Blog Arşivi

3 Ağustos 2018 Cuma

KRİZ “UÇURUMUN KIYISI” MI, YOKSA BİR OLANAK MI?





“Kriz” sözcüğü birçok değişik durum ve farklı anlamlarla ilişkilendirildiği için kendi anlamını yitiriyor. Genellikle büyükçe sorunlara, bir sorunun uzun sürmesine ya da birkaç sorunun bir arada görülmesine “kriz” deniyor. Ergin Yıldızoğlu’nun yazısı, bu konudaki fikirlerin bir ortalaması gibi.[1] Kriz’den anladığımızı ifade edip, üzerinde duracağız.


Kriz sözcüğü ve kötüye kullanımı

Kriz, bir sorun değildir; çözümlerin sorun haline gelmesi ya da faydadan çok zarar veriyor olması durumudur. Tekil varlığa sahip ve kendi içinde bütünlüğü olan yapılar krize girer. Bir bütünün parçaları için krizden bahsetmek anlamsız olur. Çünkü parçaya ait sorunlar, bütünün olanaklarıyla çözülebilir. Bu olmasa bile, parça kesilip atılarak bütünün konusu olmaktan çıkartılabilir. Oysa tekil bir bütünlüğün yardım alabileceği dışı yoktur ve kendinden de vazgeçemez. Bu yüzden krizini aşamaz ve varlığını, çözüm arayarak sürdürür.

Kriz, bir şeyin yok oluşunun kesinleşmesi değildir, varlığını her zamanki ölçüler içinde sürdürmesinin bir biçimidir. Bu mutlaka sarsıntılı, bunalımlı ve farklıdır ama yine de bir varoluştur. Krizi son nokta gibi görmek, henüz hayattaki biri için yas tutmaya benzer ve bir dizi yanlış kavrayışa yol açar. Öte yandan sınırda bir varoluş, sürekli çözüm arayışları nedeniyle bütünün tamamını görme olanağı verir. Böylelikle parçalar da, ait oldukları bütünü dışarıdan görüyormuş gibi bir kavrayış düzeyine erişirler. Marks’ın, “sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da oluşmakta olduğu yerde ortaya çıkar” sözü, bu çerçevede anlaşılmalıdır.

Kriz bir yanıyla yok oluş eğilimi, diğer yanıyla yeni bir olanağın ortaya çıkış aşamasıdır. Bu durum, nereden bakıldığına göre iyi ya da kötüye yorulabilir. Böyle bir yapıdan zihinsel olarak kopamayan, kötümser olacaktır. Kopuşu pratik sonuçlarına kadar sürdürebilenler ise iyimserliği temsil edeceklerdir. Yeni bir şey eskinin içinde tasarlanıp mayalanmaya bırakılarak değil, yıkılış aşamasında ortaya çıkar. Eskiye ait her bir öğenin yıkılışı, baskı altında tuttuğu potansiyellerin o güne dek bilinmeyen niteliklerini açığa vurmasına yol açar. Bu süreçte bize düşen, henüz sona ermeyene bitmiş gibi bakmadan ve henüz doğmayana ad koymaya kalkışmadan, bağımsız varlığımızı koruyarak, yıkılışı kolaylaştırmaktır. Gerçek yenilik adıyla birlikte gelir, yol göstericiye gereksinim duymaz.

***
Yıldızoğlu’nun yazısında üzerinde duracağımız konu, “kapitalizm krizini aşamıyor” saptamasıdır. Bu yaygın bir anlayış örneğidir. Krizi düzenin yapısal bir özelliği yerine, zor da olsa aşılabilecek kötü yanı ya da geçici bir dönemi gibi görmekten kaynaklıdır. Zaten yazının sonunda “güvenilir bir seçenek ortaya koyamayan sosyalistleri” suçlaması da bunun sonucudur. Yıldızoğlu krizi “kapsamlı bir sorun” ya da “sorunlar kümesi”  gibi gördüğü için çoğullaştırıyor ve bu nedenle “iklim krizi”…“insanla doğa arasındaki ilişkilerle bağlantılı krizler” gibi ifadeler kullanıyor. Somut olayları anlamaya ve açıklamaya çalışırken, kafamızda o konu hakkında net kavramlar olması gerekir. Yoksa konu bize bu yönde bilgi vermez, yalnızca gözlem fırsatı sunar. Oysa Yıldızoğlu yaygın bir yanlış yöntem doğrultusunda, somut olaylardan hareketle belirsiz bir “kriz” kavramını açıklamaya ve güçlendirmeye çalışıyor.  Bu sırada hareket noktası olan olayları da,  sanki masum anlamlara sahiplermiş gibi düşünmeden kullanılan “insan”…”doğa” gibi sözcüklerle tanımlıyor. Yazarın düşüncelerinin izini, sondan başa doğru giderek sürmeye çalışalım:

