Blog Arşivi

8 Ağustos 2018 Çarşamba

TARAFSIZ HABER YOKTUR



Egemen yayıncılığa göre haber tarafsız olmalıdır ama makale gibi yoruma dayalı anlatımlar taraflı olabilir. Bu çerçevede, haber ne kadar tarafsız olursa o kadar nesnel olacak ve yorumun öznellikten kaynaklı sorunları da o ölçüde azalacaktır. Haberin gerçeği aktardığı ve doğruluğuna inanılması için katkısız olması gerektiği düşünülür. Yorum katılan habere şüpheyle bakılır. Bütün bu anlayışları irdeleyerek, haber, haberin tarafsızlığı, gerçek, doğru, olay kavramları üzerinde duracak ve haber anlayışımızı ortaya koymaya çalışacağız.


Haber

İletişim okullarında haber tanımlanırken “köpek-insan” ilişkisi örneği verilir. Köpeğin insanı ısırması hayatın olağan akışına uygundur ve haber değeri yoktur. Ama insanın köpeği ısırması, olağan dışılığı yüzünden haberdir. Bu, egemen ideoloji çerçevesinde ifade edilen bir haber ve habercilik anlayışıdır. Buna göre, hayat tekil olaylardan ibaret ve en merak uyandıranlarını haberleştirmek gerekli ve yeterliymiş gibidir. Böyle çalışan egemen medya, olay haberciliği yaparken iki kaynaktan beslenir:

Birincisi; politika, sanat, spor vb. alanlarda yine medyanın ün kazandırdığı kişilerin her tür davranışının duyurulmasıdır. “Başbakan simit yedi, filanca sanatçı tatile gitti” misali sıradan işler, ünlüler tarafından yapılınca haber olur. İşsizlik, savaş, deprem, ay tutulması benzeri kamuoyunun zaten bildiği konularda ünlülerin görüşü alınıp yayınlanarak, bayatlamış olaylar tekrar canlandırılır ve haberleştirilir. Kişilerden olay yaratarak haberleştirmek, liberalizme has bir uygulamadır. Böylece haberi izleyenlerin bilincine toplumun bireylerden oluştuğu, bunlar arasındaki önemli kişilerin belirleyici, diğerlerinin değersiz olduğu fikri işlenir. Günlük dertler içinde yuvarlanan yurttaşa, düzenli olarak ve yatıştırıcı dozda  “merak etme, büyüklerimiz her şeyi düşünüyor, sen uyu” mesajı verilir.

Medyanın ikinci önemli haber kaynağı, felâketlerdir. Egemen medya, felâket tellâlıdır. Savaş, cinayet, kaza, deprem, yangın gibi kan, şiddet, korku içeren olaylar, medyanın vazgeçilmez konusudur.  Haberde, “sel geldi, savaş çıktı, enflasyon patladı, kriz kapıda” misali, olayın faili sanki olayın kendisiymiş gibi bir dil kullanılır. “Kaza” adı altında sorumlular gizlenir. Ortada pek çok mağdur olmasına rağmen hiç suçlu yoktur. Sanki her şey kendiliğinden oluyor gibidir. Neden ve sonuçlara değinilmediğinden, haberi izleyenler konuyla aralarında ilişki olup olmadığını göremez. Dolayısıyla felâketlerin önüne geçmek ya da sonuçlarını iyileştirmek için yapılacaklar üzerine düşünemezler. Bu tür haberler, yalnızca olayın uzağındakilere “çok şükür halimize, bu durumda değiliz” dedirtmeye yarar.

Güya haber yaparken “5n1k” (=ne, neden, nasıl, nerede, ne zaman, kim) kuralı izleniyordur. Ama maliyet hesapları ya da sansür gibi nedenlerle haber metinleri sürekli kısaltılır ve merak uyandıracak bölümleri öne çıkartılarak, kalan yerleri küçültülür.  Konu hakkında nadiren araştırma yapıldığı için, haber, nedenleri belirsiz bir olay aktarımına dönüşür. Egemen medya, habere ilişkin bilgi gereksinimini resmî açıklamalar yoluyla karşılar. Mahkeme kararları, polis raporları, istatistikler, kamera kayıtları; olay haberciliğinin başlıca malzemelerdir. Böylece haberin sözde “tarafsızlığı”, devletin, matematiğin ya da fotoğrafın “tarafsız” görünümleriyle desteklenmeye çalışılır.

Haberlerde sürekli olay aktarılması, haberin sanki olayları izleyenler tarafından üretildiği yanılgısına yol açar. Oysa her gün binlerce olay yaşanıyor ve her birinin başında bir haberci beklemiyor; onlar da bizim gibi bir yerden duyarak, yönlendirilerek öğreniyor. Henüz bu aşamada bile sansür, editör tercihi ya da büyük basın ajanslarının yayın politikaları gereği bazı haberleri görmemesi sonucu; birçok olayın bilgisi haberciye ulaşmadan buharlaşıyor.

Her medya kuruluşunun bir yayın politikası vardır. Bu haberciden başlayarak editör, yayın kurulu, yayın yönetmeni ve yayın sahibine kadar uzanan bir hiyerarşi içinde, medyaya ulaşan haberlerin çoğunun elenmesine yol açar. Ayrıca her bir haberin daraltılıp genişletilmesi de bu çerçevede yapılır. Ve haber son halini, medya izleyicisi tarafından öğrenilerek tüketilirken alır. O da haberi biraz yayının yönlendirmesi, biraz kendi birikimiyle değerlendirerek bir anlam boyutu katar. Olaydan habere dolaysız geçiş yoktur. Haber, olay yerinden tüketicisine ulaşana dek sayısız elekten geçer. Gerçeğin bilgisi, bunların her birinde ayrıştırılarak ve eklemeler-çıkarmalar yapılarak yeniden yorumlanır. Dolayısıyla haber, olay gerçeğinin, haber yapma gerçeği içinde yeniden üretilerek aktarılmasıdır. Bu işlem sonucu elde edilen gerçeğin, aslıyla benzerlik dışında bir ilişkisi yoktur. Günlük gerçeğin bir parçası olmaktan, medya manşetlerine çıkarak hayatın geri kalanını önemsizleştiren bir gerçeğe dönüşmüştür. Ağlayan bir çocuk görüntüsü, çocuğun gerçekten neden ağladığından bağımsız olarak savaşın, terörün, yoksulluğun ya da bir X düşmanın ağlattığı çocuk haline gelir.

Gerçek ve doğru

Haberin gerçeği aktardığı ya da aktarması gerektiği düşünülür ve doğruluğunun kanıtı olarak buna bakılır. Haber gerçeği aktarabilir mi? Doğruluğun kanıtı gerçek mi? Doğrunun kanıta gereksinimi var mı? “Gerçek” ve “doğru” kavramlarını çok sık ve çoğu zaman birbiri yerine kullanırız ama anlamlarını pek düşünmeyiz.

Gerçek, kendinden başka bir şeye indirgenemez. Doğrunun ise, kendinden başka kanıta gereksinimi yoktur. Bu yüzden birbirleriyle karıştırılırlar. Oysa gerçek olgusal, doğru kavramsaldır ve aralarında ilişki ya da geçiş yoktur. Bir gerçeğin doğruluğundan yanlışlığından bahsedilemez, varlığı ya da yokluğundan bahsedilebilir. Bir gerçeğin içinde yeralan şeyler de gerçektir ve bu herhangi bir nesne, davranış, olgu, düşünce olabilir. Birbirleriyle doğru ya da yanlış değil, uygun ya da uygun olmayan biçimde ilişkilenirler.

Öte yandan bir yanlış da en az doğru kadar gerçektir. Dolayısıyla doğrunun ölçütü gerçek değil, yine doğrunun kendisidir. Spinoza yanlış için “bilgi eksikliği” der. Bununla, biri yanlış diğeri doğru iki ayrı düşünce ölçütü olmadığını, bir tane doğruluk ölçütü olduğunu ve onun hakkındaki bilgilerimizin eksikliği oranında yanlış, az yanlış, çok yanlıştan bahsedilebileceğini kasteder. Bu anlamda yanlış doğrunun dışında ya da karşıtı değil, eksik hali olarak bir parçasıdır.

***

Nesnel gerçek; bilincimiz dışında ve duyu organlarımız aracılığıyla algıladığımız, bu algılar aracılığıyla sonsuz/sınırsız olduğunu kabul ettiğimiz, herhangi bir tanım içine alınmamış bütünlüktür. Bunu söz, ses, görüntü vb. herhangi bir yolla aktarmaya başladığımızda artık kendi tekliği ve sınırsızlığı içinde varolmaktan çıkar; seçilmiş, sınırlandırılmış, yorumlanmış, kısacası yeniden kodlanarak bir temsil içine sokulmuş gerçek haline gelir. Her gün hiçbir şey düşünmeden baktığımız ufkun sonsuzluğu, varoluş koşullarımıza bağlı olarak “düşman toprağı… Fırtına bulutlarının biriktiği yer… Gitmek istediğimiz ama bir türlü gidemediğimiz memleket…” anlamlarına da gelebilir. Oysa ufuk aynı ufuktur ve hiçbir işleme sokulmadığı sürece nesnel gerçektir. Ama farklı işlemler sonucu değişik anlamlara gelmesi de birer gerçektir. Hem bu zihinsel işlemlerin kendileri, hem de bunlar aracılığıyla ifade edilen yerler birer gerçektir.

Gerçeği sınırlandırma işlemi ne kadar ayrıntılı yapılırsa yapılsın, nesnel gerçek (ya da herhangi bir gerçek) bir biçimde anlatılıp aktarıldığı anda, başka bir gerçeğe dönüşür. Bu yalnızca bir anlam değişikliği değildir, aynı zamanda tanımamıza bağlı olarak ilişkilerimizi değiştirmemize yol açan bir gerçektir. Günlük konuşmalarda geçen “gerçek” sözcüğü, bilimsel, sanatsal, dinsel, medyatik, felsefî vb. herhangi bir biçimde zihinsel işlemlerin konusu olmuş gerçektir. Ama aktaran özneler ya da mekanizmaların zihinsel işleminden geçirilerek tasarruf altına alındığı için, söze dökülmeden önceki halinden farklıdır. Aslına benzeyen, onu kopyalayan, andıran, o olmayan yeni bir gerçektir. Daha doğrusu farklı bir gerçekliğin bilgisidir. Yine de biz onunla bilgi olarak değil, sanki bizden tümüyle bağımsız bir nesnel gerçekmiş gibi ilgileniriz.

 Nesnel gerçekten sonraki tüm gerçekler, yaratıcısıyla ve dolayısıyla onun toplumsal varoluş koşullarıyla ilişkilidir. Ama böyle değilmiş ve aktarılan her türlü gerçek sanki hâlâ nesnel gerçeğin dokunulmamış halini sunuyormuş gibi anlatılır. Dolayısıyla gerçeğin her yeniden üretiminden sonra topluma sunuluşu sırasında, anlatımların bir parçası olarak, anlatılanların ilk günkü gerçeği aktardığını çağrıştıran kodlamalar yeralır. Bu yüzden “gerçek” ve “madde” kavramları çok sık birbirine karıştırılır.

Madde ile ilgili hiç bir zihinsel işlem maddeyi etkilemez. Çünkü düşünce de maddedir. Bu yüzden maddenin alt kategorileri ya da herhangi bir biçimde düşünülebilecek artırımı, azaltımı, yeniden üretimi, kopyası, taklidi vs. yoktur. Benzer biçimde,  gerçek de madde gibi temsil edilerek başka bir gerçeğe dönüştürülürken niteliğini korur ve gerçek olmaya devam eder. Ama maddeden farklı olarak, niceliksel değişimlere uğrar. Bunun, somut varoluşla ilgili nedenleri vardır. Belli bir nesnel gerçeğin haber, film, şarkı, öykü, izlenim, yorum olarak değişik biçimde aktarılmaları da gerçektir ama konusuyla aynı olmayan, onun yeniden üretimi olan gerçeklerdir. Gerçek, nesnel gerçeği veri almak kaydıyla, içeriğinde artırma ve azaltmalar, boyutlarında genişleme ve daraltmalar yapılarak değişime uğratılabilir.

Gerçeğin farklı yollardan ve biçimlerde yeniden üretilişi, kimi zaman sanıldığı gibi modern zamanlara ait, örneğin “dijital teknolojiyle” ilişkili bir durum değildir; kafa ve kol emeğinin ayrıştığı andan beri vardır. Kol emekçilerinin zihinleri, her zaman kafa çalışmasıyla uğraşanlar tarafından biçimlendirilir. Böylece kol emekçileri kendi öz gereksinimlerinin yanı sıra, üretim aracı sahipleri ve kafa çalışanları için de emek harcamaları gerektiğini bilirler. Ve bu bilgiyi değişen her durumda yeniden öğrenirler. Eğer kol işçileri deneyimleriyle hayatın tutarsız olduğu sonucuna varır ve niye başkaları için çalıştıklarını sorgulamaya başlarsa, kafa emekçileri ve mülk sahipleri ortaklığı hemen önlem alır. Alt katmanların kendiliğinden ulaştığı ve egemenliği tehdit edici bu yeni gerçeklik anlayışını ele alarak yorumlar, işlerin yine eskisi gibi gitmesini sağlayacak hale dönüştürür ve zihinlerine geri yüklerler.

Nesnel gerçek kavrayışının sürekli yeniden üretilerek farklı koşullarda ve değişik gerçeklikler olarak sunulması, yalnızca egemenlerin ezilenleri kandırmak için bulduğu bir yol değildir; aynı zamanda zihnin işleyişi çerçevesinde gelişen bir durumdur. Ezen ve ezilenler arasındaki denge siyasi bir müdahaleyle değiştirilmediği sürece, ezenler toplumsal varoluş gerçeğini bu çerçevede ve kendi lehlerine kullanmaya devam edeceklerdir. Zihinsel süreçlere kısaca göz atarak, hangi gerçeğin peşine düşmemiz gerektiğini anlamaya çalışalım:

***
Bilgi, herhangi bir biçimde nesneyle ilişkili ya da ona yapışık değildir. Nesnel süreçler ve bilgi süreçleri birbirinden ayrı işler. Bir nesne hakkındaki bilgimizle o nesneyle ilişkimiz eşzamanlı gelişmez. Başka bir ifadeyle, bilgimizin kaynağı deney ve gözlem değildir, toplumsal pratiktir (= üretim, sınıf mücadelesi ve bilimsel çalışma). Buradan gelen bilgiler, her birimizin zihnine yaşam boyu işlenir. Bu süreçteki gözlem ve deneyimlerimizi, bu bilgiler çerçevesinde sınıflandırarak değerlendiririz.

Duyu organlarımız aracılığıyla belli bir nesne hakkında duyumlar edinir ve soğuk, sıcak, keskin, hoş ya da itici kokulu vb. olup olmadığını algılarız. Bunlar bilginin kaynağı değillerdir, yalnızca nesneyi tanımak için zihnimizde önceden kayıtlı bilgilerden hangilerine başvuracağımızı gösteren uyaranlardır. Değişik duyu organlarından gelen duyumlar, beyinde belli merkezlere ulaşır. Beynimiz, tıpkı bir bilgisayar gibi çalışır. (Zaten bilgisayarlar beyni taklit ederek yapılmıştır.) Bu merkezler koku, ses, görüntü vb. ilgili algıların, bu konudaki kayıtlı bilgilerle karşılaştırıldığı yerlerdir. Bu özellikler, insan türünün uzun evrim sürecinde oluşmuştur. Örneğin koku merkezinde hangi kokuların yemekle, hangilerinin çiçekle vb. ilgili olduğu karşılaştırmalar yapılarak anlaşılır. Anlamayı sağlayan duyum değil, duyumun hangi ad ve özellikler altında sınıflandırılacağını belirleyen kayıtlı bilgilerdir. Kayıtlar, doğuştan başlayarak toplumsal varoluş koşullarının belirleyiciliği altında gerçekleşir. Hatırlama, karşılaştırma, çıkarsama yapma gibi birçok akıl yürütme yöntemini kullanarak, algılarımız ve kayıtlı bilgilerimiz arasında zihinsel ilişkiler kurar, bilgilerimizi karşılaştırır ve nesneyi tanırız. Ayrıca bütün bu işlemler sırasında edindiğimiz bilgiler de kayda geçer. Bunlar da “deneyim” olarak bilginin kaynağı değil, tanıma işlemini kolaylaştıran yardımcı öğeleridir. Eğer bir olguyu tanıyamıyorsak, nasıl tepki vereceğimizi de bilemeyiz. Bir şeyi hakkında yeterince duyum edinemediğimiz için tanımayabileceğimiz gibi, zihnimizde onunla ilgili yeterli bilgi olmadığı için de tanımayabiliriz. Duruma göre, hakkında daha çok izlenim edinerek ya da daha çok bilgi öğrenerek tanımayı gerçekleştiririz.

Doğru bilgi bu noktada önem kazanıyor. Zihnimizde ne kadar çok bilgi kaydı varsa, doğruya o kadar yakın oluruz. Ve o kadar çok algıyı, o oranda kolay ve çabuk sınıflandırırız. Çünkü bir şey çok az belirti verse bile, eğer zihnimizde yeterli bilgi varsa onu tanırız. Bu yüzden bilmek, koşullara bağımlılığı azaltır ve özgürleşmeyi kolaylaştırır. Ve bilginin kaynağı deney değil, yine bilgidir.

Doğruların ölçüsü her zaman daha genel doğrulardır; bir eylem, deney, ya da nesnenin kendisi değildir. Örneğin bir laboratuar deneyi, konuyla ilgili teorinin doğru olup olmadığını göstermez; yalnızca deneyin teoride belirtilen yönde bir sonuç verip vermeyeceğini gösterir. Çünkü laboratuarda yapılan işlemin bir eğlence mi yoksa deney mi olduğunu anlamak için, öncelikle o konuda bilimsel bir teori olması ve deney koşullarının o teoriye göre hazırlanması gerekir. Her tür deneyde geçerliliği sınanacak olan teori değil, deneyin (ya da gözlemin) kendisidir. Eğer koşullar teoriye uygun biçimde hazırlanmışsa, deney beklenen sonucu verecektir. Tersi durumda teorinin değil, deney koşullarının gözden geçirilmesi gerekecektir. Peki, deney beklenen sonucu vermediğinde teori neden sınanmaz?

Belli bir konudaki doğru; soyut, evrensel ve tektir. Bu yüzden tartışılmaz ve bütün düşüncelerin geçerliliğinin ölçütüdür. Elbette bir konuda bile olsa, evrenin tüm bilgisine sahip değiliz. Dolayısıyla bir doğrunun tartışılmazlığı, yalnızca verili koşullarda geçerli bir durumdur. Buna, “görelilik anlayışı” deniyor. Bilgimiz sınırları çerçevesinde, belli bir konuda bir tane doğrudan bahsedebilir ve bütün hesaplamalarımızda bunu temel alırız. O koşullarda ikinci bir doğru olmadığı gibi, “yanlış” diye başka bir düşünce ölçütü de yoktur.  Eğer böyle olmasaydı, belli bir anda biri doğru diğeri yanlış iki ayrı ölçütten bahsetmemiz gerekirdi. Ve böyle bir durumda “şu ölçüte uyanlar doğru, bu ölçüte uyanlar yanlış” demek zorunda kalırdık. Bu aynı anda biri yanlış, diğeri doğru iki tane farklı dünyadan bahsetmeye benzerdi. Dolayısıyla neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verirken ya sürekli her şeyi bildiği varsayılan birine danışılacak, ya zar atılacak, ya da olgulara/deneyimlere bel bağlanacaktı.

