Blog Arşivi

30 Nisan 2017 Pazar

“AVRUPA, AVRUPA DUY SESİMİZİ!”


Avrupa hayranı değiliz elbette, yalnızca eski bir sloganı hatırlatıyoruz. Galatasaray Avrupa’nın büyük takımlarını bir bir eleyerek 17 Mayıs 2000’de UEFA şampiyonu olmaya doğru ilerlerken, seyirciler Türkiye’nin AB’ye alınmayışını protesto için bu sloganı atardı. Kimi anketlere dayanılarak, o yıllarda kamuoyunun yüzde 70’lere varan oranda AB yanlısı olduğu öne sürülürdü. Oysa AB Türkiye’yi bünyesine almak için görüşme bile yapmıyor, Avrupa Parlamentosu (AP) kararıyla önce demokratikleşme ölçülerine uymasını istiyordu. 12 Eylül darbe anayasası yürürlükte olduğu için AP böyle bir karar almıştı. Ama dönemin siyasetçileri gerçeği çarpıtır ve “Müslüman olduğumuzdan dolayı bizi istemiyorlar” derdi. Bu yüzden geniş halk yığınları haksız yere Avrupa’dan dışlandığını düşünür ve takımının sahada Avrupa takımlarını yenmesini bunun intikamı gibi görürdü…


Türkiye’nin AB’ye katılım görüşmeleri 2004’de Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığında yeniden başladı. Bilindiği üzere AB’nin 1993’de kabul ettiği “Kopenhag kriterleri” olarak adlandırılan ve bir toplumda demokratik işleyişin olup olmadığıyla ilgili bazı ölçütleri vardı. Erdoğan’ın ilk yıllarında çıkartılan yasalarla görünüşte bunlara uyulmuş ve AB Türkiye ile katılım görüşmelerini başlatma kararı almıştı. Kolay anlaşılabilen başlıklar hızla görüşülüp karara bağlanıyor, zorları geriye bırakılıyordu. Anayasaya göre Avrupa hukuku, anlaşmaya varılan konularda iç hukukun üstünde kabul ediliyordu.

Elbette AB hukuk ve siyasetten ibaret değil, bir de işin ekonomi yönü vardı. Bunun için 1992’de “Maastricht Kriterleri” kabul edilmişti. Amaç, Avrupa ülkelerinde şirketlerin önündeki siyasi engelleri kaldırarak, tüm kıtada liberal bir ekonomik düzen kurulmasıydı. Türkiye siyasette demokratikleşmeyi reddetse de,  ekonomide liberalleşmeyi 12 Eylül’den beri fazlasıyla uyguluyordu. Bu yüzden AB görüşmelerinde siyaset alanında sorunlar bir türlü bitmezken, 1 Ocak 1996’dan itibaren geçerli olan “Gümrük Birliği Anlaşması” ile ülkenin kapıları AB sermayesine ve mallarına ardına kadar açılmıştı… Durum, 1960’larda Avrupa’ya karşı çıkan Dev-Gençlilerin tam dile getirdiği gibiydi: “Onlar ortak biz pazar…

Bu slogan, henüz AB yerine “Avrupa Ortak Pazarı” adı kullanıldığı dönemlerden kalmaydı. Tansu Çiller başbakanken 1995’de öyle bir gümrük anlaşması yapıldı ki, Avrupa ile ilişkilerinde Türkiye sürekli sömürülen durumunda kaldı…

Yıllar içinde AB ile yapılan bu tür sömürü anlaşmalarına, başka emperyalist kurumlarla imzalanan yenileri eklendi. Çalışanların hakları sürekli budanarak, çevreye verilen zararlar görmezden gelinerek, yabancı sermayenin Türkiye’ye kârlı yatırımlar yapmasının önü açıldı. Şirketlerin kazançlarını istedikleri gibi yurtdışına çıkarmaları kolaylaştırıldı. İster Batı, ister Rus, Arap sermayesi olsun fark etmez; Türkiye’yi sömürmek isteyen herkesin kendini ülkesindeymiş gibi hissetmesi için her tür olanak sağlandı. Ve doğal olarak bu işleyişin iç yüzü anlaşılmasın diye, siyasi özgürlüklerin önü kesilmeye başlandı. Böylece AB’nin demokratikleşme ölçülerinden giderek uzaklaşıldı. Sonunda geçen hafta AP tıpkı 12 Eylül darbesi sonrasındaki gibi, Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin izlenip incelenmesi kararı aldı.  Bir yandan AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) referandumun adil geçmediğine ilişkin bir ön rapor hazırlamışken diğer yandan AP tarafından alınan bu karar, yeni rejime sıcak bakılmadığını gösteriyordu…

***
Ülkemizi yönetenler ya da bunlara yön vermeye çalışan yabancı akıl hocaları sık sık “Türkiye bir Orta Avrupa değil, Ortadoğu ülkesidir” der. (Ben İngiliz kökenli olan “Ortadoğu” yerine, eski zamanlardaki gibi “Arap Yarımadası” diyorum.) Bunu, üç kıtayı birleştiren su ve karayollarının kesişme noktasında olması nedeniyle taşıdığı güvenlik risklerini hatırlatmak amacıyla söylerler. Evet, doğru; coğrafyanın bu ülkede yaşayanlar üzerinde tarih boyu gösterdiği etki, herhangi bir ülkedekinden fazladır. Bir geçiş ülkesi olmamız dışında doğal özelliklerimizle de herkesin ilgi odağıyız. Dolayısıyla yabancıların bizde gördüğü değer kendilerine benziyor oluşumuz değil, tam tersine kendilerinde bulunmayan bir şeyi bizi ele geçirerek kazanmak istemesinde saklıdır. “Biz” kimdir?

Örneğin bu ülkede kısmen laik bir anlayışı benimsemiş, çoğu gençlerden oluşan, Müslüman kültürünün egemen olduğu bir toplumsal yapı var. NATO üyesi, liberal ekonomiyi iyi kötü sahipleniyor ve Batılıların ulaşmakta zorluk yaşadığı bütün ülkelere komşu. AB’nin bu tür nitelikler taşıyan bir toplumu “Müslüman” olduğu gerekçesiyle bünyesine katmaması için kafayı yemiş olması gerekir. Emperyalizm kazanç olanağı bulduğu bir yerde din, milliyet, kültür, ırk farkı gözetmez. Tam bir Mevlevî anlayışıyla, “kim olursan ol, gel” der. Öyleyse AB’nin bugün Türkiye’ye karşı tutumunu sertleştirmesinin nedeni yöneticilerimizin ileri sürdüğü gibi “bizi istemiyorlar” misali safsatalar değil, başka bir şeydir. Bu da, Türkiye’yi AB’ye katmakla yeterince kazançlı çıkacağına ikna olmayışıdır. 80 milyonluk Türkiye nüfusu bir Alman, Fransız, Hollanda vs. halkı ile eşit koşullarda Avrupa’ya yayılacak ama bu ülkeler kadar büyük bir ekonomik kazanç sağlamayacak... En iyisi, böyle mesafeli dursun…

AB böyle düşünürken, ülkemiz egemenleri ne düşünüyor? Başkalarının ülkemizde gördüğü zenginlikleri onlar da bir bankacı, sanayici, ihracatçı, müteahhit ya da siyasetçi olarak görüyorlar… Neden ellerindeki kazanç kapılarının büyük kârını başkaları, küçük bir komisyonunun kendileri alsın? İşte bu yüzden egemenlerimiz de sık sık “vatan, millet, bayrak” diyerek sanki Avrupa’ya, Amerika’ya, NATO’ya vs. kafa tutar gibi konuşurken, aslında ellerindeki kârlı olanakları paylaşmak istemediklerini dile getirmiş oluyorlar.

Elbette bazılarının sandığı gibi bu bağımsızlıkçı bir anlayış olarak kabul edilemez. Yalnızca, emperyalizmle ilişkilerini eskiden olduğu gibi değil, kendileri açısından biraz daha iyi koşullarda sürdürülmesi mücadelesi yapıyorlar. Kimin hesabına iyi? Bizim gibi alınteriyle geçinen işçi, işsiz, köylü, esnaf, memur, emekli, öğrenci, ev kadınlarının değil elbette; toplumun en iri, en kanlı canlılarının hesabına bir iyiliktir istedikleri…


Maliye Bakanı Mehmet Şimşek geçen hafta birçok gazetede yer aldığı üzere, Türkiye Müteahhitler Birliğinin genel kurulunda “hukukun iyi işlediği ülkelerde iş yapmanın daha kolay olduğunu ama kâr marjlarının diğer ülkeler kadar yüksek olmadığını” söyledi. Devamında, dünyada 40 trilyon dolara yakın bir paranın yatırım yapacak yer aradığını belirtti. Her şey çok açık değil mi? Sanki kredi değerlendirme kuruluşları ya da AP, AGİT, ABD başkanının Türkiye’ye demokrasi eksikliği yüzünden zorluk çıkardığı sanılıyor. Ama Şimşek demokratik toplumlarda diğerleri kadar yüksek kâr elde edilemediğine hatırlatmakla bu tür yanılsamalara net bir biçimde son veriyor. Ve ardından “reform” yapmaktan bahsediyor. Yanlış anlaşılmasın, bu siyasi reform değil; vergileri, kredileri, ayrıcalıkları şirketler lehine yeniden düzenleyecek bir “reform”…  Bugün AB ya da ABD gibi ülkelerle iktidar arasında “demokrasi” ya da “Suriye’nin paylaşılamaması” sorunu yok, bir “kârdan pay alma” tartışması var yalnızca.  Biraz itişip kakıştıktan sonra nasıl olsa pastayı paylaşmanın bir yolunu bulurlar. Kimse kimseye kapıları tam olarak kapatmaz. Bu gibi durumlarda pasta çalışanların emek ve alınteri olduğundan, herkes kendi kamuoyunu yanına almak amacıyla karşıya geri adım attığını ileri sürer. Yani sonuç ne olursa olsun, bize hayrı yoktur…

1 yorum:

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi