Blog Arşivi

6 Ağustos 2025 Çarşamba

 

                 İSRAİL-İRAN SAVAŞINA İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME

 

        İçindekiler:  

 Siyasi bir gerçeğin ideolojik sınırlarını belirlemek

Savaşın maddi koşulları

Kapitalizm kendi mezarını kazarak ilerler

Bunalım

ABD’nin askerî Keynesçiliği

İsrail ekonomisi savaştan nasıl etkileniyor?

Bu bir paylaşım savaşı değil

Savaşın ilkleri

Netenyahu

Savaşın ideolojik koşulları          

Liberalizm düzenin egemen ideolojisidir

Liberalizmin etkisine nasıl giriliyor?

Çin emperyalist mi?

İran’ın günümüzdeki durumu

Proleter devrimciliği ve sınırlı devrimcilikler

İslami devrimciliğin sınırları

Ezilen ulus devrimciliği ve vatan kavramı

Günümüzde gericiliğin kaynağı finans oligarşisidir

Savaşta siyaset dışına düşmenin iki zıt biçimi

Değişen dünya…

Kapitalizm kriz dinamiği üzerinde ilerler

Kapitalizmin son 40 yıldaki değişimi

Kimlik mücadelelerinin yükselişi

2008’den bugüne

Siyasetin ülke sınırlarını aşması

Sonuç

                                                       ----------oOo-----------


                                 Siyasi bir gerçeğin ideolojik sınırlarını belirlemek

      Savaşlar da tıpkı devrimler gibi toplumları altüst eder ve başka zamanlarda pek fark edilmeyen yanlarının ortaya çıkmasına yol açar. Nitekim İsrail’in İran’a saldırısıyla başlayan ve 12 gün süren savaşta da böyle oldu. Ancak her şeyin görünür hale gelmesi, haklarındaki bilgilere kolayca ulaşıp nesnel biçimde ifade edebileceğimiz anlamına gelmiyor. Savaş hakkında benzer toplumsal konumlardaki siyasi çevrelerin bile birbirinden uzak değerlendirmeler yapması bunun bir göstergesidir. Nedeninin, olaylar gibi bilgi süreçlerinin de toplumsal yaşamın kendini yeniden üretimi sırasında ve ideolojilerin etkisi altında gerçekleşmesi olduğunu söyleyebiliriz.


     Bir fikrin geçerli olup olmadığının ölçütü elbette toplumsal pratiktir.[1] Bu yüzden bilginin geçerliliği, sınanabilirliğiyle doğru orantılıdır. Sınanabilmesi içinse,  ortaya konan tezlerin nesnel ölçüler içinde ele alınabilmesi gerekir. Nesnellik gereksinimi ne tezi ortaya atanın güvenilirliğinden başka dayanağı olmayan  “kerameti kendinden menkul” yorumlarıyla giderilebilir,  ne de akademik bir bakış açısıyla olguları yan yana sıralayarak. Yaygın biçimde tanıklık edilen bir olayı bizim de algılamış olmamız, buna ilişkin gözlem bilgileri edinmemiz, bunları tutarlı felsefî/siyasi nitelikteki teorik yorumlarla zenginleştirmemiz, o konuda nesnel bilgiler ortaya koymak için yeterli değildir. Gerçeği oluşturan olguları hangi önem sırasına göre ele aldığımız, anlamamıza yardımı olacak bilgileri seçimimiz, açıklama ve yorumlarımızda neye öncelik verdiğimiz gibi bilgi süreçlerine ait ama bilgi vermeyip yalnızca yön/sınır/ilke içeren ideolojik tutumlar da toplanan bilgiler kadar önemlidir. Ve bu tutumlar öznede kendiliğinden var olmadığı gibi ne yararlanılan bilimsel bilgilere, ne de gözlenen konulara içkin de değillerdir. Ancak bilgi süreçleriyle eşzamanlı bir ideolojik mücadele sürdürülerek kazanılabilirler.

     Siyasi bir gerçeğin incelenip açıklanması bir bilgi üretimidir. Aynı konuda akademi ve siyaset çevrelerinin çalışmaları arasında bazı farklar vardır. Birinciler genellikle olgulara ve deneysel verilere dayanarak kendilerini ideolojik etkilerin uzağındaymış gibi sunar ve nesnelliği bu yolla yakaladıklarını göstermeye çalışırlar. Oysa bu da ideolojik bir tutumdur ve amacı öyle olmasa bile renksiz-kokusuz her şey gibi egemen ideolojiye hizmet eder. İkinciler aynı bilgilerin yanı sıra açık bir biçimde ideolojilerini de aktarırlar. Elbette bu da tümüyle geçerli bir yol değildir, bazı sapmalar içerir.

     Siyasi düşünceler ifade ederken ideolojinin bilgi içermediği;  yön, amaç, ilke gibi gösterenlerden ve buna uygun davranış, sembol, kimlik gibi olgulardan oluştuğu unutulmamalıdır. “Siyaset teorik-pratiği” olarak tanımlanabilecek bir siyasi gerçek açıklamasındaki bilgiler de-amaca uygun hale getirmek niyetiyle-çarpıtılmamış olmalı, matematiksel ve mantıksal olarak ölçülebilir biçimde sunulmalıdır. Ancak bu bilgiyi geçerliliğini kanıtlama telaşı içinde istatistik verilerine ya da güvenilir alıntılara boğmak da gerekmez, sınamayı nasıl olsa bilgiyi tüketen yapacaktır. Uygun olanı, bunu serbestçe yapmasına yardım etmektir. Bu amaçla bilgiyi ifade ederken, bilgi sürecindeki algılardan gözlemlere, karşılaştırmalara, tezlere, yorumlara ve bütün bu bilgilerin olası edinilme biçimlerine kadar uzanan her aşamada girilen yol ayrımlarını nedenleriyle birlikte göstermek gerekir. Yazıda bunu yapmayı deniyoruz.

                                        Savaşın maddi koşulları

     İsrail saldırısı elbette emperyalizm koşullarında gerçekleşti. Ancak “emperyalizm” denildiğinde bugün içinde olduğumuz dünya gerçeği yerine çoğu zaman bunun üstünde, genel ve soyut bir varlık anlaşıldığı için bazı ön hatırlatmalar yapmamız gerekiyor:

     Emperyalizm, 1900’lerden itibaren kapitalizmin dünya ekonomisi haline gelmesinin adıdır. Ancak bu sözcüğün belli ülke/örgüt/siyasetleri nitelendiren bir “sıfat” olarak kullanılışıyla kapitalizmin dünya ölçeğindeki işleyişini anlatan “bilimsel kavram” olarak kullanılışı genellikle birbirine karıştırılır ve bu da bir dizi yanlışa yol açar.

     Örneğin “İsrail emperyalist ABD’nin desteğiyle İran’a saldırdı” ya da “emperyalist NATO” derken sözcük sıfat olarak kullanılıyor. Elbette ABD ve İsrail böyle saldırılar yapıyor ya da NATO emperyalist siyasetlerin uygulanması için çalışıyor. Burada sayısız etkenin bir araya gelmesiyle oluşan somut olgular ifade ediliyor. Sıfat tamlaması da zaten belli bir somutu diğerlerinden ayırt etmeyi sağlayacak en belirgin özelliklerini öne çıkartmak amacıyla kullanılıyor. Olgunun içyapısını açıklayıcı bilgi içermiyor.  Dolayısıyla “emperyalist ABD” ifadesinden geri giderek “emperyalizm=ABD” misali akıl yürütmeye başladığımızda,  sıfatı bilimsel kavram niyetine kullanıyoruz. Bu da emperyalizmi güçlü devletlerin/büyük güçlerin dış politikasıymış gibi anlamaya ve izlenen siyasetleri sanki büyük güçleri yönetenlerin zihninden doğuyormuş gibi düşünmeye yol açıyor.

     Açıktır ki bu bilimsel bir düşünce değildir. Çünkü sonuçta toplumsal yapının içindeki herkes gibi güçlülerin bilinci de kendileri tarafından değil,   iradelerinden bağımsız olarak girdikleri üretim ilişkileri üzerinde yükselen toplumsal varoluş koşulları içinde belirlenir. Bu nedenle ne kadar büyük olurlarsa olsunlar,  emperyalist güçlerin iradeleri de kapitalizmin işleyiş ilkeleri doğrultusunda ve dünya ölçeğinde ortaya çıkan somut koşullar çerçevesinde oluşur. Öyleyse emperyalist bir davranışı anlamak için öncelikli olan kimin ne yaptığına bakmak değil, hangi koşullarda yapıldığına bakmaktır.

                                    Kapitalizm kendi mezarını kazarak ilerler

     Bu ezbere söylenen bir ifade değil, toplumların ekonomik yapısının değişiminin insanların iradesinden bağımsız olduğu ve doğanın hareket ilkeleri doğrultusunda gerçekleştiği bilgisine dayanıyor. Konuyu bilimsel olarak ilk ele alan elbette Marks’tır.

     Bilindiği üzere kapitalizmin tarihsel gelişim sürecinde kâr oranlarının düzenli olarak düşme eğilimi göstermesinden kaynaklı bir dizi sorun yaşanıyor. Bulunan çözümler düzenin gelişmeye devam etmesini sağladığı için aynı sorunlar kaçınılmaz olarak daha büyük boyutlarda tekrar üretiliyor. Kapitalizmin ortaya çıkışından beri var olan ve yıkılmadığı sürece değişmeyecek bu olgu yapısal kriz eğilimidir. Bunalımlar buradan kaynaklanır.

     Durmadan büyüyen para sermaye ülke/sektör/dönem çerçevesinde yatırıma dönüşemediği için değersizleşir, dolaşımı kesintiye uğrar, ödemeler yapılamadığı için iflaslar ve işsizlik patlamaları sonucu yere ve döneme göre değişen bunalımlar ortaya çıkar.  Zaten Batı Avrupa’da doğan kapitalizm bu sorununu aşmak için sermaye ihraç etmeye başlamış ve dünya ekonomisine dönüşürken sorunlarını da taşımıştır. Bugün dünyada yaşanan önemli toplumsal sorunların nedeni, kapitalizmin yapısal krizinden kaynaklanan bunalımlardır.                                

                                                                Bunalım

     Kapitalizmin dünyaya yayılışı, buna uygun bir küresel üstyapının sağladığı istikrar ortamında olmadı; herkesin kapitalist üretim ilişkilerini tarihten devraldığı miras koşullarında yeniden üretişi sürecinde gerçekleşti. Sermayenin önünde yayılabileceği alanlar olduğu sürece bu kaotik işleyiş sorun yaratmadı. Ama dünyanın fethi tamamlanıp, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve rekabetin kargaşayı besleyen etkileri ortaya çıktıkça;   bunalıma sürüklenen ülkeler sorunlarını savaşarak çözme yoluna gittiler. Kapitalistler buradan çıkardıkları derslerle 2 Dünya Savaşı sonrası yeni bir küresel düzen oluşturmak zorunda kaldılar. ABD bu sayede sınırsız bir ekonomik güce kavuştu ve bunu askerî güçle pekiştirerek dünyanın baskın devletine dönüştü.

     Bugün devletler askerî güçlerini düşmanlarını tehdit etmekten çok ekonomideki sorunlarını çözmekte kullanıyor. Silah sanayii yalnızca kâr getirmiyor, sermaye fazlasını askerî harcamalar ve savaşlarla eritmek mümkün olduğu için yapısal kriz baskısını hafifletmeye de yarıyor.  ABD bu araçları kullanan ülkelerin başında geliyor. Ekonomik büyüklük bakımından ABD’yi yakalayan ve her yıl devasa dış ticaret fazlası veren ÇHC de askerî harcamalarını arttırarak benzer bir yoldan-ama farklı nedenlerle-yürüyor. Ambargolara rağmen ekonomisi büyümeye devam eden Rusya’nın da bu alanda tasarrufa yönelme niyeti yok gibi görünüyor.

     Askerî ekonominin devasa boyutlar varışına İsrail-İran savaşında da tanık olduk. 12 günlük savaş sırasında İsrail’in “demir kubbe” ile bir gecede 10-12 balistik füzeyi engellemesinin maliyeti 284 milyon dolar. İran’ın attığı hipersonik füzelerin her birinin fiyatının ise 200-400 milyon dolar arasında değiştiği iddia ediliyor. ABD’nin nükleer santralleri vurmak için kullandığını söylediği 14 bombanın tanesi 400 milyon dolar.[2] Bunlara diğer harcamalar da eklendiğinde, bu çatışmanın dünyanın en pahalı savaşı olduğu söylenebilir. Peki devletlerin savaşta buharlaştırdıkları bu servet nereden geliyor ve bunu neden yapıyorlar?

     Elbette servetin kaynağı artık değer, yani karşılığı ödenmemiş emek. Bugün daha kârlı bir alana yönlendirilemeyişinin nedeni ise, dünya ekonomisinin 2008 yılında girdiği bunalımı halen aşamamasına kadar uzanıyor. Emperyalizm dönemindeki belli başlı bunalımlar gibi bu da ABD’den başladı ve öncekilerden farklı olarak etkisi uzunca zamandır sürüyor.[3]

     ABD bunalımlar sırasında genellikle faizleri yükseltip ekonomiyi küçülterek zayıf işletmelerin batmasına göz yumar ve böylece ayakta kalanlara yeni yatırım alanları açıp ekonominin toparlanmasını sağlardı. Ancak 2008’de tam tersini yapmak zorunda kaldı. Çünkü bu kez dara düşen işletmeler çok büyük oldukları için batmalarına göz yumamadı. Dolayısıyla destekleyerek batmalarını engellemek zorunda kaldı. Bu basitçe, para basıp şirket kasalarına koymak anlamına geliyordu. Böylece sermaye dolaşımı canlandırılarak, ekonominin çökmesi önlendi. Ne zaman eski politikalara dönülmek istense bunalım belirtileri baş gösterdiği için FED (ABD Merkez Bankası) finans kurumlarına para dağıtmayı sürdürdü.

     ABD’de genişleme politikalarının izlendiği süreçte faizler düşük tutuldu. Devlet tahvili çıkartılarak borçlanıldı. Sanayi üretimi gelişmiş ülkelerden maliyetin düşük olduğu orta ve az gelişmiş ülkelere kaydı. Buna karşılık gelişmiş ülkelerde yığılan para sermaye kısa süreli yüksek getirili finansal kârlara yöneldi. Bütün bunların sonucu ABD ve AB düşük büyüme oranlarıyla yerinde sayarken, büyük bir iç pazarı olan ve ekonomisini planlı biçimde yöneten Çin bunalımdan etkilenmeyerek yüksek büyüme oranlarına ulaştı. Doğal olarak ABD dünyadaki ekonomik üstünlüğünü yitirmeye başladı. Beraberinde dolarının küresel ödeme aracı olarak kullanımı azaldı. Yalnızca savaşın değil, günümüzdeki tüm toplumsal gelişmelerin temelinde ABD ve Avrupa aleyhine olan bu küresel ekonomik işleyiş yatıyor…

                                            ABD’nin askerî Keynesçiliği

     ABD ekonomisi Çin’den ve kısmen AB’den farklı olarak iç tüketimini ülke içi üretimle karşılayamıyor ve bu nedenle halen dünyanın en çok tüketen ülkesi konumunda. Bu da gündelik yaşamın sürmesi ve egemenlerin toplumdan rıza devşirebilmesi için dış ticaret açığı vermeye devam etmesini, dolayısıyla gevşek para politikalarını sürdürmesini zorunlu kılıyor. ( Şu an ABD 36 trilyon dolarla dünyanın en borçlu ülkesi.)  ABD doları dünyada geçerli para olduğu sürece para basıp istediğini satın alabildiği için bu durum sorun yaratmıyor. Ama etrafa saçıp savurduğu dolarlar dünyanın en büyük sanayi ülkesi olduğu zamanlardaki gibi “Amerikan mallarına”  harcanarak geri dönmüyor. Para dolaşımını sağlayabilmek için başka ülkelerde biriken dolarları devlet tahvilleri çıkartarak ülkeye geri döndürmesi ve tekrar piyasaya sürüp tekrar tahvil çıkartması gerekiyor. Bu da borcunu arttırıyor. Trump dış borçları azaltmayı hedefliyor. Ve hem ülke sanayiini geliştirmek hem de ihracat yaparak dış ticaret dengesini düzeltmek amacıyla silah sektörüne yatırım yapılmasını destekliyor. Dolayısıyla dünyayı gelecekte ABD’nin taraf olduğu daha çok savaş bekliyor…

     Bu koşullarda silah üretimi ülke ekonomisini canlandırma ve başka toplumların sırtından kâr etme olanağı veriyor. Nitekim savaşlar da özellikle zengin petrol ülkeleri için silah fuarı işlevi görüyor.  Bu nedenle ABD’nin uzun süredir “askerî Keynesçilik” uyguladığı ve Trump’la bunun dozunun arttırıldığını söyleyebiliriz.

     Ve bu politika yalnızca ABD ile sınırlı kalmayarak batı dünyasına da yayılıyor. Geçtiğimiz günlerde İspanya haricindeki üye ülkeler NATO için yaptıkları harcamaları itirazsız yükselterek, GSYİH’nin yüzde 5’ine çıkardılar. Böylece kendileri yeni bir yatırım alanı kazanırken, ABD de artık NATO’ya daha az pay ayırarak askerî harcamalarını ordusunu yenilemeye yönlendirecek. Bu arada ABD’nin askerî teknolojisi daha gelişkin olduğu için, NATO üyelerinin bu ülkeye bağımlılıkları da artacak elbette. ABD uzun süreden beri “Putin’in Avrupa’ya saldıracağı, İran’ın nükleer silah yapmaya hazırlandığı” propagandalarını ve dünyadaki tüm çatışmaları bu yönde kullanıyor.

                                    İsrail ekonomisi savaştan nasıl etkileniyor?

      Savaşta İsrail ekonomisinin zor durumda kalacağından sık sık söz edildi. Oysa bu neredeyse olanaksız. Bilindiği üzere İsrail 2. Dünya Savaşından bu yana İngiltere ve ABD ile birlikte çalışıyor. Dolar dünya parası olarak kaldığı sürece ekonomisi asla zor duruma düşmez ve bu birliktelik bozulmaz. ABD gereken parayı İsrail’e verir ve dilediği ülkeden ne istiyorsa satın almasını sağlar, yoksa Arap Yarımadasında yanında savaşacak başka güç bulamaz. ABD’nin İsrail’e para yağdırması olsa olsa dünya ekonomisinin biraz daha büyümesine ve olumsuz sonuçlarının dolaylı olarak kendine yansımasına yol açar. Ama bundan çekinerek geri adım atıp stratejik bir hata yapamaz.  İsrail yönetiminde kim olursa olsun bu değişmez.

     ABD hegemonyasının şu üç olguya dayandığını söyleyebiliriz:  silah gücü, doların dünya parası olması ve liberal ideoloji.  Doları yıllardır dünyanın her hangi bir yerinden toprak ya da işbirlikçiler satın almak için kullanıyor. Bu yüzden dünya parası olarak kalması için var gücüyle çaba harcıyor. Trump bunun için her fırsatta BRİCS ülkelerini kendi aralarındaki ticarette dolar dışında ödeme aracı kullanmaya kalkışırlarsa mallarına yüksek gümrük vergisi uygulayacağını söyleyerek tehdit ediyor…

      Öte yandan ekonomisi zor durumda olan İran da savaşın ağır maliyetini kaldırabiliyor, nasıl olduğuna sonraki bölümlerde değineceğiz.                                  

                                                  Bu bir paylaşım savaşı değil

     Savaşa dair yorumlarda sık sık “emperyalist paylaşım” ifadesinin kullanıldığını görüyoruz. Bugün dünyada bu amaçla yapılan herhangi bir savaştan söz edilemez. Savaşlar ABD’nin dünya hegemonyasını korumaya çalışması için çıkartılıyor,  kapitalizm çerçevesinde bir rekabet yaşandığı ve ABD geride kaldığı gibi nedenlerle değil. Tersine,  kapitalizm küresel ölçekte ve ABD’yi en yukarıya taşıyacak biçimde geliştiği, ABD bu gelişmeden zarar görerek hegemonyasını kaybetmeye başladığı için saldırgan davranıyor. Kısaca açıklayalım:

     2. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin hegemonya kurmasını sağlayan araçlar bugün işe yaramıyor. Dünyanın her köşesinde 800 dolayında üssü bulunmasına ve askerî harcamaları geri kalan ülkelerin toplamından fazla olmasına rağmen düzenli olarak geriliyor. Dün bağımsızlıkçı ve sosyalist, bugün etnik ve dinsel ideolojiler altında pek çok halk kendi yaşam alanlarında ABD’nin öncülüğünde dayatılan dünya düzeniyle çatışıyor. “Marksistlerin öncülüğünde değiller ve sosyalizme yönelmiyorlar” diye bu çatışmaları yok sayamayız.

      Savaşların kaderini dün olduğu gibi bugün de piyadeler belirliyor ve eğer ABD kendi çıkarları doğrultusunda savaşan halkları bir biçimde yanına çekip paralı askeri haline getiremezse kolay kolay piyade bulamıyor ve başarısızlığa uğruyor. Öte yandan denetimi altına alamadığı halkları büyük savaşlara göre ayarlanmış üstün silah gücüyle ne kadar vurursa vursun kalıcı sonuçlar elde edemiyor. Çünkü karıncaların dünyasında büyük güç kullanmak fazla bir işe yaramıyor; gelişen dünya ticareti, iletişim ve ulaşım sayesinde artık karıncalar da yüksek teknolojiden yararlanarak kendilerini savunabiliyor, hatta karşı saldırılar yapabiliyorlar. Bilimin ilerlemesinin ürünleri ne kadar özel mülkiyet altında olsa da sonuçta bilim insanlığın tarihsel gelişiminin ortak mirası olarak mülksüzlere de hizmet edebiliyor…

      ABD’nin para sermayenin ve metaların küresel dolaşımını geleneksel olarak denetleyebilmesi sayesinde “düşman” saydığı ülkelere uyguladığı ambargolar da artık etkisiz kalıyor. Bu da yine kapitalizmin küresel gelişmişliğinin kaçınılmaz sonucu olarak anlaşılmalı. Çünkü ABD’nin “küresel düzeni koruma” gerekçesiyle bazı ülkeleri düşman ilân etmesi, diğer kapitalist ülkeleri kâr etme zorunluluğundan vazgeçirmeye yetmiyor. Kapitalizmin küresel gelişimi nedeniyle bir mal birçok ülke arasındaki karmaşık ilişkiler içinde üretilirken,  ABD “düşman” ülkeyi denetim altına alsa bile dostlarının ticaretini engelleyemiyor.

     Bu yüzden Çin’e 2018’den bu yana çeşitli ambargolar uygulanmasına rağmen ekonomik gelişiminde herhangi bir gerileme görülmüyor. Benzer biçimde İran’a 50 yıla yakındır ambargo uygulamasına rağmen nükleer silah yapma aşamasına gelmesinin önüne geçemiyor. Rusya’ya uyguladığı ambargolar ise bu ülkenin ekonomisini güçlendirmesini durduramıyor. Bu yüzden ABD 2. Dünya Savaşı sonrası hem kendi hegemonyasını mümkün kılan ve hem de kapitalizmin küresel ölçekte gelişmesini sağlayan bütün kurumsal yapıları reddediyor. Uluslararası uygulamaları ancak kendi çıkarına olduğu zaman destekliyor…

     Örneğin bugün ABD, bir zamanlar kuruluşuna ön ayak olduğu Dünya Ticaret Örgütünün (DTÖ) amacı ve ilkelerini hiçe sayıp başka ülkeleri zarara uğratan kararlar alıyor. Bunu özellikle Çin’e karşı yapıyor. Oysa Çin’in DTÖ’ye girişini 2001 yılında kendisi onaylamış ve aralarındaki ticarette “ayrıcalıklı ülke” sıfatı tanıdığı bir yasa çıkartmıştı. Elindeki son ekonomik-siyasî güçle şimdi bunları yok sayarak tek yanlı girişimlerde bulunması bir  “paylaşım” savaşı değil, hegemonyasını dünyanın geri kalanına dayatma savaşıdır.

                                                        Savaşın ilkleri

     Savaşta bazı ilkler yaşandı. Çin ve ABD, kısa süre önce Pakistan ve Hindistan arası çatışmada dolaylı olarak karşı karşıya gelmişlerdi. Bilindiği üzere Çin ve Pakistan arasında ekonomik-askeri işbirliği var.  Bu kez Pakistan Çin’le birlikte İran’ın yanında açıkça yer alırken, Hindistan da İsrail’i destekledi. Çin ise İsrail saldırısını birçok kez kınadı. Savaşın ilerleyen günlerinde İngiliz ve ABD kaynaklı haberlerde Çin’e ait 2 askerî kargo uçağının İran’a yardım götürdüğü iddia edildi. Ancak buna ilişkin kanıt sunulamadığı gibi yalanlanmadı da. Eğer bu doğruysa, Çin ilk kez bir savaşta barışçı amaçlar dışında yer almış oluyordu.

     Bilindiği üzere Çin İran’la 2020’de 400 milyar dolarlık bir ticaret anlaşması imzaladı. Bu çerçevede altyapı ve petrol işlenmesiyle ilgili çeşitli yatırımlar yapılıyor. Çin, İran petrolünün yaklaşık yüzde 90’ını alıyor.[4] Çin’in somut çıkarları gereği İran’ın yanında yer almasında bir tuhaflık yok. Ancak bu anlaşmanın ayrıntıları bilinmiyor.

      Rusya savaş sürecinde İran’a daha açık destek verdi. Rusya geçtiğimiz Ocak Ayında İran’la askerî ve ticarî ilişkileri kapsayan bir “stratejik ortaklık” anlaşması imzalamıştı ve 21 Mayıs’ta anlaşma İran Meclisinde onaylanarak yürürlüğe girdi.[5] Konunun ekonomik yanında Rus doğal gazının boru hattıyla İran üzerinden satışı ve bir demiryolu hattı inşa edilmesi gibi yatırımlar yer alıyordu. Askerî yanında ise saldırı durumunda yardımlaşılacağı belirtiliyordu. Bir süredir Rusya’nın Ukrayna’da İran yapımı İHA’lar kullandığı biliniyor. Yine anlaşma kapsamında 26 Ekim 2024’deki İsrail saldırısında zarar gören hava savunma sistemlerinin Rusya tarafından yeniden kurulduğu açıklandı. Ancak bunlardan daha önemli ve belki İsrail’in acil bir saldırı yapmasına yol açan bir konu daha vardı:

      Yapılan anlaşma kapsamında Rusya’dan Su-35 savaş uçakları alındığı İran makamları tarafından da açıklanmıştı. Ama bu savaşta İran’ın uçak kullandığı görülmedi. Bu nedenle Rusya’dan savaş uçağı alındığı haberinin propaganda için ortaya atılmış olabileceği yorumları yapıldı. Belki de henüz kullanabilecek eğitimli personel yoktu. Her ne olursa olsun İran füze ve İHA dışında hava savunma gücüne sahip değilken İsrail saldırıya geçmek istemiş olabilir.

     Bu arada İsrail de Rusya’ya karşı boş durmadı ve 13 Haziran’daki İran saldırısının 3 gün öncesinde,  kendisine ABD tarafından verilen Patriotları Ukrayna’ya gönderdiğini açıkladı.[6]  İsrail bugüne dek Rusya’ya karşı Ukrayna’dan yana açık bir tavır almamıştı. Bu da savaşın ilkleri arasında yer aldı.

     Savaştan sonra ise Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un İran’ın nükleer zenginleştirme programına her türlü desteği vermeye hazır olduklarını açıklaması ise ABD’ye bir meydan okumaydı.  Bu herhalde savaşla ilgili en önemli açıklamalardan biriydi. Rusya böyle bir adım atarsa devamını getirmenin sorumluluğunu da üstlenecektir. Bu da İsrail’in benzer saldırıları tekrarlamasının zorlaşacağı anlamına gelir…

                                                                Netanyahu

     Elbette İsrail’in İran’a saldırısının arka planında ABD-ÇHC gerilimi yatıyor ve bununla ilgili pek çok neden saydık. Bir nedenin de özel olarak Netanyahu’nun ülkesindeki siyasi durumuyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Netenyahu mahkemeye düştü ve siyaseten sıkışık durumda. Askerî operasyonları ileri sürerek davaları erteletiyor…

     Netanyahu hakkındaki ilk soruşturma İsrail polisi tarafından 2016’da açıldı. 2019’da rüşvet, görevi kötüye kullanma ve dolandırıcılık suçlamaları nedeniyle başbakanlık dışındaki bakanlık görevlerini terk etmek zorunda bırakıldı. Ve zamana yayılmış biçimde bu üç davadan yargılanıyor. Gazze katliamları başta olmak üzere çeşitli savaşları bahane edilerek duruşmalar ertelenebiliyor ve dava uzadıkça uzuyor. Bu nedenle bütün çatışmalar boyunca Netanyahu’ya karşı birçok protesto eylemi yapıldı.

     Aşırı sağcıların yer aldığı bir koalisyonun başındaki Netanyahu için her gün yeni bir savaş bahanesi yaratıp mahkemeyi bekletmek zor olmuyor. Ayrıca Trump da arkasında duruyor. İran saldırısının ardından Trump Netanyahu'nun davasının iptal edilmesi gerektiğini belirterek,  "İran -İsrail savaşından sonra devlet için bu kadar çok şey yapmış olan büyük kahraman Bibi Netanyahu'nun davası derhal iptal edilmeli ve affedilmelidir " dedi. Ama yargılandığı Kudüs Bölge Mahkemesi bunu dikkate almadı ve son yargılama tarihinin değiştirilmesi talebini reddetti.  Netenyahu buna karşılık “yiyecek zehirlenmesi”  rapor alarak yine mahkemeye çıkmadı ve duruşma 2 ay ertelendi.

     İsrail’in Gazze’de yaptıkları her gün dünyanın daha çok tepkisini çekiyor. Bilindiği üzere Fransa 28 Temmuz’da Filistin devletini tanıma kararı aldı. Trump bir soru üzerine böyle bir gündemleri olmadığını söyledi.  Kanada ve birçok Avrupa ülkesi, Netanyahu’nun keyfî tutumlarını dizginlemek için Filistin’i tanımaya hazırlanıyor. Artık Netanyahu uluslararası siyasette bir sorun olarak görülüyor.                                          

                                            Savaşın ideolojik koşulları

      İdeolojik koşulların medya, akademik çevreler ve siyasi kurumlar tarafından savaşla ilgili olarak ortaya konan düşünce ve davranışlarda somutlaştığını söyleyebiliriz. İsrail yoğun bir propaganda eşliğinde saldırıya geçti. Medya ilk günlerde Netanyahu’nun iddialı açıklamalarına ve İran’ın kayıplarına geniş yer veriyordu. İran’ın dirençsiz görünüşü İsrail’in içeriden yardım almasına bağlanıyor ve rejimin çökmekte olduğunun işareti sayılıyordu. Bu sırada İsrail’in İran halkına yaptığı ayaklanma çağrıları İranlılardan çok İsrail yanlısı yorum yapanları etkiliyordu.  Köklü tarihi geçmişi olan bir ülkede rejimin bu yolla değiştirilemeyeceğini söyleyenler azınlıktaydı.  Elbette İsrail işbirlikçilik yapanlar ve casusluk faaliyetleriyle bilgi alabilirdi ama beraber çalıştıkları ABD istihbaratından yardım alabileceği gerçeğinden bahsedilmiyordu.

     Bu sırada ana akım medya İsrail’den çok az söz ediyor ve İran’daki yıkım haberlerini öne çıkararak sanki savaş başlamadan bitmiş izlenimi yaratıyordu. İsrail’den haber alamama nedeninin gazeteciler üzerindeki baskı ve sansür olduğundan çok az bahsediliyordu. Savaşla ilgili bu çarpık anlayış İran’ın karşılık vermeye başlamasıyla bir anda yıkıldı.

     İran’ı yok edip bölgede tarihin yeniden yazılacağı iddialarıyla başlayan savaş, saldırganların arzuladığı gibi bitmedi. Öyle ki, Trump’ın nükleer santrallerin yok edilmesi hedefine ulaştıkları açıklamaları bile kendi istihbarat kurumlarının tersini ileri süren raporları medyaya sızdırmasıyla yalanlandı. İsrail ne kadar zafer ilan etse de, Gazzelilerin 7 Ekim saldırısıyla deldiği “demir kubbesi” İran tarafından parçalandı. Şu olay, İsrail’in ağır bir darbe yediğinin ve çaresizce karşılık vermeye çalıştığının işareti olarak yorumlanabilir: Savaşta İran Netanyahu’nun ofisini vurmuş ve görüntülerini yayınlamıştı. İsrail buna ancak günler sonra İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ı toplantı sırasında vurmaya çalışarak yanıt vermek istedi ama başaramadı.  İntikam almak dışında amacı olmayan bu eylem bile İsrail’in içine düştüğü çaresizliğin etkisinden kurtulmak için nasıl çırpındığını gösterir.

                                            Liberalizm düzenin egemen ideolojisidir

     Gündelik yaşamda birçok ideoloji olsa da dünya genelinde olayların liberalizm etkisinde yaşandığını söyleyebiliriz. İdeoloji ve liberalizmle ne kastettiğimizi açıklayalım:

     İdeoloji bilgi vermez; ekonomik, siyasi, ideolojik çatışmaların kesintisiz olarak sürdüğü gündelik karmaşa içinde bireyleri (=tekil ya da çoğul özneleri) yönlendirerek, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesini sağlar. Bireyler bunu üretim ilişkileri temelinde, sınıf mücadelesi koşullarında, DİA’lar (devletin ideolojik aygıtları) içinde karşılaştıkları ideolojileri tanıyıp benimseyerek ya da reddederek yaparlar. Liberalizm bu çerçevede kapitalizmin geleneksel egemen ideolojisi ve düzenin sürmesinden yana olan ideolojilerin ilham kaynağıdır.

     Liberalizm denilince aklımıza hemen “siyasi bir hareket” ya da “doktrin” gelmemeli. Liberalizm; üretim araçlarının özel mülkiyet altında olduğu, emek gücünün meta olarak satıldığı ve artık değerin dolaşım sürecinde kâra dönüştüğü kapitalizmin kendini yeniden üretmesine uygun düşen düşünce ve davranışlar kümesidir.

     Toplumun bireylerin toplamından oluştuğu fikrine dayanır.  Olayları toplumsal çelişkiler çerçevesinde ve karşıtlarıyla birlikte ele almak yerine tekil örneklerin nitelik ve davranışları üzerinden açıklar. Bireylerin doğuştan gelen haklarını özgürce ve diğerlerine saygı içinde kullandıkları sürece genel yaşam düzeyinin kendiliğinden yükseleceğini söyler. Herkesi “piyasa” denilen bir aptallığa inandırmaya çalışarak, toplumların ekonomisinin serbest bırakılması durumunda sorunların kendiliğinden çözüleceğini savunur. (Buna inanan birçok solcu iktisatçı da ellerinde kâğıt kalem, döviz/borsa/enflasyon hesaplarıyla ekonomiye yol göstermeye kalkışırlar.) Dolayısıyla liberalizm bireysel özgürlüğü kısıtlayan otoriteye kökten karşıdır. Ancak bu kural da yine bir otorite tarafından uygulandığı için, özgürlükleri kısıtlayanın ne olduğunun belirsiz bırakıldığı koşullarda otoriterlik lehine kullanılır. Bu nedenlerle belirgin siyasi hedefi olmayan toplumsal mücadeleler er geç liberalizmin zeminine yerleşir.