Oysa bir tane dünya var ve orada ahlak, sanat, bilim vb. alanlardaki her durum için yalnızca bir tane doğruluk ölçütü bulunuyor. Bu nedenle, örneğin bir teorinin doğru olup olmadığını anlamak için herhangi bir zamanı beklememiz gerekmediği gibi, herhangi bir deney sonucuna bakmak da gerekmiyor. Bir fikrin doğruluğuyla ilgili sorgulama her an ve sürekli yapılabilir, yapılmak zorundadır. Çünkü herhangi bir konuda teorik bir doğru ortaya atılırken, bu teorisyenin kendi kendine düşüncelere dalmasıyla olmuyor, zaten aynı konudaki başka teorilerin eksiklerini gidererek, dolayısıyla onların yanlışlarını doğrultarak yapılıyor. Öyle ki, farklı bilim insanları bu doğrultuda birbirinden habersiz çalışarak bile aynı doğru sonuçlara varabiliyorlar. (Newton ve Leibniz’in birbirlerinden habersiz kalkülüsü keşfetmesindeki gibi.) Böylece varılan sonuç, aynı konuda daha sonra ortaya atılacak düşüncelerin ve girişilecek deneylerin doğruluk ölçütü haline geliyor. Ve bu teori nasıl öncekileri sınavdan geçirerek kendine bir yer edindiyse,  daha sonraki teorik girişimler tarafından da sürekli sınava çekilerek doğruluğu sorgulanıyor. Böylece, belli bir düşüncenin doğruluğunda süreklilik sağlanıyor. Bu tıpkı maddi üretimin kendi yarattığı sorunları aşarak ve gereksinimlerini karşılayarak süreklilik kazanmasına benziyor. Sonuç olarak doğru, kendi kendini yeniden üreterek ve kendi dışında bir kanıt aramaksızın varoluyor.

Bilim insanlarının para için çalışması, kapitalizmin kâr amacıyla da olsa bilimsel araştırmalara destek vermesi, günlük hayatta ortaya çıkan bir gereksinimi gidermek amacıyla teorik doğruluk arayışlarına hız verilmesi; teorik ilerleme sürecinin doğruluk ölçütü temelinde olmasını etkilemez. Süreç daima belli bir doğrunun sorgulanarak eksiklerinin saptanması ve daha kapsayıcı bir doğruya geçilmesi biçiminde işler. Doğrunun ilerlemesini sağlayan itici güç, doğrunun iç tutarlılığının yanı sıra, evrensel ve tek bir bütün oluşturması zorunluluğudur. Bilimin bütün alanları şu ya da bu biçimde birbirleriyle ilintilidir. Bu yüzden kavramsal bilgi haznemiz sürekli genişler. Bu, teorik düşüncelerin iç tutarlılıkları bakımından sürekli sorgulanmasını ve farklı okumalar sırasında eksiklerinin görülmesini ve daha kapsamlı doğrulara ulaşmak için ilerlemeyi sağlar. Bu işleyiş gerçek yaşamın somut etkilerinden bağımsızdır. Ancak sonuçlarının kullanılışı, sınıf çatışmaları çerçevesindedir. Çünkü bilim kendi gerçekliğinden bağımsız olarak, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda kullanılır.

Olayın niteliği

Egemen habercilik anlayışına göre olayı ayırt edilir kılan, dikkat çekiciliğidir. Bir olay diğerleri arasında öne çıktığı için merak uyandırır ve haber yapmaya değer bulunur. Olay da bir olgu olduğuna göre, belli bir olguyu diğerlerinden ayırarak “olay” haline getiren nedir?

Egemen habercilik bu soruya “az rastlanır olması” diye yanıt veriyor. Buna göre “Taksim’de ufo görüldü, Çorum’da balık kavağa çıktı” misali nadir durum, davranış ve olgular; olay’dır. Buradan, “bir olay ne denli az gerçekleşebilirse o kadar değerlidir” sonucu çıkıyor. Böyle düşünmek, burjuva ekonomicilerinin altının değerinin çok az bulunmasına bağlı olduğunu söylemesiyle aynıdır. Biliyoruz ki altının değeri az oluşuna değil, içerdiği toplumsal emek zamanına göre belirleniyor. Benzer biçimde, olayı “olay” yapan da az görülmesi değil, toplumsal varoluş koşullarıdır. Dikkat çekicilik ve merak uyandırıcılığın nedenleri olgunun kendisi ya da haber izleyicisi değildir. Ayrıca bir şeyin azlığı ya da çokluğu kendine ait bir nicelik özelliği olduğu için, değerlendirilmesinde ölçüt alınamaz. Ölçüt, ölçülenden farklı olmalıdır. Bir şey, ancak değişmez özellikteki başka bir şeyle karşılaştırılarak “uzun-kısa, ağır-hafif, az-çok, önemli-önemsiz” vb. diye nitelendirilebilir. Dolayısıyla bir olguyu kendisi gibi değişken özellikleri olan başka olgularla karşılaştırarak, ya da “yayın yöneticileri öyle istiyor, haberin alıcıları merak ediyor, başka yayınlar öyle yapıyor” misali gerekçelerle değerli ve önemli sayamayız. Geçmişte önemli olması, gelecekte önem kazanma olasılığı, bir olguyu önde tutmayı gerektirmez. Elimizde bütün olgular için geçerli ve somutlaştırılmış bir ölçüt olması, buna göre değerlendirme yapmamız gerekir.

Bir olgunun olay olup olmadığını teorik olarak anlayabilir ve bu konudaki düşüncelerimizi, örneğin “yayın ilkeleri” adı altında sıralayabiliriz. Bu ilkeler, bir yayın çıkartma eyleminde somutlaştırılabilir. Ve bilindiği üzere, yayın belli toplumsal etkiler yaratmayı amaçlayan politikalar doğrultusunda çıkartılır. Bütün bunlar birer olgudur. Ama herhangi bir olgudan farklı olarak, tasarımlarımız çerçevesinde belirlenmiş,  gerekçeleri ve amacı açık,  sınırları çizilmiş ve böylece somutluk kazanarak “ölçüt” diyebileceğimiz hale getirilmiş olgulardır. Ama yine de birer olgudurlar ve olay mı değil mi diye değerlendirmek istediğimiz herhangi bir olguyla aynı toplumsal varoluş koşulları içinde yeralırlar. Öyleyse olay değerlendirmesinde kullanacağımız ölçüt, kendi değerimizi saptamak için de kullanılabilecektir. Zaten bunu yapamıyorsak, çıkardığımız yayının egemen medyadan farkı kalmaz, olayla kendimiz ve yayınla izleyicileri arasında bağlantı kuramayız. Kolektif eğitici ve örgütleyici rolü oynayamayız. Yalnızca, geniş yığınlara uzaktan ve doğruluğu kendinden menkul fikirler vaaz eden, izleyicisi bile olmayan bir yapıya dönüşürüz.

***

Yaşam sürecinde karşılaştığımız her şey, toplumsal ilişkilerin somutlaşmış biçimleridir. Bu önerme; kişi, düşünce, nesne, davranış ya da “doğal” sayılan herhangi bir olgu ve olay gibi,  gerçek yaşamdaki her şey için geçerlidir. Her şey belli toplumsal varoluş koşullarında ortaya çıkar, birbiriyle ilişkilenir, aralarında geçiş ya da çatışkılar oluşur ve yok olarak başka bir şeye dönüşür.

Toplumsal ilişkiler gerçek ve somuttur, teorik ya da düşsel herhangi bir yanları yoktur. Teorik ya da düşsel eylemler içeriklerinden bağımsız biçimde ve düşünce üretme çabası olarak, gerçek ilişkilerin birer parçasıdırlar. Örneğin bir kişinin inanç, bilgi ya da tasarımından yola çıkarak eylemde bulunmasını değerlendirirken düşüncelerini değil, yaptığı işleri ve eyleminin sonucunu temel alırız. Yoksa bu sonuçları düşünceler üzerinden açıklamaya kalkışarak “gerici yaptıysa sonucu da gericidir, devrimci yaptıysa sonuca ulaşmasa bile iyidir” misali peşin yargılar ifade eder duruma düşeriz. Böyle yapmak, olgunun kendi gerçekliğini çarpıtarak, bizim zihnimizdekilere göre biçimlendirmeye yol açar.

Özne olarak olgularla ilişkimiz ve olguların birbirleriyle ilişkileri, aynı varoluş koşulları içinde gerçekleşiyor. Bütün bu ortak varoluşun belirleyicisi, çelişkilerdir. Somut koşullarda bunlar gerçek çelişkilerdir. Farklı öznelere göre ad ve anlamları değişse bile, ontolojik bakımdan varlıkları kesin ve tartışılmazdır.  

Gerçek yaşam koşullarımızın (=içinde bulunduğumuz konjonktürün) belirleyicisi, ezen ve ezilenler arası çelişkidir. Bu içinde bulunduğumuz toplumsal yapıyı anlamak için teorik düzeyde düşünmemize yarayan altyapı-üstyapı, üretici güçler-üretim ilişkileri, emek-sermaye ve burjuvazi-proletarya misali soyut bir çelişki değildir; somut çatışma dizilerinden oluşan bir çelişkidir. Toplumdaki bütün sömürücü, ırkçı, cinsiyetçi, gerici, mülkiyetçi, baskıcı, ayrımcı, şoven vb. kesimler “ezen” başlığı altında yeralırlar. Siyasal iktidarın yönlendiriciliğinde ve devlet zırhı içinde, belirgin bir güçtürler. Çelişkinin “ezilen” tarafı ise aynı ölçüde belirgin değildir. Ezenlerin mağdur ettiği toplum kesimleri, nesnel gerçek olarak “ezilen” konumundadır. Ancak ezen-ezilen ilişkisi gelecekte alabileceği olası biçimlere göre değil, şu anın gerçekliği içindeki işlevine göre ifade edilen bir çelişkidir. Bu nedenle çelişkinin ezilen tarafını, yalnızca ezilenler adına somut mücadele verenler temsil eder. Nasıl ki iktidar partisi “bende daha çok Kürt milletvekili var” diyerek Kürt halkının temsilcisi haline gelemiyorsa, nesnel olarak ezilen ama buna karşı direnmeyenlerin de ezilenleri temsil etmesi ve çelişkinin bir kutbu gibi dikkate alınmaları sözkonusu olamaz. Varlığını bilinçli ve örgütlü olarak mücadele içinde ifade etmeyen ezilen, ezenlerin uzantısıdır ve ezilmeyi hak ediyor demektir.

Olguları, bizim gerçeğimizin de belirleyicisi olan toplumsal varoluş koşulları içinde ele aldığımızda ve içinde bulunduğumuz konjonktürün belirleyicisi olan ezen-ezilen çelişkisine göre önem sırasına dizdiğimizde, öne çıkanlar “olaydır” ve haber değeri taşır. Farkına varmayız ama egemen medya da haber verirken benzer bir sıralama ölçütünden yararlanır. Onlar, yaşadığımız bütün olgulardaki belirleyiciliğin egemen sınıfta olduğu gerçeğini gizleyecek bir haber seçimi ve dili kullanırlar. Hayatı, birbiriyle nasıl ilişkide olduğu belirsiz olgular toplamı; toplumu ise bireylerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir kalabalık gibi gösterirler. Öyle ki, sıradan yurttaş bu haberlere baktığında, hayatın anlaşılması olanaksız bir kaostan ibaret olduğunu düşünür. Böylece yaşanan kargaşanın doğrudan sorumluları olan yönetenler ve mülk sahipleri görünmez hale gelirler. İşi bu noktaya kadar getiren egemen medya, yaşadığımız hayatın berbatlığından sorumlu olanları, çözümün biricik adresi gibi sunar. Ve olayları; okulda, dinde, ailede ezberletilen kavramlar aracılığıyla anlayacağımız biçimde haberler yapar…


Habercilik anlayışımız

Bilindiği üzere egemen sınıf devlet aracılığıyla örgütlenir, toplumu baskı altında tutar ve yönetir. Devletin, baskıcı ve düzenleyici olmak üzere iki tür işlevi vardır. Bunlar birbirlerinden kopuk değillerdir; uzun tarihsel gelişim süreçlerinde ve her toplumun devraldığı miras çerçevesinde, birbirlerini destekleyerek çalışırlar. Bu sırada devlet biri baskı yaratıcı, diğeri rıza sağlayıcı iki grup aygıt kullanır. Medya, Althusser’in tanımıyla devletin ideolojik aygıtlarındandır ve toplumu burjuvazinin egemenliğine razı etmeye yarar. Bu işlevini din, eğitim, siyaset, sendika vb. aygıtlarıyla birlikte yapar. Buralarda üretilen ideolojiler birbirini besler ve toplumu yönlendirir.

Medya geniş bir kavram; içinde her türlü ses, söz, görüntü kapsamında film, haber, müzik, edebiyat vb. yollarla iletişim yer alıyor. Habercilik, medyanın canlı yanını oluşturuyor. Bunu hızı ve sürekliliğiyle yapıyor. Yayıncılıkta makale tarzı yazılar daha önemli gibi görünse de, belirleyici olan haberdir. Çünkü makale kendini okutmak için günceli yakalamak zorundadır ve bunu da haberleri izleyerek yapabilir. Habercilik, egemen ideolojinin yeniden üretiminin ve buna karşı mücadelenin, en hızlı yaşandığı alandır.

Devletin rıza yaratma çalışmaları, doğası gereği baskıya dayalı olarak yürütülemez. Bu yapıldığında zaten ideolojik aygıt işlevini yitirir ve baskı aygıtına dönüşür. Baskı aygıtlarında farklı görüşler yeralamaz ama ideolojik aygıtlarda bu mümkündür. Böylece egemen ideoloji kendini karşıtlarının yanlışlığı üzerinden ifade etmeye ve karşı görüştekileri yanına çekmeye çalışarak, toplumun rızasını almaya uğraşır. Egemenler egemenliklerini zorla dayatmaktansa, kendiliğinden benimsenmesini tercih ederler. İdeolojik aygıtlar bunun için vardır.

Başka alanlara göre ideolojik aygıtlarda ezilenlerin güçlenmesi daha kolaydır. Buralar siyasi mücadelenin hazırlık okulları gibidir. Devlet ideolojik aygıtlarındaki üstünlüğünü, herkesi kamu hizmeti verdiğine inandırarak sağlayabilir. Tanrı, bayrak, vatan, lider gibi demirbaş ideolojik öğelerin aktarımları dışında artık geriye ne kalıyorsa, her tür çalışma tarafsız bir dille yapılır. Haberin tarafsız olduğu/olması gerektiği bu bağlamda ileri sürülür.

Toplumsal yaşamda tarafsızlık, ancak karşıt güçlerin dengede olduğu, geçici ve özel anlar için mümkün olabilir. Bunun dışında herhangi bir olgu, durum, kişi, yer vs. için kalıcı bir tarafsızlıktan bahsedilemez. Tarafsızlık, olağan koşullarda güçlüden yana olmak demektir. Egemenler bu durumu göz önünde tutarak, “adalet, gerçek, doğruluk, doğa, insanlık, demokrasi” vb. kimi kavramların tarafsız olduğunu ileri sürerler. Gerçeği yansıttığı gerekçesiyle haberin tarafsız olduğu fikri de bu nitelikte bir önermedir.

Haber; olayın seçimi, anlatımı, belli bir hedef kitle gözetilerek aktarımı ve algılanıp anlaşılması da içinde olmak üzere, bir toplumsal kesimin bakış açısının dile getirilişidir. Gerçeğe sadık kalındığı gerekçesiyle yorumsuz sunulması, yalnızca bir iddiadır. Bir olayı o güne dek benzer olaylarda kullanılan dili sorgulamadan aktarmak, fotoğraf karesi gibi donuk bir olgu biçiminde sunarak hangi varoluş koşullarından doğduğunu hatırlatmamak, dolayısıyla olayın sorumluları ve sonuçları hakkında bilgi vermemek; evet, olana kayıtsız kalarak, güçlüden yana taraf olmak demektir.

Gerçeğe sadık kalarak ve gerçeği sınırlı çıkarları çerçevesinde aktaranlara karşı toplumsal yarar gözeterek aktarmak için, yorum yapmak gerekir. Yorum, olmayan hakkında fikir üretmek değildir, görünen üzerinden giderek görünmeyeni ortaya çıkartmaktır. Çünkü gerçeği bütün yönleriyle görme fırsatını çok az buluruz ve genellikle,  egemen medyanın bize sunduğu kadarıyla yetinmek zorunda kalırız. Ancak gerçeğin bilgisinin, görünenden ibaret olmadığını biliriz. Dolayısıyla kavramsal bilgimiz çerçevesinde en küçük bir ayrıntıyı bile yeniden düşünerek, olayı buna göre aktarırız.

Bir olguyu tanıma eylemi zihinde gerçekleşir demiştik. Duyumları kayıtlı bilgilerimizle karşılaştırarak olguyu tanırız.  Haber, günlük hayatta en çok karşılaştığımız olguları tanımamızı sağlayan kavramları, zihnimize işler. Bu yüzden haber aktarırken olayın gerçekliği kadar, doğruluk ölçütü de göz önünde tutulmalıdır. Örneğin “kaza” yoktur, faili belli bir eylem ve mağduru vardır. Çocuk düşmez, oraya kadar bir çocuğun çıkabileceğini göz önünde tutmayan ve önlem almayanlar yüzünden bir çocuğun düşmesine göz yumanlar vardır. Aynı olayı farklı bir bakış açısıyla ele aldığımızda, herkesin gördüğü bir olgunun herkes tarafından görünmeyen ve en az görünenler kadar gerçek olan yanları da ortaya çıkar. Ve bunu alışıldık dilin dışında aktardığımızda,  gerçeğe en küçük bir ekleme-çıkartma yapmadığımız halde daha geniş görünmesini sağlamış oluruz.

Habercilik anlayışımızı, yeterli teorik hazırlığımız olmadan ortaya koyamayız. Olaylar zaten belli bir egemenlik düzeni altında yaşanıyor, dolayısıyla kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Biz bu düzene karşıyız ve olaylara yaklaşımımız doğal olarak taraflı. Haber izleyicisini taraf haline getirmek istiyoruz. Dolayısıyla olup bitene ekleme-çıkartma yapmadan, dili ve olayı sorgulayacak biçimde, tarafımızı açıkça ifade ederek ve okuru kendi tarafımızda yer almaya çağırarak haber yapacağız.  Amacımız izleyenleri eğitmek, birbirlerinden ve olaylardan haberdar kılmak, uzaktaki olaylarla kendi varoluş koşulları arasında ilişki kurmalarına yardımcı olmak ve olay, okur, yayıncı olarak aynı düzlemde yer almak. Ezilenlerden yanayız. Ezilenler arasında, devrimci mücadele yürütenlerden yanayız. Tarafız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi