Blog Arşivi

5 Ağustos 2018 Pazar

HAMAMA GİREN TERLER…



Adını doğru koyalım; yaşanan gerilim “ABD-Türkiye” arasında değil, ABD ile Türkiye’deki yeni rejimin sorumluları arasındadır. Bu gerilim yüzünden ABD’nin uygulayacağı ambargoların biz yurttaşları sıkıntıya sokacağı gerekçesiyle, hepimizden rejimin arkasında durmamız isteniyor. Bunu yönetenler değil, yine bir “Yenikapı ruhu” ile iktidar partisinin arkasına takılıp ABD’ye karşı demeçler veren muhalefet partileri istiyor. Peki, iki ülke arasında gerilim yaşanmadığı zamanlarda, yurttaş olarak çok mu rahat oluyoruz?  Filler tepişirken ezilen çimler, sevişirlerken de ezilmiyor mu? Ve 15 Temmuz darbesine karşı demokrasiyi savunmak için koşa koşa Yenikapı’ya giden muhalefet bugüne dek bunun karşılığını almamışken, şimdi neden benzer bir davranış daha gösteriyor?


Muhalefet partileri daha çok zarar görmeyelim diye böyle davrandıklarını ileri süredursunlar; bunu yaparken, toplumun yarısının oy vermediği ve toplumun tamamının zarar gördüğü bir iktidarı destekliyorlar. Öte yandan açıklamalarında da iktidar partisiyle hemen hemen aynı dili kullanarak, ABD’den “yabancı güç” olarak bahsediyorlar.

ABD, emperyalist bir süper güçtür ancak “yabancı” değildir, yürürlükteki düzen çerçevesinde tamamen yerlidir. Ülkemizi işgal etmemiş, davetle gelmiş ve baştan beri buna karşı çıkan sol kesim dışındakiler tarafından törenlerle karşılanmıştır. İlişki, bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet tehdidi gerekçe gösterilerek, ABD korumasından yararlanmak amacıyla başlatılmıştır. Türkiye’nin savaş sırasında Hitler Almanyasına yakın davranması üzerine, Stalin iki ülke arasındaki saldırmazlık antlaşmasını tek yanlı olarak iptal etmiş ve savaş tazminatı olarak Türkiye’den toprak talebinde bulunmuş, yanı sıra Boğazların yönetimine ortak olmak istemiştir. Bunun üzerine zamanın tek parti yönetimi, ülkeyi korumak adına ABD ile yakınlaşmıştır. Halen tüm egemen siyaset yanlısı partilerde temsil edilen görüşler, ABD emperyalizminin Türkiye’ye sokulmasından sorumludurlar. Dolayısıyla bunlar bugün muhalefet oldukları halde ABD karşısında iktidarı destekliyorsa, bu “vatanseverliklerinden” değil, ABD ile ilişkilerde baştan beri ortak sorumluluk taşımalarından kaynaklıdır. Türkiye 1950’de Kore’ye asker gönderirken ve 1952’de NATO üyesi olurken de yine iktidar ve muhalefet bugün olduğu gibi birlikte hareket etmişlerdir.

  Yaşanan son gerilim, emperyalizmin bir ülkeye ya da halka saldırganlığı gibi görülmemelidir; yalnızca egemen güçler arası bir rekabet örneğidir. Gerilim hukuksal ya da ekonomik nedenlerden kaynaklanmıyor, iki ülke arası siyasi anlaşmazlıklarla ilgilidir. Havalarda uçuşan karşılıklı sert demeçler, biraz da kendi kamuoylarını kandırmaya yöneliktir. Burada ilgilenmemiz gereken yel değirmenleri değil,  varlığını “yabancı” denilen emperyalist güçlerle içli dışlı olmaya borçlu olan iktidarlar ve izledikleri politikalar olmalıdır.

Emperyalizm Batı’nın Doğu’yu, sanayi ülkelerinin geri tarım ülkelerini, büyük devletlerin küçükleri sömürmesi değildir; bütün ülkelerin kapitalistlerinin ortaklaşa dünyayı sömürmesinin adıdır. ABD ve Avrupalı emperyalistler dünyanın yoksul ama zengin kaynaklara ve genç nüfusa sahip bir köşesine yatırım yapıp kâr etmek amacıyla giderken, “medeniyet götürüyoruz” der. Buna karşılık kârdan pay almak için dışarıdan sermaye gelmesini bekleyen o ülkenin iribaşları da, “kazan kazan ilkesine göre çalışıyoruz, biraz biz, biraz onlar kazanıyor ve karşılığında memleketimiz kalkınıyor” der. Elbette çıkar ortaklıkları yoksulların dayanışmasına benzemez, her an birbirlerinin altını oymaya hazırdırlar ve rekabet içinde ortaklık kurarlar. Bu yüzden ne zaman dost ya da düşman olacakları belli değildir.

