Yüksek katılımlı (% 86,2) bir seçim daha geride kaldı. Son yıllarda, 12 Eylül 2010 referandumu (% 77,4) ve 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanı seçimi (% 73,7) dışında katılım hep % 80’lerin üzerindeydi. Birçok ülkede bu oran çok daha aşağılarda oluyor. Elbette bunun ülkelere göre farklı nedenleri var. Zengin ülkelerde az çok oturmuş bir düzen hüküm sürüyor ve hükümetleri, kendilerine bağımlı ülkelerden elde edilen aşırı kârların bir bölümünü seçmenlerine dağıtıyor. Dolayısıyla sosyal hak ve ücretlerde kısıntıya gidilmediği sürece halk siyasetle ilgilenmiyor. İlgilenmesi gerektiğinde de bunu sokağa çıkarak yapıyor. Sorunlar genellikle uzlaşarak yumuşatıldığından, gelişmiş ülkelerde herkes seçimin bir şeyi değiştirmeyeceğini çok iyi biliyor. Emperyalizme bağımlı ülkelerde ise altyapı eksikliği, yoksulluk ve cehalet; seçime ilgisizliğin başlıca nedenleri. Bıçak kemiğe dayandığında ise sert çatışmalar, iç savaş ve darbelerin yanında seçim önemsiz kalıyor. Türkiye ikisi arası, orta karar bir ülke. Seçime ilginin alışkanlık, oy vermeyi önemseme, gerilim içinde seçime gitmenin yolaçtığı taraftarlık duygusu, kaybetme korkusu gibi nedenleri olduğu düşünülebilir. Elbette bunları bizi yönetenler de biliyor. Ama işlerine öyle geldiği için seçimi demokrasinin göstergesi ve yüksek katılımı kendi demokratlıklarının kanıtı gibi yorumluyorlar. Ve her seçim sonrası batılılara dönüp “bak, demokratız diyorsunuz ama yurttaşlarınızı sandığa bile götüremiyorsunuz, demek ki biz daha demokratız” demeyi de ihmal etmiyorlar.
Sandığa gitmek
ve yüksek oy kullanma oranları demokrasi işareti sayılabilir mi? 12 Eylül 1980
anayasası referandumuna katılım oranı yüzde 91,3’dü. Hatırlatalım: eleştiri
yasaktı, “hayır” diyecekler açık açık televizyonlardan ya da gözaltına alınarak
tehdit ediliyordu ve sanki memlekette kâğıt kıtlığı varmış gibi, zarflar
içindeki oyun rengini belli edecek kadar ince bir malzemeden yapılmıştı. Tabi sonuçlara
itiraz, “terörist” sayılarak en az 45 gün gözaltına alınmak için yeterliydi. Korkuyla
sağlanan bu sonuç demokrasi mi?
Demokrasi bir
yönetim anlayışı, yaşam tarzı ve devlet biçimidir. Siyaset ise, toplumu yönetmek için yapılan işlerin tümüdür.
Seçimler, siyasetin küçük bir bölümünü oluşturur. Dolayısıyla demokrasi sandığa
sığmaz. Tarih bize, siyasetin en önemli
kuralının toplumu toplum yararına yönetmek olduğunu öğretir. Tüm inançlarda,
söylencelerde, geleneklerde, arkeolojik kalıntılarda, toplumun geleceği üstüne
kurulan hayallerde ve günümüz yaşamından örneklerde görülen ve herkesin geçerli
kabul ettiği siyaset anlayışı, budur. En yüzsüz diktatörler bile tahta
oturdukları ilk günde halkına seslenerek, “sizi sizden iyi tanıyor ve
düşünüyorum, sizin için çalışmazsam namerdim” misali sözler verir. Ama tarih bize şunu da öğretir: Yönetenler
kendi çıkarlarını önplanda tutmaya başladıklarında, kendileri gibi özel
çıkarlarını yüceltmeye çalışan toplum kesimleriyle er geç yakınlaşır ve
birlikte, toplumun geri kalanının çıkarlarıyla çelişen işler yapmaya başlarlar.
Buna bir son verilmediğinde, yönetim işleri topluma baskı ve zulüm yapmaktan
ibaret hale gelir.
Maddi
eşitsizliğin hüküm sürdüğü bütün toplumlarda yönetmekle ilgili işlerin, yani
siyasetin nasıl yapılacağı; dar bir kesimin çıkarlarıyla genelin çıkarları
arasındaki çelişkiye göre belirlenir. Böyle toplumlarda zenginliğe sahip
olanlar, bilgi ve iktidar gücünün de sahibidirler. Siyasi mücadelelerin bir
ucunda her zaman paranın, bilginin ve iktidarın sahipleri yer alırken; diğer
ucunda kıt olanaklarla yaşamaya ve güçlenmeye çalışanlar bulunur. Bu çelişki,
siyasetin geri kalanı gibi seçimlerin niteliğini de belirler.
Halk her zaman
yönetenlerden adil, eşit ve merhametli olmalarını bekler. Yönetenler de “evet,
biz de aynen böyle istiyor ve yapıyoruz” diye halkı kandırırlar. Halk da
kanmaya hazırdır. Yalanlar ve küçük çıkarlar karşılığı, zalime rıza gösterir.
