Adını doğru koyalım; yaşanan gerilim “ABD-Türkiye” arasında değil, ABD ile Türkiye’deki yeni rejimin sorumluları arasındadır. Bu gerilim yüzünden ABD’nin uygulayacağı ambargoların biz yurttaşları sıkıntıya sokacağı gerekçesiyle, hepimizden rejimin arkasında durmamız isteniyor. Bunu yönetenler değil, yine bir “Yenikapı ruhu” ile iktidar partisinin arkasına takılıp ABD’ye karşı demeçler veren muhalefet partileri istiyor. Peki, iki ülke arasında gerilim yaşanmadığı zamanlarda, yurttaş olarak çok mu rahat oluyoruz? Filler tepişirken ezilen çimler, sevişirlerken de ezilmiyor mu? Ve 15 Temmuz darbesine karşı demokrasiyi savunmak için koşa koşa Yenikapı’ya giden muhalefet bugüne dek bunun karşılığını almamışken, şimdi neden benzer bir davranış daha gösteriyor?
Muhalefet
partileri daha çok zarar görmeyelim diye böyle davrandıklarını ileri
süredursunlar; bunu yaparken, toplumun yarısının oy vermediği ve toplumun
tamamının zarar gördüğü bir iktidarı destekliyorlar. Öte yandan açıklamalarında
da iktidar partisiyle hemen hemen aynı dili kullanarak, ABD’den “yabancı güç” olarak
bahsediyorlar.
ABD, emperyalist
bir süper güçtür ancak “yabancı” değildir, yürürlükteki düzen çerçevesinde tamamen
yerlidir. Ülkemizi işgal etmemiş, davetle gelmiş ve baştan beri buna karşı
çıkan sol kesim dışındakiler tarafından törenlerle karşılanmıştır. İlişki,
bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet tehdidi gerekçe
gösterilerek, ABD korumasından yararlanmak amacıyla başlatılmıştır. Türkiye’nin
savaş sırasında Hitler Almanyasına yakın davranması üzerine, Stalin iki ülke
arasındaki saldırmazlık antlaşmasını tek yanlı olarak iptal etmiş ve savaş
tazminatı olarak Türkiye’den toprak talebinde bulunmuş, yanı sıra Boğazların
yönetimine ortak olmak istemiştir. Bunun üzerine zamanın tek parti yönetimi,
ülkeyi korumak adına ABD ile yakınlaşmıştır. Halen tüm egemen siyaset yanlısı
partilerde temsil edilen görüşler, ABD emperyalizminin Türkiye’ye sokulmasından
sorumludurlar. Dolayısıyla bunlar bugün muhalefet oldukları halde ABD
karşısında iktidarı destekliyorsa, bu “vatanseverliklerinden” değil, ABD ile
ilişkilerde baştan beri ortak sorumluluk taşımalarından kaynaklıdır. Türkiye
1950’de Kore’ye asker gönderirken ve 1952’de NATO üyesi olurken de yine iktidar
ve muhalefet bugün olduğu gibi birlikte hareket etmişlerdir.
Yaşanan
son gerilim, emperyalizmin bir ülkeye ya da halka saldırganlığı gibi
görülmemelidir; yalnızca egemen güçler arası bir rekabet örneğidir. Gerilim
hukuksal ya da ekonomik nedenlerden kaynaklanmıyor, iki ülke arası siyasi
anlaşmazlıklarla ilgilidir. Havalarda uçuşan karşılıklı sert demeçler, biraz da
kendi kamuoylarını kandırmaya yöneliktir. Burada ilgilenmemiz gereken yel
değirmenleri değil, varlığını “yabancı”
denilen emperyalist güçlerle içli dışlı olmaya borçlu olan iktidarlar ve
izledikleri politikalar olmalıdır.
Emperyalizm
Batı’nın Doğu’yu, sanayi ülkelerinin geri tarım ülkelerini, büyük devletlerin
küçükleri sömürmesi değildir; bütün ülkelerin kapitalistlerinin ortaklaşa
dünyayı sömürmesinin adıdır. ABD ve Avrupalı emperyalistler dünyanın yoksul ama
zengin kaynaklara ve genç nüfusa sahip bir köşesine yatırım yapıp kâr etmek
amacıyla giderken, “medeniyet götürüyoruz” der. Buna karşılık kârdan pay almak
için dışarıdan sermaye gelmesini bekleyen o ülkenin iribaşları da, “kazan kazan
ilkesine göre çalışıyoruz, biraz biz, biraz onlar kazanıyor ve karşılığında
memleketimiz kalkınıyor” der. Elbette çıkar ortaklıkları yoksulların
dayanışmasına benzemez, her an birbirlerinin altını oymaya hazırdırlar ve
rekabet içinde ortaklık kurarlar. Bu yüzden ne zaman dost ya da düşman
olacakları belli değildir.
Bu süreçlerde
ülkelerini bir şirket gibi yöneten hükümetlerin güya “yerli ve milli”
olmasının, yabancı bir güç gibi gösterilen emperyalizm karşısında herhangi bir
ayrıcalığı ya da üstünlüğü yoktur. Sonuçta aralarında iç ve dış güçler arası iğreti
bir ilişki değil, sermaye ortaklığı vardır. Birinin zararı ya da kârı, aynı
anda diğerinin de zararı ve kârıdır. Şiddetli bir rekabet durumunda, deposu
dolu olan kazanır. O da dolarla dolar. Türkiye’nin deposu uzun süreden beri
boştur. Ekonomi uzmanı Mustafa Sönmez, önümüzdeki 12 ay için 230 milyar dolar
dolayında kaynak bulunması gerektiğini belirtiyor. Bunun 180 milyar doları
vadesi gelen borçları ödemek için, 50 milyar doları cari açığı kapatmak
içinmiş.
Ne felâket
tellallığı yapalım, ne de kötülükleri hayra yoran Polyanna gibi iyimserlik
saçalım. Ekonomi iyi durumda değil. Ancak bu tek başına, düzenin tıpasının
çıkarak batmasına neden olmaz. Ekonominin olumsuz etkisi, eğer siyasi
tutarsızlıkların önü alınamazsa belirleyici olur. Bugün muhalefetsizlikten
dolayı geleneksel bir siyasi istikrarsızlıktan bahsedemesek de, rejimin tek
karar vericisinin öngörülemez tutumları nedeniyle uluslararası ilişkilerde çok
sık belirsizlikler yaşanıyor. ABD ile gerilim de bunun bir örneğidir.
Bilindiği üzere
ülke ekonomisi 12 Eylül 1980 darbesi sonrası geçirdiği dönüşüm nedeniyle döviz
bağımlısı oldu. Küresel sermayenin ucuz kredi dağıtacak yer aradığı 2000
yılları başlarında, bu durumdan kaynaklı sorunlar pek hissedilmedi. Türkiye
küresel şirketlerin üretim üssü ve sıçrama tahtası oldu. Krediye de dayansa,
ülkede önemli bir sermaye birikimine ulaşıldı. Böylece düzenin sürmesi, yatırım
ve ticaret amacıyla daha geniş pazarlara ulaşmayı gerektirmeye başladı. Bunun
gerçekleşmesi için, Emperyalizm ülkeyi yönetenlerin önüne iki tane görev koydu:
Birincisi iç barış sağlanacaktı. İkincisi yatırım ve ticaret amacıyla Arap
Yarımadası, Müslüman ülkeler ve Afrika’ya yönelmek gerekiyordu. Mevcut iktidar
bunun için biçilmiş kaftandı ve bu dönemde Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkileri
iyiydi. Yakın coğrafyada Müslüman Kardeşlere yatırım yapılıyordu. Doğu
Akdeniz’den Doğu Afrika’ya kadar uzanan bir nüfuz alanı planları yapılıyordu.
Türkiye de artık ekmeğini taştan çıkaran orta boy bir emperyalist ülke gibi
davranacaktı. Olmadı.
İktidarı sarsan
gelişme, yakın coğrafyadaki amaçların
gerçekleşmesi olasılığının ortadan kalkması oldu. Mısır ve Tunus başta olmak
üzere, Müslüman Kardeşler tutunamadılar. Yemen ve Suriye’de etkisiz kaldılar. İktidar,
altüst olan hesaplarını Suriye’de düzeltmek istedi. Ancak nereye giderse gitsin, üzerinden
atlayarak çözmediği Kürt sorunuyla karşı karşıya kalıyordu. Nitekim aynı sorun
Suriye’de de yaşandı. Yönetenlerimiz, dış politika denemelerinin zararını Suriye’de
çıkarmak için çırpındıkça, üstünden atladığı sorunlar katlanarak karşısına
dikildi.
ABD ile gerilim
aşılacak mı? Hiçbir emperyalist güç, coğrafi konumu nedeniyle Türkiye’de en
azından şimdilik, önemli sorunlar yaşanmasını istemez. Bu nedenle ABD ile
gerilimin de tıpkı Rusya, Almanya ve Hollanda ile yaşananlar gibi bir biçimde
aşılması beklenmelidir. Hatırlayalım: Önce Rusya’nın uçağı düşürüldü ve bununla
övünüldü. Ardından Rusya ekonomik ve diplomatik baskıya başlayınca, özür dilenerek
uzlaşıldı. Benzer biçimde, Hollanda özür dilemezse ilişki kurulmayacak dendi
ama özür dilemediği halde geçtiğimiz günlerde diplomatik ilişkiler tekrar başlatıldı.
Almanya, Türkiye’de tutuklu olan yurttaşlarının salıverilmesi karşılığı
göçmenlere yardım parasını serbest bıraktı. Emperyalist ülkeler, kırılgan bir
ekonomik yapıya sahip Türkiye’ye bu çerçevede baskı yaparak, siyasi sorunları
aşıyorlar. ABD ile de sorunların bir biçimde çözüleceğini, bu örneklere bakarak
söylüyoruz. Siyasi iktidarın, ABD ile
uzlaşmak dışında hiçbir seçeneği yoktur. Sorun, er geç aşılacaktır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.