Karşılıksız seven yakınları varsa, çocuk şanslıdır. Bunun dışında itilip kakılır, çalıştırılır, öğüt verilir, kulağı çekilir, sıranın en arkasına atılır, tembeldir, sorumsuzdur, potansiyel suçludur… Eşitsizliğin hüküm sürdüğü toplumlarda büyümek, yetişkinlere karşı savaşmak gibidir. Çocuk savaşmayı ne bilsin, birilerinin onun için savaşması gerekir. Bu da kolay değildir. Eşitsizlik ve adaletsizliğe karşı mücadele veren herkes, bunun eşit güçler arasında geçmediğini bilir. Yalnızca güçlü ve haksız olanla değil, haksızlık ortamında yaşamak zorunda kalmanın sende yolaçtığı güçsüzlüklerle de boğuşman gerekir. Bu yüzden, adalet savaşçıları genellikle yoksul ve dışlanmışlar arasından çıkar. Ve her şeyi anlayan, öğrenen ama birçok şeyi bilmeyen, yaşamak için tükettiğinin henüz karşılığını veremeyen çocuklar için de savaşır. Toplumun geleceği adına…
Çocuk zengin ve
soylu bir aileden olabilir. Ama kişisel olarak hiçbir şeyi yoktur. Hiçbir şeyi olmayanlar
adına savaşmak, onlar için her şeyi istemek demektir. Yaşanan hayatın
pespayeliği yüzünden elinde çok az şeyin varken, böyle bir savaşı anlamını
bilerek sürdürmekte zorlanırsın. Sonsuz inat, ısrar ve fedakârca dayanışma
gerektirir. Bu yüzden, kürsülere çıkıp “asalım, keselim, hadım edelim” diye
nutuk atmak en kolayıdır. Zaten varolan yasaların üstüne yenileri yapılır. Ne
önemi var, nasıl olsa adaletsizlikler diyarında hiç biri uygulanmayacaktır. Çocuk,
ortak geleceğimiz ve ortak geçmişimizdir. Önemsenmediği gibi bir de zarar
görüyorsa, toplum çürüyor demektir. Çürümenin
göbeğinde debelenenler kokuyu duymazlar. Bir de “bu konularda çok hassasız” diyerek,
çürük yerleri örterler.
Çocuk beyaz bir
kâğıttır, toplum üstüne ne yazarsa, büyüdüğünde o olur. İyiliğinden değil,
içinde “iyi” ya da “kötü” doğuştan gelen hiçbir şey taşımadığı için masumdur. Herkes
korkak, cesur, ikiyüzlü, acımasız, sevecen vb karakter özelliklerinin hepsine
yatkındır. Çocukken hayat hakkında çok az şey biliriz; bilinçli ya da
bilinçsiz, belli koşullarda yaşamak zorunda kaldıkça bir şeyler öğrenir ve
bunları kullanışımızla orantılı bir hayat süreriz. Toplumsal varoluş koşulları,
kim ve neci olacağımızı belirler.
Şu iki şey insan
türünü diğer canlılardan ayırır: bedenine oranla en büyük beyne sahip olması ve
yaşamını toplumsallaşarak sürdürmesi. Türümüzün doğada boy göstermeye başlaması
yenidir. Bugünkü insana benzeyen canlılara ait en eski örnekler birkaç yüz bin
yıl, tarım sayesinde yerleşik toplum düzenine geçişimiz ise ancak birkaç on bin
yıl kadar öteye gider. Oysa at, çakal, gergedan gibi hayvanların bugünkü halini
alışı milyonlarca yıl, arı, karınca gibi sürü halinde yaşayan böceklerinki ise
yüz milyonlarca yıl önce tamamlanmıştır. İnsanın dünyada bu kadar kısa sürede
ve bu denli yaygınlaşarak çevresini başka canlıların yapmadığı ölçüde büyük bir
değişime uğratması, düşünme yeteneği ve toplumsal yaşamının birbirini
beslemesinin sonucudur. İnsanın fiziksel
özellikleri, diğer pek çok canlı gibi doğada yalnız başına yaşamasına yeterli
değildir. Bu eksiğini, düşünme yetenekleri sayesinde giderir. İnsan zihni
hızlı, yaygın ve derinlemesine işler. Çabuk öğrenir, öğretir, uygular ve
yaptıklarının sonuçlarını denetleyerek mükemmelleştirir. Böylece insanla ilgili
her şey, neden ve sonuçları bakımdan toplumsal nitelik kazanır. Eğer iyi
özellikleri üreten toplumsal nedenler güçlendirilir ve kötü özelliklere yol
açanlar azaltılabilirse, birkaç yüzyıl içinde bugünkü ile karşılaştırılamayacak
kadar mutlu bir toplumsal yaşama geçilebilir.
Ama önce bugünün
eşitsiz koşullarını değiştirmeye öncülük edeceklerin eğitilmesi gerekir. Bir
kez bu sağlanarak değişim başlatıldığında,
önceki koşulların eseri olan kötü sonuçlar da ortadan kalkacaktır.
Böylece bugünün bencil, bireyci, rekabetçi, “her koyun kendi bacağından asılır”
zihniyetiyle sürdürülen ve birçok kötülüğün kaynağı olan hayatın yerini,
toplumun genel çıkarlarına uygun olarak yaşanan yeni bir hayat alacaktır.