İnsan, toplum, doğa

“İnsanla doğa arasındaki ilişki” ne demek? “İnsan” kim, “doğa” nedir ve ikisi arasında nasıl bir ilişki kuruluyor? Sonuçta laboratuvarda kurbağa kesen öğrenci de “insan”, Çanakkale boğazındaki köprünün açılış tarihiyle uyumlu olması için 2023 m uzunlukta yapılmasına karar veren siyasetçi de… Her ikisinin de doğa ile ilişkisi aynı nitelikte olabilir mi? Ayrıca “doğa”, çıkıp gidilebilen bir yer mi? Eğer böyleyse, “doğaya” gitmek için yola çıkılan yer neresi?

İnsan, toplumsal varlık olarak evrimleşmiş bir canlı türüdür. Veriler, maymunla aynı kökenden geldiğimizi fakat genetik farklılık taşıdığımızı gösteriyor. Hayvanlardan fiziksel olarak geride, düşünme kapasitesi bakımından öndeyiz. Bu özellikleriyle hayatta kalan ve bunu kültür olarak sonraki kuşaklara aktaran öncüllerimiz, toplumsal yaşamın temellerini atmışlardır. Alet kullanımı ve işbölümünün sınırlı olduğu ilkel toplumsal yaşamın, hayvanların sürü yaşamından çok uzak olmadığını düşünebiliriz. Ayrıca toplumsal yaşamın Adem ve Havva misali bir noktadan başlayarak düz bir çizgi gibi bugüne dek geldiği de sanılmamalı; büyük olasılıkla, yüzbinlerce yıl boyunca farklı yer ve zamanlarda birbirine benzer yaşam biçimleri ortaya çıkmış, yok olmuş ve tekrar doğmuş olmalıdır. Birbirinden kopuk toplulukların ulaştığı farklı kültürel sonuçların ilişkilenmesi, toplumsal yaşamın gelişiminde sıçramalara yol açabilir. Böylece, farklı çevrelerde hayatta kalmayı başarmış topluluklar bir biçimde birbirlerinin deneyimlerini öğrenerek,   her türlü çevre koşuluna uyum gösterme yeteneklerini arttırabilirler.

İnsanı maymundan ayıran genetik farklılığın, kendiliğinden “insan olmayı” belirlediği düşünülmemelidir. Genetik özellikler bazı davranışları yapmaya yatkınlık sağlar. Ancak uygun koşullar olmadığında, genetik kodlar bir bilgisayar programı gibi kendiliğinden harekete geçmeyecektir. Toplumdan uzak ve hayvanlarla büyüyen çocukların insani davranış gösteremediğine ilişkin pek çok gözlem, bu görüşü destekler niteliktedir. Öte yandan hayvanlar da ne kadar eğitilirse eğitilsin insan olmuyor, yalnızca eğiticisini taklit ediyor. Bu da, ister insan gibi toplum olarak isterse balarısı gibi sürü olarak yaşasın, herhangi bir canlının bir arada yaşama biçiminin, doğasına ait bir özellik olduğu anlamına gelir. Çeşitli böcek, kuş ve balıkların sürü dışında düşünülememesi gibi insan canlısı da toplum dışında yoktur.

İnsan, toplum ve doğa bir bütündür. Her şeyin içinde yeraldığı ve bir parçası olduğu sonsuz büyüklük, doğadır. Toplum, insan türünün doğa içindeki yeri, yuvası ve yaşama biçimidir. Bilinçli, dolayısıyla insan eliyle kurulan bir yapı olduğu gerekçesiyle toplumu doğanın dışında/karşısında/üstünde gibi düşünmek, Aydınlanma döneminin yanıltıcı düşünsel miraslarından biridir. Buna paralel bir inanç, birçok dinde de görülür.

İnsanın birey olarak hayatta kalabilmesi için başka insanların bakımı ve yardımına gereksinimi vardır. Bunun sürekliliği ancak çok sayıda kişinin farklı çabalarının belli bir işbölümü temelinde bir araya gelip yönetilmesini ve buna uygun ahlâk, eğitim vb. gerektirir. Dolayısıyla toplum bireylerden oluşmaz, tam tersine bireyin ortaya çıkabilmesi için toplumun varolması gerekir. Toplum, farklı pratikleri bir araya getiren yapıların bütünüdür. Bunlar kısaca “altyapı-üstyapı” başlıkları altında toplanır. Birey, toplum dışında “insan” niteliğiyle varolmadığı için, liberalizmin temelini oluşturan ve doğuştan geldiği kabul edilen herhangi bir insan hakkı, özü, aklı vb. yoktur.

İnsan tarihsel olduğu kadar,  konjonktürel (içinde bulunduğumuz gerçeklik) bakımından da toplumsal bir varlıktır. Ya bir komünün eşit haklara sahip üyesi, ya da sınıflı bir toplumun eşitsiz yaşayan kesimlerinden birinin parçasıdır. Gerçeklik, soyut insan özellikleri barındırmaz, her somut durumda belli bir toplumsal konumda yer alan,  bu zeminde  düşünüp eyleme geçen belli kişiler (özneler) vardır. Öte yandan cinsiyet, ırk gibi fiziksel özellikler de toplumsal varoluş gerçeği içinde doğal anlamlarını yitirir ve ezen-ezilen ilişkileri çerçevesinde farklı toplumsal kimlikler olarak yeniden üretilerek, kişilere öğretilir. Kişiler, toplumsal yaşam süreçlerinde belli davranışlara uymak kaydıyla konumlarını değiştirebilirler; ancak içinden çıktıkları ya da yöneldikleri konumlar, toplumsal yapı değişmedikçe aynı kalır. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen vb. toplumsal konumlar, toplumların işleyiş yasalarınca belirlenir ve başka kurumsal nitelikteki parçalarla birleşerek toplumsal yapıyı oluştururlar.

İnsanı soyut ya da topraktan kendiliğinden çıkan bir doğal varlık somutluğu içinde düşünmek arasında fark yoktur. Her ikisi de insanı yüceltirken, arkasında yatan ve çelişkilerden oluşan toplumsal varoluş gerçeğini görmezden gelir. Bu anlayış, toplumu doğanın dışında ve insanı doğanın efendisi gibi düşünmekle ilintilidir. Böylece doğa insanın elinin altında, dilediği gibi yararlanabileceği bir varlığa dönüşür. Bu bakış açısından hareketle kapitalistler doğayı harcanacak bir kaynak, bazı solcular ve çevreciler ise korunması gereken değer olarak görürler. Oysa doğa ne korunabilir, ne de yok edilebilir. Sözü edilen, çevredir…


İklim krize girer mi?

 “İklim krizi” kavramı; bilindiği üzere sanayi üretimi ve kentleşmenin olumsuz etkilerinin, dünyayı insan türünün yaşayamayacağı bir yer haline getireceğini ifade etmek amacıyla kullanılıyor. Yanlış teknolojiler, aşırı tüketim, kâr hırsı vs. sonucu ozon tabakası deliniyor, buzullar eriyor, deniz akıntıları ve rüzgârlar yön değiştiriyor, aşırı yağış ve kasırgaların görülme sıklığı artıyor, türler yok oluyor… Yıldızoğlu bu konuda şöyle diyor: “Bunlar insanla doğa arasındaki ilişkilerle bağlantılı krizler. Bu krizlerin, gezegendeki egemen üretim tarzının, yapısal krizi içinde kendini gösteriyor olması da anlamlı.”

Sözü edilen, toplumun çevre üzerindeki etkisidir. Canlılar “doğada” değil, belli bir çevrede yaşar ve onunla birlikte doğanın bir parçasını oluştururlar. Her canlı, çevresini tüketerek hayatta kalır. Bunu çevrenin kendini sürdürebileceği sınırlar içinde yapmaz ya da değiştirdiği çevre koşullarının baskısından kurtulmak için önlemler almazsa, er geç yaşamı sona erer. Bu doğal bir döngüdür ve hiçbir canlı dışında değildir. Canlıların olağan yaşam düzeni çerçevesinde “insan-doğa ilişkisinde” bir kriz ya da sorun yoktur. İnsan türü, genetik özelliklerinin sağladığı gelişmiş beyni ve toplumsal yaşam olanaklarını kullanarak bugüne dek çok zor iklim koşullarında bile yaşamını sürdürebilmiştir. Aynı şeyi “iklim krizi” koşullarında da yapabilir. Zaten yapamazsa, doğal ömrünün sonuna gelmiş demektir ve yok olarak, başka canlılara yaşam alanı açar. Kaldı ki, bugün “iklim krizi” adı altında sayılan birçok soruna proje düzeyinde çözümler öneriliyor. Bunların bazıları-elbette kapitalist amaçlar çerçevesinde olmak üzere-kullanılıyor ve daha fazlası da kullanılabilir durumda.

“İklim krizi” sözcüğünü genellikle sol liberal çevreler benimsiyor ve “insanlığın bir felâketin eşiğine geldiği” gerekçesiyle, toplumu harekete geçmeye çağırmakta kullanıyorlar. Bunda bir sorun yok, ancak buradan hareketle politik mücadeleye yön vermek için kullanılması sakıncalı. Çünkü konunun ağırlık merkezi “herkesi yok edecek bir felâketle karşı karşıyayız” noktasına kaydıkça, egemen sınıfın sorumluluğu arkaplana düşüyor. Ve sorun giderek tarafsız bir bakış açısıyla, doğal afet gibi görülmeye başlanıyor.

Kriz çevresel değil, toplumsal niteliktedir. Konu böyle ifade edilmediğinde, “sürdürülebilirlik” kavramı altında “yeşil” bir kapitalizmi destekleyici önerilerin gönüllü savunucusu durumuna gelinebilir. Ya da tersine, her türlü teknolojik gelişimi reddeden bir taş devri tarikatına dönüşmek de mümkündür. Kapitalizm, her koşulda aynı işleyişi gösteren ve somut duruma kör bakan bir sistem değildir; kendini rahatlıkla çevreci hassasiyetlere uyarlayacak kadar esnektir. Zaten 1970’lerden beri BM bünyesinde bu konuda adımlar atılıyor. Öte yandan kapitalizmin bugün çevreye verdiği zararın nedenleri de 100 yıl öncesiyle aynı değildir. Konu üzerine düşünmeyi daha ileri götürmeden, bazı ayrımlar yapalım:

Doğa-çevre ayrımı

Benzer sorunlar üzerine düşünürken çevre-doğa ayrımı yapmamak, sorunları anlamayı zorlaştırıyor. Doğa, varlığını bütünüyle göremeyeceğimiz sonsuz büyüklüktür. Doğanın işleyiş yasaları, madde oluşu gibi varoluşsal özelliklerinin bazılarını, ancak toplumsal koşullarla sınırlı olanaklarımız çerçevesinde bilebiliriz. Öyle ki, doğa hakkında bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında son derece önemsiz kalır. Bu bilgilerden biri de, toplumsal yaşamın doğanın belirleyiciliği altında sürüyor oluşudur. Bunun için yapılması gereken, doğa yasalarını her zaman dikkate almak ve onlarla uyumlu yaşamaya çalışmaktır. Bu halde bile parça bütünü, toplumun uyum yeteneği doğanın işleyiş gücünü belirleyemeyeceği için, toplum doğa karşısında çaresizdir. En fazla yapılabilecek olan, bilinen hareket yasaları üzerinden öngörülerde bulunmak ve gelecek felâketlere hazırlanmaktır.

