“Kriz” sözcüğü
birçok değişik durum ve farklı anlamlarla ilişkilendirildiği için kendi
anlamını yitiriyor. Genellikle büyükçe sorunlara, bir sorunun uzun sürmesine ya
da birkaç sorunun bir arada görülmesine “kriz” deniyor. Ergin Yıldızoğlu’nun
yazısı, bu konudaki fikirlerin bir ortalaması gibi.[1] Kriz’den
anladığımızı ifade edip, üzerinde duracağız.
Kriz sözcüğü ve kötüye kullanımı
Kriz, bir sorun
değildir; çözümlerin sorun haline gelmesi ya da faydadan çok zarar veriyor
olması durumudur. Tekil varlığa sahip ve kendi içinde bütünlüğü olan yapılar
krize girer. Bir bütünün parçaları için krizden bahsetmek anlamsız olur. Çünkü
parçaya ait sorunlar, bütünün olanaklarıyla çözülebilir. Bu olmasa bile, parça kesilip
atılarak bütünün konusu olmaktan çıkartılabilir. Oysa tekil bir bütünlüğün
yardım alabileceği dışı yoktur ve kendinden de vazgeçemez. Bu yüzden krizini
aşamaz ve varlığını, çözüm arayarak sürdürür.
Kriz, bir şeyin
yok oluşunun kesinleşmesi değildir, varlığını her zamanki ölçüler içinde
sürdürmesinin bir biçimidir. Bu mutlaka sarsıntılı, bunalımlı ve farklıdır ama yine
de bir varoluştur. Krizi son nokta gibi görmek, henüz hayattaki biri için yas
tutmaya benzer ve bir dizi yanlış kavrayışa yol açar. Öte yandan sınırda bir
varoluş, sürekli çözüm arayışları nedeniyle bütünün tamamını görme olanağı
verir. Böylelikle parçalar da, ait oldukları bütünü dışarıdan görüyormuş gibi
bir kavrayış düzeyine erişirler. Marks’ın, “sorunun kendisi ancak onu çözüme
bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da oluşmakta olduğu yerde
ortaya çıkar” sözü, bu çerçevede anlaşılmalıdır.
Kriz bir yanıyla
yok oluş eğilimi, diğer yanıyla yeni bir olanağın ortaya çıkış aşamasıdır. Bu
durum, nereden bakıldığına göre iyi ya da kötüye yorulabilir. Böyle bir yapıdan
zihinsel olarak kopamayan, kötümser olacaktır. Kopuşu pratik sonuçlarına kadar
sürdürebilenler ise iyimserliği temsil edeceklerdir. Yeni bir şey eskinin içinde
tasarlanıp mayalanmaya bırakılarak değil, yıkılış aşamasında ortaya çıkar. Eskiye
ait her bir öğenin yıkılışı, baskı altında tuttuğu potansiyellerin o güne dek
bilinmeyen niteliklerini açığa vurmasına yol açar. Bu süreçte bize düşen, henüz
sona ermeyene bitmiş gibi bakmadan ve henüz doğmayana ad koymaya kalkışmadan,
bağımsız varlığımızı koruyarak, yıkılışı kolaylaştırmaktır. Gerçek yenilik adıyla
birlikte gelir, yol göstericiye gereksinim duymaz.
***
Yıldızoğlu’nun
yazısında üzerinde duracağımız konu, “kapitalizm krizini aşamıyor”
saptamasıdır. Bu yaygın bir anlayış örneğidir. Krizi düzenin yapısal bir
özelliği yerine, zor da olsa aşılabilecek kötü yanı ya da geçici bir dönemi
gibi görmekten kaynaklıdır. Zaten yazının sonunda “güvenilir bir seçenek ortaya
koyamayan sosyalistleri” suçlaması da bunun sonucudur. Yıldızoğlu krizi
“kapsamlı bir sorun” ya da “sorunlar kümesi”
gibi gördüğü için çoğullaştırıyor ve bu nedenle “iklim krizi”…“insanla
doğa arasındaki ilişkilerle bağlantılı krizler” gibi ifadeler kullanıyor. Somut
olayları anlamaya ve açıklamaya çalışırken, kafamızda o konu hakkında net
kavramlar olması gerekir. Yoksa konu bize bu yönde bilgi vermez, yalnızca
gözlem fırsatı sunar. Oysa Yıldızoğlu yaygın bir yanlış yöntem doğrultusunda,
somut olaylardan hareketle belirsiz bir “kriz” kavramını açıklamaya ve
güçlendirmeye çalışıyor. Bu sırada
hareket noktası olan olayları da, sanki masum
anlamlara sahiplermiş gibi düşünmeden kullanılan “insan”…”doğa” gibi
sözcüklerle tanımlıyor. Yazarın düşüncelerinin izini, sondan başa doğru giderek
sürmeye çalışalım:
İnsan, toplum, doğa
“İnsanla doğa
arasındaki ilişki” ne demek? “İnsan” kim, “doğa” nedir ve ikisi arasında nasıl bir
ilişki kuruluyor? Sonuçta laboratuvarda kurbağa kesen öğrenci de “insan”,
Çanakkale boğazındaki köprünün açılış tarihiyle uyumlu olması için 2023 m uzunlukta
yapılmasına karar veren siyasetçi de… Her ikisinin de doğa ile ilişkisi aynı
nitelikte olabilir mi? Ayrıca “doğa”, çıkıp gidilebilen bir yer mi? Eğer
böyleyse, “doğaya” gitmek için yola çıkılan yer neresi?
İnsan, toplumsal
varlık olarak evrimleşmiş bir canlı türüdür. Veriler, maymunla aynı kökenden
geldiğimizi fakat genetik farklılık taşıdığımızı gösteriyor. Hayvanlardan fiziksel
olarak geride, düşünme kapasitesi bakımından öndeyiz. Bu özellikleriyle hayatta
kalan ve bunu kültür olarak sonraki kuşaklara aktaran öncüllerimiz, toplumsal yaşamın
temellerini atmışlardır. Alet kullanımı ve işbölümünün sınırlı olduğu ilkel
toplumsal yaşamın, hayvanların sürü yaşamından çok uzak olmadığını
düşünebiliriz. Ayrıca toplumsal yaşamın Adem ve Havva misali bir noktadan
başlayarak düz bir çizgi gibi bugüne dek geldiği de sanılmamalı; büyük
olasılıkla, yüzbinlerce yıl boyunca farklı yer ve zamanlarda birbirine benzer
yaşam biçimleri ortaya çıkmış, yok olmuş ve tekrar doğmuş olmalıdır. Birbirinden
kopuk toplulukların ulaştığı farklı kültürel sonuçların ilişkilenmesi,
toplumsal yaşamın gelişiminde sıçramalara yol açabilir. Böylece, farklı
çevrelerde hayatta kalmayı başarmış topluluklar bir biçimde birbirlerinin
deneyimlerini öğrenerek, her türlü çevre koşuluna uyum gösterme
yeteneklerini arttırabilirler.
İnsanı maymundan
ayıran genetik farklılığın, kendiliğinden “insan olmayı” belirlediği düşünülmemelidir.
Genetik özellikler bazı davranışları yapmaya yatkınlık sağlar. Ancak uygun koşullar
olmadığında, genetik kodlar bir bilgisayar programı gibi kendiliğinden harekete
geçmeyecektir. Toplumdan uzak ve hayvanlarla büyüyen çocukların insani davranış
gösteremediğine ilişkin pek çok gözlem, bu görüşü destekler niteliktedir. Öte
yandan hayvanlar da ne kadar eğitilirse eğitilsin insan olmuyor, yalnızca
eğiticisini taklit ediyor. Bu da, ister insan gibi toplum olarak isterse
balarısı gibi sürü olarak yaşasın, herhangi bir canlının bir arada yaşama
biçiminin, doğasına ait bir özellik olduğu anlamına gelir. Çeşitli böcek, kuş
ve balıkların sürü dışında düşünülememesi gibi insan canlısı da toplum dışında
yoktur.
İnsan, toplum ve
doğa bir bütündür. Her şeyin içinde yeraldığı ve bir parçası olduğu sonsuz büyüklük,
doğadır. Toplum, insan türünün doğa içindeki yeri, yuvası ve yaşama biçimidir. Bilinçli,
dolayısıyla insan eliyle kurulan bir yapı olduğu gerekçesiyle toplumu doğanın
dışında/karşısında/üstünde gibi düşünmek, Aydınlanma döneminin yanıltıcı
düşünsel miraslarından biridir. Buna paralel bir inanç, birçok dinde de
görülür.
İnsanın birey
olarak hayatta kalabilmesi için başka insanların bakımı ve yardımına
gereksinimi vardır. Bunun sürekliliği ancak çok sayıda kişinin farklı çabalarının
belli bir işbölümü temelinde bir araya gelip yönetilmesini ve buna uygun ahlâk,
eğitim vb. gerektirir. Dolayısıyla toplum bireylerden oluşmaz, tam tersine
bireyin ortaya çıkabilmesi için toplumun varolması gerekir. Toplum, farklı
pratikleri bir araya getiren yapıların bütünüdür. Bunlar kısaca “altyapı-üstyapı”
başlıkları altında toplanır. Birey, toplum dışında “insan” niteliğiyle
varolmadığı için, liberalizmin temelini oluşturan ve doğuştan geldiği kabul
edilen herhangi bir insan hakkı, özü, aklı vb. yoktur.
İnsan tarihsel
olduğu kadar, konjonktürel (içinde
bulunduğumuz gerçeklik) bakımından da toplumsal bir varlıktır. Ya bir komünün eşit
haklara sahip üyesi, ya da sınıflı bir toplumun eşitsiz yaşayan kesimlerinden
birinin parçasıdır. Gerçeklik, soyut insan özellikleri barındırmaz, her somut
durumda belli bir toplumsal konumda yer alan,
bu zeminde düşünüp eyleme geçen
belli kişiler (özneler) vardır. Öte yandan cinsiyet, ırk gibi fiziksel özellikler
de toplumsal varoluş gerçeği içinde doğal anlamlarını yitirir ve ezen-ezilen
ilişkileri çerçevesinde farklı toplumsal kimlikler olarak yeniden üretilerek,
kişilere öğretilir. Kişiler, toplumsal yaşam süreçlerinde belli davranışlara
uymak kaydıyla konumlarını değiştirebilirler; ancak içinden çıktıkları ya da
yöneldikleri konumlar, toplumsal yapı değişmedikçe aynı kalır. Ezen-ezilen,
sömüren-sömürülen vb. toplumsal konumlar, toplumların işleyiş yasalarınca
belirlenir ve başka kurumsal nitelikteki parçalarla birleşerek toplumsal yapıyı
oluştururlar.
İnsanı soyut ya
da topraktan kendiliğinden çıkan bir doğal varlık somutluğu içinde düşünmek
arasında fark yoktur. Her ikisi de insanı yüceltirken, arkasında yatan ve
çelişkilerden oluşan toplumsal varoluş gerçeğini görmezden gelir. Bu anlayış,
toplumu doğanın dışında ve insanı doğanın efendisi gibi düşünmekle ilintilidir.
Böylece doğa insanın elinin altında, dilediği gibi yararlanabileceği bir
varlığa dönüşür. Bu bakış açısından hareketle kapitalistler doğayı harcanacak
bir kaynak, bazı solcular ve çevreciler ise korunması gereken değer olarak
görürler. Oysa doğa ne korunabilir, ne de yok edilebilir. Sözü edilen,
çevredir…
İklim krize girer mi?
“İklim krizi” kavramı; bilindiği üzere sanayi
üretimi ve kentleşmenin olumsuz etkilerinin, dünyayı insan türünün
yaşayamayacağı bir yer haline getireceğini ifade etmek amacıyla kullanılıyor.
Yanlış teknolojiler, aşırı tüketim, kâr hırsı vs. sonucu ozon tabakası
deliniyor, buzullar eriyor, deniz akıntıları ve rüzgârlar yön değiştiriyor,
aşırı yağış ve kasırgaların görülme sıklığı artıyor, türler yok oluyor…
Yıldızoğlu bu konuda şöyle diyor: “Bunlar insanla doğa arasındaki ilişkilerle
bağlantılı krizler. Bu krizlerin, gezegendeki egemen üretim tarzının, yapısal
krizi içinde kendini gösteriyor olması da anlamlı.”
Sözü edilen,
toplumun çevre üzerindeki etkisidir. Canlılar “doğada” değil, belli bir çevrede
yaşar ve onunla birlikte doğanın bir parçasını oluştururlar. Her canlı,
çevresini tüketerek hayatta kalır. Bunu çevrenin kendini sürdürebileceği
sınırlar içinde yapmaz ya da değiştirdiği çevre koşullarının baskısından
kurtulmak için önlemler almazsa, er geç yaşamı sona erer. Bu doğal bir döngüdür
ve hiçbir canlı dışında değildir. Canlıların olağan yaşam düzeni çerçevesinde
“insan-doğa ilişkisinde” bir kriz ya da sorun yoktur. İnsan türü, genetik
özelliklerinin sağladığı gelişmiş beyni ve toplumsal yaşam olanaklarını
kullanarak bugüne dek çok zor iklim koşullarında bile yaşamını
sürdürebilmiştir. Aynı şeyi “iklim krizi” koşullarında da yapabilir. Zaten
yapamazsa, doğal ömrünün sonuna gelmiş demektir ve yok olarak, başka canlılara
yaşam alanı açar. Kaldı ki, bugün “iklim krizi” adı altında sayılan birçok
soruna proje düzeyinde çözümler öneriliyor. Bunların bazıları-elbette
kapitalist amaçlar çerçevesinde olmak üzere-kullanılıyor ve daha fazlası da
kullanılabilir durumda.
“İklim krizi”
sözcüğünü genellikle sol liberal çevreler benimsiyor ve “insanlığın bir
felâketin eşiğine geldiği” gerekçesiyle, toplumu harekete geçmeye çağırmakta
kullanıyorlar. Bunda bir sorun yok, ancak buradan hareketle politik mücadeleye
yön vermek için kullanılması sakıncalı. Çünkü konunun ağırlık merkezi “herkesi
yok edecek bir felâketle karşı karşıyayız” noktasına kaydıkça, egemen sınıfın
sorumluluğu arkaplana düşüyor. Ve sorun giderek tarafsız bir bakış açısıyla,
doğal afet gibi görülmeye başlanıyor.
Kriz çevresel
değil, toplumsal niteliktedir. Konu böyle ifade edilmediğinde,
“sürdürülebilirlik” kavramı altında “yeşil” bir kapitalizmi destekleyici
önerilerin gönüllü savunucusu durumuna gelinebilir. Ya da tersine, her türlü
teknolojik gelişimi reddeden bir taş devri tarikatına dönüşmek de mümkündür. Kapitalizm,
her koşulda aynı işleyişi gösteren ve somut duruma kör bakan bir sistem
değildir; kendini rahatlıkla çevreci hassasiyetlere uyarlayacak kadar esnektir.
Zaten 1970’lerden beri BM bünyesinde bu konuda adımlar atılıyor. Öte yandan
kapitalizmin bugün çevreye verdiği zararın nedenleri de 100 yıl öncesiyle aynı değildir.
Konu üzerine düşünmeyi daha ileri götürmeden, bazı ayrımlar yapalım:
Doğa-çevre ayrımı
Benzer sorunlar
üzerine düşünürken çevre-doğa ayrımı yapmamak, sorunları anlamayı
zorlaştırıyor. Doğa, varlığını bütünüyle göremeyeceğimiz sonsuz büyüklüktür.
Doğanın işleyiş yasaları, madde oluşu gibi varoluşsal özelliklerinin
bazılarını, ancak toplumsal koşullarla sınırlı olanaklarımız çerçevesinde
bilebiliriz. Öyle ki, doğa hakkında bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında son
derece önemsiz kalır. Bu bilgilerden biri de, toplumsal yaşamın doğanın
belirleyiciliği altında sürüyor oluşudur. Bunun için yapılması gereken, doğa
yasalarını her zaman dikkate almak ve onlarla uyumlu yaşamaya çalışmaktır. Bu
halde bile parça bütünü, toplumun uyum yeteneği doğanın işleyiş gücünü
belirleyemeyeceği için, toplum doğa karşısında çaresizdir. En fazla
yapılabilecek olan, bilinen hareket yasaları üzerinden öngörülerde bulunmak ve
gelecek felâketlere hazırlanmaktır.
Çevre,
merkezinde toplumun yaşadığı doğa parçasıdır. Varlığını somut olarak
saptayabildiğimiz her yer “çevre” kapsamındadır. Kapitalizm koşulları altında sırasıyla,
bir yer önce görülür, ardından koruma altına alınarak mülkiyete geçirilir ve
metalaştırılarak tüketilir. Elbette bu zincire, bazı çevresel özelliklerin
yeniden üretilmesi de dâhildir. Örneğin kirlenen alanların temizlenmesi, yok
olan ormanların yerine ağaç dikilmesi, tükenen türlerin laboratuar koşullarında
yeniden üretilmesi gibi. Çünkü bunlar da kâr getirici işlerdir.
Çevre, toplumsal
ilişkiler kapsamındaki doğa parçası olduğu için doğa ile karıştırılır ve bir
canlı türü olarak insanın doğa içindeki yeriyle, toplumun çevre içindeki yeri
arasında ilgisiz paralellikler kurulur. Çevreyi tüketmek, doğaya verilen bir
zarar değildir; bu toplumsal yaşamın sürmesi için kaçınılmazdır. Sorun, bu
kaçınılmazlığın hangi etkiler altında gerçekleştiğindedir. Marks’ın dediği
gibi, belli bir dönemde topluma egemen olan düşünceler, egemen sınıfın
düşünceleridir. Bugün kapitalist toplumlarda çevreyle her tür ilişkinin karar
vericisi burjuvazidir. Bu karar, kapitalizmin somut gereksinimleri doğrultusunda
veriliyor ve hükümetler eliyle uygulanıyor. Verilen kararlarda belirleyici olan
toplumsal gereksinimlerin karşılanması ya da siyasal iktidarların aptallıkları
gibi gerekçeler değildir, sermayenin yeniden üretiminin aldığı özel
biçimlerdir. Zaten “çevre sorunları” adı altında sayılabilecek bütün konuların
kapitalizmin krizi çerçevesinde yaşanması da bu nedenle oluyor.
Kapitalizmin yapısal krizi ve çevre sorunları
ilişkisi
Bilindiği üzere
kapitalizmin yapısal krizi, kâr oranlarının düşmesinden kaynaklıdır. Elde
edilen kârın bir bölümü ile yeni yatırımlar yapılarak, daha çok kâr elde etme
olanağı yaratılır. Ancak büyüyen yatırımların belli bir aşamasından sonra,
sağlanan kâr yatırım giderlerini karşılamaya yetmez. Bu koşullara bağlı olarak,
kapitalist günlük yaşamda değişik tıkanmalara yol açar. Hammadde alınamaz, üretim
durur, ücret ve borç ödenemez, depolardaki mallar satılamaz, iflaslar görülür vb.
Bu duruma düşmemek için kapitalistlerin izleyeceği iki yol vardır: Birincisi;
yeni yatırımlara kalkışmayarak yatırım giderlerini, dolayısıyla yeterli kâr
gereksinimini en alt düzeyde tutmaktır. Bunun için işçi çıkarılır, faizler
düşürülür, eldeki kapasite kullanımı arttırılır, şirket birleşmelerine gidilir vs.
İkincisi, en az maliyetle en yüksek kâr edilebilecek alanlara yönelmektir.
Bilindiği üzere kâr için üretim yapmak gerekmez, ticaret ve spekülasyondan da
kâr edilebilir. Öte yandan gerçek üretimden kâr sağlamak içinse, maliyetleri en
alta çekecek yöntemler izlenir. Mesaileri uzatıp ücretleri düşürmek bunun en
bilinen yoludur. Bir başka yol da, kârlı bir fiyattan alınıp satılabilecek
metaların düşük maliyetle elde edilmesidir. Sular, deniz kıyıları, ormanlar,
dağlar, geniş araziler; akla gelen ve kamu mülkiyeti altında olan her türlü
çevre alanı piyasa koşullarının çok altında fiyatlarla şirketlere devredilerek,
“kamu malı” olmaktan çıkartılır ve “meta” haline getirilir. Böylece değişmeyen
sermaye yatırımlarını arttırmadan, yüksek kâr elde edilebilir.
Günümüzde
kapitalizmin çevreye verdiği zarar, yükseliş dönemlerindeki gibi daha çok
üretim yapma amaçlı değildir; yapısal krizi denetim altında tutmaya yöneliktir.
Doğa, her zaman toplumsal üretimin kaynağı olmuştur. Ancak bugün bu kaynağın aşırı kullanımının
nedeni, kriz baskısı altında düşük maliyetle en yüksek kâr oranlarına ulaşmak
için sürekli daha geniş çevreyi metalaştırmak zorunda kalınmasıdır. Yine buradan kaynaklı sorunlar da, başka bir
kâr fırsatı olarak kullanılıyor. Örneğin karbon ticareti bunların başında
geliyor. Bilindiği üzere uluslararası anlaşmalar gereği her ülkenin havaya
belli bir miktar zararlı gaz salma kotası var. Kendi kotasını tüketen gelişmiş
ülkeler, henüz bunun çok uzağında olan az gelişmişlerin kotalarını satın
alıyor. Benzer bir durum okyanuslardaki avlanma kotası için de geçerli. Ayrıca
eko tarım, turizm ve enerji çeşitlemeleri, şirketlere yeni kârlı alanlar
açıyor…
Sonuç
Dünyada biri
normal, diğeri kriz üreten iki ayrı kapitalizm yok; bir tane kapitalizm var ve
o da zamanla kötüleşmedi, ilk ortaya çıktığı günden beri bugünkü özelliklerini
taşıyordu. Kapitalizm kâr amacı doğrultusunda işleyen, rekabet ve tekelin iç
içe geçtiği, özel mülkiyete dayalı, eşitsiz gelişen, her koşula uyabilen ve bu
koşulları zamanla yeniden üreterek kendine uyarlayan, küresel bir düzendir. İçerdiği
çelişkiler sınırsız bir kendini sürdürme yeteneği kazandırdığı kadar sonunu da
hazırlar. Örneğin sermaye yeniden üretim
sürecinde karşılaştığı tüm engelleri yıkıp geçer ama bunu dünyadaki en büyük
engelleyici güç olan devletin koruyucu zırhı olmadan yapamaz. Ya da dünyanın
her yanında günün 24 saati kesintisiz yatırım yapılması kapitalizmi bir yandan
ölümsüz kılarken, diğer yandan kriz ateşini körükler. Kapitalizm farklı
çıkarları birleştirerek ve ortak çıkarları farklılaştırarak yaşar.
Günümüz
kapitalizminin varoluş biçimi, kriz dinamiğine dayanıyor. Bir yandan kâr
oranlarını korumak amacıyla yatırımlar küresel ölçekte denetlenmeye
çalışılıyor, diğer yandan her bir kapitalist kârını en üst düzeye çıkartma
gayreti içinde merkezîleşme girişimlerine direnç gösteriyor. Şimdilik merkezîleşme
eksikliğinin boşluğunu, güçlü ordusu ve dünya parası olan doları sayesinde ABD
emperyalizmi dolduruyor. Kriz, kapitalizmin aşması gereken, aşabileceği ya da aşamadığı
bir sorun değildir, yapısal özelliğidir. Çoğunluğun yaşamını kısıtlarken, güçlülerin
daha da güçlenmesi için yeni fırsatlar sunar. Güçlüler bunlardan, başıboş
zayıfları denetim altına almak için yararlanırlar. Yapısal kriz, kapitalizmin
kendiliğinden çökmesine yol açmaz. Bunun yalnızca yönetenlerin bu konudaki
deneyimlerinden kaynaklandığı sanılmamalıdır, düzenin kaotik işleyişi her zaman
durumdan zarar görenleri yenilgiyi kabul ederek kenara çekilmeye zorlarken,
eşitsiz gelişim sayesinde mutlaka birilerini ileri doğru iter. Krizin düzen
yanlıları ve karşıtları üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerinin birbirini
dengelediği düşünülebilir. Bu durumda sonucu belirleyecek olan kapitalizmin
kendiliğinden işleyişi değil, iktidara karşı verilen politik mücadeledir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.