Her insan
fiziksel engeller dışında, benzer özelliklere sahip olarak doğar. Kiminin sesi
daha güzel olabilir. Ama asgari bir müzik eğitimi sayesinde, herkesin kulak
tırmalamayacak kadar iyi şarkı söylemesi mümkündür. Öğrenmek-öğretmek,
toplumsal özelliğimizdir. Bu konudaki yeteneklerimizi, bizi maymundan ayıran
genetik fark sayesinde sahip olduğumuz beyin kapasitemize borçluyuz. Maymun
zamanla insana dönüşmemiş, genetik bir yol ayrımı sonrası insan türü ortaya çıkmıştır.
Yaşamsal dürtülerimiz bakımından diğer canlılardan farkımız yoktur. Acıkır,
yer, içer, acıdan kaçar, neslimizi sürdürürüz vs. Ancak bunları doğal olarak
değil, toplumsal yaşamın kodlamaları çerçevesinde ve “her yiğidin bir yoğurt
yiyişi vardır” misali farklı yaşam tarzları içinde yaparız. Dürtülerimiz “yemek
ye” der. Nasıl yiyeceğimizi ise aldığımız toplumsal eğitim söyler.
Başkalarından öğrenir, yaptıklarımızı ve öğrendiklerimizi karşılaştırarak yeni
sonuçlara varır, bunu başkalarına aktarırız. Aktarım için mutlaka anlatmak
gerekmez, gözlem, taklit, tahmin de yeterlidir. Şimdilerde bu işleri medya
üstlenmiş durumda. Ne yapmak gerektiğini, egemen medya söylüyor. Bu çerçevede,
her yaptığımız öğrenilmiş bir davranıştır. Eğer yanlışsa, doğrusu da
öğrenilebilir. Dolayısıyla bir davranışın faili belli bir kişi olsa da, arkasında
her zaman toplumsal varoluş koşulları yatar. Evet, toplum düzeninin korunması
için suç cezalandırılmalıdır. Ancak düzeninin iyileştirilmesi için ceza yetmez,
suçu yaratan koşulların ortadan kaldırılması gerekir. Koruma, suçu oluşturan
koşullara teslimiyeti; iyileştirme ise suçun başkaları tarafından da
öğrenilemeyeceği farklı koşullar yaratılmasını içerir.
Son günlerin
gözde konusu “çocuk tacizi” sorununa geleceğim. Eskiden “tecavüz” denirdi,
şimdi eylemi genelleştirip yumuşatarak “taciz” deniyor. Biz de bu anlam
genişletmesine uyuyor ve yazının başında belirttiğimiz doğrultuda, çocuk
tacizlerini eşitsiz toplumsal yaşamın bir parçası olarak görüyoruz. Taciz
yalnızca yetişkin erkekler tarafından yapılmıyor, bütün yetişkinlerden
zayıflara ve daha çok, çocuktan çocuğa yapılıyor. Tepkimizin biricik nedeni
çocukların masumiyeti değil, aynı zamanda hepimiz bir zamanlar çocuktuk ve
taciz yaşamadıysak bile kurbanlar olduğunu duyduk, gördük, bu konuda defalarca
uyarıldık. Sorun geçmişte ve bugün, hep toplumsal nitelikteydi. Eskiden,
“manevi değerlere önem verilmediği için böyle oluyor” denirdi. Şimdi bu
değerlere önem verenler yönetimde ve suçun yaygın olarak işlendiği yerler
arasında “manevi değer” üretilen alanlar geliyor. Bu kez de laik çevreler karşı
suçlamada bulunuyor. Uzmanlar, çocuklara yönelik cinsel suçlarda failin hasta
biri olmadığını, normal ve eğitimli olduğunu, kendini genellikle öğretmen,
antrenör, din elemanı, sağlık çalışan vb. güvenilir kişi olarak gizlediğini belirtiyor.
Pedofili, saldırganın genlerinde yazılı
bir davranış biçimi değil, öğrenilmiş bir tatmin yolu. Unutmayalım, tacizci de
bir zamanlar çocuktu. Uzmanlar, tacizcinin de genellikle taciz kurbanı olduğunu
söylüyor. Elbette her suç cezalandırılmalı. Ancak hukukta ceza ne kadar
ağırlaştırılırsa suç o kadar azalır diye bir anlayış yoktur. Çünkü böyle bir
yol yalnızca, suçu örtbas etme girişimlerini arttırır. Öte yandan bu anlayış
suçun nedenini suçluymuş gibi göstermekle ilgilidir ve “o da mini etek giymeseydi”
diyerek mağduru suçlamak gibidir. Yalnızca 2016 yılında çocuklara yönelik
cinsel suçlarla ilgili 15 bin dolayında dava açılmış. Bir de yargıya
bildirilmeyenler var. Bu bile suçun bireysel tanımlara sığmayacak kadar büyük
olduğunu gösteriyor. TBMM’de 2010 yılında bu suçlarla ilgili “Lanzarote
Sözleşmesi” olarak bilinen ve Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanan bir sözleşme
onaylanmış ve yapılacaklar sıralanmış. Adalet Bakanı’nın ağzından, “kimyasal
hadım” dışında bir söz duyan var mı? Sorunu görmezden gelmekle abartılı cezalar
önermek arasında bir fark yoktur. Toplumsal bir sorun, muhaliflerin ısrarlı
çabası olmaksızın açığa çıkartılamaz ve çözüm geliştirilemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.