Çevre, merkezinde toplumun yaşadığı doğa parçasıdır. Varlığını somut olarak saptayabildiğimiz her yer “çevre” kapsamındadır. Kapitalizm koşulları altında sırasıyla, bir yer önce görülür, ardından koruma altına alınarak mülkiyete geçirilir ve metalaştırılarak tüketilir. Elbette bu zincire, bazı çevresel özelliklerin yeniden üretilmesi de dâhildir. Örneğin kirlenen alanların temizlenmesi, yok olan ormanların yerine ağaç dikilmesi, tükenen türlerin laboratuar koşullarında yeniden üretilmesi gibi. Çünkü bunlar da kâr getirici işlerdir.

Çevre, toplumsal ilişkiler kapsamındaki doğa parçası olduğu için doğa ile karıştırılır ve bir canlı türü olarak insanın doğa içindeki yeriyle, toplumun çevre içindeki yeri arasında ilgisiz paralellikler kurulur. Çevreyi tüketmek, doğaya verilen bir zarar değildir; bu toplumsal yaşamın sürmesi için kaçınılmazdır. Sorun, bu kaçınılmazlığın hangi etkiler altında gerçekleştiğindedir. Marks’ın dediği gibi, belli bir dönemde topluma egemen olan düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir. Bugün kapitalist toplumlarda çevreyle her tür ilişkinin karar vericisi burjuvazidir. Bu karar, kapitalizmin somut gereksinimleri doğrultusunda veriliyor ve hükümetler eliyle uygulanıyor. Verilen kararlarda belirleyici olan toplumsal gereksinimlerin karşılanması ya da siyasal iktidarların aptallıkları gibi gerekçeler değildir, sermayenin yeniden üretiminin aldığı özel biçimlerdir. Zaten “çevre sorunları” adı altında sayılabilecek bütün konuların kapitalizmin krizi çerçevesinde yaşanması da bu nedenle oluyor.

Kapitalizmin yapısal krizi ve çevre sorunları ilişkisi

Bilindiği üzere kapitalizmin yapısal krizi, kâr oranlarının düşmesinden kaynaklıdır. Elde edilen kârın bir bölümü ile yeni yatırımlar yapılarak, daha çok kâr elde etme olanağı yaratılır. Ancak büyüyen yatırımların belli bir aşamasından sonra, sağlanan kâr yatırım giderlerini karşılamaya yetmez. Bu koşullara bağlı olarak, kapitalist günlük yaşamda değişik tıkanmalara yol açar. Hammadde alınamaz, üretim durur, ücret ve borç ödenemez, depolardaki mallar satılamaz, iflaslar görülür vb. Bu duruma düşmemek için kapitalistlerin izleyeceği iki yol vardır: Birincisi; yeni yatırımlara kalkışmayarak yatırım giderlerini, dolayısıyla yeterli kâr gereksinimini en alt düzeyde tutmaktır. Bunun için işçi çıkarılır, faizler düşürülür, eldeki kapasite kullanımı arttırılır, şirket birleşmelerine gidilir vs. İkincisi, en az maliyetle en yüksek kâr edilebilecek alanlara yönelmektir. Bilindiği üzere kâr için üretim yapmak gerekmez, ticaret ve spekülasyondan da kâr edilebilir. Öte yandan gerçek üretimden kâr sağlamak içinse, maliyetleri en alta çekecek yöntemler izlenir. Mesaileri uzatıp ücretleri düşürmek bunun en bilinen yoludur. Bir başka yol da, kârlı bir fiyattan alınıp satılabilecek metaların düşük maliyetle elde edilmesidir. Sular, deniz kıyıları, ormanlar, dağlar, geniş araziler; akla gelen ve kamu mülkiyeti altında olan her türlü çevre alanı piyasa koşullarının çok altında fiyatlarla şirketlere devredilerek, “kamu malı” olmaktan çıkartılır ve “meta” haline getirilir. Böylece değişmeyen sermaye yatırımlarını arttırmadan, yüksek kâr elde edilebilir.

Günümüzde kapitalizmin çevreye verdiği zarar, yükseliş dönemlerindeki gibi daha çok üretim yapma amaçlı değildir; yapısal krizi denetim altında tutmaya yöneliktir. Doğa, her zaman toplumsal üretimin kaynağı olmuştur.  Ancak bugün bu kaynağın aşırı kullanımının nedeni, kriz baskısı altında düşük maliyetle en yüksek kâr oranlarına ulaşmak için sürekli daha geniş çevreyi metalaştırmak zorunda kalınmasıdır.  Yine buradan kaynaklı sorunlar da, başka bir kâr fırsatı olarak kullanılıyor. Örneğin karbon ticareti bunların başında geliyor. Bilindiği üzere uluslararası anlaşmalar gereği her ülkenin havaya belli bir miktar zararlı gaz salma kotası var. Kendi kotasını tüketen gelişmiş ülkeler, henüz bunun çok uzağında olan az gelişmişlerin kotalarını satın alıyor. Benzer bir durum okyanuslardaki avlanma kotası için de geçerli. Ayrıca eko tarım, turizm ve enerji çeşitlemeleri, şirketlere yeni kârlı alanlar açıyor…

Sonuç

Dünyada biri normal, diğeri kriz üreten iki ayrı kapitalizm yok; bir tane kapitalizm var ve o da zamanla kötüleşmedi, ilk ortaya çıktığı günden beri bugünkü özelliklerini taşıyordu. Kapitalizm kâr amacı doğrultusunda işleyen, rekabet ve tekelin iç içe geçtiği, özel mülkiyete dayalı, eşitsiz gelişen, her koşula uyabilen ve bu koşulları zamanla yeniden üreterek kendine uyarlayan, küresel bir düzendir. İçerdiği çelişkiler sınırsız bir kendini sürdürme yeteneği kazandırdığı kadar sonunu da hazırlar.  Örneğin sermaye yeniden üretim sürecinde karşılaştığı tüm engelleri yıkıp geçer ama bunu dünyadaki en büyük engelleyici güç olan devletin koruyucu zırhı olmadan yapamaz. Ya da dünyanın her yanında günün 24 saati kesintisiz yatırım yapılması kapitalizmi bir yandan ölümsüz kılarken, diğer yandan kriz ateşini körükler. Kapitalizm farklı çıkarları birleştirerek ve ortak çıkarları farklılaştırarak yaşar.

Günümüz kapitalizminin varoluş biçimi, kriz dinamiğine dayanıyor. Bir yandan kâr oranlarını korumak amacıyla yatırımlar küresel ölçekte denetlenmeye çalışılıyor, diğer yandan her bir kapitalist kârını en üst düzeye çıkartma gayreti içinde merkezîleşme girişimlerine direnç gösteriyor. Şimdilik merkezîleşme eksikliğinin boşluğunu, güçlü ordusu ve dünya parası olan doları sayesinde ABD emperyalizmi dolduruyor. Kriz, kapitalizmin aşması gereken, aşabileceği ya da aşamadığı bir sorun değildir, yapısal özelliğidir. Çoğunluğun yaşamını kısıtlarken, güçlülerin daha da güçlenmesi için yeni fırsatlar sunar. Güçlüler bunlardan, başıboş zayıfları denetim altına almak için yararlanırlar. Yapısal kriz, kapitalizmin kendiliğinden çökmesine yol açmaz. Bunun yalnızca yönetenlerin bu konudaki deneyimlerinden kaynaklandığı sanılmamalıdır, düzenin kaotik işleyişi her zaman durumdan zarar görenleri yenilgiyi kabul ederek kenara çekilmeye zorlarken, eşitsiz gelişim sayesinde mutlaka birilerini ileri doğru iter. Krizin düzen yanlıları ve karşıtları üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerinin birbirini dengelediği düşünülebilir. Bu durumda sonucu belirleyecek olan kapitalizmin kendiliğinden işleyişi değil, iktidara karşı verilen politik mücadeledir.



[1] http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1040654/Ucurumun_kiyisindan_notlar.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi