Avrupa hayranı değiliz elbette, yalnızca eski bir sloganı hatırlatıyoruz. Galatasaray Avrupa’nın büyük takımlarını bir bir eleyerek 17 Mayıs 2000’de UEFA şampiyonu olmaya doğru ilerlerken, seyirciler Türkiye’nin AB’ye alınmayışını protesto için bu sloganı atardı. Kimi anketlere dayanılarak, o yıllarda kamuoyunun yüzde 70’lere varan oranda AB yanlısı olduğu öne sürülürdü. Oysa AB Türkiye’yi bünyesine almak için görüşme bile yapmıyor, Avrupa Parlamentosu (AP) kararıyla önce demokratikleşme ölçülerine uymasını istiyordu. 12 Eylül darbe anayasası yürürlükte olduğu için AP böyle bir karar almıştı. Ama dönemin siyasetçileri gerçeği çarpıtır ve “Müslüman olduğumuzdan dolayı bizi istemiyorlar” derdi. Bu yüzden geniş halk yığınları haksız yere Avrupa’dan dışlandığını düşünür ve takımının sahada Avrupa takımlarını yenmesini bunun intikamı gibi görürdü…
Türkiye’nin
AB’ye katılım görüşmeleri 2004’de Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığında yeniden
başladı. Bilindiği üzere AB’nin 1993’de kabul ettiği “Kopenhag kriterleri”
olarak adlandırılan ve bir toplumda demokratik işleyişin olup olmadığıyla
ilgili bazı ölçütleri vardı. Erdoğan’ın ilk yıllarında çıkartılan yasalarla
görünüşte bunlara uyulmuş ve AB Türkiye ile katılım görüşmelerini başlatma
kararı almıştı. Kolay anlaşılabilen başlıklar hızla görüşülüp karara
bağlanıyor, zorları geriye bırakılıyordu. Anayasaya göre Avrupa hukuku,
anlaşmaya varılan konularda iç hukukun üstünde kabul ediliyordu.
Elbette AB hukuk
ve siyasetten ibaret değil, bir de işin ekonomi yönü vardı. Bunun için 1992’de
“Maastricht Kriterleri” kabul edilmişti. Amaç, Avrupa ülkelerinde şirketlerin
önündeki siyasi engelleri kaldırarak, tüm kıtada liberal bir ekonomik düzen
kurulmasıydı. Türkiye siyasette demokratikleşmeyi reddetse de, ekonomide liberalleşmeyi 12 Eylül’den beri
fazlasıyla uyguluyordu. Bu yüzden AB görüşmelerinde siyaset alanında sorunlar
bir türlü bitmezken, 1 Ocak 1996’dan itibaren geçerli olan “Gümrük Birliği
Anlaşması” ile ülkenin kapıları AB sermayesine ve mallarına ardına kadar
açılmıştı… Durum, 1960’larda Avrupa’ya karşı çıkan Dev-Gençlilerin tam dile
getirdiği gibiydi: “Onlar ortak biz pazar…
Bu slogan, henüz
AB yerine “Avrupa Ortak Pazarı” adı kullanıldığı dönemlerden kalmaydı. Tansu Çiller
başbakanken 1995’de öyle bir gümrük anlaşması yapıldı ki, Avrupa ile
ilişkilerinde Türkiye sürekli sömürülen durumunda kaldı…
Yıllar içinde AB
ile yapılan bu tür sömürü anlaşmalarına, başka emperyalist kurumlarla imzalanan
yenileri eklendi. Çalışanların hakları sürekli budanarak, çevreye verilen
zararlar görmezden gelinerek, yabancı sermayenin Türkiye’ye kârlı yatırımlar
yapmasının önü açıldı. Şirketlerin kazançlarını istedikleri gibi yurtdışına
çıkarmaları kolaylaştırıldı. İster Batı, ister Rus, Arap sermayesi olsun fark
etmez; Türkiye’yi sömürmek isteyen herkesin kendini ülkesindeymiş gibi
hissetmesi için her tür olanak sağlandı. Ve doğal olarak bu işleyişin iç yüzü
anlaşılmasın diye, siyasi özgürlüklerin önü kesilmeye başlandı. Böylece AB’nin
demokratikleşme ölçülerinden giderek uzaklaşıldı. Sonunda geçen hafta AP tıpkı
12 Eylül darbesi sonrasındaki gibi, Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin
izlenip incelenmesi kararı aldı. Bir
yandan AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) referandumun adil
geçmediğine ilişkin bir ön rapor hazırlamışken diğer yandan AP tarafından
alınan bu karar, yeni rejime sıcak bakılmadığını gösteriyordu…
***
Ülkemizi
yönetenler ya da bunlara yön vermeye çalışan yabancı akıl hocaları sık sık “Türkiye
bir Orta Avrupa değil, Ortadoğu ülkesidir” der. (Ben İngiliz kökenli olan
“Ortadoğu” yerine, eski zamanlardaki gibi “Arap Yarımadası” diyorum.) Bunu, üç
kıtayı birleştiren su ve karayollarının kesişme noktasında olması nedeniyle
taşıdığı güvenlik risklerini hatırlatmak amacıyla söylerler. Evet, doğru;
coğrafyanın bu ülkede yaşayanlar üzerinde tarih boyu gösterdiği etki, herhangi
bir ülkedekinden fazladır. Bir geçiş ülkesi olmamız dışında doğal
özelliklerimizle de herkesin ilgi odağıyız. Dolayısıyla yabancıların bizde
gördüğü değer kendilerine benziyor oluşumuz değil, tam tersine kendilerinde bulunmayan
bir şeyi bizi ele geçirerek kazanmak istemesinde saklıdır. “Biz” kimdir?
Örneğin bu
ülkede kısmen laik bir anlayışı benimsemiş, çoğu gençlerden oluşan, Müslüman
kültürünün egemen olduğu bir toplumsal yapı var. NATO üyesi, liberal ekonomiyi
iyi kötü sahipleniyor ve Batılıların ulaşmakta zorluk yaşadığı bütün ülkelere
komşu. AB’nin bu tür nitelikler taşıyan bir toplumu “Müslüman” olduğu
gerekçesiyle bünyesine katmaması için kafayı yemiş olması gerekir. Emperyalizm
kazanç olanağı bulduğu bir yerde din, milliyet, kültür, ırk farkı gözetmez. Tam
bir Mevlevî anlayışıyla, “kim olursan ol, gel” der. Öyleyse AB’nin bugün
Türkiye’ye karşı tutumunu sertleştirmesinin nedeni yöneticilerimizin ileri
sürdüğü gibi “bizi istemiyorlar” misali safsatalar değil, başka bir şeydir. Bu
da, Türkiye’yi AB’ye katmakla yeterince kazançlı çıkacağına ikna olmayışıdır.
80 milyonluk Türkiye nüfusu bir Alman, Fransız, Hollanda vs. halkı ile eşit
koşullarda Avrupa’ya yayılacak ama bu ülkeler kadar büyük bir ekonomik kazanç
sağlamayacak... En iyisi, böyle mesafeli dursun…
AB böyle
düşünürken, ülkemiz egemenleri ne düşünüyor? Başkalarının ülkemizde gördüğü
zenginlikleri onlar da bir bankacı, sanayici, ihracatçı, müteahhit ya da
siyasetçi olarak görüyorlar… Neden ellerindeki kazanç kapılarının büyük kârını
başkaları, küçük bir komisyonunun kendileri alsın? İşte bu yüzden egemenlerimiz
de sık sık “vatan, millet, bayrak” diyerek sanki Avrupa’ya, Amerika’ya, NATO’ya
vs. kafa tutar gibi konuşurken, aslında ellerindeki kârlı olanakları paylaşmak
istemediklerini dile getirmiş oluyorlar.
Elbette
bazılarının sandığı gibi bu bağımsızlıkçı bir anlayış olarak kabul edilemez. Yalnızca,
emperyalizmle ilişkilerini eskiden olduğu gibi değil, kendileri açısından biraz
daha iyi koşullarda sürdürülmesi mücadelesi yapıyorlar. Kimin hesabına iyi? Bizim
gibi alınteriyle geçinen işçi, işsiz, köylü, esnaf, memur, emekli, öğrenci, ev
kadınlarının değil elbette; toplumun en iri, en kanlı canlılarının hesabına bir
iyiliktir istedikleri…
Maliye Bakanı
Mehmet Şimşek geçen hafta birçok gazetede yer aldığı üzere, Türkiye
Müteahhitler Birliğinin genel kurulunda “hukukun iyi işlediği ülkelerde iş
yapmanın daha kolay olduğunu ama kâr marjlarının diğer ülkeler kadar yüksek
olmadığını” söyledi. Devamında, dünyada 40 trilyon dolara yakın bir paranın
yatırım yapacak yer aradığını belirtti. Her şey çok açık değil mi? Sanki kredi
değerlendirme kuruluşları ya da AP, AGİT, ABD başkanının Türkiye’ye demokrasi
eksikliği yüzünden zorluk çıkardığı sanılıyor. Ama Şimşek demokratik
toplumlarda diğerleri kadar yüksek kâr elde edilemediğine hatırlatmakla bu tür
yanılsamalara net bir biçimde son veriyor. Ve ardından “reform” yapmaktan
bahsediyor. Yanlış anlaşılmasın, bu siyasi reform değil; vergileri, kredileri,
ayrıcalıkları şirketler lehine yeniden düzenleyecek bir “reform”… Bugün AB ya da ABD gibi ülkelerle iktidar
arasında “demokrasi” ya da “Suriye’nin paylaşılamaması” sorunu yok, bir “kârdan
pay alma” tartışması var yalnızca. Biraz
itişip kakıştıktan sonra nasıl olsa pastayı paylaşmanın bir yolunu bulurlar.
Kimse kimseye kapıları tam olarak kapatmaz. Bu gibi durumlarda pasta çalışanların
emek ve alınteri olduğundan, herkes kendi kamuoyunu yanına almak amacıyla
karşıya geri adım attığını ileri sürer. Yani sonuç ne olursa olsun, bize hayrı
yoktur…
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil