İletişim ve ulaşımın kıt zamanlarında, genellikle yaz sonuna doğru panayırlar düzenlenirdi. Panayır; tarım toplumlarında binlerce yıldır yapılan hasat şenliklerinin devamı gibi, yeni sanayileşen toplumlarda yöresel ticaret ve eğlenceyi birleştiren bir olaydı. Yakın çevrenin üretici ve esnafı malını getirir, alışverişe gelenler ise dönme dolap, çadır tiyatrosu, sihirbazlık gösterileriyle eğlenme olanağı bulurdu.
Bugün iletişim
ve ulaşım kolay, internetten satın aldığımızı kargo kısa sürede kapımıza getiriyor.
Hız, dünyayı bir köy gibi görmemize yol açıyor. Ama bu durum da, toplumsal
çelişkilerin büyüdüğünü görmeyi engelliyor. Örneğin, üretimin bu kadar
artmasına rağmen kârı paylaşamayan emperyalistlerin neden ticaret savaşı
yaptığını anlamıyoruz. İki mahalle ötede ne yaşandığını bilmiyoruz ama New York
borsasından Antartika’daki hava sıcaklığına kadar binlerce küresel olaydan
haberimiz oluyor. Yeryüzündeki asıl hareketli alanlar her ne kadar emperyalistlerin
uğruna rekabet ettiği doğal kaynak açısından zengin ya da stratejik bakımdan
önemli bölgeler olsa da; buralarda eğlenilmiyor, savaşılıyor. Direnen halklar kıyım
ve katliamlara uğratılırken, teslim olanlar acımasızca sömürülüyor. Biz, suçun
direnenlerde olduğunu sanıyoruz. Böylece eğlencenin dibine vurulan spor ve
sanat alanları, dünyanın panayır yerlerine dönüşüyor. Çok önemliymiş gibi,
buralarda yaşananlar günler boyu televizyonlardan aktarılıyor. Elbette kaderimiz
buralarda belirlenmiyor; ancak gerçekleşmiş bir kaderden başka bir şey olmayan
tarihin izlerini buralarda da görebiliyoruz.
Putin’in
Rusyası’nda düzenlenen 21. Dünya Kupasının, toplam nüfusu 144 milyon olan Federasyon
halklarına maliyeti yaklaşık 15 milyar dolar oldu. Bu miktar, geçen dünya
kupasını düzenleyen Brezilya’nınkine yakın. Hatırlanacağı üzere yüzbinlerce
kişi 2014 dünya kupasını protesto etmiş ve betona yatırılan paranın sosyal
harcamalara aktarılmasını istemişti. Nitekim haklı çıktılar. Bir futbol ülkesi olan
Brezilya’da bile yapılan stadyumlar atıl hale geldi. Gazeteler, 72 bin kişilik
Mane Garrincha stadyumunun bugün otopark olarak kullanıldığını, Natal’dakinde
düğün organizasyonları yapıldığını, Manaus’taki Amazon Stadyumunun da
hapishaneye çevrileceğini yazıyor. Benzer bir durum 2010 şampiyonasının
düzenlendiği Güney Afrika’da da yaşanmış. Ve aynısı Rusya için de geçerli.
Örneğin turnuvanın gollü maçlarının oynandığı Soçi’ye 48 bin kişilik bir
stadyum yapıldı. Ama bu kentte yalnızca birkaç bin taraftarlı ve ikinci ligde
oynayan bir takım var. Yani şampiyona sonrasında yeni stadyum kendi
masraflarını karşılayamayacak. Buna rağmen, Putin’e “hayır” deme olanağı
bulunmayan Soçi belediye başkanı durumdan memnun görünüyor.
Eskiden bu tür
organizasyonları, dünyanın “büyük beyaz” ülkeleri olan Kuzey Amerika ve Batı
Avrupalılar düzenlerdi. Son yıllarda Brezilya, Güney Afrika, Rusya, Çin gibi
yeni yükselen ülkelerin öne çıktığı görülüyor. Türkiye de böyle bir
organizasyon almak için can atıyor. Gerekçe olarak, “ekonomi gelişecek, turist
gelecek” deniyor. Yalan. Yalnızca, inşaat şirketleri yeni ihaleler alacak.
İnşaat, başka sektörleri de etkilediği için ekonomide büyümeye yol açar. Ama
üretken bir sektör değildir. İnşaatla ne sanayide atılım yapabilirsiniz, ne
yeni eğitilmiş işgücü kazanırsınız, ne de toprağınızın verimliliği artar.
Bankalar, reklâmcılar, nakliyeciler, aracılar, medya kazanır. Turist sayısı
artmaz. Çünkü organizasyonu izlemek için gelen kadar, gürültü patırtı yüzünden
gelmekten vazgeçen de olur. Üç-beş kişilik fark için bunca para harcamaya
değmez. Eğer ülkede spor geleneği yerleşmemişse, sağa sola stadyum yaparak
sporu geliştireceğinizi de söyleyemezsiniz.
Futbol; büyük
yatırımlar gerektirmeyen, oynamak için düz bir alanla topun yeterli olduğu,
basit ve eğlenceli bir oyun. Kuralları kolay
öğreniliyor, her yaş ve cinsten insan rahatça oynayabiliyor. Bu nedenlerle ve
toplumda yaygın olan her şey gibi; yöneticileri kim olursa olsun, futbolun asıl
sahibi toplumun çoğunluğunu oluşturan alt tabakalardır. Sömürge halklarına
şirin görünmek amacıyla ve bir “halkla ilişkiler çalışması” olarak, dünyanın
dört bir yanına İngilizler tarafından götürülmüş. Ancak hayatın kuralıdır,
egemenin kendi çıkarı için açtığı yollar ergeç tersine işlemeye başlar ve
kendine karşı kullanılır. Futbolu öğrenen sömürge halkları da kısa sürede,
oyunu emperyalist düşmanlarını altetmenin sembolü gibi görmeye başlamışlar. Bu
gelenek bugün de sürüyor. Stadyum ve televizyon başındaki milyonlarca seyirci,
bir Afrika ya da Güney Amerika takımının “büyük beyaz” takımlarından birini
yenmesini, en azından final maçı kadar heyecanla ve zevk alarak izliyor.
Emperyalistler
ırkçılığı ve dinsel fanatizmi destekler. “Böl ve yönet” politikaları için. Çünkü
dünya halklarının anlamsız nedenlerle birbirine girmesi, sömürüyü
kolaylaştırır. Ama emperyalistler kendileri dincilik ve ırkçılık yapmazlar.
Büyük beyazların takımlarına ilk kara derili oyuncular alınmaya başlandığında,
birkaç ırkçı mırın kırın etti ama sesleri çabuk bastırıldı. Bugün bazı futbol
entelektüelleri dünya şampiyonu olan Fransa’da oynayan Afrika kökenli
oyunculara bakıp, “ne güzel, futbolun kardeşliği sahada” misali ahmakça
cümleler kuruyorlar. Evet, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin spor
alanlarında ırk ayrımcılığı yapılmıyor gibi görünüyor. Ama zaten böyle bir
ayrımcılığın asıl yapıldığı alan buralar değil ki. Örneğin sahada büyük beyaz
bir ülke için gol atan her siyah oyuncunun karşılığında, göçmen olarak aşmaya
çalıştığı denizin dibinde yatan onlarca siyah çocuk ve kadın var. Milli ya da
değil, herhangi bir futbol takımına büyük paralarla transfer olan her kara derili
için; Paris’in varoşlarında aynı çatı altında bir düzine insanın barındığı
onlarca kara derili evi var. Büyük beyaz ülkenin liginde gol kralı olan siyah
derili futbolcunun lüks arabasıyla geçtiği bulvarlarda, varoşlardan gelen kara
derili ancak potansiyel suçlu olabilir.
Futbol bir
kentli oyunu. Eskiden boş arsalar, çocukların doğaçlama yetiştiği futbol
okulları gibiydi. Bugün dünyanın büyük kentlerinde, kapitalizmin geleneksel kâr
alanı olan emlâk spekülasyonları sayesinde boş arsa kalmadı. Futbolun (ve daha
pek çok oyunun) yeni yıldızları artık dünyanın “boş arsaları” sayılan Afrika,
Orta Asya, Hindistan ve çeşitli ada ülkelerinde yetişiyor. Güney Amerika’yı
saymıyoruz, burası çoktan “okullu” oldu ve futbol endüstrisinin üretim alanına
döndü. Benzer bir gelişmeyi dünyanın dört bir yanına taşıyarak geleceğin
futbolcularını izleyen, okullar kurup eğiten, rezerv takımlar ve ligler kurup
oynatan şirketler var. Geleceğin potansiyel yıldızları, henüz tek basamaklı
yaşlardayken bulunup, hazırlanıyor. Bu, kapitalist ekonominin kriz içinde
olmasıyla yakından ilintili bir durum. Elde çok büyük zenginlikler birikiyor
ama kârlı yatırım yapacak alan bulunamadığından, bu zenginlik ölü yatırımlara
gidiyor. Uyuşturucu ticaretinden savaşlara, sanattan spora, inşaattan lüks
tüketime, borsa oyunlarından spekülasyona kadar uzanan geniş bir alandaki
harcamalar, sermayeye dönüştürülemeyen zenginliklerden kâr sağlamak amacıyla yapılıyor.
Üstelik böyle yapmakla hem yoksul halk kitleleri boş zamanlarında oyun
izleyerek oyalanıyor, hem de gençlerin bireysel başarılar üzerinden zengin olma
hayalleri besleniyor. En eski eğlenme yolumuz olan oyun, günümüz kapitalizminin
kâr elde etme ve kitleleri yönlendirme aracı haline getiriliyor. Dünya
şampiyonaları, bu alandaki gelişmelerin sergilendiği ve ürünlerin satış için
pazara sunulduğu yerler oluyor. Şampiyon olan takım, 38 milyon dolar
kazanacaktı, ne önemi var. Finale kalan bir takımın savunma oyuncusu bile tek
başına bu fiyata satılıyor. Bütün futbol
şampiyonalarında gözler Maradona’yı arıyor. Aslında sahada Maradona gibi
davranan birçok oyuncu var ama hiç biri onun gibi değil. Çünkü aradığımız
başka; oyunun para için değil, oyun
zevki için oynanmasını arıyoruz.
Maradona, sahada ve dışında bunu bize veren son kişiydi. Oyunun gereğini
yaptığı ölçüde biz seyircileri de mutlu ediyordu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.