Belki ayrıntılı düşünme olanaklarının azlığı yüzenden, eski çağlarda iyi
yöneticilerin soyundan gelenlerin de iyi yöneteceğine inanılır ve toplum buna inandırılırdı.
Böylece, hep aynı soydan gelenler tahta geçerdi. Ta ki biri çıkıp bu soyu ortadan
kaldırarak tahtı ele geçirene dek…
Zamanla soy
gütmenin yerini aynı inanç, ırk, milletten olmak aldı. Egemenler toplumu
yönetmek için kendi aralarında çatışırken karşı tarafın özelliklerinin kötü
olduğu ve bu yüzden esenliğe çıkılamadığını ileri sürer ve kendi özelliklerini
halka benimsetmeye çalışırlardı. Ancak toplumda eşitsizlik varolduğu sürece
bütün yönetenlerin ortak niteliği, zenginlik, bilgi ve baskı gücünü elde tutmak
oldu. İktidar ister babadan oğula, ister seçimle bir partiden diğerine geçsin, sömürü
ve zulmün payidar kalması sonucu durum değişmedi. Oy vermekle siyasetin yönü
belirlenebilse, neredeyse 2 yılda bir sandığa gidilen ve 16 yıldır aynı partinin
yönettiği ülkemizde işler güllük gülistanlık olurdu. Her seçim sonrası “seçmen şu mesajı verdi, bu
mesajı verdi” diye konuşan yöneticiler, sık aralıklarla aldıkları bu mesajlara bakarak
toplumu iyi yönetirlerdi. Ne mesaj
verildiyse verildi, yönetenlerimiz buralardan yalnızca iktidarda daha uzun süre
kalmaya yarayacak sonuçlar çıkartmakla yetindiler.
Demokrasi oy
vermekten ibaret değildir, toplum adına yapılan bütün işlerin toplumun gözü
önünde ve toplum tarafından gözlenip, tartışılıp, eleştirilerek düzeltilmesi
için baskı yapılabilmesidir. Ölçüsü, bilgi edinirken ve eleştiri yaparken, herkesin
eşit ve özgür olmasıdır. Demokrasi dünyanın her yerinde böyle anlaşılır ve bu
çerçevede ya uygulanır, ya da yoktur. Ama böyle bir demokrasi uygulaması zalim
ve sömürücü iktidarlara dokunur. Bu yüzden işlerine gelenin özgürce
davranmasına göz yumar, geri kalana yasak uygularlar. Halkı bu uygulamaya
inandırmanın en kestirme yolu da seçimleri demokrasiyle bir tutmaktır.
“Seçildik, istediğimizi yaparız, bize oy verenler de istediğini yapar, gerisi
sussun…”
Son seçimin en
gözde konusu, “hile var mı” tartışması. Doğal olarak iktidar yapılmadığını
söylüyor ve buna ilişkin iddialara kulak asmıyor. Bu görüşe bazı muhalifler de
katılıyor. Öte yandan, her zamanki gibi bu seçimde de birçok hile örneği var.
Ama yine her zamankinin tekrarı olarak söylenen, bu hilelerin sonucu değiştirecek
boyutta olmadığı cümlesidir. Nitekim Anamuhalefet adayı da bunu dile getirdi.
Bu yanlıştır. Çünkü kamuyu ilgilendiren işlerle ilgili kusurlar, bireysel
yaşamı ilgilendirenler gibi ele alınamaz. Birinin “hırsız” ya da “katil” olarak
suçlanması için bu işi yaptığına ilişkin kanıt ortaya koymak gerekir. Yani
şüphe sanığın lehinedir ve kanıt değildir. Kamusal işlerde ise, sürecin en
başından beri herkesin izleyebileceği biçimde sürdürülmeyişinin bizzat kendisi
suçtur. Hiçbir şey yapılmasa bile, görev ihmali vardır. Ne olursa olsun, böyle
yapılan bir iş yanlış ve geçersizdir. Sonuçta cumhurbaşkanı (sayıları
yuvarlatarak veriyorum) yaklaşık 50 milyon geçerli oyun yarıdan 1 milyon
fazlasını alarak seçilmiştir. Bu sayı göze büyük görünebilir. Bir de şuradan
bakalım: Türkiye’de sürekli değişen biçimlerde açıklanan ve sonunda 188 bin
sayısında karar kılınan miktarda sandık var. Her birinde 5- 6 oy değişse sonucu
etkiler. Toplam 55 bin köy ve mahalle var. Her birinde 20 oy farklılığı, sonucu
yine değiştirir. Kaldı ki bu seçimde OHAL vardı, mühürsüz zarf kullanıldı,
sandıklar taşındı, sınırsız devlet olanaklarını kullananlarla kendi parasını
harcayanlar yarıştı, sonucu YSK’dan önce bir haber ajansı açıkladı ve yöneticiler
de resmî süreci beklemeksizin bunu doğru kabul ettiler. İşleyişin hiçbir
aşamasında muhalefetin tüm kanatlarının “evet, gördük ve onayladık”
diyebileceği bir durum yoktu. Baskın bir
seçime her bakımdan eşitsiz koşullarda girilmiş ve hiçbir nesnel denetim
ölçüsüne uyulmaksızın sonuçlar duyurulmuştur. Hakikat budur. Ve hakikatlerin tanık
ya da kanıta ihtiyacı yoktur. Tıpkı güneşin varlığına tanık gerekmediği gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.