     Bugün ABD’nin, giderek zayıflayan küresel hegemonyasını ayakta tutmak için askerî gücünün ve doların dünya parası olmasının yanı sıra liberal ideolojiden de yararlandığını söyleyebiliriz.

                                                  Liberalizmin etkisine nasıl giriliyor?

     12 gün savaşında ana akım medya İran’ı küçülten, İsrail’i yücelten, Avrupalıları ikiyüzlü akıl hocaları konumuna getiren ve Trump’ın kendini her fırsatta “düzenin ve uygarlığın savunucusu” gibi sunmasına olanak veren yayınlar yaptı. İran sürekli akıl dışı bir otoriterlik örneği gibi gösterildi. Üstelik bir de nükleer silahlara sahip olmak üzereydi…

     Oysa başta İsrail, başkalarının da benzer silahları vardı ama Almanya Başbakanı Mertrz’in dediği gibi onlar uygar dünyanın pis işlerini yaptıkları için[7] biraz kirli görünebilirlerdi. Ama uygar dünyayı reddeden ve akıl dışı bir biçimde yönetilen İran’ın herkesle eşit kabul edilip nükleer silah yapmasına göz yumulamazdı. Bu yüzden vurulmayı hak ediyordu. Sürekli işlenen bu liberal bakış açısıyla İran yalnızlaştırılıyor ve başka devletlerden yardım alması da engellenmeye çalışılıyordu. AB üyelerinden Atom Enerjisi yönetimine kadar bu anlayışı destekleyen birçok açıklama yapıldı. Ama savaş umulduğu gibi İran’ı diz üstü çökertemeyince, şimdi aynı AB ülkeleri İran’la müzakerelere oturmayı deniyor…

     Her şeye rağmen Rusya, Çin, Pakistan, Yemen, Güney Amerika ülkelerindeki sol hükümetler ve Afrika Birliği ülkelerinin önemli bir bölümü İran’dan yana olmayı sürdürdüler. ABD’nin bir savaş suçu olan nükleer tesisleri bombalamasından sonra, İran’ın komşularından başlayarak yaygın bir tepki gösterildi. Ve durum giderek İsrail aleyhine değişti…

      Liberalizm devletlerden çok toplumsal muhalefet üstünde etkili oldu. Bunun Türkiye’deki sol çevrelerde görülen bazı örneklerini şöyle sıralayabiliriz:

     Çin ve Rusya’ya işaret edilerek “emperyalist paylaşım savaşı” yapıldığı ileri sürüldü. İsrail’in Siyonist, İran’ın İslam Cumhuriyeti olması nedeniyle “iki gerici gücün çatıştığı” sık sık vurgulandı. Bu anlayış doğrultusunda sendikalist sol “işçi sınıfı mücadelesi” verdikleri gerekçesiyle olaya sırtlarını dönerek ölü taklidi yaptı. Güya “bölgesel ve birleşik devrimden” yana olduğunu söyleyerek kendini sendikalizmin uzağında tanımlayanlar ise başka bir ölü taklidine yöneldiler ve savaş sırasında İran’dan yana olmak yerine bölge halklarını savunmak gerektiğini ileri sürdüler. Çok sık tekrarlanan bir cümle de “ilk saldıranın haksız olduğunu düşünmek doğru değil” ifadesiydi. Böylece saldırıya uğramanın İran’ı kendiliğinden haklı kılmadığı,  “haksız bir savaş” yaşandığı ve İran’da bir iç savaşın önünün açık olduğu anlatılmak isteniyordu. Bu arada emperyalizm karşıtlığı ve laiklik temelinde siyaset yapanların bir kısmı ulusalcı/anti-emperyalist görüşleriyle İran’dan yana tavır alırken, laikliği öne çıkaran diğerleri İran yanlısı görünmemek amacıyla İsrail’e bilgi aktaran NATO’nun Kürecik Üssü’nü protesto etmekle yetindiler. Kürtler adına dile getirilen bir görüş de,  “vatan savunması” yapmak için “demokratik bir ulus” olmayı şart koşuyordu…

     Bütün bu kafa karışıklığının teorik dayanağının İran’ı ve dünya düzenini anlayamamak olduğunu söyleyebiliriz.  Pratik dayanağı ise yakın coğrafyada Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) dışındaki muhalif hareketlerin toplumsal yaşamı etkileyecek gücünün ve eyleminin olmaması,  konu hakkında somut hedeflerden yoksun biçimde akıl yürütmeleridir.  Bu teorik ve pratik nedenlerle liberalizmin etkisine girilmiştir. Örnekler üzerinden açıklamaya çalışalım:

                                                         Çin emperyalist mi?

       Çin’in (ve Rusya’nın) emperyalist olduğundan hareketle ABD ile aralarında “emperyalist paylaşım savaşı” yaşandığı iddia ediliyor ve devamında, bu konuda yıllar önce yapılan teorik çalışmalar bugünü açıklıyormuş gibi tekrarlanıyor.

        Emperyalizmin büyük devletlerin dış politikası değil, kapitalizmin dünya ekonomisi haline gelişi olduğunu daha önce açıklamıştık. Bütün dünyada bir anda devrim olmadığı sürece devrimin gerçekleştiği ülkelerin dünya ticaretinde yer alması ve kâr elde etmesi kaçınılmazdır. Öte yandan sosyalizm, kapitalizmden komünizme uzun bir siyasi geçiş sürecidir. Henüz az sayıdaki ülkede devrimin gerçekleştiği koşullarda geçiş sürecinin zorunlu bir parçası olarak ücretli emek-sermaye ilişkisi devam edecektir. Bu sırada sürecin istikrarı ve ülkenin güvenliği güçlü bir devlet olmaksızın sağlanamaz. Dolayısıyla Çin’de kapitalizmin hüküm sürdüğünü söylemek için zaten doğası gereği sosyalizm sürecinde de yer alan olgulara işaret etmek saçmadır. Devamında,  herhangi bir ülkenin bile kendini ABD’ye karşı savunma hakkı varken Çin’in bu amaçla izlediği siyasetleri emperyalist olmasının kanıtı gibi göstermek bir başka saçmalıktır. Çin konusunda ölçü şu olmalıdır:

     Herhangi bir ülkeye “kapitalist” demek ve “emperyalist” sıfatını uygun görmek için kapitalist üretim biçimine ait olguların var olması yetmez, bunların ne yönde hareket ettikleri de saptanmalıdır. Sonuçta kapitalizm soyut bir varlık değil, bugün içinde bulunduğumuz ve bunalımıyla baş etmeye çalışan küresel bir düzen. İçinde yer alan her ülke tarihsel mirası çerçevesinde ve siyasi yapısı altında yaşıyor. Küresel kapitalist hiyerarşi ve işbölümü içindeki konumları farklı. Bu özgün konumdan kendi halkına ve dünya halklarına zarar verecek yönde politikalar mı izliyorlar, yoksa genel olarak eşit ve adil bir dünya düzeninden yana mı çalışıyorlar; saptamak zor değil. Bu yöntem her ülke gibi Çin’e de uygulanabilir.

     Çin konusunda olgulara bakarak yorum yapmak yerine ticarî ve askerî alanlarda çalışan uluslararası kurumların kayıtlarından hareket etmek gerekir. Ülkelerdeki işsizlik ve büyüme oranları, borç-alacak ilişkileri, sermaye birikiminin nasıl kullanıldığı, teknolojik gelişmişlik düzeyi, yurttaşların eğitim/sağlık/konut/beslenme gibi temel gereksinimlerinin ne ölçüde karşılandığı, iklim sorunları karşısındaki tutumları, askerî bakımdan dünyada devam eden onlarca savaştaki tavırları, kaç tane askerî üsleri olduğu, silahlanmaya ne kadar kaynak ayırdığı… gibi veriler dikkatlice incelenirse, Çin’in bütün bu alanlarda kapitalist ülkelerden ayrı bir konumda olduğu görülür. Örneğin bir yanda petrol şirketlerinin desteklediği ABD yönetimi varken,  diğer tarafta “temiz enerji” seçeneklerini düzenli olarak geliştiren Çin…

     Çin, kendine özgü sosyalizm uygulayan bir ülke, Rusya ise orta gelişmişlik düzeyinde kapitalist bir ülkedir. Bugün ne Çin ne de Rusya ABD karşında bir “paylaşım” talebinde bulunmuyorlar, yalnızca uluslararası kuruluşların ilkelerine uyulmasını istiyorlar. ABD dünyanın geri kalanını bu iki ülkeye karşı harekete geçirmeye çalışırken, Çin ve Rusya “çok kutupluluktan yana” davranıyor. Bu girişimler arasındaki farkı göremeyip “ikisi de kapitalist dünyayı savunuyor” demek, siyasetten hiçbir şey anlamamanın ifadesidir. Ne Çin’in Tayvan’ı, ne de Rusya’nın Ukrayna ya da başka bir ülkeyi ilhak etme niyeti var. Yazının konusu olmadığı için iki ülkenin de ABD öncülüğündeki saldırganlıklara karşı savunma konumunda olduklarını belirtmekle yetiniyoruz.

     Öte yandan bir ülkeyi “emperyalist” olarak tanımlamak için sermaye ihraç edip etmediğine bakmak modası geçmiş bir düşüncedir. Lenin emperyalizm teorisini ortaya atarken ancak birkaç gelişmiş ülkeden sermaye ihraç ediliyordu ve bu yüzden o zamandan bu yana emperyalizm bir ülkenin sermaye ihraç etmesi sanılıyor. Oysa Lenin hiçbir zaman emperyalizmi sanayi ülkelerinin tarım ülkelerine sermaye ihraç etmesi ya da güçlü devletlerin dış siyaseti gibi tanımlamadı ve bu tür fikirleri eleştirdi.  Şimdi Lenin’in tezi çarpıtılarak söylemediği bir şey söylettiriliyor ve Rusya, Çin ya da herhangi bir ülke sermaye ihraç ettiği için emperyalist olduğu öne sürülüyor. Burada da kalmayıp ülkeler arasındaki çatışmanın niteliğine bakılmaksızın, “emperyalist paylaşım savaşı” yaptıkları söyleniyor. Şunu net biçimde ifade edelim: günümüzde birkaç yoksul ülke dışında birbirlerine sermaye ihraç etmeyen yok ve eğer bir ülkeye “emperyalist” demek için bu belirleyici olacaksa, herkesin “emperyalist” olması gerekir… Sonuç olarak bu saldırıyı “emperyalist paylaşım savaşı” olarak nitelendirenler, ABD ve İsrail yanlısı bir konuma düşmüştür.

     Bu bölümü şu notu ekleyerek bitirelim: Bugüne dek tarihte hiçbir büyük güç Çin’in 2049’da tamamlanmasını planladığı ”Yol ve Kuşak Projesi” benzeri bir adım atmadı. Bu projeyle yalnızca küçük ülkeler büyüğe bağlanmıyor, aynı zamanda kendi aralarında da serbestçe ticaret yapabilecekleri bir olanağa kavuşuyorlar. Böylece geleneksel emperyalist ülkelerin dünya ticaretine koyduğu sınırları aşmanın önü açılıyor. Bu gerçekleştiğinde, Kuzey Amerika ve Avrupa eğer projeye katılmazsa, dünyanın ekonomik gelişiminin dışında kalacak ve üstün konumlarını yitirecekler. ABD bunun farkında olduğu için sürekli olarak projeyi engellemeye çalışıyor. Bu da projede yer alan birçok yoksul ülkenin yatırımlarını atıl hale getiriyor. Bir anlamda ABD dünyayı yoksulluk çizgisinde kalmaya zorlayarak, küresel kapitalist hiyerarşinin tepesindeki yerini korumaya çalışıyor. ABD Başkanı Biden döneminde bu doğrultuda Hindistan-Avrupa yolu projesi ortaya atılmıştı, şimdi Hindistan bu projenin gerçekleşmesi için İsrail’in yanında yer alıyor ve Çin’in özel olarak İsrail, genel olarak Arap Yarımadasındaki girişimlerini zayıflatmaya çalışıyor. İran’da bir paylaşım savaşı verilmiyor, dünyada sosyalizm yönünde devrimci bir dalganın olmadığı bir dönemde nispeten eşit ve adil bir yaşamdan yana olanlarla bunun gerçekleşmesi durumunda kapitalist hiyerarşideki yerlerini kaybedeceklerinden korkanlar savaşıyor. Bunu anlayamamak için ahmak olmak gerekiyor!

                                                İran’ın günümüzdeki durumu

     Solun büyük bölümünün İran’dan uzak durmasının nedeni burada bir İslam devrimi yaşandığını anlayamamasıdır. Din kapitalizm öncesine ait bir kalıntı gibi görüldüğü için “gerici” olarak nitelendirilir ve devrim gibi “ilerici” bir eylemle ilişkilendirilmez. Bu Aydınlanmacı solculuk anlayışı, tarihi sınıf mücadeleleri yerine ideolojiler tarihiymiş gibi ele alma fikrine dayanır. Ayrıca siyasal ve toplumsal devrimleri de birbirine karıştırılır. Sanki iktidarda “gerici” bir güç olursa toplumun tarihsel ilerlemesi duracak ve geriye gidecekmiş gibi…

     İran’da ABD işbirlikçisi ve bölge halklarının düşmanı Şah’ın bir halk isyanıyla yıkılarak İslam Cumhuriyeti (İİC) kurulması siyasi bir devrimdir. Bu dünya ezilenlerinin yararına bir gelişmedir. (Konuya dair geniş bilgi edinmek isteyen “İran ABD gerilimi geleceğimizin hatırlatıcısıdır” başlıklı yazımıza bakabilir. [8] )

     Devrimler komünistlerin tekelinde değil; herhangi bir ideolojik zeminde örgütlenen ve mücadele eden her ezilen toplum kesimi ezenlerin iktidarına son verebilir, siyaset teorisinde bunun adı devrimdir. Bunun ölçütü hangi ideolojinin savunulduğu değil, eylemin somut olarak hangi toplum kesiminin iktidarına karşı ve kimlerin yararına yapıldığıdır.

     İran’da bugün bir kısım halk desteğini de arkasına alarak orta sınıflara dayanan bir siyasi iktidarın hüküm sürdüğünü söyleyebiliriz. Fars kültürüyle birlikte Şiilik, toplumun egemen ideolojisidir. Humeyni’nin getirdiği “velayet i fakih” yorumuyla savunulan Şiilik anlayışı ise İİC’nin resmî ideolojisidir. Bu ideoloji aynı zamanda diğer ülkelerdeki Şiilerle ilişkiye geçerek oluşturulan direniş cephesinin de zeminidir.

      İranlı Şiiler velayet i fakih yorumuna dayanarak aktif siyaset yaparken, geleneksel 12. İmam inancına bağlı olanlar iktidarın asıl sahibinin Mehdi olduğuna inanır ve o zuhur edene dek iktidardan uzak durmaları gerektiğinden dolayı siyasete düşük yoğunluklu bir biçimde katılırlar. Dolayısıyla İran Şiiliğinin daha gerçekçi ve ileride olduğu belirtilmelidir.

      İİC kurulduğundan beri ABD’nin ekonomik ve siyasi saldırılarıyla boğuşuyor. Ancak iktidarın özel çıkarları yönünde topluma dayatmalarda bulunması nedeniyle çoğunluğun desteğini kazanamıyor. Bu ideolojisinden kaynaklanmıyor, siyasi niteliğiyle ilgili. Aşağı yukarı aynı ideolojiye sahip Hizbullah’la karşılaştırmak bir fikir verir. Hizbullah başından beri ağırlıklı olarak Lübnan’ın güneyinde ve yoksullar arasında örgütleniyor.  Ancak bu gücünü toplumun geri kalanına baskı yapmak amacıyla değil, Lübnan’ın kırılgan yapısını bir arada tutmak için kullanıyor.  Ve bu sayede uzun yıllardan beri farklı toplum kesimlerinden oluşan çoğunluğun desteğini alıyor. Zaten Hasan Nasrallah’ın cenaze töreninde de bu açıkça görülüyordu. Nasıl ki İran Şiiliği bazı bakımlardan diğer Şiilik anlayışlarından ilerideyse,  Hizbullah da izlediği iç ve dış politikalarda İran yönetiminin ilerisindedir.

     Kürtler İslam devrimini önceleri desteklediler ama özerklik talepleri kabul edilmediği için İİC ile kuruluşundan beri çatışıyorlar. Humeyni’nin bunun için 1979’da Kürtlere karşı cihat ilan eden bir fetvası var. Halen toplumdaki en örgütlü muhalefet gücünü oluşturuyorlar.

     Halkın Mücahitleri başlangıçta devrimi destekleyen ve iktidar organlarında yer alan bir örgüttü. Ancak velayeti fakih konusunda Humeyni ile ihtilafa düşmesi sonucu iktidarla çatışmaya başladı. Bu süreçte şiddet dozu yüksek eylemler yaparak iktidarın birçok önde gelen yöneticisini öldürse de kitlesel bir güç oluşturamadı. Saddam’la işbirliğine girmesi ve savaş sırasında da onun yanında yer alması, var olan desteğini de yitirmesine yol açtı. Komplocu ve pragmatist politikaları sonucu bugün yabancı güçlerin işbirlikçisi durumuna geldi.

     Sol örgütler zaten yıllar önce yok edildiler. Mollaların arasından çıkan reformist eğilimler ise siyasi yapının süzgeçlerinden geçerken ayıklanıyor ve seslerini duyurmaları önleniyor. Bu tür düzen içi muhalif gelişmelerden biri de “Yeşil Hareketi” olmuştu,  liderleri Musevi ve Kerrubi 2010’dan beri ev hapsiyle cezalandırıldıkları için varlık gösteremiyorlar. Yaşam tarzına müdahalelere karşı protesto eylemlerinin başını kadınlar çekiyor. Kürt örgütlerinin de desteklediği 2022’deki eylemler yankı yaratmıştı.  Karaborsa ve ekonomik sorunlar nedeniyle ara sıra kendiliğinden eylemler yapılıyor. Bunlar genellikle ülke dışında propaganda grupları gibi çalışan sol örgütler tarafından duyuruluyor. İran içinde olmayan bu örgütlerin hemen hepsi son saldırı sırasında İİC’nin baskılarını paranteze alarak, ABD ve İsrail karşıtı açıklamalar yaptılar. Bu konuda kafa karışıklığı daha çok Kürt kesiminde görülüyor.

