nedeniyle yaşadık. Akan trafiğin işgal ettiği, değerli emlâklar, kameralar, güvenlikler, yüksek binalarla kuşatılmış cadde ve meydanlarda düzen büyük ölçüde tesis edilmiştir. Hangi kapının arkasından neyin saklandığı bilinmeyen sokaklar ise düzenle düzensizliğin çatışma alanıdır. “Sokak hayvanları” ve koruyucuları doğal olarak düzensizliği; hayvanları “güvenilmez” ve hayvan severleri “kafadan kontak” gibi görenler ise düzeni simgeler.
Bazıları “sokak hayvanı” yerine “başıboş” ya da “sahipsiz hayvan” demeyi tercih ediyor. Bu tür kavramlar yalnızca toplumun ve egemenlerin hayvanlara karşı sorumluluklarını gizlemeye yarar. İsteyen özel isimler de verebilir ama onlara basitçe “kedi” ve “köpek” demek yeterlidir. Ayrıca bir şeyi sahipli saymak için ille de belli birine ait olması gerekmez, “ortak mülkiyet” diye bir kavram var. Çünkü bazı şeylerin sahibi olamayacağı gibi, bazıları da ne kadar özel mülk sayılırsa sayılsın topluma aittir. Örneğin suyun, güneşin sahibi olamaz. Toplumların tarihsel gelişiminin ürünü olan bilim ve sanatın belli bir sahibi olmadığından insanlığa ait kabul edilirler. Benzer biçimde, kuşaklar boyu yetiştirilen evcil hayvanların da ister bir sahibi olsun ister olmasın, her zaman topluma aittirler. Bu yüzden meta olarak alınıp satılmaları ve iktidarların onlara dilediğini yapmaya kalkışması yanlıştır. Nasıl ki ailesi çocuğa kötü davrandığında “onların çocuğu, ne isterlerse yaparlar” denmiyor ve toplum adına olaya el konuyorsa, aynı şey hayvanlar (ve çevremizde yaşayan tüm canlılar) için de geçerlidir.
Kedi ve köpekler sokaklara gökten düşmedi, iktidar koltuklarındakiler onların da bir parçası olduğu toplumu yönetmeye talip oldular. Şimdi çeşitli gerekçelerle onları yok etmeye niyetlenmelerinin, işsizlik sorununu çözmek için işsizleri ortadan kaldırmaktan ne farkı var?
Toplum çok türlü bir yapıdır
Çoğu zaman hayvanlardan “ insan gibiler, duyguları var” diye bahsediyoruz. Biz neyiz ve birbirimize ne kadar benziyoruz ki onları kendimize benzetiyoruz? Nasıl yaşıyoruz, duygu, düşünce ve karakterlerimiz nereden geliyor?
Bilindiği üzere canlılar cansız varlıklardan farklı olarak enerjilerini kendileri üretir. Bunun için cansızları ve diğer canlıları tüketerek enerjiye dönüştürürler. Ve rastlantılarla dolu doğal ortamlarda hayatta kalmak için çabalarken, yaşamalarını sağlayan özelliklerini kalıtım yoluyla aktarırlar. Böylece koşucu, tırmanıcı, hızlı üreme ya da sert iklim koşullarına dayanma gibi sayısız özelliğe sahip farklı türler oluşur. Ancak iş burada bitmez, yaşam koşulları sürekli değiştiği için canlılar da buna uyum gösterecek biçimde evrim geçirmeye devam eder.
Canlıların temel özelliği, harcadıkları enerjiyi yerine koyabildikleri sürece yaşamalarıdır. Bunun için beslenme kaynaklarına kolay ulaşabilecek ve enerjilerini boşa harcamayacakları biçimde evrimleşirler. Bazı mikroskobik canlıların koloniler halinde, kimi böcek ve omurgalıların sürü, insanların toplum olarak yaşamaları da bu temelde ve uzun evrim süreçlerinde kazanılmış özelliklerdir. Hayvanların bir arada yaşaması, doğal işbölümü ve hiyerarşinin gelişmesine ortam yaratır. Bu da türün hayatta kalma ve soyunu sürdürme potansiyelini arttırır. Ancak türlerin görünüş ve birçok davranışının birbirine benzememesi gibi ortak yaşama biçimleri de benzemez. Bu anlamda insanı hayvanlardan ayıran yalnızca büyük bir beyni olması, dik yürümesi misali tekil özelliklerinden ibaret değildir, asıl ayrım, insanın toplumsal varlık olmasıdır. Bakıma muhtaç olduğumuz çocukluk döneminin uzun sürmesi ve birey olarak yaşamak için başkalarının yardım ve yol göstericiliğine her zaman gereksinim duymamız gibi nedenlerle, varlığımızı zorunlu olarak toplumsal yaşam içinde sürdürebiliriz. Bu çerçevede insanın biyolojik ve toplumsal varlığı birbirinden ayrılmaz. Kişisel duygu, düşünce, karakter gibi manevi özelliklerimizin yanı sıra fiziksel bakımdan nasıl olduğumuz; her birimizin toplumsal varoluş koşulları içinde belirlenir. Toplum ve sürü farkını anlamak, hayvanlarla ilişkimizi ve ne olduğumuzu kavramak bakımından önemlidir.
Sürüler tek türden oluşur ve üyeleri aynı uyaranlara benzer biçimde tepki gösterdikleri için tek vücut gibi hareket ederler. Bu genellikle ses, renk, koku değişikliği, belli bir hareketin tetikleyiciliği ya da arı ve karınca gibi daha karmaşık yapıdaki topluluklarda anaç böceğin feromon hormonu salgılamasıyla sağlanır. Türün yaşaması ortak hareketine bağlı olduğundan, ayak uyduramayan dışarı atılır. Ve aynı türden olsa bile, sürüye dışarıdan hiçbir canlı alınmaz.
Toplumu farklı kılan, insanların aynı uyaranlara değişik tepkiler göstermeleri ve buna rağmen bir arada yaşayarak varlıklarını sürdürebilmeleridir. Bunda bedenine oranla diğer hayvanlardan daha büyük beynimiz olmasının da payı vardır. Beyin, sahip olan bütün canlılarda düşünme organıdır. Büyük olması; daha çok bilgi biriktirmesini ve daha karmaşık işlemler yapmasını sağlar. Böylece insan belli bir soruna birçok çözüm düşünebilir, yapacaklarını tasarlayarak önceden hazırlanabilir ve fiziksel eksiklerini bu yolla kapatabilir. Ama bu özelliği, sürü hayvanlarından farklı olarak her bir insanın ortak sorunlara değişik tepkiler göstermesine de yol açar. Ve bu da birlikte hareket etmelerini zorlaştırır. Sorun yine toplumsal yaşam süreçlerinde, gelişkin düşünme yeteneğimiz yardımıyla ve somut çıkarlar gereği ortak hareket etmek zorunda olduğumuzu birbirimize benimseterek aşılır.
Her birimiz yaşamak için gereksinim duyduğumuz enerjiye ancak toplumsal yapı içinde ve her somut durumda toplumun sağladığı katkılarla ulaşabiliriz. Bu nedenle toplumların ekonomik yapısının gelişimi, canlıların yaşamak için gerekli kaynaklara ulaşmak amacıyla yaptıklarına benzer ve doğal süreçler biçiminde ilerler. Bu sırada insanlar yaşamak için doğa koşulları kadar, birbirleriyle de mücadele ederler. Tam bu noktada ideolojiler devreye girerek küçük rekabetlerin büyük çatışmalara dönüşmesini önler, bireyleri ortak toplumsal amaçlara yönelterek, işbölümü ve hiyerarşiye uymalarını kolaylaştırır.
Sürülerin ortak hareketi koku, renk, hormon salgısı gibi fiziksel uyaranlar yardımıyla, insanlarınki ise ideolojilerle gerçekleşir. Bu ideolojiler, inanç, hukuk, felsefe, gelenek, sanat vb. gibi yön, ilke, sınır gösteren düşünce ve davranış biçimlerinden oluşur. İdeolojiler birleştirici işlev yerine getirir. Bunu yalnızca aynı topluluk içinde yaşayanlar arasında değil, yabancıların bir topluma katılması süreçlerinde de yapar. Ve yanı sıra, doğadan alınarak evcilleştirilen hayvan türlerine de toplumda yer açılmasını sağlar, Bu anlamda toplumda yabancı insanlar ve farklı türlerin de bulunabilmesi, sürü yaşamıyla arasındaki bir başka önemli farkı oluşturur.
İnsanlar, kendi topluluklarının gündelik hayatında kullandıkları ideolojileri yabancı insanlara ve evcilleştirilen hayvanlara dil ve davranışlar öğreterek aktarırlar. Böylece “sevgi, minnet, kardeşlik, disiplin, yasak, günah” vb. ideolojik gösterenler yardımıyla “yabancıyı”, topluluğa uyumlu hale getirirler. İdeoloji bilgi vermez, yön belirtir, sınır çizer, kimlik verip aidiyet yaratır. Bu yüzden bir ideolojiyi benimseyenin, davranışlarını diğerleriyle uyumlu kılmayı bilmesi yeterlidir. Çünkü ideoloji sözlerden çok, davranışlarla ilgili ve etkisini asıl bu alanda gösteren bir düşünce biçimidir. Dolayısıyla beyni insan beyniyle aynı işleyiş düzenine sahip olan bir evcil hayvanın kendinden bekleneni yapıp topluma ideolojik uyum göstermesi zor değildir. Zaten her birimizin toplumsal varlıklar olarak yaptığı da bu değil mi?
Böylece toplumsal yaşam; ırk, kültür, milliyet vb. farklara sahip yabancı insanların yanı sıra, farklı türleri de barındırır. Bu hayvanlar ister kafes, besihane gibi yerlerde zorla tutulan, isterse ev ve sokaklarda kısmen serbest yaşayan türler olsun; tıpkı insanlar gibi toplumun ekonomik yapısı temelinde, ideolojilerin çizdiği sınırlar içinde ve iktidarın otoritesi altında yaşarlar. Bu elbette eşitsiz bir hayattır. Ama eşitsizlikler üzerine kurulu bir toplumdan daha fazlası beklenemez. Ve çok türlülüğün topluma ait bir özellik olması için bu yeterlidir.
İnsanların hayvanlarla ilişkisinin niteliği
Genellikle insanın aklı sayesinde hayvandan üstün olduğu düşünülür. Bu hem hayvanların ve hem de toplumsal yaşamın varoluşuna ilişkin bilgi eksikliğinden kaynaklı bir kanaattir. Hayvanların ağırlıklı olarak içgüdüleriyle hareket eden doğal canlılar olduğu, buna karşılık insanların akıllı oldukları için daha konforlu olan toplumsal yaşamı yaratarak uygarlaştıkları varsayılır. Ve buradan hareketle, insanların çeşitli doğa güçleri gibi hayvanları da egemenlikleri altına alarak kendi çıkarları için kullandıkları sonucuna varılır.
İlginç olan, bu bakış açısının hayvanları “alttürler” olarak küçümseyenler kadar, farkında olmadan hayvan severler tarafından da benimsenmesidir. Onlar da, ‘hayvanların sömürüldüğü, onlara kötü davranılmasının insanların birbirlerine yaptığı kötü davranışların önünü açtığı’ benzeri fikirler dile getirirler. Marks’ın hayvanları “üretim aracı” olarak tanımlamasını “hayvan düşmanlığı” gibi yorumlamak da bu yönde ileri sürülmüş bir fikirdir.
Elbette hayvanları seviyoruz. Bu nedenle onları yok etmeye dönük siyasi tavırlara karşı çıkıyoruz. Ancak sıra hayvanların toplumsal ve tarihsel konumlarını ele almaya geldiğinde duygularımızla değil, bilimsel kavramlarla düşünmemiz gerekir. Toplumsal bir olguyu kişiye ve duruma göre değişen duygularla ele almak, yönümüzü kaybetmeye neden olur. Nitekim Marks’ın ifadesi de tarihsel gelişme süreciyle ilgili bilimsel bir kavramdır. Marks bu kavramı hayvanların üretim aracı olması gerektiği için değil, yaşanan gerçeği tanımlamak amacıyla kullanır. Nasıl ki eskiden su gücüyle çalışan birçok üretim aracı artık kullanılmıyorsa, hayvanlar da benzer bir tarihsel değişim sonucu üretim aracı olmaktan çıkacaktır. Nitekim “sokak hayvanları” sorunu, toplumun böyle bir değişimden geçmekte oluşunun sonucudur.
Doğa ve tarih önceden belirlenmiş amaçlara göre ya da belli bir nedenin kaçınılmaz sonucu olarak değil, sayısız olgunun rastlantısal karşılaşmaları ve çatışmalarının eseridir. Bu süreçlerde bazı olgular birbirlerine tutunarak daha kalıcı birliktelikler oluşturur ve rastlantılarla dolu yollarına bu halde devam ederler. Atom altı parçacıklardan atomlara, gezegenlere, bunların üzerindeki canlılara ve galaksilere kadar evrendeki bütün nesneler, çeşitli şeylerin karşılaşmaları, çarpışmaları, sapmaları, tutunmaları ve bunların sonsuz tekrarıyla ortaya çıkar ve ilerler.[1] Toplumsal yaşam bu kesintisiz değişim sürecinin bir parçası olarak ve kendisi de değişmeye devam ederek doğar. Bilgilerimiz de bu maddi değişimin bir parçasıdır.
Hayvanlara göre daha büyük beynimiz olsa da içi bilgiyle dolu olarak dünyaya gelmiyoruz. Beyin kendiliğinden düşünce üretmez, beyni olan bütün canlılar gibi insan beyni de kaydettiği bilgiler kadarını bilir. Yeni bir durumla karşılaştığımızda, buradan beynimize yansıyan algıları önceki bilgi kayıtlarıyla karşılaştırarak, durum hakkında karar veririz. Bu nedenle beyni ve sinir sistemi olan canlıların kalıtımsal özellikleri birçok davranışı yapmaya yatkınlık sağlar ama belli bir durumda nasıl davranılacağına ilişkin bilgi vermez. Bilginin kaynağı her zaman somut varoluş koşullarıdır. Bu çerçevede insanların hayvanları kandırarak evcilleştirdiği yerine, insanlarla hayvanlar arası ilişkilerin rastlantısal karşılaşmalara dayandığını ve en azından başlangıçta karşılıklı yarar temelinde sürdüğünü düşünebiliriz.
Büyük olasılıkla yetişkin hayvanlardan önce bakımı ve eğitimi daha kolay olan yavrular doğadan alınarak mülk edinilmiştir. Sivri diş ve tırnaklara sahip etyiyenler yerine denetimi daha kolay olan otyiyenler, büyükler yerine küçükler, kurt ve kedi türleri gibi insan artıklarıyla beslenmek için topluluklara yakın yaşayanlar vb. evcilleştirilmiş olmalıdır. Bugünkü evcil hayvan türleri, üzerlerinde emek harcanarak yaratılmış ve birçoğu yabanda kendi başına yaşayamayacak canlılardır. Gücü, derisi, eti, sütü, yünü, yumurtası vb. amaçlarla yetiştirildikleri için üretim aracıdırlar. Sömürü, karşılığı ödenmemiş emektir; hayvanlar sömürülmez. Hayvanların çalıştırılmasından gelen değerin kaynağı, onların evcilleştirilip eğitimi için harcanan toplumsal emektir. Hayvanların bu biçimde kullanılması insanların “suçu” değildir, insanların da yaşamlarını sürdürebilmek için doğadan geçinmek zorunda oluşunun ve bunun için çalışmasının sonucudur. Marks bunu şöyle anlatıyor:
“Çalışma, her şeyden önce, insanla doğa arasındaki bir süreçtir; bu süreçte, insan, doğa ile kendisi arasındaki madde alışverişini kendi çabasıyla yürütür, düzenler ve denetler. Doğanın sağladığı maddelerin karşısında bir doğa gücü olarak yer alır. Doğanın sağladığı maddeyi kendi yaşamında kullanabilecek bir biçimiyle mülk edinmek üzere kendi canlı varlığının doğal güçlerini, kollarını ve bacaklarını, kafasını ve ellerini harekete geçirir. Kendi dışındaki doğa üzerinde etkide bulunur ve onu değiştirirken, aynı zamanda kendi öz doğasını da değiştirir.”( Kapital 1 S.181)
Yine Marks Grundrisse’ye “Giriş” metnindeki ifadesiyle üretimi şöyle tanımlıyor: "Her üretim, belirli bir toplum biçiminin çerçevesi içinde ve onun aracılığıyla doğanın birey tarafından mülk edinilmesidir.”
Marks’ın bu ifadelerini sıkça hatırlatmamızın nedeni, Marksistler arasında ‘doğa ve toplumun ayrı işleyiş yasaları olduğu, insanın diğer canlılardan (ve bütün olarak doğadan) üretimle ayrıldığı, bunu aklı sayesinde başardığı’ benzeri yanlış fikirlerin yaygın olmasıdır. Marks birçok metninde doğa ve toplum tarihini bir bütün olarak ele aldığını, toplum tarihinin doğa tarihinin devamı ve bir parçası olduğunu ifade eder. Üretimin temelinde yatan insanların akıllı davranışları değil, yaşamak için belli bir doğa parçasını mülk edinmeleri, yani kendilerine ait kılmalarıdır. Örneğin bu, düzenli olarak beslendiği bir alana giren yabancıyı tehdit olarak gören ve havlayan köpekler için de geçerlidir. Her canlı enerjisini elde ettiği beslenme ve yine enerjisini korumak için kullandığı barınma alanlarını diğer canlılara karşı, öğrenilmiş bir davranışla korur. Marks’ın ifadelerinden de anlaşılacağı üzere insanların yaptığı da budur. İnsanlar mülk edindikleri alanda çalışarak, emeğin toplumsal niteliğini keşfetmişlerdir. Bütün bunlar, insan ve hayvan arasındaki türsel farkların sanılandan az olduğu anlamına gelir…
***
Düşüncelerimizin kaynağı toplumsal pratiktir. Yeni bilgileri üretim, sınıf mücadelesi ve bilimsel deney süreçlerinde öğreniriz. Bu bilgilerin doğruluğunu yanlışlığını yine ayrı süreçlerde anlayarak ve bilgi eksiklerini gidererek, düşüncelerimizi geliştiririz. Toplumsal yaşam sürekli daha az enerji harcayarak daha çok yarar sağlamak yönünde ilerlerken, her şey gibi hayvanlarla ilişkilerimiz de yeniden üretilerek değişir. İnsanların evcilleştirdiği hayvanlardan ilk uzaklaşması, özel mülkiyetin doğuşuyla başlar. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet arttıkça, üretim aracı olarak kullanılan hayvanlar daha az elde toplanmaya başlar ve bundan yoksun olan üretken emekçilerin hayvanlarla ilişkisi giderek sınırlı hale gelir.
Ancak evcil hayvanlardan asıl uzaklaşmanın, 18. Yüzyıldan itibaren sanayi üretiminin Avrupa’da doğması ve kısa sürede dünyaya yayılmasıyla başladığını söyleyebiliriz. Küçük üretimin yok olması, tarımda kapitalizmin gelişmesi sonucu kır nüfusu aleyhine kentlerin büyümesi ve makineleşme gibi nedenlerle, gücünden yararlanılan hayvanlar yavaş yavaş emek aracı olmaktan çıkarlar. Hayvanlar yine üretim aracıdır ama gücü yerine etleri için beslenirler. Hayvancılık kârlı bir yatırım alanı olur. İnsandan çok koyunun yaşadığı söylenen Yeni Zelanda, inek yetiştiriciliğinde önemli yerleri olan Avustralya, Brezilya, Arjantin bunun günümüzdeki örnekleridir. Elbette milyonlarca tavuğun bir arada yaşadığı devasa çiftliklerde grip virüsünün hızla mutasyon geçirerek ölümcül özellikler kazanması da yine bu sürecin bir parçasıdır.
Kentler eskiden beri kedi ve köpeklerin sokağa düştüğü yerlerdir. Farenin en büyük düşmanı olarak kediler buralarda hala işe yarasa da, sivri dişlerle silahlanmış köpeklere günümüz kentlerinde yer yoktur. Bugün “sokak hayvanı” olmadığı için örnek gösterilen Avrupa ülkelerinde “kuduz” hastalığı gerekçesiyle ve “vahşetin son örneği” olarak kabul edildiklerinden, kedi ve köpekler birçok kez topluca yok edilmiştir. Bazı örnekler:
1400’lerde Hollanda’da, 1730 Paris’te, II. Dünya Savaşı öncesi İngiltere’de gıda kıtlığına yol açacakları gerekçesiyle kedi ve köpeklerle birlikte at, sığır ve koyunlar da yok edilmiştir. Bu yıllarda yalnızca Londra’da 2 milyon kadar kedi ve köpeğin öldürüldüğü tahmin ediliyor. Sonuncu katliam örneği, AB üyesi olmakla övünen Romanya’da 2013’de yaşanmıştır. Tarihin kayda geçen bu kara lekeleri herhalde asıl yaşananların yüzde biri bile değildir. Türkiye’de de yakın zamana kadar resmî kurumların onayıyla, köpekler öldürülüyordu.
Hayvanların üretim aracı olmaktan çıkması örneği olarak Türkiye’de 2009’da at arabalarının ve 2018’de faytonların yasaklanması gösterilebilir. Elbette, artık işsiz kalan atların birçoğuna ne olduğunu tahmin etmemiz zor değildir. Hayvan severler çok azını kurtarabildi.
Hayvanlar üretim aracı olmaktan çıkınca yalnızca sokağa atılmadılar, süs hayvanı olarak metalaştırılıp, önemli bir ticaret konusu haline geldiler. Bugün evde beslenen hayvanlarla ilgili büyük bir sektör oluşmuş durumda. Dünyadaki cirosunun 300 milyar dolara yakın olduğu tahmin ediliyor. Hayvan ticareti yalnızca evcil türlerle sınırlı değil, yabani türler de yaygın biçimde satılıyor. Doğal yaşam alanları daraldığı için zaten birçoğunun türü tükenme tehlikesi altında olan bu hayvanların hayatları, kârlı ticaret yollarında sönüp gidiyor.
Türkiye’de “sokak hayvanları” neden yok edilmek isteniyor?
İktidar, hayvanların tıpkı Avrupa’daki gibi barınaklara alınarak kısırlaştırılacaklarını, bir ay içinde sahibi çıkmayanların öldürüleceğini ve bu işin sorumlusunun belediyeler olacağını söylüyor. Şunu net biçimde ifade edelim: Hayvanlar barınak yerine ölüme götürülecek! Nedenini somut veriler üzerinden açıklamaya çalışalım.
Ülke genelinde sokaklarda kaç kedi ve köpek yaşadığı bilinmiyor. Çünkü bugüne dek herhangi bir sayım yapılmamış. Farklı tahminlere göre sayıları 5 ile 15 milyon arasında değişiyor. Çoğunluğu büyük kentlerde yaşıyor. Türkiye’de toplam 1393 belediye var ve bunların yaklaşık 300 kadarında hayvan barınağı bulunuyor. Bu veriler ışığında düşünelim.
Öncelikle yeterli barınak yapılacak. Bunun, sayısı bilinmeyen hayvanlar için devasa bir kent kurmaktan farksız olduğu açıktır. Belediyeler mevcut gelirleriyle bunu yapamaz. Tarım ve Orman Bakanlığının konuya el atacağı söylense bile, merkezi yönetimin sorun çözmek için yerellere yeterli yardımı yaptığı görülmüş bir durum değildir. Maliyeti dahi bilinmeyen bu konuda yapacağı yardımlar devede kulak kalacaktır. Barınak sorunu çözülse bile hayvanları sokaktan toplayacak, kısırlaştıracak, bakımını yapacak yeter sayıda ve eğitimli çalışan gerekiyor. Bütün bunların olmadığı yerde, bir kısım belediye yasayı uygularken toplanan hayvanları daha barınağa götürmeden öldürecektir. Bir kısmı ise yetersizliklerini gerekçe göstererek hayvanları topluyor gibi yapmakla yetinecektir. Bu da yıllardan beri olduğu gibi canı isteyenin, kafası bozulanın hayvanları öldürmeye devam edeceği anlamına gelir.
Avrupa Birliğine girmekten çokça bahsedilen 2004 tarihinde 5199 sayılı “Hayvanları Koruma Kanunu” çıkartıldı. Sonraki yıllarda benzeri birçok mevzuat düzenlemesi yapıldı. Ama hepsi de göstermelik olmaktan öteye gidemedi. Bugün iktidarın konuyu biraz daha ciddiye alır görünmesinin bir nedeni, batılı ülkelerin Türkiye’ye seyahat edecek yurttaşlarını kuduz tehlikesi ve sokak köpeklerine karşı uyarması olabilir. Böyle bir uyarı yapmaları, Dünya Sağlık Örgütünün 2021’de Türkiye’yi “yüksek kuduz riski olan ülkeler” listesine almasından kaynaklanıyor. Bu listede köpeklerin serbest dolaştığı Afrika ve bazı Asya ülkeleri yer alıyor. Sonuçta Türkiye’nin yalnızca geçen yılki turizm cirosunun 55 milyar dolara yakın olduğu ve ülke ekonomisinin dövize şiddetle gereksinim duyduğu göz önünde tutulursa, köpeklerin sokaklarda yaşamasına neden son verilmek istendiği biraz daha iyi anlaşılabilir.
***
Eğer yaşam koşullarımızın iyi olmasını istiyorsak, hayvanların kendimizden daha kötü koşullarda yaşamasına izin vermemeliyiz. Evcil hayvanlar toplumsal varlıklar. Onların sağlığındaki her bozulmanın faturasını toplum olarak mutlaka öderiz. Ama bu anlayışın uygulanabilmesi için insanların yaşam koşullarının da iyileşmesi amacıyla ayrıca mücadele etmemiz gerekir.
Bir yerde canlı sayısı, başta beslenme olmak üzere yaşam koşulları uygun olduğunda artar. İnsan nüfusu artıyor ve kapitalizmin kaleleri olan kentler hızla büyüyor. İnsan artıklarıyla beslenen kedi ve köpek sayıları da buna bağlı olarak artıyor. Köpekler, artık kent yaşamında kendilerine yer olmadığı için öldürülmek isteniyor. Başka bir ifadeyle, kent onların yaşamasına uygun bir yer değil. Peki, milyonlarca insanın üst üste durduğu, kafamızı çevirdiğimiz her yerde beton yığınları gördüğümüz kentler insan yaşamına ne kadar uygun?
Sorun
kentleri köpek ve kedilerden arındırarak çözülemez, dünyayı kentlerden
arındırmak gerekir. Çok uzak bir geleceğin arkeologları, çevrelerinde bunca boş yer varken insanların
neden dar alanlarda yığınlar halinde yaşadığını anlamak için çok kafa
patlatacaktır.
[1] Bu
konuda daha geniş bir açıklama için şuraya bakılabilir:
https://mehmetpolat148.blogspot.com/2024/03/tarih-anlayisi-icin-notlar-evren.html#comment-form
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.