Bu süreçlerde ülkelerini bir şirket gibi yöneten hükümetlerin güya “yerli ve milli” olmasının, yabancı bir güç gibi gösterilen emperyalizm karşısında herhangi bir ayrıcalığı ya da üstünlüğü yoktur. Sonuçta aralarında iç ve dış güçler arası iğreti bir ilişki değil, sermaye ortaklığı vardır. Birinin zararı ya da kârı, aynı anda diğerinin de zararı ve kârıdır. Şiddetli bir rekabet durumunda, deposu dolu olan kazanır. O da dolarla dolar. Türkiye’nin deposu uzun süreden beri boştur. Ekonomi uzmanı Mustafa Sönmez, önümüzdeki 12 ay için 230 milyar dolar dolayında kaynak bulunması gerektiğini belirtiyor. Bunun 180 milyar doları vadesi gelen borçları ödemek için, 50 milyar doları cari açığı kapatmak içinmiş.

Ne felâket tellallığı yapalım, ne de kötülükleri hayra yoran Polyanna gibi iyimserlik saçalım. Ekonomi iyi durumda değil. Ancak bu tek başına, düzenin tıpasının çıkarak batmasına neden olmaz. Ekonominin olumsuz etkisi, eğer siyasi tutarsızlıkların önü alınamazsa belirleyici olur. Bugün muhalefetsizlikten dolayı geleneksel bir siyasi istikrarsızlıktan bahsedemesek de, rejimin tek karar vericisinin öngörülemez tutumları nedeniyle uluslararası ilişkilerde çok sık belirsizlikler yaşanıyor. ABD ile gerilim de bunun bir örneğidir.  

Bilindiği üzere ülke ekonomisi 12 Eylül 1980 darbesi sonrası geçirdiği dönüşüm nedeniyle döviz bağımlısı oldu. Küresel sermayenin ucuz kredi dağıtacak yer aradığı 2000 yılları başlarında, bu durumdan kaynaklı sorunlar pek hissedilmedi. Türkiye küresel şirketlerin üretim üssü ve sıçrama tahtası oldu. Krediye de dayansa, ülkede önemli bir sermaye birikimine ulaşıldı. Böylece düzenin sürmesi, yatırım ve ticaret amacıyla daha geniş pazarlara ulaşmayı gerektirmeye başladı. Bunun gerçekleşmesi için, Emperyalizm ülkeyi yönetenlerin önüne iki tane görev koydu: Birincisi iç barış sağlanacaktı. İkincisi yatırım ve ticaret amacıyla Arap Yarımadası, Müslüman ülkeler ve Afrika’ya yönelmek gerekiyordu. Mevcut iktidar bunun için biçilmiş kaftandı ve bu dönemde Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkileri iyiydi. Yakın coğrafyada Müslüman Kardeşlere yatırım yapılıyordu. Doğu Akdeniz’den Doğu Afrika’ya kadar uzanan bir nüfuz alanı planları yapılıyordu. Türkiye de artık ekmeğini taştan çıkaran orta boy bir emperyalist ülke gibi davranacaktı. Olmadı.

İktidarı sarsan gelişme,  yakın coğrafyadaki amaçların gerçekleşmesi olasılığının ortadan kalkması oldu. Mısır ve Tunus başta olmak üzere, Müslüman Kardeşler tutunamadılar. Yemen ve Suriye’de etkisiz kaldılar. İktidar, altüst olan hesaplarını Suriye’de düzeltmek istedi.  Ancak nereye giderse gitsin, üzerinden atlayarak çözmediği Kürt sorunuyla karşı karşıya kalıyordu. Nitekim aynı sorun Suriye’de de yaşandı. Yönetenlerimiz, dış politika denemelerinin zararını Suriye’de çıkarmak için çırpındıkça, üstünden atladığı sorunlar katlanarak karşısına dikildi.

ABD ile gerilim aşılacak mı? Hiçbir emperyalist güç, coğrafi konumu nedeniyle Türkiye’de en azından şimdilik, önemli sorunlar yaşanmasını istemez. Bu nedenle ABD ile gerilimin de tıpkı Rusya, Almanya ve Hollanda ile yaşananlar gibi bir biçimde aşılması beklenmelidir. Hatırlayalım: Önce Rusya’nın uçağı düşürüldü ve bununla övünüldü. Ardından Rusya ekonomik ve diplomatik baskıya başlayınca, özür dilenerek uzlaşıldı. Benzer biçimde, Hollanda özür dilemezse ilişki kurulmayacak dendi ama özür dilemediği halde geçtiğimiz günlerde diplomatik ilişkiler tekrar başlatıldı. Almanya, Türkiye’de tutuklu olan yurttaşlarının salıverilmesi karşılığı göçmenlere yardım parasını serbest bıraktı. Emperyalist ülkeler, kırılgan bir ekonomik yapıya sahip Türkiye’ye bu çerçevede baskı yaparak, siyasi sorunları aşıyorlar. ABD ile de sorunların bir biçimde çözüleceğini, bu örneklere bakarak söylüyoruz.  Siyasi iktidarın, ABD ile uzlaşmak dışında hiçbir seçeneği yoktur. Sorun, er geç aşılacaktır…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi