Küresel
sermayenin tüm ülke yöneticilerinden beklentisi, hesaplarını düzgün tutmaları
ve kendilerine emanet edilen ekonomileri batıracak maceralara girmemeleridir.
Eğer bir ülke batacaksa da, bu oradaki siyasi liderlerin değil, finans oligarşisinin
kararıyla olmalıdır. Sonuçta bir ülke sıradan yurttaşlar için yurt, yatırımcılar
için bir tür işyeridir. İşyerinin başındaki müdürün kendini zarara uğratmasını hangi
mal sahibi ister ki?
Küresel düzende
iki önemli kurumsal yapı vardır: Birincisi sanayi ve tarımdaki dev tekeller,
ikincisi ekonomiye kaynak sağlayan banka, yatırım fonu ve bunların uzantısı gibi
çalışan kredi değerlendirme kuruluşları. İşte bu yapıların tepesindekilerin
oluşturduğu iribaşlar topluluğuna, “finans oligarşisi” denir. Topluluğun üyeleri
mal sahipleri ve onlar adına çalışan üst düzey elemanlarından oluşur. Her ne
kadar küresel ölçekteki koruyucuları ABD ise de, topluluk Amerikalılardan
ibaret değildir; en zengin ülkelerden başlayarak, dünyaya yayılmış bütün büyük
sermayedarların katılımına açıktır. Dünyada üretilen, depolarda bekleyen,
pazarlarda satılan malların, sunulan hizmetlerin, teknolojinin, tüm bu
alanlarda kullanılan ücretli emeğin, toplam borçların ve alacakların, hisse
senetlerinin, tahvillerin yüzde 90’ına yakınının sahipleri bunlardır.
Ancak bu durum
herhangi bir zenginliğe sahip olmaya benzemez; dünyanın dört bir yanında, günün
24 saati, kesintisiz biçimde hareket halinde olan, akışkan bir değerler
toplamına sürekli hükmetmeyi gerektirir. Bu akışkan değer yığınına kısaca
“finans kapital” denir. Türkçesi, malî sermayedir. Ekonomiyle ilgili
karikatürlerden de bildiğimiz üzere, finans kapitalin simgesi dolar işaretidir.
Bir petrol kuyusu, okyanusların ortasında tepeleme konteynır yüklü bir gemi,
uluslararası piyasalarda alınıp satılan bir mal ya da değerli kâğıttan
bahsederken; hangi ülkeye ait olduğuna bakmaksızın “şu kadar dolar ediyor”
dendiğini duyarız. Yine hangi ülkeden olursa olsun bunu duyan herkes gibi,
bizim kafamızda da bir fikir oluşur. Çünkü yakın çevremizdeki birçok mal dolar
olarak fiyatlandırılmıştır. Böylece uzaklardaki bir malla her gün gördüğümüz
bir apartman dairesi, araba ya da futbolcunun fiyatını karşılaştırabiliriz. Ortak
para birimi sayesinde uluslararası ticaret ve yine para ticaretinden başka bir şey
olmayan bankacılık kolaylaşır. Elbette bütün olay bu değildir; dünyada geçerli
ortak bir para olması, en çok finans oligarşisinin işine gelir.
Doların dünya
parası haline gelişi, 1945 sonrası oluşan dünya düzeni çerçevesinde
gerçekleşti. Buna tek başına ABD yön vermedi, küresel çaptaki birçok gelişmeyi
kendi lehine kullanarak böyle bir sonucun oluşmasını sağladı. Son 100 yıllık
süreçte ABD’nin devlet olarak çıkarlarıyla finans oligarşisinin çıkarları,
küresel kapitalizmin istikrarlı biçimde sürdürülmesi çerçevesinde çakıştı. İsteyen
herkes, ABD güvencesi altında ve ona belli bir kazanç sağlayarak, dünyanın
herhangi bir yerindeki mal ya da hizmete ulaşabilir hale geldi. Elbette bu
gelişme finans oligarşisine sonsuz bir güç fırsatı verirken, ABD’yi de bu
işleyişin gönüllü koruyucusu haline getirdi. İstikrarlı ve küresel ölçekte
hesaplanabilir bir işleyiş sayesinde, küresel düzenin efendileri bir savaşın
maliyetini, belli bir ülkedeki petrol rezervinin yıllar içinde sağlayacağı
geliri ya da bir tatlı su kaynağının değerini kolayca tahmin edip, uzun vadeli
planlar yapabildiler. Bunun önemine gelince:
Sermaye kasada
duran para değil, akışkan bir değerdir. Borçlanmak dâhil, yatırım olarak kâr
getirmekte kullanılan her şey sermayedir. Bu, sayısız malın işlem gördüğü,
sürekli rekabetin yaşandığı, azıcık üstünlük sağlayanın hızla öne geçtiği, öngörülmesi
zor, karmaşık bir ekonomik yapı yaratır. İşte dünyadaki her şeyin değerinin tek
bir para birimi üzerinden hesaplanabilmesi, dünyanın efendilerinin böyle bir
ekonomiyi yönetmesini kolaylaştırmıştır. Her bir malın küresel sermaye akışı
içindeki konumunu önceden görerek hazırlık yapabilmişler ve bir dünya düzeni oluşturma
yolunda ilerlemişlerdir.
Kapitalizm, yaklaşık 200 yıllık yakın
tarihinde birçok ekonomik bunalım ve siyasi çatışmadan geçerek bugünlere geldi.
Bunların en önemlileri, iki dünya savaşının yanı sıra Rusya ve Çin’de yaşanan
devrimlerdir. Böylece, finans oligarşisi tepesinde oturduğu düzenin bir gün
sona erebileceğini gördü. Bu yüzden yalnızca kargaşaya düzen getirmek için
değil, olası sonunu önlemek için de küresel ölçekte yönetilebilir bir düzen
oluşturmanın peşine düştü. Ekonomik ve siyasi rekabetten kaynaklı çatışmaları
azaltmak amacıyla BM kuruldu. Eski sömürgeci yöntemler terk edilerek dünya
ticaretini kolaylaştırıcı ve az gelişmişliği kapitalist ölçüler içinde giderici
yöntemler izlendi. BM Güvenlik Konseyi, Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya
Bankası, gümrük tarifelerini düzenleyen anlaşmalar (GATT) bu amaçla oluşturuldu.
Böylece, II. Dünya Savaşından 1970’lere kadar dünyada genel bir gelişme
gözlendi. Ancak bu, kapitalizmin kâr oranlarının düşmesinden kaynaklı sorunlarını
çözmeye yetmedi. Çünkü kapitalizm her zaman kriz dinamiğinden beslenen bir
sistem oldu.
Bilindiği üzere
bu düzende kâr amacıyla yatırım yapılır. Elde edilen kârın bir bölümü yatırıma
ayrılır ve toplam yatırımlar düzenli olarak artar. Ancak bu gelişme yatırım giderlerini
de arttırır. Belli bir aşamadan sonra, elde edilen kâr durmadan artan yatırım giderlerini
karşılamaya yetmez. Elbette bu ekonomide ve günlük yaşamda bir tıkanıklık
nedenidir ve böyle bir duruma düşmemek için yatırımlar azaltılır, faizler
düşürülür ve büyüme dizginlenir. Ama tüm kapitalistler eşit koşullarda çalışmaz,
o sırada bazıları çeşitli nedenlerden dolayı mutlaka daha fazla kâr ediyordur.
Ne var ki, bir süre sonra bunların da sıkıntıya düşmesi ve uzun vadede bütün
sistemin eşitlenerek genel bir bunalıma girilmesi kaçınılmazdır.
Kapitalizmin yapısal
krizi toptan yok edilemiyor, ancak bir merkezden yönetilerek hafifletiliyor.
Ama sermaye düzeni özel mülkiyete dayalı olduğundan bu olanaksızdır. İşte dünyayı
denetim altına almak amacıyla, ABD silah gücü burada devreye giriyor. Ancak bu
da bir yere kadar, dünyanın her yanında Irak’ı işgal ederek petrol kuyularını
çalıştırır gibi iş yapılamaz. Öte yandan, ABD’nin kendi çıkarlarını ve küresel
kapitalist işleyişin istikrarını koruma girişimlerinin birbiriyle çakışması, diğer
devletlerin buna rıza göstereceği anlamına gelmiyor. ABD’nin güçlenmesi, dünya
ekonomisinin denetim altına alınması nedeniyle birçok ülkeyi zarara uğratıyor.
Bu yüzden, dünya ülkeleri bölgesel işbirliklerine giderek ve ABD ile ayrı ayrı
anlaşma yolları arayarak bu durumdan kurtulmaya çalışıyorlar. (Daha geçen
hafta, AB böyle bir anlaşma yaptı.) Buna karşılık ABD de, Irak, Afganistan,
Libya, Suriye, Yemen gibi yıllardır “terörist” ilân ettiği ülkeler dışında
fiili askerî güç kullanmaktan uzak duruyor. Şimdilik durumu, doların dünya
parası olmasının avantajlarından yararlanarak dengelemeye çalışıyor. Dayattığı
ekonomik önlemlerle, dolar kullanmaktan uzak duran ülkeleri dolar kullanmaya
zorluyor. Örneğin Suudilerden, İran’a karşı korumanın faturasını ödemesini
istiyor. Ve saltanatlarının yıkılacağı korkusuyla, onlar da bunu kabulleniyor.
Trump, NATO üyelerini masraflara ortak ediyor. Bir yandan en büyük ticaret
ortağı Çin’e kısıtlamalar getirirken, diğer yandan faizleri yükselterek doları
ABD’ye çekiyor. Böylece doların değerli, aranan, dünya parası olma özelliği
korunuyor. Sanki ABD öncülüğünde dünya ekonomisinde 1980’dekine benzer bir
düzenlemeye gidiliyor. Maddi üretimin dünyanın her köşesine yayıldığı bir
dönemde, ABD bütün bunları küresel hegemonyasını ve emperyalist dünya düzeninin
istikrarını dolar yardımıyla korumak için yapıyor. Baksanıza, Türkiye Çin’den
3, 5 milyar dolar kredi alıyor. Neden dolar? Çin’in kendi milli parası yok
mu? Doların dünyadaki konumunu kredi
veren Çin mi belirliyor, kredi alan Türkiye mi, yoksa ABD mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.