     Son dönemdeki bazı yorumlarda İran’ın da Suriye gibi dağılacağı beklentisiyle, İsrail saldırısı sırasında iktidara karşı mücadeleye ara vermemek gerektiği fikri ortaya atıldı. Bunlardan birinde ortak vatanı savunmak için ülkede önce “demokratik bir ulus” olması gerektiği, bu olmadığına göre iktidara karşı ara vermeden mücadele etmenin meşruluğu dile getiriliyordu. Bu çerçevede İsrail-ABD saldırılarının Kürt ezilen ulus devrimciliği ve İslam devrimciliğini yalnızca karşı karşıya getirmediğini, aynı zamanda kendi sınırlarına dayanmalarına da yol açtığını söyleyebiliriz. Kısaca değinelim:

                                          Proleter devrimciliği ve sınırlı devrimcilikler

     Büyük ya da küçük, siyasi mücadele iktidara karşıdır ve toplum çoğunluğunu kazanıp egemeni baskı altına alarak yalnızlaştırmak için yapılır. Mücadeleyi sürdürebilmek için kararlılık ve örgütlülük gerekir. Çoğunluğu kazanabilmek içinse, öncü genelin çıkarlarından başka çıkar gözetmemelidir. Zaten çoğunluk ezilenlerden oluştuğu için mücadeleye katılmaya yatkındırlar.  Kendilerine eşit davranılır ve dayatmada bulunulmazsa katılırlar.  Öncünün çıkar gözetmeme tavrı aynı zamanda her katılımcının diğerine üstünlük kurmaya kalkışmamasının da önkoşuludur. Bu sayede düzeni korumak için otorite kullanma meşruiyeti kazanır. Böyle bir devrimi ancak toplumsal ve tarihsel bakımdan kendi çıkarına öncelik veremeyecek olanlar yapabilir. Proletarya, bu gerekliliğin teorik ifadesidir.

     Elbette ücretli emekçiler de proleterdirler ama proletarya=işçi sınıfı değildir, herhangi bir biçimde “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan” konumuna gelen, yani canından başka sahip olduğu bir şeyi kalmayan herkestir. Buna, tarihsel ya da konjonktürel gerekçelerle cinsiyet, ırk, inanç, kültür, milliyet, bölge vb. toplumsal farklılıklar ileri sürülerek ezilen ve köleleştirilmeye çalışılan bütün toplum kesimleri dâhildir. Belirleyici olan, böyle bir kesimin özgürleşebilmesi için toplumun geri kalanının da özgürleşmek zorunda olmasıdır. Bir ezilen bu gerçeği kavradığı ve buna uygun davranmaya başladığı anda proleterdir.  Çünkü kapitalizmin-sosyalist ülkeler dışında-dünyaya sınırsız biçimde egemen olduğu koşullarda, herhangi bir ezilen toplum kesiminin kendini çıkarları doğrultusunda mücadele ederek özgürleşemez. Ezilen mücadelesi verenler ancak bunu gördüğünde kendi sınırlarını aşabilir. Kısaca açıklayalım:

     Eğer proleterler hasbelkader büyük ya da küçük bir iktidara sahip olur ve kendi çıkarlarına öncelik vermeye başlarlarsa, ellerine servet/şöhret/başkalarına hükmetmek gibi kaybetmekten korkacakları şeyler geçtiği için böyle davranıyorlar demektir. Kazandıklarına sıkı sıkıya sarılarak belki kendilerini kurtarabilirler. Ama en küçük topluluk bile metabolik bir yapı gibi çalışır ve birilerinin eşitsiz biçimde yükselişi mutlaka diğerlerinin omuzlarına basarak gerçekleşir. Dolayısıyla bir zamanların özel çıkar gözetmeyen devrimcileri yeni egemenlere dönüşerek kendilerini kurtarırken, mutlaka başkalarını proleter konumuna iterler. Böyle bir devrim kimin öncülüğünde olursa olsun, er geç yeni bir proleter devriminin hedefi haline gelir. Bu yüzden “proletarya bütün insanlığı kurtarmadan kendini kurtaramaz” denmiştir…

     İster inanç toplulukları, ister milliyet, ister sınıfsal temelde yapılmış olsun her devrimin ardından kısa bir süre geçtikten sonra iktidarı alanların ikiye bölünmesi bu yüzden rastlantı değildir. Mutlaka bir taraf kazanılanlara sıkı sıkıya sarılırken diğer taraf bununla yetinmeyerek daha ileri gitmeye çalışır…

     Devrim sürecinde proletaryaya yol gösterecek olan komünizm ideolojisidir. Komünizm, komünistlerin başkalarına öğrettiği ve öyle davranmaya zorladığı özel bir fikir değildir, Marksizm’in kurucu önderlerinin ifade ettiği biçimiyle “bugünün pratiğinin adıdır.” Devrim toplumun ortak yararı için yapıldığına göre, “bugünün pratiği” denen şey de genelin çıkarlarını gerçekleştirip ilerletmek olacaktır. Bunun için bir “komünizm okulundan” diploma almak gerekmez, toplumun somut sorunlarını çözmek için alınacak kararları herkesin eşit olduğu koşullarda ve açıklık içinde almak yeterlidir. Bu herhangi bir ezilen kesiminin ideolojisine dayanarak oluşturulan siyasi öznelerin de yapabileceği kadar basit bir iştir, zor olan bu sırada kendinden vazgeçebilmektir.

     İran’da ezilen ulus devrimciliği ve İslam devrimciliği yalnızca son savaş sırasında değil,  İİC’nin kuruluşundan bu yana karşı karşıya geliyor. Nedeni ideolojilerinin komünist olmaması değil, eylemlerinin ve amaçlarının kendilerini kurtarmakla sınırlı olmasıdır. Bunun sorumlusu elbette kendileridir. Ancak bunun yalnızca İran’da görülmediği ve bölge çapında yaşandığı göz önünde tutulursa, asıl sorumluluğun küresel ölçekte ezilenlere ilham verecek bir komünist hareket yaratamayanlar olduğu anlaşılır. Bu nedenle bir tarafı “dinci” diğer tarafı “milliyetçi” diye eleştirmeden önce,  Ekim Devrimi sonrasında birçok ülkede Bolşeviklere duyulan yakınlık nedeniyle  “İslam sosyalizmi” girişimlerinde bulunulduğunu ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin kolayca sosyalizme yöneldiğini hatırlatmak gerekir.

                                                  İslami devrimciliğin sınırları

     İİC dünyada ABD ile çatışırken genellikle sol hükümetler ve sosyalist devletlerle işbirliği yapıyor ama benzer davranışı kendi ülkesinde göstermiyor. İçerdeki otoriterliğin nedeni, Şah’ın bir halk isyanıyla yıkılmasına karşılık Mollalar dışındaki örgütlenmelerin cılızlığı ve iktidarı alma süreçlerinde onları işbirliğine zorlayacak başka bir gücün olmamasıdır.

   İİC yönetiminin otoriterliği ideolojisinden değil, Irak’la 8 yıl süren savaş, içerde muhaliflerle çatışmalar ve sürekli ABD-İsrail saldırısı altında olmanın yarattığı koşullardan kaynaklanıyor. Ancak ideolojisini değişen koşullara uygun biçimde yeniden üretemediği sürece toplumsal desteğini arttırması da pek mümkün görünmüyor. Açıklamaya çalışalım:

     Örneğin velayeti fakih anlayışına göre Mehdi gelene dek iktidarı onun adına yönetecek olan temsil makamında mutlaka bir kişinin olması gerekmiyor.  Bu dinsel bir kural değil, Humeyni’ye ait bir yorum ve değiştirilmesi nispeten kolaydır. Çünkü bir meclis de aynı işi görebilir ve böylece iktidarın daha geniş toplum kesimleriyle paylaşılmasının da önü açılmış olur. Bu İran’daki siyasi yapıyla ilgili tartışmalardan biridir.

     Bir başka önemli tartışma konusu, kadınlar üzerindeki baskılardır.  İran’da kadınlar birçok resmî kurumda görev alsa da dini yapılar içinde erkeklerle eşit konumda değiller. Bunun, başka ülkelerde de yaşanan geleneksel “erkek egemen davranışı” ötesinde siyasi bir anlamı daha var.  Bilindiği üzere dine göre kadın ve erkek eşit değil. Ama somut koşullar sürekli değişirken dinin bu konuda söyledikleri de er geç değişecek ve duruma ayak uydurmanın yolları geliştirilecektir, yoksa inancı taşıyacak insan bulunamaz ya da ortada bir avuç fanatik dışında kimse kalmaz.  İslam devriminin üzerinden 45 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen kadınlara yaptığı baskının değişmemesi iktidar yapılanmasıyla ilgilidir.

     İran’da iktidarın ideolojik-siyasi öncüsü Mollalar,  çekirdeği devrim muhafızlarıdır. Devrim muhafızları ekonomiden siyasete toplumun her alanında örgütlüler. Çevrelerinde bürokratlar, düzenin aydınları, sayıları milyonları bulan şehit aileleri ve egemen ideolojiyi benimseyen kitleler yer alıyor. İktidar bir yandan toplumun rızasını almak için seçimli bir yönetim düzeni sürdürmeye çalışırken, diğer yandan devletin üst katlarına muhalif sızmaları önlemekle uğraşıyor. Bu birçokları tarafından “teokratik bir diktatörlük” gibi görülse de aslında diğer ülkelerden bir farkı yok. Herhangi bir kapitalist ülkede de seçimlere hukuksal-ekonomik bakımdan eşit koşullarda girilmiyor ve hep aynı çevrelerden gelenler seçiliyor.

     Siyasi altüst oluş süreçleri yalnızca iktidarın değil, toplumun yapısını da etkiliyor. İran herhangi bir ülke değil, bir devrim ülkesi. İktidarda her ne kadar Mollalar olsa da oraya isyan eden bir halk sayesinde geldiler. Ve İran bir yandan da dünyanın kötülük merkezlerine karşı savaşan bir ülke. Bütün bunların bilincinde olan İranlılar çeşitli toplumsal sorunlarla ilgili olarak iktidara karşı tepkilerini göstermekten çekinmiyorlar. Kadınlar bu eylemlerin ön saflarında yer alıyor. Eğer bir halk ağır ceza ve ölüm tehditlerine rağmen sık sık bu tür eylemler yapıyorsa, koşulları bu yolla değiştirebileceğini bildiği ve düşündüğü içindir…

     İİC yönetiminin temel hatası,  ülkedeki herkesi Şii cemaatinin doğal üyesi sayması ve buna uygun yaşamaya zorlamasıdır. Hizbullah’la karşılaştırma yapmak aydınlatıcı olacaktır.

      Lübnan’da Hizbullah baştan beri Şii olmayanlarla birlikte yaşamak zorunda olduğundan, günlük hayatta İİC yönetimi kadar katı tutum göstermiyor.  İran’da ise baştan beri bütün toplum din kurallarına uymaya zorlanıyor ve siyasi yapı buna göre örgütlenmiş durumda. Kadınlar bir yandan resmî kurumlarda görev alıyor, diğer yandan dinsel gerekçelerle iktidar organları dışında tutuluyor. Bunun günümüz toplumsal yaşamında bir karşılığı olmadığı çok açık. Zaten bu durum sık sık düzen içi reformist çıkışlarla da sorgulanıyor. Ama değişmesi o kadar basit değil.

      Eğer toplum üzerinde kadınların örtünmesi için yapılan baskı hafifletilirse, bu İİC resmî görevlisi kadınlardan da benzer talepler gelmesinin önünü açacaktır. Eğer kadınlar ve erkekler toplumsal bakımdan eşit olurlarsa, bu kez teokratik kurumlardaki erkek egemenliğinin de sorgulanması kaçınılmazdır. İnanca bağlı olan kadınlar üzerlerindeki baskıları zaten benimseyerek kabul etmişken inanmayan ya da inançta reform yapılmasını talep edenlerin arayışları pişmiş aşa su katmak gibidir. İran’da kadınların erkeklerle eşit olması yalnızca yüzyıllardır süren dinsel erkek egemenliğini tehdit etmiyor, bu inanç duvarı arkasında bir biçimde korunabilir. Asıl bu egemen kesimin siyasi iktidarı elinde tutmasını tehdit ediyor.

     Bu nedenle inançlı kesim arasında bir kadın-erkek eşitliği arayışı çıkmaması için bütün topluma baskı yapılıyor ve benzeri her türlü arayış susturulmaya çalışılıyor. Yoksa bugüne dek baskı altında tutulan reformist siyasi eğilimlerin de önü açılacak ve iktidar tehlikeye düşecektir.

        Sonuç olarak bu sorunların kaynağı İİC’nin iktidar alanını koruma kaygılarıdır. İdeolojilerin tarihi olmaz, toplumsal koşullar değiştiğinde bugün baskı yapmak için kullanılan dinsel söylemler unutulur ve değişime uygun yeni söylemler bulunur. “Din değişmez, gerici bir kurum olarak ortadan kaldırılmalıdır” diye düşünenin, dinin değişmeyeceğini söyleyen tutucu bir dindardan farkı yoktur. Eğer yeterince mücadele edilirse her şey değişir. Yoksa bu kadar çok inanç, mezhep, yol olmazdı. Bütün inançlarda değişmezliği savunan selefiler azınlıktadır.

     İİC ülke içinden rıza alamamanın iktidar açısından neden olduğu eksikleri, ülke dışındaki Şiilerle bağ kurup direniş ekseni oluşturarak ve dünya halklarının baş düşmanı ABD’ye karşı diğer ABD karşıtlarıyla ittifaklara girerek gidermeye çalışıyor. Bu elbette çelişkili bir durum oluşturuyor. Ancak düşmanlarının niteliği düşünüldüğünde, İİC’nin mücadelesinin küçümsenmemesi gerektiği anlaşılır. Ülke içindeki baskıcılığından hareketle  “yıkılması gereken gerici bir iktidar” olarak tanımlanması ya da değişik ülkelerde bağ kurduğu Şii grupların  “vekil güçler” diye küçümsenmesi doğru değildir.

     İslam devrimciliği düşmanla mücadele ederken herhangi bir devrimcilikten farksızdır. Ancak inanç etrafında bir araya gelen cemaatler özel çıkarlarını öne çıkartmaya başladığında devrimcilikleri sona erer. Gündelik hayatta gördüğümüz sürekli yaşadıkları bu gelgitlerdir.

                                        Ezilen ulus devrimciliği ve vatan kavramı

      Ezilenlerin zulmü altında oldukları bir iktidara karşı direnmesi ve uygun koşullar oluştuğunda yıkarak kendi iktidarlarını kurması elbette meşrudur. Ancak bunun ABD ve İsrail’le işbirliği içinde olamayacağı da kesindir. Son saldırı sırasında vatanı savunmak için önce “demokratik bir ulus” olmak gerektiğinden bahsedilmesi bu konudaki kafa karışıklığının sonucudur.

      Vatan, toplumun üzerinde yaşamak için mülk edindiği topraktır. Mülkün toplum adına sahibi devlettir. Bu olgu şu anki devletin ve toplumun niteliğinden bağımsız ve toplumların tarihsel gelişiminin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla devlet otoriter ya da demokratik nitelikler taşıyabileceği gibi toplum da çıkar çelişkileriyle bölünmüş olabilir,  önemli değildir. Çünkü bütün bunların var olabilmesi içen bile üzerinde yaşayabilecekleri bir vatan olması gerekir. Dolayısıyla vatan savunması yalnızca belli bir iktidarın egemenliğinin onayı anlamına gelmez,  ona karşı mücadele edebilmenin de önkoşuludur.

     Bugün (=1648 Vestfalya Antlaşmasından beri…)  yeryüzünde bir toprak parçasını belli bir topluluğun vatanı yapan insanların kendi aralarında anlaşması değil, devletlerin aralarındaki anlaşmalardır. Yeryüzünde şirketler ya da devletlere ait olmayan bir karış toprak kalmamışken bir yer istenildiği zaman “vatan” ilan edilemez. Orası zaten bir devletin korumasında ve üzerinde yaşayanların vatanıdır. Dolayısıyla orada başka bir vatan ilan edebilmek için koruyucu devleti saf dışı bırakmak yetmez, diğer devletlerin de bunu onaylaması gerekir. Kaldı ki orayı vatan kabul eden toplum da bunu onaylamalı ya da bu talebe zorla boyun eğmelidir. Sonuç olarak bir topluluğun yaşamasının maddi temeli ulus/inanç gibi kimlikleri değildir, “vatan” olarak tanımladığı topraklardır. Bu tanımı toplum adına gerçek kılan da yalnızca üzerindeki devlet değil, aynı zamanda onun meşruiyetini onaylayan diğer devletlerdir.

     Elbette İİC gibi baskıcı bir iktidar altında yaşamak kolay değildir. Ancak devlet toplumda şiddet kullanma tekelini elinde tutan siyasi iktidardan ibaretmiş gibi görülmemelidir; devlet aynı zamanda bir toplum düzeni demektir. Bu yüzden ülkeye yabancı bir güç saldırdığında muhalifler iktidarı alabilecek kadar geniş toplum kesimlerinin örgütlü desteğine, güce ve kararlılığa sahip değillerse, yapılan saldırıdan  “devrimci yıkıcılık” adına yararlanmaya kalkışmamalıdırlar. Çünkü yıkılan iktidarın boşluğu doldurulamayacak ve toplumun kaosa sürüklenmesiyle vatan saldırganlar tarafından ele geçirilecektir.[9] Bu koşullarda “devrimci yıkıcılıktan” söz edenler ya işgalcilerle işbirliğine giderek ya da çatışarak bir vatan sahibi olmaya çalışacaklardır. Bu da her şeye yeniden başlamak anlamına gelecektir.

    Bu nedenle “demokratik ulus” olmak için basitçe “A” devletinin denetiminden çıkarak “B” devletinin çatısı altına taşınmak yetmez. İki durumda da bir otorite altında yaşanacağından, her halükârda “demokratik ulus” olmak amacıyla mücadele edilecek ve toplumun kendini gönüllü olarak dönüştürmesi için çaba göstermek gerekecektir. Ezilen ulus devrimciliğinin bu savaşta nesnel sınırlarına dayandığını ve bundan sonra toplumun çoğunluğunu kazanmak için kendini nasıl yenileyeceği sorunuyla karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz…

                                  Günümüzde gericiliğin kaynağı finans oligarşisidir

      “İlericilik-gericilik” kavramları toplumların tarihsel gelişimiyle ilgilidir. Üretici güçlerin gelişimine uygun düşen üretim ilişkileri “ileri”, ters düşenler “geri” olarak nitelendirilir. Çıkarları nedeniyle değişimin içinde yer alanlara “ilerici”, toplumsal konumlarını korumak amacıyla değişime karşı çıkanlara “gerici” denir.

     Elbette insanların bir toplumsal konumda yer almak istemesi ve başarmaları mümkündür. Ama üretici güçler ve üretim ilişkilerinin değişimi benzer biçimde ve bir iradeye bağlı olarak değil,  tarihten devralınan miras koşullarında ve gündelik yaşamın yeniden üretim süreçlerinde gerçekleşir. Buna karşılık siyasi mücadele ise somut koşullarda oluşturulan ortak iradeye dayalı olarak ve belli amaçlar doğrultusunda yürütülür. Bu sırada tarihsel bakımdan “ilerici” konumda olanlar siyasi mücadelede “gerici” rol oynayabilir ya da tersi görülebilir…

     Toplumların ekonomisinin işleyişi doğanınkine benzer ve insanların iradesinden bağımsızdır. Tıpkı doğa olaylarında olduğu gibi bu ilkeleri ortadan kaldıramayız, ancak uyum göstererek hızlandırıp yavaşlatabilir ya da yön verebiliriz. Deprem olasılığını yok edemediğimiz ama konut yeri seçer ve inşaat yaparken depremi hesaba katmamız gibi… Üretici güçlerin (=üretim araçları + üretken emek)  gelişmesi ve buna bağlı olarak üretim ilişkilerinin değişimi de, çoğu zaman anlaşılamayan benzer bir işleyiş gösterir. Bunun anlaşılması, ekonominin gündelik yaşamdaki yeri ve uzun vadedeki etkilerini görmek açısından önemlidir.

      Bütün canlılardaki gibi insan bedeni de yaşamak için gerekli enerjiyi evrim sürecinde geçirdiği değişim doğrultusunda kendisi üretir.  Elbette bunun için de bir miktar enerji harcar. Eğer harcadığı enerjiyle bedenin varlığını sürdürmesine yetecek kadar enerji üretemezse ölür. (Not: Bu konularla ilgili geniş bilgi için  “Tarih anlayışı için notlar” başlıklı yazımıza bakılabilir.[10]) Toplumsal yaşam bir “beden” oluşturmamasına rağmen, canlı bireylerin organik birliğinden oluşan metabolik yapıdır. Bu doğrultuda, işleyişi canlı kalma ilkelerine uygundur ve genel olarak bireylerin en az enerjiyle en yüksek yarar elde etmelerine olanak sunacak biçimdedir. Bunun için iş aletleri sürekli geliştirilerek yenileri yapılır, kolay işlenebilecek hammadde kaynakları bulunur, işbölümü artar, kuşaktan kuşağa bilgi aktarılır, kısacası üretim araçları ilerler. İnsanların üretici güçleri iradeleri dışında geliştirmek zorunda kalmalarının nedeni bu işleyişin sonucudur. Toplumların ekonomik yapısı üretim araçlarının özel ya da ortak mülkiyetine göre değişik biçimlerde işlese de hep aynı ilke doğrultusunda ilerler.

     Üretici güçlerin değişimi üretim ilişkilerini de değişmeye zorlar, çünkü “üretim ilişkisi” dediklerimiz de üretim sürecinde insanların aralarındaki zorunlu örgütleniş biçimleri olarak üretici birer güçtürler. Dolayısıyla ekonominin genel işleyiş düzeni doğrultusunda üretim araçlarına bağlı olarak değişirler. Ama üretim araçlarının özel mülkiyeti ve sınıf mücadelesi koşullarında egemen sınıf bu kendiliğinden değişme eğilimini siyasi iktidarı aracılığıyla kendi lehine yönlendirir. Elindeki eski üretim araçları kazanç sağladığı sürece yenileriyle değiştirmek istemez ve başkalarının da yeniliğe geçmelerini engelleyerek eski üretim ilişkilerini sürdürmeye çalışır. Bu amaçla toplumsal altyapıdaki değişimi hukuk, siyaset, yenilikleri “şeytan icadı” olarak gösteren ideolojiler gibi üstyapıya ait araçlarla baskı altına alır. Bu tür “gerici” tavırları genellikle üretim araçlarının da sahibi olan egemen sınıflar gösterir.  Yeni üretim araçları kullanarak rekabet üstünlüğü sağlamaya çalışanlar ise genellikle iktidarın dışında kaldıkları için muhalefete yakın olur ve “ilerici” konumda yer alırlar.

     Ama ideolojik gösterenlerden öteye gitmeyen bu tarihsel tanımlar siyasette iş görmez. Nedeni siyasetin yalnızca üretici güçler-üretim ilişkileri çelişkilerine göre değil, başka birçok konuda çıkar çatışmalarının yaşandığı gerçeklik içinde yapılmasıdır. Ancak bilimsel bir gözle incelendiğinde ya da uzun bir süreç sonunda anlaşılabilecek tarihsel ilerleme/gerileme gibi konular, yaşanan andaki somut varlık-yokluk mücadelelerinde anlam taşımaz. Örgütlü ve kararlı olan siyasi zafere ulaştığında zaten nasıl bir bilinç taşırsa taşısın toplumun rızasını alabilmek için ekonomiyi üretken hale getirmek, yani ileri gitmek zorundadır.

     Sonuçta insanlar dine inanıyorlar diye karınlarını ibadetle doyuracak değillerdir ve ister istemez daha az enerjiyle daha çok yarar getirecek yeniliklerden yararlanacaklardır. Siyasi açıdan “gerici” olan toplumsal/tarihsel bakımdan “ilerici” olabilir ya da tersi mümkündür. [11]  Kesintisiz değişimin yaşandığı somut koşullarda ancak soyutlama düzeyinde ifade edilebilen tarihsel ölçütlere göre tanımlar yapılamaz. Bu nedenle siyasi kararlar “ilericilik-gericilik” ayrımına değil, iktidar mücadelesi eksenindeki ezen-ezilen çelişkilerine göre belirlenir. 

     Günümüzde gericiliğin kaynağı kapitalizm öncesinden kalan düşünce ve davranışlar değil, küresel sermaye akışını yönlendiren finans oligarşisidir. Emperyalizmin doğuşunun kapitalizmin yapısal kriz eğilimi olduğunu daha önce ifade etmiştik. Bilindiği üzere yeterli oranda kâr sağlanamadığında kapitalizm bunalıma girer ve kapitalist birikim sermayeye dönüşemediği için değersizleşir.  Kapitalizmin ilk yıllarında dünya fethedilmeyi bekleyen boş bir alan gibi kapitalistlerin önünde uzanırken,  batı ülkelerindeki sermaye fazlası ihraç edilerek gelişmiş ülkelerin bunalımları atlatılabiliyordu. Ancak kapitalizmin dünyaya yayılmasıyla bu olanak da ortadan kalktı. Bu nedenle emperyalizm döneminde küresel sermaye akışını denetleyen finans oligarşisi bunalımları atlatmak için başka yollar izleyerek, gericiliğin tarihsel sorumlusu haline geldi. İşte bu yolların bazıları:

     Bilindiği üzere kâr oranı, gerçekleşen kârın değişmeyen sermayeye bölünmesiyle hesaplanır. Kârın azalmasıyla birlikte oran da düşer. Nedeni, değişmeyen sermaye yatırımlarındaki artışın kâr artışından daha hızlı olmasıdır. Dolayısıyla elde edilen kâr, faiz/kira/yıpranma payı/hammadde harcamaları gibi değişmeyen sermaye yatırımlarıyla ilgili giderleri karşılayamaz hale gelir. Ödemeler kesintiye uğrar, para sermaye akışı bozulur, rekabet/iflaslar/işsizlik artışıyla birlikte bunalım başlar. Böyle bir bunalıma düşmemenin ya da düşülmüşse etkisini hafifletmenin yollarından biri de yatırımları azaltarak ekonomiyi küçültmektir. Böylece kapitalistlerin her fırsatta “uygarlık ve ilerleme” olarak sunduğu düzen, yerinde sayma ve gerilemeye dönüşür. Kapitalizm varlığını sürdürebilmek için o güne dek elde edilen tarihsel gelişmenin bir kısmını ortadan kaldırır.

     Örneğin bunalım olasılığı belirdiğinde üretim yeterli kâr oranını sağlayacak düzeye çekilir. Üretici güçler toplumsal gereksinimleri fazlasıyla karşılayacak gelişmişlik düzeyinde olduğu halde kapasite düşürülür, fiyat artışlarına neden olarak insanlar açlığa mahkum edilir. Yeni yatırımlar yaparak değişmeyen sermayenin büyümesine yol açmamak için eskileriyle üretim yapmaya devam edilir. Daha büyük doğal alanlar yok pahasına metalaştırılarak ucuz yoldan sermayeye dönüşmeleri sağlanır. Kamu malları bedavaya satılarak özel mülkiyete geçirilir ve kamu hizmeti ortadan kaldırılarak kolay kâr olanakları yaratılır. Savaşlar kışkırtılır ve çeşitli felâketler yeni yatırım alanları açtığı için “tanrının lütfu” gibi kabul edilir. Ve bütün bunlara itiraz edenler acımasızca bastırılır. Bu amaçla bütün ülkelerdeki faşist eğilimli siyasi yapılar desteklenerek, “kara günlerde” kullanılmak üzere el altında tutulur.

     Böylece toplumların tarihsel gelişimini engelleyerek kriz eğilimini denetim altına almaya çalışan finans oligarşisi dünyadaki “gerici” olarak tanımlanabilecek tüm işlemlerin kaynağı haline gelir. “Gericilik” önceki tarihsel dönemlerden kalma bir davranış değil, bugünün toplumsal gerçeği içinde kesintisiz olarak yeniden üretilen bir olgudur. Bunu göz ardı ederek kapitalizm öncesinden kalma ve ancak ideolojik önemi olabilecek olguları “gericiliğin kaynağı” gibi göstermek, liberalizmin etkisi altında kalarak emperyalizme hizmet etmenin bir yoludur. Evet, İran gibi ülkelerdeki yönetimler kendi halklarını ezdiği için her türlü eleştiriyi hak ediyor. Ama dünya kapitalist kötülüğün pençesinde kıvranır ve çok az güç bununla cepheden savaşırken desteği de hak ediyor. Bu çelişki hayatın gerçeğidir.

                                    Savaşta siyaset dışına düşmenin iki zıt biçimi                     

     Siyasi ideolojileri birbirine zıt olan işçiciler ve bölgesel-birleşik devrim savunucuları,  İsrail saldırısına karşı İran’dan yana tavır almayarak beraberce siyaset dışına düştüler. Çünkü İsrail saldırısının İran’ı ABD’nin belirlediği küresel koşullara zorla boyun eğdirmek için yapıldığını kabul etmiyor ve “gericiler arası it dalaşı” gibi değerlendiriyorlardı. İran’dan yana tavır almayı ise aptalca bir akıl yürütmeyle sanki “devrim muhafızlarına katılmak” gibi yorumladıklarından kendileri için nasıl bir siyasi önem taşıdığını da anlamıyorlardı.

     Oysa bölgedeki bütün egemen güçler “bu çatışmadan elime ne geçer”  hesabıyla ikiyüzlü davranıyor,  ABD ve İsrail’le arasını bozmamaya çalışıyordu. İktidarların bu çıkarcı anlayışlarının, Suriye’de görüldüğü üzere saldırganları güçlendirdiği ve bunun bölgedeki herkes için tehdit oluşturduğunun önemli bir siyasi gerçek olarak açıklanması gerekiyordu. Ama sol siyasetlerin bunu yapmaya bile mecali yoktu. Bu yetersizliklerini gizlemeye çalışarak üst perdeden ifadeler kullanmayı ve genel geçer söylemlerle küçük ajitasyon-propaganda grupları gibi davranıp her zamanki yaşamlarını sürdürmeyi tercih ettiler.

     İşçiciler “ Türkiye’de işçi sınıfı öncülüğünde devrim yapmaya çalışıyoruz İran’la ne işimiz olur” diyerek kafalarını kuma gömdüler. Bu çevrelerin aklına “işçi sınıfı” dendiğinde ücretli emekçi, “sınıf mücadelesi” dendiğinde ise sendikal eylemlerden başka bir şey gelmediği için bu davranışlarında bir tuhaflık yok ve zaten diğer zamanlarda da böyle yaparak siyasete uzak durmaları alışıldık bir durum. İşçiyle ilgili konular dışındaki toplumsal gelişmelerle ancak “bizi ilgilendirmez” diyecek kadar ilgilenirler. Nedeni, güya ilgilendiklerini iddia ettikleri işçi/sınıf/sömürü gibi konular hakkında da bilgisiz olmalarıdır.

     İşçilik mesleki bir kimliktir. Ne olduğu daha işçi olmaya adım atmadan egemen ideoloji çerçevesinde kişiye öğretilir. Ücret mücadelesi de yine işçi-patron arası düzen içi rekabet olarak egemen ideolojiyle birlikte edinilir. Ama işçiciler sınıf mücadelesinin ilk yıllarından kalma ilkel fikirler doğrultusunda düşündükleri için sömürünün işyerinde ve üretim sırasında gerçekleştiği kanaatiyle ücret mücadelelerine özel bir önem verirler. Bu sırada değerin (ve artık değerin) işyerinde üretildiğini görüyor ama dolaşım sürecinde gerçekleştiğini anlayamıyorlardır. Dolayısıyla dolaşımı önemsemezler. Bu yüzden sömürüye karşı mücadelede işçinin dikkatini dolaşımın gerçekleştiği toplumsal yaşamın tamamı yerine,  işyeri/ücretler/patronlara yöneltirler. Bu da işçileri toplumun geri kalanından habersiz hale getirerek ve dikkatlerini düzen içi ücret mücadelelerine yönelterek,  siyasi bilinç edinmelerini engeller.

     Böylece işçiler egemen ideolojinin etkisinde kalmaya devam ederek,  bağımsız fikir üretebilecekleri yetenekler kazanamazlar. Ekonomik çıkarları burjuvaziyle çatışsa da, siyasi ve ideolojik olarak ona bağlılıkları devam eder.  Egemenlerin peşine takılır, kendi aralarında sürekli bölünmeler yaşar ve “sınıf” gibi davranamazlar. Doğal olarak diğer ezilenlerin karşısına da onlara destek olan, örgütlü, güven verici, bağımsız bir güç olarak değil; kendi çıkarlarını düşünen, patronların durmadan mağdur ettiği, kendini acındıran bir topluluk gibi çıkarlar.

     İşçiciler siyasi mücadele sürdürebilecek kapasiteleri olmadığı için sendikal mücadeleyle yetinir, zorunlu aidat kesintileri sayesinde elde ettikleri sendika bürokratlıkları sayesinde “işçi sınıfı devrimcisi” rolü oynarlar. Suçları, yetersizliklerini dürüstçe kabul edip sendikacı olduklarını söylemek yerine “devrimci” rolü oynamalarıdır.  Kapitalist üretim ilişkilerinin küresel nitelik kazandığı günümüzde bölgeyi etkileyen bir savaşta İran’ın yanında yer almayarak, ulaşabildikleri işçi kesimlerini egemen ideolojinin etkisine itmişlerdir. Sömürünün küresel ilişkiler ağı üzerinde nasıl gerçekleştiğini açıklamak yerine, kafalarını gündelik hayatlarına gömmüşlerdir.

     Öte yandan işçicilere göre nispeten gelişkin bir bakış açısına sahip görünen ve bölge halklarının birleşik devrimini savunanlar da ilginç bir biçimde benzer bir siyasetsizlik örneği sergilediler. İran’ın ülke içindeki baskıcı tutumunu öne çıkartarak “asıl görevin İİC’yi değil bölge halklarının birleşik devrimini savunmak” olduğunu ileri sürdüler. Tıpkı işçicilerin işyerindeki işçi-patron mücadelesini toplumun geri kalanındaki mücadelelerden üstün tutması gibi, bu çevreler de İran’daki ülke içi çelişkileri ABD ve İsrail’in küresel egemenliklerini pekiştirmek amacıyla yaptıkları bir saldırıdan daha önemli saydılar. Sanki ABD tarafı kazanır İİC yıkılırsa kendilerine bir devrim bahşedilecekmiş gibi…

     Bu çevrelere göre İsrail’in saldırmış olması “faşist molla rejimini aklamıyor.” Ama bölgede İsrail-ABD ortaklığına karşı birçok ülkede birden savaşan direniş cephesini aklayıp aklamadığı hakkında bir şey söylemiyorlar.  “Bölgesel-birleşik devrimden” söz eden birinin bütün bölge ülkelerinde aktif siyaset yapan Şii toplulukları hakkında sessiz kalması manidardır. Bu sessizlik, bölgede “birleşik devrim” doğrultusunda KÖH’ni desteklemek dışında bir eylemlerinin olmamasının yanı sıra, fikirlerinin de olmadığını gösterir.

     İster “işçi sınıfı” olsun ister “bölge halkları”, kitleler siyasi bilince sahip olmadıkları sürece egemen güçlerden bağımsız hareket edemez. Böyle bir bilinç elbette bir öncünün yardımıyla ve uzun sürede kazanılır. Ama öncü bu görevini bir okul açıp kitleleri eğiterek yerine getiremeyeceğine göre,  her önemli siyasi gelişme karşısında nasıl konum aldığını açık ve seçik biçimde ortaya koymaktan başka çaresi yoktur. Ve bunu alışık olunduğu üzere ideolojik söylemlerle değil, nesnel bilgiye dayalı olarak ifade etmelidir.

     Elbette herkes gücüyle orantılı olarak eylem yapar, kendini olduğundan güçlü göstermeye çalışmamak gerekir. Ama gücü ne olursa olsun, eylemini siyasi gerçeklerin incelenip araştırılmasından çıkardığı sonuçlara göre yapmalıdır. Böylece öncülük ettiği kitleler de somut değişimleri nasıl ele almaları gerektiğini öğrenerek, bağımsız siyasi tavır alma yetenekleri edinirler. “Biz bu ülkede/bölgede devrim yapacağız ne işimiz var İran’la” der gibi davrananlar, siyasi bilinç olmadan siyasi özne olunamayacağını anlayamamışlardır.

                                                      Değişen dünya…

     Değişen dünyayı kendimiz de değişirken değiştirmeye çalışıyoruz. Öğelerin iç içe geçtiği ve kendimizin de bir parçası olduğu bu değişimi açıklayabilmek için anlamamız, anlamak içinse hareket ilkelerini bilmemiz gerekiyor. Bilimsel kavramların yapı taşlarını oluşturduğu teorik düşünceler gerçeği anlamaya yarıyor. Gerçek ancak somut hareketi içinde incelenerek açıklanabiliyor. İnceleme ve açıklama, somut koşullarda verilecek kararlar için önemli. Ama kötü bir alışkanlık nedeniyle karar verilirken çoğu zaman somut durumun incelenmesine değil, soyut bilgiye dayanılıyor. Kavramlar sanki her şeyi açıklayan “hakikatler” gibi kabul edilerek genel geçer söylemlerle hareket ediliyor. Genel bir “kapitalizm, sosyalizm, sömürü vb.” varmış gibi akıl yürütmek bunun örneği. “Kapitalizm” derken her zaman içinde bulunduğumuz somut, gerçek, işlemekte olan kapitalizmi kastediyoruz. Bunu açıklayabilmek içinse önce hangi ilkelere göre değişim geçirdiğini anlamamız gerekiyor. Ancak bunları yaptıktan sonra siyasi sonuçlara varabiliriz…

                                   Kapitalizm kriz dinamiği üzerinde ilerler

     Kapitalizmin tarihi aynı zamanda bir bunalımlar tarihidir. Bunalım bir yönetememe ya da yetersizlik hali değildir, kapitalizmin gelişiminin doğal bir parçasıdır. Bu nedenle bunalımların en gelişmiş kapitalist ülke olan ABD’den başlayarak dünyaya yayılması rastlantı değildir. Her bunalımın ardından kapitalizm dünya ölçeğinde gelişerek bileşenleri daha iç içe geçmiş ve kırılgan hale gelir. Sermayenin dolaşım hızıyla birlikte küresel kapitalist işbölümü ve hiyerarşi artar. Önceden yatırım konusu olmayan şeyler yeni kâr alanlarına dönüşür. Ve ABD bunalımlara girerken olduğu gibi çıkılması için uygulanacak politikalara da öncülük eder.

     Bazıları dünya ölçeğinde etkili olan birçok bunalımın ardından kapitalistlerin de sorunlarını yönetme konusunda epeyce deneyim kazandıklarını söyleyebiliriz. Kapitalizmin yapısal kriz dinamiğini yok edemeseler de ülke/bölge/sektör/işletme gibi belli birimler çerçevesindeki bunalımları yönetebiliyorlar. İşler kötüye gittiğinde her şey kendi haline bırakılsa bile düzen bir süre sonra ayağa kalktığı için, ezilenler baskı altında tutulduğu-ve onlar da buna boyun eğdiği-sürece kapitalizm varlığını sürdürüyor. Ama bu durum önceki dönemden kalan ya da eskisini tekrar eden bir biçimde değil, kapitalizmin iç çatışmaları ve kendine karşı verilen mücadeleler sürerken,  kendini yeniden üretmesiyle gerçekleşiyor 

     Kapitalizmin uzun yıllar boyu kendini düşe kalka yenilediği süreçlerde sosyalizm cephesi de buna karşılık verebildi. İlk dünya savaşı Ekim devrimine, ikincisi Çin devrimine yol açtı. Bazıları sömürgecilik döneminden beri süren ulusal kurtuluş savaşları bağımsızlığa ulaşmanın ardından genellikle sosyalizme yöneliyordu. Bunların sonuncusu 1975’de tamamlanan Vietnam devrimidir. O zamandan bu yana dünyada herhangi bir sosyalist devrim yaşanmadı. Alışılanın dışında bir örnek olarak 1979’da İran İslam devrimi gerçekleşti.

     Elbette kapitalizmin küresel egemenliğine karşı mücadeleler devam ediyor. Buna kapitalizm cephesinden de değişik yanıtlar veriliyor. Çin’in son yıllardaki kendine özgü sosyalizmini ayrı tutarsak, sosyalizmin uzun süredir kapitalizme küresel ölçekte bir yanıtı olmadığını söyleyebiliriz. Kapitalizm karşıtı direnişler genellikle etnik/dinsel ideolojilere dayanıyor. Hindistan, Filipinler, Nepal gibi ülkelerde Maocu ağırlıklı Marksist ideolojinin öncülüğünde sınırlı mücadeleler var. Bu koşullarda kapitalizme karşı duyulan tepkiler seçenek bulamayarak, dönüp dolaşıp liberalizmi yeniden keşfediyor ve etkisine giriyor.

                                        Kapitalizmin son 40 yıldaki değişimi

     2. Dünya savaşı sonrası ABD öncülüğünde ve BM çatısı altında küresel bir kapitalist düzen oluşturuldu. Savaşın başta Avrupa olmak üzere birçok ülkede yol açtığı yıkım geniş yatırım alanları açmıştı. Savaşta ve ülkelerin gelişiminde izlediği politikaları nedeniyle dünya ezilenleri SSCB’ye yakınlık duyuyordu. ABD yoksul ülkelerin sosyalizme yönelmesini önlemek amacıyla kalkınmacı politikalar izlemeye başladı. Dolar dünya parası olarak kabul edildiği için para basıp diğer ülkelere bol keseden kredi ya da hibe adı altında dağıtıyor, böylece kendisinin merkezinde olduğu bir küresel kapitalistleşmeyi yönlendiriyordu. Buna karşı SSCB “kapitalist olmayan yol”, Çin ülke/ulus çıkarlarına dayanan ” üçüncü dünya hareketini” destekliyorlardı. Genellikle bağımsızlıkçı politikalar izlemeye çalışan dünyanın yoksul ülkelerinde darbeler, iç savaşlar, bölgesel çatışmalar eksik olmuyordu. Bu yıllarda kapitalizm küresel ölçekte hızla gelişti ve 70 başlarında bunalıma girdi. 1980’de İngiltere ve ABD öncülüğünde bunalımdan çıkış için neoliberal politikalara geçildi. Böylece kapitalizmin 2. Dünya Savaşı sonra başlayan dönemi sona eriyordu.

     Neoliberalizm, ayrım yapmaksızın dünyanın yoksullarına karşı ekonomik ve siyasi bir saldırıydı. Ama bu finans oligarşisinin iradesinden doğmadı, tersine o irade kapitalizmin katı işleyiş düzenine uymak zorunda kaldı. Ülkelerin devletçi politikaları sermayenin küresel dolaşımına engel olduğu için bunalımın nedeni olarak görülüyor ve kapitalizmin selameti adına sonlandırılmaları gerektiği düşünülüyordu. İki aşamalı bir plan yapıldı Öncelikle devlet ekonomiden çekilerek kamu mallarını yok pahasına kapitalistlere devredecek ve böylece toplam değişmeyen sermaye yatırımlarını büyütmeden üretim aracı sahibi olmalarını sağlayacaktı.  Yanı sıra, devletin kâr gözetmeden verdiği kamu hizmetleri özelleştirilerek yeni sahiplerine düzenli kâr etme olanağı yaratılacaktı. Yıllardır yoksulların çıkarlarını savunduğunu dile getiren parti ve sendika gibi sol örgütlerin devasa cüsselerine rağmen bu saldırıyı önleyememeleri sonucu kapitalistler kazandı.

     Sosyalist hareket dünya çapında büyük bir dağınıklık içindeydi. Avrupa komünist partileri başta olmak üzere geleneksel sol uzun yıllardır düzen içi siyaset yapan reformist partilere dönüşmüştü. Kalkınmacı politikaların izlendiği dönemlerde sendikalar büyük üye sayılarına ulaşsalar da, yıllar boyu ücret sendikacılığı yaptıkları için apolitik yapılara dönüşmüşlerdi.  O dönemde burjuvazi çalışanların yüksek ücret almalarından rahatsızlık duymuyordu. Çünkü bu sayede kolayca mallarını satabileceği müşteri buluyordu. Oluşabilecek ekonomik dengesizlikler ise hükümetlerin enflasyonist politikaları ve kapitalistlere desteğiyle gideriliyordu. Böyle bir ılıman ortama alışmış komünistler ve sendikalar, burjuvazinin küresel bunalıma karşı küresel dayanışma içinde başlattığı saldırıya karşı direnemediler.  Ne tek tek ülkelerde ne de uluslararası düzeyde bunu yapabilecek kararlılık ve örgütlülüğe sahip değillerdi.

     Dönemin sosyalist hareketi ve işçi sınıfı yenildi. Kapitalistler kamu kaynaklarını yok pahasına ele geçirerek yeni kâr olanaklarına kavuştular. SSCB’nin dağılmasından sonra eski Sovyet ülkelerinin “av alanı” haline gelmesi ve Çin’in her geçen gün küresel sermayeye yeni yatırım alanları açması da buna eklenince,  kapitalizm uzun sürecek bir “altın çağa” girdi. Bu sırada yoksullar ne yaptılar?

                                         Kimlik mücadelelerinin yükselişi

     Emeğiyle geçinmeye çalışanlar her şeye rağmen yaşam mücadelesi vermeye devam ettiler elbette. Kamu desteklerinin kesildiği, sendikal ve siyasi mücadelenin gerilediği koşullarda yoksullar gündelik çıkarlarını çeşitli ezilen ideolojileri etrafında toplanarak ve cemaat içi yardımlaşmalarla savunmaya çalıştılar. Eskiden de ezilen ulus/ırk/inanç mücadeleleri görülüyordu. Ama mücadele verenlerin de benimsediği üzere bunlar genellikle sosyalist hareketle ilişkili ve onun ideolojik etkisi altında sürdürülüyordu. Neoliberalizm döneminde sosyalizm gerilerken, diğer topluluklar bağımsızlaşarak somut çıkarları doğrultusunda eşitlik-özgürlük mücadelesi veren toplumsal hareketlere dönüştüler. Bir araya gelmelerini sağlayacak ortak bir çatı olmadığından,  aynı çıkarlar için mücadele edenler bile birçok farklı gruba bölünebiliyordu.  Bu durum solun bir kısmı tarafından yanlış bir biçimde “neoliberalizmin oyunu” olarak değerlendirildi. Oysa ortada bir oyun yoktu, insanlar yalnızca ertelenemez ve devredilemez nitelikte olan somut çıkarları için mücadele etmeye çalışıyorlardı. Bu sırada birleştirici bir çatı olmadığı için dağınıktılar.

     Sorunların somut ve aynı zamanda küresel nitelikte olması nedeniyle toplumsal hareketler kolay yayıldılar. Ancak mücadeleleri somut çıkarlarıyla sınırlı kaldığı için  birbirleriyle bağ kurmakta ve kendi alanlarında bile uzun soluklu mücadeleler örgütlemekte başarılı olamadılar. Sol siyasetlere duydukları önceki dönemden kalma önyargıları nedeniyle iktidar karşıtı örgütlenmelerden uzak duruyor, daha çok kendiliğinden eylemleri ve yatay girişimleri destekliyorlardı. Koşulların değiştiğini anlayamayan solun bu duruma eski dönemin söylemleriyle yaklaşması ise işleri daha da karıştırıyordu. Elbette egemen çevrelerin toplumsal hareketleri yanlarına çekmek ve siyaset dışı kalmalarını sağlamak amacıyla bazı taleplerini karşılamalarının da bu karışıklığın oluşmasında payı vardı.

    Toplumu saran etkin bir siyasi muhalefet olmadığı sürece kimlik hareketlerinin liberalizm etkisine girmesi her zaman mümkün. Bu yüzden kimlik hareketlerinin amacıyla ilgili bir hatırlatmada bulunmayı gerekli görüyoruz:

     Ulus, inanç, cinsiyet rolü, ırk gibi herhangi bir nedenle ezilen bir toplum kesiminden olanların kimliklerini özgürce ifade etmek için örgütlenip mücadele etmeleri elbette meşrudur. Bunun için başkalarından onay almaları gerekmez ve ayrı örgütlenip uygun gördükleri gibi davranabilirler. Ancak ister kimlik özgürlüğü, ister ekonomik gerekçelerle yapılan hak ve eşitlik mücadeleleri olsun; somut çıkarlar için mücadele etmenin sorunlu bir yanı vardır. Mücadelenin toplumsal niteliği unutulursa, hem mücadele edenler ve hem de o ezilen kimliğinden olmasa bile dışarıdan onlar lehine ayrımcılık yaparak destek verenler,  amaca ulaşıldığında hayal kırıklığı yaşayabilir. Nedenine gelince:

     İnsan toplumsal bir varlıktır. Birey yaşamak için gereksinim duyduklarına ancak bir topluluk içinde ulaşabilir. Bir kişi ne kadar büyük bir topluluğun parçasıysa, hem kendini geliştirmek ve hem de gereksinimlerini karşılamak için o kadar çok ve çeşitli olanağa ulaşabilir. Bu nedenle ezilen kimliğinin özgürce ifade edilebilmesi için mücadele vermenin amacı yalnızca o kimlikten insanların oluşturduğu bir topluluk yaratmak değil, daha büyük bir topluma gönüllü olarak katılabilmek için herkesle eşit konumda olmaktır. Bu aynı zamanda yeni bir kimliğin katılımıyla toplumun zenginleşmesini de sağlar. Bu olmadığında ve insanlar ezilmeye devam ettiğinde, içinde yer aldıkları toplumun kölesi gibi yaşamak zorunda kalırlar. Ve kadar büyük olursa olsun ezilenler o toplumun zengin olanaklarından herkes kadar yararlanamadıkları gibi, birilerinin sürekli ezildiği bir toplum da baskıcı bir yönetimlerin altında giderek yoksullaşır.

     Bu yüzden liberal ideolojinin etkili olduğu son 40 yılda kimlik özgürlüğü gibi somut çıkar amaçlı mücadeleler verenlerin sosyalizmin bazı yanlışlarını ileri sürerek siyasetten uzak durmalarının, kendi amaçlarıyla sınırlı eylemleri içine hapsolmaya yol açtığını söyleyebiliriz. Siyasi mücadelelerin yanlışlarını gerekçe göstererek (ve haklı olarak) kimlik mücadelelerine yönelenler, bu mücadelelerle yetindikleri sürece siyasetin güçlenmesi önünde engeldirler.

                                                    2008’den bugüne

     Günümüz kapitalizmi 2008’den bu yana tarihinin en büyük bunalımını yaşıyor. Öncekilerden farklı olarak bu kadar uzun sürmesinin nedeni, bunalımlara karşı izlenen geleneksel ekonomiyi küçültme politikalarının uygulanamaması. ABD üretim ve dolaşımı küresel düzeyde kolayca yönetebildiği zamanlarda bunu yapıyordu ama bugün yapamıyor. Çünkü sanayi üretimi ABD ve Avrupa’dan, Çin ve diğer ülkelere kaydı. Dolar dünya ticaretinde eskisi kadar güçlü bir para değil. Buna karşılık ABD hâlâ dünyanın en büyük tüketici ülkesi. Eğer ekonomiyi küçültmeye kalkarsa ülkede durgunluk başlıyor. Bu yüzden toplumun yaşam düzeyini korumak ve doların dünya çapında daha da gerilemesini önlemek için genişleme politikaları izlemek zorunda kalıyor. Bunu faizleri düşük tutarak ve devlet tahvili çıkartıp dış borcunu arttırarak yapıyor. Bu da dünya ekonomisinin gelişmiş ülkeler aleyhine büyümeye devam etmesine yol açıyor. Bunun sonucu:

     Bugün dünyada güvenli ve istikrarlı biçimde yatırım yapılabilecek yer arayan büyük bir para sermaye fazlası var. Uzun süredir güvenlik, ekonomiyi sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yönetmek ve maaş ödemek dışında bir faaliyeti olmayan devletlerin günümüzdeki en önemli işi, küresel sermaye akışının kendi sorumluluk alanlarına düşen bölümünün istikrarını sağlamak.  Devletlerin siyasi sınırları değişmiş değil ama 80’lerden bu yana geçirdikleri dönüşümler sonucu, istikrarlı akışından sorumlu oldukları sermayenin peşi sıra siyasi sorumluluk alanları da sürekli genişliyor. Bu nedenle bazen ortaklıklara bazen çatışmalara yol açacak biçimde diğer devletlerle yolları sık sık kesişiyor. Örnek: Türkiye’nin değişik ülkelerde askerî üssü var, Hindistan İsrail’in savaş sırasında tahrip edilen hava savunma sistemini yeniliyor, Kenya Somali’deki cihatçı örgütlere karşı savaşıyor, Taliban Afganistan’da yönetime gelir gelmez alışılmadık bir davranış göstererek birçok devletle siyasi-ticari anlaşmalar imzalıyor…

       Bu değişim siyasi iktidarların ekonomik-siyasi dayanaklarının ülkeyi aşan bir tabana yayılmasının yanı sıra, muhaliflerinin de benzer biçimde eylemlerini ülke dışına doğru genişletmesine yol açıyor. Çünkü ezilenler de artık ülke sınırları ötesine yayılmış durumdalar. Örneğin Türkiye’de 5 milyon dolayında eşitsiz koşullarda yaşayan göçmen varken yurttaşlarla sınırlı kalarak sendikal mücadele vermek kendini kandırmak olur. Ülkedeki göçmenlere dönük politikalar ise, komşu ülkelerle ilgili uluslararası politikalardan ayrı ele alınamaz. Yaklaşık 40 yıldır yaşanan toplumsal değişim sonucu, bugün ülkeyle sınırlı iktidar karşıtlığı yetersiz kalıyor. Komünistlerin enternasyonalizm anlayışı bu tür sorunların üstesinden gelmek için yeterli ama buna uygun örgütlenmeleri olmadığından, şu an hayal kurmaktan başka bir işe yaramıyor.

     Ülkelerde genellikle bağımsızlıkçı politikaların egemen olduğu neoliberalizm öncesi dönemlerde küresel sermaye akışı birçok yerel engelle karşılaştığı için ülke düzeyinde ekonomik/siyasi bunalımlar görülebiliyor ve emperyalist zincirin bu tür zayıf halkalardan kopması mümkün oluyordu. Günümüzde para sermaye fazlalığının olduğu koşullarda bir ülke ekonomisinin bunalıma girmesi ve hele bunun kapitalizme küresel ölçekte zarar verebilecek siyasi sonuçlar doğurması beklenmemelidir. Örneğin birçok Marksist iktisatçının Türkiye’nin dış borçlarına bakarak yıllarca “büyük bir kriz geliyor” demesine rağmen tahminlerinin boşa çıkması gibi... Önceki dönemlerden kalma kavramlarla düşündüklerinden hem borcun bir sermaye biçimi olduğunu kavrayamıyor,  hem de toplumsal direniş olmadığı sürece her türlü borcun ödenebileceğini anlayamıyorlardı. Kaldı ki verilen borç zaten sermaye fazlasıydı…

     Eldeki para sermaye fazlalığı değersizleşmiş bir zenginlik ve yatırım yaparken bunalımı arttırmamak için dikkatli kullanılması gerekiyor. Finans oligarşisi bu çerçevede, ayakta kalmasını zorunlu gördüğü ülkelerin ekonomik sorunlarını anında çözüyor. Ama benzer bir para harcama olanağı Çin’de de var ve üstelik bunu batılılardan daha rahat kullanabilecek durumda. Çünkü kaynağı kendisinin bunalımı değil geleneksel kapitalizmin bunalımı. Bunun sayesinde ve planlı işlemesi nedeniyle,  Çin düzenli olarak dış ticaret fazlası veriyor. Dolayısıyla ABD İsrail’i ekonomik açıdan sınırsız biçimde destekleyebiliyorsa,  Çin de eskisinden farklı olarak İran’ın gereksinimlerini karşılamakta zorluk çekmiyor. Bu yüzden İran’ı eleştirenlerin “kaynaklarını ülkenin kalkınması için kullanacağına oraya buraya harcıyor” demesinin fazla bir anlamı yok. İran zaten kaynaklarının önemli bir bölümünü kendini savunmaya harcamazsa ABD’ye yem olur. Öte yandan Rusya ve Çin de zaten kendi savunmalarını güçlendirmek için İran’a yardım etmek zorundalar. Bunalım ABD tarafının elini zayıflatırken karşıtlarınınkini güçlendiriyor ve çeşitli uluslararası olanaklardan eskiden daha çok ABD yararlanırken artık başkaları da yararlanıyor. Ulaşım, iletişim kolaylığı ve sanayi üretiminin yayılması herkese hizmet ediyor…

     Ancak çözümü asıl zor olan bunalımlar siyasi nitelikte olanlardır. Bir ülke böyle bir duruma düştüğünde,  karadan yürütecek yeterli piyade bulamayan finans oligarşisinin eli kolu bağlanıyor.  “Kötünün iyisine razı” olarak Afganistan’dan çekilmesi bunun son örneğidir.  Bu yüzden toplumsal hareketleri liberalizm yardımıyla yanına çekmeye çalışması ve başaramadığı zaman yukarıdan bombalayarak denetim altında tutmak için uğraşması, emperyalizmin bunalım koşullarında başka seçenek bulamadığı için sürdürmek zorunda kaldığı tek siyasettir…

                                          Siyasetin ülke sınırlarını aşması

      Finans oligarşisinin engelleyici davranışlarına rağmen “çevre” olarak adlandırılan ülkelerin ekonomisi de tarihsel gelişimini sürdürdü ve önemli sermaye birikimlerine ulaşıldı. Bu sermayenin kaynağı genellikle borçlar, baskı altına alınan emekçilerin daha çok sömürülmesi, sanayi üretimi ve dış ticaretin gelişmesi gibi şeylerdi. Böylece, eskiden bu ülkelerin  “merkez” ülkelere olan bağımlılığın yerini bugün küresel sermaye akışına olan bağımlılıkları aldı.

     Günümüzde ülke yönetimleri sermaye akışına uyum gösterdiği sürece farklı kredi kaynakları bulabiliyor ve beraberinde siyasi seçenekleri de artıyor. Böylece küresel kapitalist hiyerarşinin alt basamaklarındaki ülkelerin ekonomi ve siyasetleri de dışa doğru aktif bir açılım gösteriyor. Bu değişimi egemen sınıflarla birlikte ezilen toplum kesimleri de yaşıyor. Eskiden devletlerin iç siyaseti güç biriktirip dışa doğru genişleme amacı güderken, bugün ülke dışındaki çıkarlara öncelik tanınarak iç siyaset yapılıyor.  Bu konuda yaşadığımız coğrafyadan iki örnek verebiliriz. Birincisi devlet düzeyinde İran’ın oluşturmaya çalıştığı  “Şii enternasyonalizmi”, diğeri muhalif düzeyde KÖH’ün gösterdiği değişimdir.

     İİC kurulduğunda ülke içindeki sorunları çözemeden Saddam’ın saldırısına uğradı. Bu emperyalizmin desteklediği bir saldırıydı. İki ülkenin petrolleri de kendi siyasi girişimleri sonucu uluslararası tekellerin kontrolünden çıkmıştı. Ellerinde, toplumlarının yaşamını iyileştirebilecekleri önemli kaynaklar vardı. Ancak bunu 8 yıl süren, 1 milyon kişinin öldüğü ve birkaç katının sakat kaldığı anlamsız bir savaşta harcadılar. Bu olay Saddam’ın sonunu hazırlarken,  İran’ın siyasi yapısının oluşumunda Şah’ın yıkılması kadar önemli bir rol oynadı.

     İran başlangıçta yalnız bir ülkeydi. Örneğin 1990’da ABD Irak’a ilk saldırıyı yaparken, aralarında bazı bölge devletlerinin de yer aldığı 28 devleti bir araya getirebiliyordu. Saddam’ın yıkılması İran’a büyük bir hareket özgürlüğü kazandırdı. Bu sayede Şiiler üzerinden “direniş ekseni” olarak adlandırılan uluslararası bir cephe oluşturma fırsatı buldu. Suriye’nin dağılışından sonra bugün bu cephe hattı büyük ölçüde zarar görse de varlığını koruyor. Bunu, değişen dünya koşullarında bir ülke siyasetinin dışa doğru genişlemesi örneği olarak görüyoruz.

     Cephe çoğu zaman sanıldığı gibi kolayca ve İran’ın bölgedeki Şiilere para ve silah dağıtmasıyla oluşmadı. Çünkü bölgedeki Şiiler çoğunlukla 12. İmam geleneğine bağlıydı ve İran’ın velayeti fakih yorumunu kabul etmedikleri için aktif siyasetten uzak duruyorlardı. Oysa Irak dışındaki ülkelerde azınlıktaydılar ve genellikle baskı altında yaşıyorlardı. Bu sırada ABD’nin Irak’ta yarattığı iktidar boşluğunda IŞİD gibi bir örgüt ortaya çıktı ve Şiileri katletmeye başladı. Giderek ağırlaşan yaşam koşulları Şiileri aktif tutum almaya zorladıkça, İİC ve Hizbullah’ın yardımlarıyla bir araya gelmeye başladılar.  Böylece yeni bir ideoloji edinip mücadele örgütleyebilecekleri bir değişim yaşadılar.

     Bu gruplar yanlış biçimde “vekil güç” olarak adlandırılıyor ve İran’ın bölgeye yayılma ya da devrim ihraç etme arzusu yüzünden örgütlendikleri ileri sürülüyor. Elbette İran tarafından eğitiliyor ve destekleniyorlar ama ortak noktaları bundan ibaret değil, farklı koşullarda savaştıkları hedefleri de ortak. Yemen, Lübnan, Irak ve diğer ülkelerde ABD, İsrail ya da işbirlikçilerinin baskılarına karşı sürekli mücadele etme zorunluluğu içinde yaşıyorlar. Adı geçen ülkelerin tarihleri incelenirse bu görülecektir. Bu çerçevede her birinin bağımsız gündemleri var. İran başkalarını kendi çıkarı için savaştırmıyor, zaten dağınık bir mücadele var ve buna destek vererek toparlanmalarına yardım ediyor. Eğer savaşmak için para ve silah vermek yeterli olsaydı, aynısını ABD de yapabilirdi. Emperyalizm bu yolla ancak ikiyüzlü işbirlikçiler, yaşadıkları toplumu soyan çeteler oluşturabiliyor, daha fazlasını değil…

     İran bölge ülkelerine yayılan bir “Şii enternasyonali” oluşturarak hem sınırları ötesinde kendini savunabileceği bir olanak yaratıyor, hem de ABD’nin komşu ülkeleri kendisine karşı kışkırtmasını önlemeye çalışıyor. Bugüne dek siyasetten uzak duran Şiileri siyasete katılmaya ikna ederek, o ülkelerin içi siyasetinde etkili olmalarına yardım ediyor.  Şiiler bunu öncelikle iktidarların kendilerine karşı izlediği ayrımcı politikaları gözden geçirmeleri için yapıyor. Zaten bu tür politikalar izleyenler ve destekçileri aynı zamanda İran ya da Hizbullah düşmanı. Dolayısıyla İran’ın ideolojik-siyasi bir müdahalesi toplumlarda zincirleme bir etki yaratıyor.   Bunun sonucu, Irak’taki gibi velayeti fakihi kabul etmeyen ve İran’la işbirliğine girmeyen Şiiler de gelişmelerden etkilenerek siyasete müdahale etmeye başlıyorlar. ABD İran’ı havadan ve uzaktan istediği gibi vurabilir ama hiçbir zaman onun gibi birçok ülkede birden harekete geçebilen yaygın kitle desteğine sahip olamaz.

      İran bugün ilk zamanlarındaki kadar yalnız değil ve ABD kuşatmasını kırmış durumda. Bu ABD öncülüğündeki küresel düzene uymayan bir ülkenin başarısıdır. İzlediği bağımsız ve bölgesel politikalar yardımıyla küresel ilişkilerini yaratıp varlığını koruyabiliyor.

                                                               ***

     Uluslararası muhalif siyaset örneği olarak KÖH’ni alıyoruz. Başlangıçta Türkiye ile sınırlı ve devlet kurmayı amaçlayan bir ezilen ulus hareketiydi. Sosyalist hareket buna değişik tepkiler gösterse de olayı Türkiye ile sınırlı ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (UKKTH) tezleri çerçevesinde ele alıyordu. KÖH daha çok aynı tezin “ayrı devlet kurma hakkı” kısmıyla ilgiliydi. Bölgesel çelişkilerden yararlanarak kısa sürede ülke sınırlarını aştı.  Bir yandan propaganda ve diplomatik ilişki kurma amacıyla Avrupa’ya yayılırken, diğer yandan bölge ülkelerindeki Kürt toplulukları arasında örgütlendi. Böylece toplumsal dayanağıyla birlikte siyasi hedefleri de genişledi.

      Dört ülkeye yayılan, her birinde farklı toplumsal koşullara uyum göstermek zorunda olan bir hareketin Türkiye ile sınırlı faaliyet gösterirken olduğu gibi geleneksel UKKTH bakış açısıyla ele alınması artık olanaksızdı. Bu konudaki tezler ancak “ezen-ezilen ulus” ilişkilerinde yol gösterici olabilir ama uluslararası hale gelmiş olguyu anlamaya fazla bir yardımı olamazdı. Sol değişen koşullara ayak uyduramadı, bunu bölümün sonuna bırakarak KÖH’nin duruma nasıl uyum göstermeye çalıştığı üzerinde duralım.

     Ezilen ulus sorununun liberalizm çerçevesinde ve kapitalizm koşullarında çözülmesi teorik olarak mümkündür. Ancak sorun teoride değil, siyasi gerçekler içinde yaşanıyor. Kaldı ki kapitalizm var olduğu sürece hiçbir toplumsal sorun tam olarak çözülemez, düzenin kendini yeniden üretim süreçlerinde defalarca ısıtılıp toplumların önüne getirilir. Bu süreçlerde ezilen ulus mücadelesinin temsilcileri koşullarla uzlaşıp izleyeceği politikalarda değişiklikler yaparak amacına ulaşmayı deneyebilir. Zaten bunu yapmadığında ve sanki başka bir niteliği varmış gibi davranmaya-örneğin sosyalist bir örgüt gibi hareket etmeye-başladığında ne yanında gücünün kaynağını oluşturan Kürt kitleleri kalır, ne de karşısında muhatap bulabilir. Bu yüzden yola çıktığı kimlikle devam etme zorunluluğu içinde koşullara ayak uydurarak ilerleyecektir.

     KÖH’ni destekleyen Marksistler açısından durum farklıdır. Onlar ezilen ulus sorunu da içinde olmak üzere bütün toplumsal ezilmişliklerden kurtuluş amacıyla yola çıkıyor. Dolayısıyla toplumun her kesiminde örgütlenmeleri gerekiyor. Ülkede neyse ama bölgede bunu yapabilmek en azından şimdilik hayalden ibaret. Bu nedenle Marksistlerin ülke içinde UKKTH çerçevesinde KÖH ile kurabilecekleri ilişkinin benzerini bölgede kurmaya çalışmalarının karşılığı bulunmuyor. Gerçekten bu nitelikte bir ilişki kurabilmek için bağımsız bölgesel bir çalışmalarının olması ve farklı ülkelerde örgütlenmiş olmaları ya da oralarda benzer bir çalışma yürütenlerle birlikte hareket etmeleri gerekir. Bu olmadığında, KÖH’ne verilen desteğin ona katılmaktan ya da pasif izleyici olmaktan öteye geçmesi beklenemez. Ve bu sınırlı var oluşla da hareketin izlediği siyasetler üzerinde etkili olunamaz. KÖH’ne destek olan Marksistler bu gerçeği siyasi mücadele tarihi boyunca yaşamışlardır.

     KÖH önceleri güvenlik ve lojistik destek amacıyla ülke sınırları dışında bulunuyordu ama ABD’nin Irak’a müdahalesiyle koşullar değişti ve yeni olanaklar doğdu. ABD Eylül 1998’de aralarındaki rekabete son vermeleri ve Irak’ta Saddam sonrası siyasi yapının inşasında rol olmaları için Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Kürdistan Demokrat Partisi’ni (KDP) Washington’da bir araya getirdi. Burada,  Kürt sorununun Irak’la sınırlı burjuva bir çözümü yönünde kararlar alındı. KÖH bağımsız varlığını sürdürmek koşuluyla buna uydu. Böylece ABD ve AB ile ilişkilerini geliştirmesinin de önü açılmış oluyordu. İran’da ise durum farklıydı.

     İran’ın Kürt tarihinde önemli bir yeri var. İlk Kürt devleti olan Mahabad Cumhuriyeti 1946’da bu ülkede kurulmuş ve 9 ay sonra Şah tarafından yıkılmıştı. KÖH 1. Körfez Savaşı sonrası İran’da örgütlenmeye başladı. Diğer Kürt örgütleriyle birlikte, ağırlıklı olarak Kürdistan Eyaletinde  (Rojhilat) faaliyet yürütüyor.  2024 Mart Ayında yapılan seçimlerde eyaletin 5 ilinde 32 Kürt adayın seçildiği belirtiliyor.[12] İran’da da tıpkı Türkiye’deki gibi devlet tarafından birkaç kez “Kürt açılımı” denemeleri yapıldı ama sonuç alınamadı. KÖH 2011’de İran’da ateşkes ilan etti. Diğer örgütler de uzun süredir çatışmaya girmiyor. Kürtler, İran’daki toplumsal muhalefetin en örgütlü kesimini oluşturuyor. İktidar karşıtı eylemlerini, ABD’nin İİC’ne karşı tutumunu sertleştirmesiyle paralel olarak arttırdıklarını söyleyebiliriz. İsrail saldırıları sırasında Kürt örgütleri genellikle saldırıyı kınamayarak ve iktidarı eleştirerek İsrail yanlısı açıklamalar yaptılar. Bazıları ayaklanma çağrıları yapsa da buna uyan olmadı.  Suriye’ye gelince:

     KÖH’nin siyasi yaşamında Suriye’deki gelişmelerin dönüm noktası oluşturduğunu söyleyebiliriz. Suriye’de de başka ülkelerdeki gibi, muhalifler arasında Kürtler en örgütlü toplum kesimini oluşturuyor. “Demokratik Birlik Partisi” (PYD) 2003’te kuruldu ve iktidara karşı kitle gösterileriyle sesini duyurdu. Bu nedenle emperyalizm Esat yönetimini hedef alarak ülkede istikrarsızlık yaratmaya başladığında, kitlesini en hızlı harekete geçiren PYD oldu. KÖH diğer ülkelerdeki gibi Suriye’de de yaşanan çatışmalar sırasında iktidarı hedef almadığı gibi, işbirliğine de girmedi. Ancak IŞİD’ne karşı ABD ile işbirliği yaparak savaştı. Bu da ABD yardımıyla Suriye’deki en örgütlü askeri güç konumuna gelmesini sağladı. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de siyasi yapının oluşturulması için ilk adım Kürtlerle atıldı ve bunun için ABD’nin girişimi, Fransa’nın desteğiyle bütün Kürt çevreleri bir araya getirilerek 26 Nisan 2025’te Kamışlı’da bir Kürt Konferansı toplandı. Suriye’de gelinen aşamada Kürt örgütlerinin kurulacak merkezî yapıya katılması öngörülüyor. Henüz böyle bir yapının oluşturulmasına geçilememiş olsa da ekonomik temelini hazırlamak için girişimlerde bulunuluyor. Bu amaçla Katar, ABD ve Türkiye’den şirketlerin katılımıyla bazı enerji anlaşmaları yapılıyor. Şimdilik bu girişimleri çıkmaza sokabilecek olayın İsrail saldırıları olduğu görülüyor.

     Sonuç olarak KÖH başlangıçtaki “ayrı devlet kurma” amacından vazgeçse de, siyasi mücadelesini Türkiye dışına yayarak farklı ülkelerde toplumsal yaşama eşit katılım için ortak kazanımlar elde etti. Hatta Suriye ve Irak’ta bunun da ötesine geçti. Bu gelişmeler, Türkiye’de de iktidarın politika değişikliğine gitmesine yol açtı. Hareketin eski bakış açısını değiştirerek kendini yeni koşullara uyarladığı söylenebilir.  Bu emperyalist güçler dâhil bölgedeki birçok egemen çevreyle uzlaşmalar çerçevesinde ama asıl olarak hareketin kendi bağımsız gücü temelinde gerçekleşti. Sorun, bağımsız gücünü gelecekte de koruyup koruyamayacağı etrafında birikmeye devam ediyor. Dünyanın belli başlı bütün büyük güçlerinin, petrol zengini ülkelerin, uzun çatışma süreçlerinde yoksullaşmış sayısız etnik ve dinsel topluluğun bir arada olduğu bir coğrafyada geçici ya da uzlaşma yoluyla bile olsa insanlara yaşama olanağı sunabilecek tek şey, bağımsız güçlerinin olmasıdır.

     Yakın coğrafyada bu tür altüst oluşlar yaşanırken, Türkiye’de solun bu süreçlerde izlediği KÖH hakkındaki siyasetleri üç kategoride toplamak mümkündür. Birincisi yasal partiyi desteklemekle yetinen siyaset. İkincisi hareketin emperyalizme hizmet ettiğinin ileri sürülmesi. Üçüncüsü hareketi bütün olarak desteklemenin yanı sıra “bölgesel-birleşik devrimi” savunmak.

     Reformist ve şoven çevrelere ait olan ilk iki görüşün konuya bakış açıları ülkeyle sınırlı ve UKKTH çerçevesindedir. Değişimi anlamadıkları için önceki dönemin görüşlerini tekrarladıklarını söyleyebiliriz. Üçüncü görüş ise ezilen ulus mücadelesi veren bir hareketle birlikte bölge çapında enternasyonal bir siyasi hedefe ulaşmayı amaçladığı için kendi içinde çelişkili görünüyor. Çünkü düşünceleriyle eylemleri uyumlu değil. Enternasyonal bir siyasi tez ortaya atabilmek için öncelikle bölgesel, bağımsız ve toplumsal pratiği etkileyen bir örgütlenme olması ve ezilen ulus hareketlerinin bunun aracılığıyla desteklenmesi daha uygun olanıdır. Oysa tersinden başlayarak önce ezilen ulus hareketini bu fikre ikna etmeye çalışır gibi davranılıyor. Bunun zorunlu olup olmadığı sorgulanmaya açıktır. Bölge düzeyinde birleşik bir mücadele için bölgeye gitmek,  işçi sınıfını örgütlemek için fabrikaya giden ve butik sendika kuran işçicilerin davranışlarına benziyor. Şüphesiz iyi niyetle yapılan bu tür girişimler deneyim kazandırır ama siyaset inşa edemezler. Örneğin dört ülkede yıllardır verilen ezilen ulus mücadeleleri olmasa, Suriye’deki siyasi gelişmeler de yaşanamazdı. Dolayısıyla “bölgesel-birleşik devrim” tezi şimdilik temenniden ibaret görünüyor…

     Siyasi mücadelenin koşulları değişiyor ve herkes sezgisel de olsa bunu fark edebiliyor. Bu sırada varlık-yokluk mücadelesi içinde olanlar lafı dolandırmadan güç oluşturmalarına hizmet edecek ideolojilere yöneliyorlar. İnanç ve milliyet temelli ideolojiler bu çevrelerin gereksinimlerini sınırlı da olsa karşılayabiliyor. Bir de bölgede varlığını hiç eksiltmeyen ve ABD’nin küresel bekçiliğini yaptığı liberalizm var, ezilenleri en çok o etkiliyor. Tehlike, sınırına varmış olan ezilen devrimciliklerinin liberalizmin etkisine girerek devam etmesinde. Komünistlerin bu konuda önemli deneyimleri var ama kendileri bile hatırlamıyor.

     Örneğin bugün Rusya Federasyonunda 200'e yakın etnik topluluk ortak devlet çatısı altında yaşıyor ve bu Ekim Devrimi ile oluşturularak bugüne miras kalan bir yapıdır. Çin’de resmî olarak tanınan 56 etnik topluluk ve tanınmasa da başka yüzlercesinin bir arada yaşaması yine sosyalizmin başarısıdır. Bu etnik yapılar kendi dil ve kültürlerini sürdürürken daha büyük bir topluluğun ortak çatısını oluşturan bir devletin varlığını da kabul ediyorlar. Onun düzenine uyuyor, asla tek başlarına ulaşamayacakları yaşam düzeyine ortaklaşa çabayla ulaşmanın nimetlerinden yararlanıyorlar. Tabi benzer görünen ama gerçekte öyle olmayan olumsuz bir örnek de var: Yugoslavya.

     Yugoslavya da 2. Dünya savaşı sırasında Alman Nazileri ve İtalyan faşistleriyle savaşarak sosyalist federal bir devlet kurdu. O zaman hem sol içinde hem de kapitalistler arasında Stalin’in “diktatörlüğünü” eleştirmek yaygındı ve emperyalistler Yugoslavya’nın SSCB’ye katılmaması için çaba harcadılar. Ve istedikleri sonucu aldılar. Böylece Avrupa’nın ortasında sanayisi gelişmiş, zengin kültürel yaşamı olan sosyalist bir devlet doğdu. Ancak bir kusuru vardı; etnik kimliklere dayalı, küresel sermayeye açık bir ülkeydi. Tito’nun ölümünden sonra “uygar” Avrupalı komşular bu kusurun üstüne giderek ülkede etnik çatışmaları körüklediler ve ülkenin kan gölüne dönmesini sağlayarak parçaladılar. Böylece Sovyetler'e uzak olması için yaptıkları yatırımları fazlasıyla geri aldılar. Şimdi o etnik toplulukların her birinin ayrı devleti var ama eskiden iyi kötü bir arada olmalarının sağladığı yüksek yaşam düzeyinin çok gerisindeler. Ve zengin Avrupa’nın yoksul hizmetkârları konumundalar…

     Bugün Suriye ve diğer bölge ülkelerinde sınırlı çıkarlara ulaşma telaşıyla gözleri görmez olanların,  etnik topluluklara yardım adı altında verilenlerin ve özgürlük, demokrasi, eşitlik vaatlerinin birer kapitalist yatırım olduğunu anlamama olasılığı vardır...

                                                                     Sonuç

     İsrail devletinden ilk kez 1917’de ve dönemin İngiltere Savunma Bakanı Arthur Balfour’un adıyla anılan bildiride söz edildi. Hindistan İngiltere’nin sömürgesiydi ve bu ülke 1947’de bağımsızlığını kazanana kadar,  İngiltere’nin dış politikasının eksenini Hindistan’a giden bütün yolları denetimi altında tutmak oluşturuyordu. İsrail devleti kurma projesi de bunun bir parçası olarak düşünülmüştü. Ancak 2. Dünya savaşı sonrası dünya değişti ve ABD küresel kapitalist hiyerarşide İngiltere’nin en tepedeki yerini alan güç oldu. Böylece Doğu Akdeniz’deki ilişkileriyle birlikte Yahudilerin hamiliğini de devraldı ve 1948’de İsrail kuruldu. Zamanla İngiltere ile birlikte ABD’nin stratejik ortağı haline geldi. Başlıca görevi, petrol denizi üstündeki Arap devletlerini denetimi altında tutmaktı.

     Tarihin bir oyunu gibi, Hindistan ve İsrail’in yolu bugün bir kez daha kesişiyor. Bilindiği üzere Çin’in 2013’de başlattığı ve 152 devletin katıldığı “Kuşak ve Yol Projesi” var. Projenin, devrimin 100. Yılı olan 2049’da bitirilmesi planlanıyor. ABD bir yandan devletlere projeden ayrılmaları için baskı yaparken, diğer yandan karşı seçenekler oluşturmaya çalışıyor. Bu amaçla Biden’ın başkanlığı döneminde 2023 G20 zirvesinde Hindistan-Avrupa arası bir ticaret yolu projesi ortaya atıldı. Bu kapsamda düşünülen güzergâhlardan biri de İsrail üzerinden geçiyor. Bu kez Hindistan ABD hegemonyası altında, tekrar İsrail’le aynı siyasi hatta buluştu. Gazze saldırısı sırasında paralı asker yollayarak, İran’a saldırısı sırasında silah ve istihbarat desteği sunarak İsrail’in yanında yer aldı. Ama İsrail’in “Kuşak ve Yol” projesinde de önemli bir yeri olduğunu ve Çin’le ticari ilişkiler sürdürdüğünü unutmamak gerekiyor… Çünkü İsrail toplumu Netenyahu ve saz arkadaşlarından ibaret değil, en az onun kadar güçlü karşıtları da var.

     İsrail saldırısının arkasında yatanın ABD-Çin çatışması olduğu açık bir gerçek. Yaygın biçimde bunun bir dünya savaşına doğru gidişin habercisi olduğu yorumları yapılıyor. Emperyalizm var olduğu sürece dünya savaşları mümkün ama tek seçenek değil. İsrail saldırısı gibi küçük savaşlar elbette daha büyüklerine hazırlanmak ve karşı tarafın gücünü öğrenmek amacıyla yapılan denemeler gibidir. Ama “damlaya damlaya göl olur” misali,  bu tür savaşların artarak dünya savaşına dönüşeceği fikri dayanaksız bir düşüncedir. Bu savaş tam tersine, eğer dünya savaşanı düşünen varsa vazgeçmesi için bir uyarıdır.

     Örneğin İran’ın yeterli bir hava gücü olsa ve elinde de her an kullanmaya hazır nükleer silahlar bulunsaydı İsrail ya da ABD bu saldırıları yapabilir miydi? Ama söz konusu silahlardan Rusya ve Çin’in elinde fazlasıyla var. Zaten savaş süresince İran’ın arkasında tereddütsüz durdular. İsrail’in dokunulmaz olduğuna ilişkin o kadar propagandaya rağmen günlerce havadan vurduğu İran’dan atılan füzeleri durduramadı. Bu sırada ne kadar hasar gördüğünü bilmiyoruz, çünkü medyayı ABD aracılığıyla sansür ediyor. Bütün bunlar sağa sola tehditler savuran ABD için bir ders olmalıdır. Ama yoruma gerek yok, somut verilere bakalım:

     ABD ekonomisinin düzenli olarak gerilediği kesindir. Elinde doların hâlâ küresel ödeme aracı olması dışında ekonomik bir güç yok. Bu yüzden dünya hegemonyası da düzenli olarak zayıflıyor. Ne dünya ticareti, ne de bankacılık sistemi üzerindeki denetim kurma çabaları bunu durdurmaya yetmiyor. Bir zamanların sanayi üretimi ve teknolojide öncü ülkesi olmaktan uzaklaştı. Trump’ın saçma sapan ticarî kararlarla durumu tersine çeviremeyeceği görüldü ve bu yüzden geri adımlar atmak zorunda kaldı. Sanayi üretiminin ağırlığı düzenli olarak Çin’e ve diğer ülkelere kayıyor. Kuşak ve Yol Projesi tamamlandığında, gelişmiş ülkeler dünya ekonomisi üzerindeki belirleyici ağırlıklarını yitirecek ve diğer ülkelerle eşit konuma gelecek, hatta gerisine düşecekler. Çünkü kapitalizmin küresel gelişimi artık aşağıdakilerin lehine.

     Dünya ekonomisi bu yönde ilerler ve geleneksel kapitalist ülkeler kendi bunalımlarıyla boğuşurken, ABD’nin elinde askerî gücü dışında bir üstünlüğü bulunmuyor. Ancak dünyaya yayılmış 800 üs ve yüksek ateş gücüne sahip sayısız silahın sağladığı üstünlük belirleyici değildir.  Bilginin ve malların küresel dolaşımı sayesinde benzer silahlar, hatta daha iyilerini başkaları da edinebiliyor. Bunun için dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Yemen’e bakmak yeterlidir. Ellerindeki para ve silahların her sorunu çözeceğini sananlara, Gazze’de hâlâ hayatta olan 20 İsrailli rehine bulunduğunu hatırlatmak fazla bile olur. Düşmanın gücüne aldırmadan sınırlı olanaklarıyla savaşanlar, bunu asıl gücün silahlarda değil insanlarda olduğunu bilerek yapıyorlar. Bugün yeterince eğitimli ve örgütlü olmadıkları için amaçlarına ulaşamıyor olabilirler. Ama bu açığı kapattıklarında ABD ve yandaşları için çok geç olacaktır.

     ABD Çin’i hedef alan bir tehdit gücü olarak kendini sürekli geliştirmeye çalışıyor. Bunu yalnızca yitirdiklerini geri almak için değil, aynı zamanda ekonomik bunalımını hafifletmek için de yapmak zorunda. Hegemonyasını kesin olarak yitirmenin eşiğine geldiğinde, elindeki son güç olan askerî seçeneğini kullanmaya çalışacaktır. Ancak böyle bir aşamaya geldiğinde büyük olasılıkla Amerikan halkının üzerindeki baskılar da artacağı için ülke içindeki toplumsal sorunlarla da uğraşmak zorunda kalacaktır. Bu yüzden emperyalist savaş kapitalizmin küresel ölçekte bunalımda olmasının biricik sonucu değildir, aynı ölçüde gerçekleşme olasılığı bulunan başka seçenekler de vardır. Bunlar ABD’de ya da başka gelişmiş ülkede gerçekleşebilecek toplumsal değişimlerdir.

     2008’den bu yana aşılamayan bunalım, gelişmiş ülkeleri az gelişmişlerden daha kırılgan hale getiriyor. Bir yanda ekonomisini planlı biçimde geliştiren ve halkının yaşam düzeyini düzenli olarak yükselten ülkeler, diğer yanda-Mao’nun ifadesiyle- on parmağının altında on pireyle ne yapacağını bilemeyen “büyük devletler”…

     Artık emperyalist zincirin zayıf halkaları Avrupa ve Kuzey Amerika’da. Onları zayıf hale getiren, dünyayı sınırsızca sömürerek gelişmeleri oldu. Gelecek sömürü ve zulme boyun eğmeyen ezilenlerden yanadır. Gazze’de 7 Ekimde başlayan saldırının devamında İran’ın İsrail’e verdiği güçlü yanıt bunun bir işaretidir. 07.08.2026 M.Polat



[1] “Toplumsal pratik” derken, bilginin ortaya atıldığı ve sınandığı koşulları oluşturan üretim + bilimsel deney + sınıf mücadelesi toplamını kastediyoruz.

[3] Bu konuda geniş bilgi edinmek için şu yazıma bakılabilir:

https://mehmetpolat148.blogspot.com/2025/04/ticaret-savasi-degil-kapitalizmin.html#more

 

[6] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilin-kiev-buyukelcisi-ulkesindeki-patriot-fuzelerinin-ukraynaya-transfer-edildigini-bildirdi/3592889

[7] G7 zirvesinde Mertz İran’ı “terör rejimi” olarak tanımlarken,  İsrail için “Batı için kirli işleri üstlendi” diye savunuyordu. https://avrupadan.com/almanyadan-haberler/merz-israil-bizim-pis-islerimizi-yapiyor-31051

 

[8] https://mehmetpolat148.blogspot.com/2020/01/iran-abd-gerilimi-gelecegimizin.html

[9] İsrail’in yalnızca askerî hedeflere değil, su ve kanalizasyon gibi hayatî önemi olan altyapıya saldırma nedeninin rejimi değiştirmekten çok toplum düzenini bozarak ülkeyi parçalamaya dönük olduğu göz önünde tutulmalıdır. Suriye’de yaşananlar bunun örneğidir. İsrail daha ilk günlerde ülkenin önceden kalma askeri gücünü ve resmî bilgi kayıtlarını yok ederek kargaşa tohumları attı. Ardından güneydeki su zengini bölgelere el koydu. Ülkenin tarihi eserleri ve diğer zenginlikleri ise tıpkı Irak’taki gibi çoktan yağmalandı. İran’ı da bu bekliyor…

[10] https://mehmetpolat148.blogspot.com/2024/03/tarih-anlayisi-icin-notlar-evren.html#more

[11] Taliban iktidarı alır almaz ilk yaptığı işlerden biri, ülkede telefon altyapısı kurulması için uluslararası ihale açmak olmuştur. Tarihsel açıdan “ilerici” ama uyguladığı baskılar nedeniyle siyasi açıdan “gericidir”. Ve Çin’le yakınlaşırken ABD ile savaştığı için kendi ülkesinde “gerici” ama küresel açıdan “ilericidir”…

[12] https://www.rudaw.net/turkish/kurdistan/03032024

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi