Egemen yayıncılığa göre haber tarafsız olmalıdır ama makale gibi yoruma dayalı anlatımlar taraflı olabilir. Bu çerçevede, haber ne kadar tarafsız olursa o kadar nesnel olacak ve yorumun öznellikten kaynaklı sorunları da o ölçüde azalacaktır. Haberin gerçeği aktardığı ve doğruluğuna inanılması için katkısız olması gerektiği düşünülür. Yorum katılan habere şüpheyle bakılır. Bütün bu anlayışları irdeleyerek, haber, haberin tarafsızlığı, gerçek, doğru, olay kavramları üzerinde duracak ve haber anlayışımızı ortaya koymaya çalışacağız.
Haber
İletişim okullarında
haber tanımlanırken “köpek-insan” ilişkisi örneği verilir. Köpeğin insanı
ısırması hayatın olağan akışına uygundur ve haber değeri yoktur. Ama insanın
köpeği ısırması, olağan dışılığı yüzünden haberdir. Bu, egemen ideoloji
çerçevesinde ifade edilen bir haber ve habercilik anlayışıdır. Buna göre, hayat
tekil olaylardan ibaret ve en merak uyandıranlarını haberleştirmek gerekli ve
yeterliymiş gibidir. Böyle çalışan egemen medya, olay haberciliği yaparken iki
kaynaktan beslenir:
Birincisi;
politika, sanat, spor vb. alanlarda yine medyanın ün kazandırdığı kişilerin her
tür davranışının duyurulmasıdır. “Başbakan simit yedi, filanca sanatçı tatile
gitti” misali sıradan işler, ünlüler tarafından yapılınca haber olur. İşsizlik,
savaş, deprem, ay tutulması benzeri kamuoyunun zaten bildiği konularda ünlülerin
görüşü alınıp yayınlanarak, bayatlamış olaylar tekrar canlandırılır ve
haberleştirilir. Kişilerden olay yaratarak haberleştirmek, liberalizme has bir
uygulamadır. Böylece haberi izleyenlerin bilincine toplumun bireylerden
oluştuğu, bunlar arasındaki önemli kişilerin belirleyici, diğerlerinin değersiz
olduğu fikri işlenir. Günlük dertler içinde yuvarlanan yurttaşa, düzenli olarak
ve yatıştırıcı dozda “merak etme,
büyüklerimiz her şeyi düşünüyor, sen uyu” mesajı verilir.
Medyanın ikinci
önemli haber kaynağı, felâketlerdir. Egemen medya, felâket tellâlıdır. Savaş,
cinayet, kaza, deprem, yangın gibi kan, şiddet, korku içeren olaylar, medyanın
vazgeçilmez konusudur. Haberde, “sel
geldi, savaş çıktı, enflasyon patladı, kriz kapıda” misali, olayın faili sanki
olayın kendisiymiş gibi bir dil kullanılır. “Kaza” adı altında sorumlular
gizlenir. Ortada pek çok mağdur olmasına rağmen hiç suçlu yoktur. Sanki her şey
kendiliğinden oluyor gibidir. Neden ve sonuçlara değinilmediğinden, haberi izleyenler
konuyla aralarında ilişki olup olmadığını göremez. Dolayısıyla felâketlerin önüne
geçmek ya da sonuçlarını iyileştirmek için yapılacaklar üzerine düşünemezler.
Bu tür haberler, yalnızca olayın uzağındakilere “çok şükür halimize, bu durumda
değiliz” dedirtmeye yarar.
Güya haber
yaparken “5n1k” (=ne, neden, nasıl, nerede, ne zaman, kim) kuralı izleniyordur.
Ama maliyet hesapları ya da sansür gibi nedenlerle haber metinleri sürekli
kısaltılır ve merak uyandıracak bölümleri öne çıkartılarak, kalan yerleri küçültülür. Konu hakkında nadiren araştırma yapıldığı
için, haber, nedenleri belirsiz bir olay aktarımına dönüşür. Egemen medya,
habere ilişkin bilgi gereksinimini resmî açıklamalar yoluyla karşılar. Mahkeme
kararları, polis raporları, istatistikler, kamera kayıtları; olay
haberciliğinin başlıca malzemelerdir. Böylece haberin sözde “tarafsızlığı”,
devletin, matematiğin ya da fotoğrafın “tarafsız” görünümleriyle desteklenmeye
çalışılır.
Haberlerde
sürekli olay aktarılması, haberin sanki olayları izleyenler tarafından
üretildiği yanılgısına yol açar. Oysa her gün binlerce olay yaşanıyor ve her
birinin başında bir haberci beklemiyor; onlar da bizim gibi bir yerden duyarak,
yönlendirilerek öğreniyor. Henüz bu aşamada bile sansür, editör tercihi ya da
büyük basın ajanslarının yayın politikaları gereği bazı haberleri görmemesi
sonucu; birçok olayın bilgisi haberciye ulaşmadan buharlaşıyor.
Her medya
kuruluşunun bir yayın politikası vardır. Bu haberciden başlayarak editör, yayın
kurulu, yayın yönetmeni ve yayın sahibine kadar uzanan bir hiyerarşi içinde,
medyaya ulaşan haberlerin çoğunun elenmesine yol açar. Ayrıca her bir haberin
daraltılıp genişletilmesi de bu çerçevede yapılır. Ve haber son halini, medya
izleyicisi tarafından öğrenilerek tüketilirken alır. O da haberi biraz yayının
yönlendirmesi, biraz kendi birikimiyle değerlendirerek bir anlam boyutu katar. Olaydan
habere dolaysız geçiş yoktur. Haber, olay yerinden tüketicisine ulaşana dek
sayısız elekten geçer. Gerçeğin bilgisi, bunların her birinde ayrıştırılarak ve
eklemeler-çıkarmalar yapılarak yeniden yorumlanır. Dolayısıyla haber, olay
gerçeğinin, haber yapma gerçeği içinde yeniden üretilerek aktarılmasıdır. Bu
işlem sonucu elde edilen gerçeğin, aslıyla benzerlik dışında bir ilişkisi
yoktur. Günlük gerçeğin bir parçası olmaktan, medya manşetlerine çıkarak
hayatın geri kalanını önemsizleştiren bir gerçeğe dönüşmüştür. Ağlayan bir
çocuk görüntüsü, çocuğun gerçekten neden ağladığından bağımsız olarak savaşın,
terörün, yoksulluğun ya da bir X düşmanın ağlattığı çocuk haline gelir.
Gerçek ve doğru
Haberin gerçeği
aktardığı ya da aktarması gerektiği düşünülür ve doğruluğunun kanıtı olarak
buna bakılır. Haber gerçeği aktarabilir mi? Doğruluğun kanıtı gerçek mi? Doğrunun
kanıta gereksinimi var mı? “Gerçek” ve “doğru” kavramlarını çok sık ve çoğu
zaman birbiri yerine kullanırız ama anlamlarını pek düşünmeyiz.
Gerçek, kendinden
başka bir şeye indirgenemez. Doğrunun ise, kendinden başka kanıta gereksinimi
yoktur. Bu yüzden birbirleriyle karıştırılırlar. Oysa gerçek olgusal, doğru
kavramsaldır ve aralarında ilişki ya da geçiş yoktur. Bir gerçeğin
doğruluğundan yanlışlığından bahsedilemez, varlığı ya da yokluğundan
bahsedilebilir. Bir gerçeğin içinde yeralan şeyler de gerçektir ve bu herhangi
bir nesne, davranış, olgu, düşünce olabilir. Birbirleriyle doğru ya da yanlış
değil, uygun ya da uygun olmayan biçimde ilişkilenirler.
Öte yandan bir
yanlış da en az doğru kadar gerçektir. Dolayısıyla doğrunun ölçütü gerçek
değil, yine doğrunun kendisidir. Spinoza yanlış için “bilgi eksikliği” der.
Bununla, biri yanlış diğeri doğru iki ayrı düşünce ölçütü olmadığını, bir tane
doğruluk ölçütü olduğunu ve onun hakkındaki bilgilerimizin eksikliği oranında
yanlış, az yanlış, çok yanlıştan bahsedilebileceğini kasteder. Bu anlamda
yanlış doğrunun dışında ya da karşıtı değil, eksik hali olarak bir parçasıdır.
***
Nesnel gerçek;
bilincimiz dışında ve duyu organlarımız aracılığıyla algıladığımız, bu algılar
aracılığıyla sonsuz/sınırsız olduğunu kabul ettiğimiz, herhangi bir tanım içine
alınmamış bütünlüktür. Bunu söz, ses, görüntü vb. herhangi bir yolla aktarmaya
başladığımızda artık kendi tekliği ve sınırsızlığı içinde varolmaktan çıkar;
seçilmiş, sınırlandırılmış, yorumlanmış, kısacası yeniden kodlanarak bir temsil
içine sokulmuş gerçek haline gelir. Her gün hiçbir şey düşünmeden baktığımız
ufkun sonsuzluğu, varoluş koşullarımıza bağlı olarak “düşman toprağı… Fırtına
bulutlarının biriktiği yer… Gitmek istediğimiz ama bir türlü gidemediğimiz memleket…”
anlamlarına da gelebilir. Oysa ufuk aynı ufuktur ve hiçbir işleme sokulmadığı
sürece nesnel gerçektir. Ama farklı işlemler sonucu değişik anlamlara gelmesi
de birer gerçektir. Hem bu zihinsel işlemlerin kendileri, hem de bunlar
aracılığıyla ifade edilen yerler birer gerçektir.
Gerçeği
sınırlandırma işlemi ne kadar ayrıntılı yapılırsa yapılsın, nesnel gerçek (ya
da herhangi bir gerçek) bir biçimde anlatılıp aktarıldığı anda, başka bir gerçeğe
dönüşür. Bu yalnızca bir anlam değişikliği değildir, aynı zamanda tanımamıza
bağlı olarak ilişkilerimizi değiştirmemize yol açan bir gerçektir. Günlük
konuşmalarda geçen “gerçek” sözcüğü, bilimsel, sanatsal, dinsel, medyatik,
felsefî vb. herhangi bir biçimde zihinsel işlemlerin konusu olmuş gerçektir. Ama
aktaran özneler ya da mekanizmaların zihinsel işleminden geçirilerek tasarruf
altına alındığı için, söze dökülmeden önceki halinden farklıdır. Aslına
benzeyen, onu kopyalayan, andıran, o olmayan yeni bir gerçektir. Daha doğrusu farklı
bir gerçekliğin bilgisidir. Yine de biz onunla bilgi olarak değil, sanki bizden
tümüyle bağımsız bir nesnel gerçekmiş gibi ilgileniriz.
Nesnel gerçekten sonraki tüm gerçekler, yaratıcısıyla
ve dolayısıyla onun toplumsal varoluş koşullarıyla ilişkilidir. Ama böyle
değilmiş ve aktarılan her türlü gerçek sanki hâlâ nesnel gerçeğin dokunulmamış
halini sunuyormuş gibi anlatılır. Dolayısıyla gerçeğin her yeniden üretiminden
sonra topluma sunuluşu sırasında, anlatımların bir parçası olarak,
anlatılanların ilk günkü gerçeği aktardığını çağrıştıran kodlamalar yeralır. Bu
yüzden “gerçek” ve “madde” kavramları çok sık birbirine karıştırılır.
Madde ile ilgili
hiç bir zihinsel işlem maddeyi etkilemez. Çünkü düşünce de maddedir. Bu yüzden
maddenin alt kategorileri ya da herhangi bir biçimde düşünülebilecek artırımı,
azaltımı, yeniden üretimi, kopyası, taklidi vs. yoktur. Benzer biçimde, gerçek de madde gibi temsil edilerek başka
bir gerçeğe dönüştürülürken niteliğini korur ve gerçek olmaya devam eder. Ama
maddeden farklı olarak, niceliksel değişimlere uğrar. Bunun, somut varoluşla
ilgili nedenleri vardır. Belli bir nesnel gerçeğin haber, film, şarkı, öykü,
izlenim, yorum olarak değişik biçimde aktarılmaları da gerçektir ama konusuyla
aynı olmayan, onun yeniden üretimi olan gerçeklerdir. Gerçek, nesnel gerçeği
veri almak kaydıyla, içeriğinde artırma ve azaltmalar, boyutlarında genişleme
ve daraltmalar yapılarak değişime uğratılabilir.
Gerçeğin farklı yollardan
ve biçimlerde yeniden üretilişi, kimi zaman sanıldığı gibi modern zamanlara
ait, örneğin “dijital teknolojiyle” ilişkili bir durum değildir; kafa ve kol
emeğinin ayrıştığı andan beri vardır. Kol emekçilerinin zihinleri, her zaman kafa
çalışmasıyla uğraşanlar tarafından biçimlendirilir. Böylece kol emekçileri
kendi öz gereksinimlerinin yanı sıra, üretim aracı sahipleri ve kafa çalışanları
için de emek harcamaları gerektiğini bilirler. Ve bu bilgiyi değişen her
durumda yeniden öğrenirler. Eğer kol işçileri deneyimleriyle hayatın tutarsız
olduğu sonucuna varır ve niye başkaları için çalıştıklarını sorgulamaya başlarsa,
kafa emekçileri ve mülk sahipleri ortaklığı hemen önlem alır. Alt katmanların kendiliğinden
ulaştığı ve egemenliği tehdit edici bu yeni gerçeklik anlayışını ele alarak yorumlar,
işlerin yine eskisi gibi gitmesini sağlayacak hale dönüştürür ve zihinlerine
geri yüklerler.
Nesnel gerçek
kavrayışının sürekli yeniden üretilerek farklı koşullarda ve değişik
gerçeklikler olarak sunulması, yalnızca egemenlerin ezilenleri kandırmak için bulduğu
bir yol değildir; aynı zamanda zihnin işleyişi çerçevesinde gelişen bir
durumdur. Ezen ve ezilenler arasındaki denge siyasi bir müdahaleyle
değiştirilmediği sürece, ezenler toplumsal varoluş gerçeğini bu çerçevede ve
kendi lehlerine kullanmaya devam edeceklerdir. Zihinsel süreçlere kısaca göz
atarak, hangi gerçeğin peşine düşmemiz gerektiğini anlamaya çalışalım:
***
Bilgi, herhangi
bir biçimde nesneyle ilişkili ya da ona yapışık değildir. Nesnel süreçler ve
bilgi süreçleri birbirinden ayrı işler. Bir nesne hakkındaki bilgimizle o
nesneyle ilişkimiz eşzamanlı gelişmez. Başka bir ifadeyle, bilgimizin kaynağı
deney ve gözlem değildir, toplumsal pratiktir (= üretim, sınıf mücadelesi ve
bilimsel çalışma). Buradan gelen bilgiler, her birimizin zihnine yaşam boyu
işlenir. Bu süreçteki gözlem ve deneyimlerimizi, bu bilgiler çerçevesinde
sınıflandırarak değerlendiririz.
Duyu
organlarımız aracılığıyla belli bir nesne hakkında duyumlar edinir ve soğuk,
sıcak, keskin, hoş ya da itici kokulu vb. olup olmadığını algılarız. Bunlar
bilginin kaynağı değillerdir, yalnızca nesneyi tanımak için zihnimizde önceden
kayıtlı bilgilerden hangilerine başvuracağımızı gösteren uyaranlardır. Değişik
duyu organlarından gelen duyumlar, beyinde belli merkezlere ulaşır. Beynimiz,
tıpkı bir bilgisayar gibi çalışır. (Zaten bilgisayarlar beyni taklit ederek
yapılmıştır.) Bu merkezler koku, ses, görüntü vb. ilgili algıların, bu konudaki
kayıtlı bilgilerle karşılaştırıldığı yerlerdir. Bu özellikler, insan türünün uzun
evrim sürecinde oluşmuştur. Örneğin koku merkezinde hangi kokuların yemekle,
hangilerinin çiçekle vb. ilgili olduğu karşılaştırmalar yapılarak anlaşılır.
Anlamayı sağlayan duyum değil, duyumun hangi ad ve özellikler altında
sınıflandırılacağını belirleyen kayıtlı bilgilerdir. Kayıtlar, doğuştan
başlayarak toplumsal varoluş koşullarının belirleyiciliği altında gerçekleşir. Hatırlama,
karşılaştırma, çıkarsama yapma gibi birçok akıl yürütme yöntemini kullanarak, algılarımız
ve kayıtlı bilgilerimiz arasında zihinsel ilişkiler kurar, bilgilerimizi
karşılaştırır ve nesneyi tanırız. Ayrıca bütün bu işlemler sırasında
edindiğimiz bilgiler de kayda geçer. Bunlar da “deneyim” olarak bilginin
kaynağı değil, tanıma işlemini kolaylaştıran yardımcı öğeleridir. Eğer bir
olguyu tanıyamıyorsak, nasıl tepki vereceğimizi de bilemeyiz. Bir şeyi hakkında
yeterince duyum edinemediğimiz için tanımayabileceğimiz gibi, zihnimizde onunla
ilgili yeterli bilgi olmadığı için de tanımayabiliriz. Duruma göre, hakkında
daha çok izlenim edinerek ya da daha çok bilgi öğrenerek tanımayı
gerçekleştiririz.
Doğru bilgi bu
noktada önem kazanıyor. Zihnimizde ne kadar çok bilgi kaydı varsa, doğruya o
kadar yakın oluruz. Ve o kadar çok algıyı, o oranda kolay ve çabuk
sınıflandırırız. Çünkü bir şey çok az belirti verse bile, eğer zihnimizde
yeterli bilgi varsa onu tanırız. Bu yüzden bilmek, koşullara bağımlılığı
azaltır ve özgürleşmeyi kolaylaştırır. Ve bilginin kaynağı deney değil, yine
bilgidir.
Doğruların
ölçüsü her zaman daha genel doğrulardır; bir eylem, deney, ya da nesnenin
kendisi değildir. Örneğin bir laboratuar deneyi, konuyla ilgili teorinin doğru
olup olmadığını göstermez; yalnızca deneyin teoride belirtilen yönde bir sonuç
verip vermeyeceğini gösterir. Çünkü laboratuarda yapılan işlemin bir eğlence mi
yoksa deney mi olduğunu anlamak için, öncelikle o konuda bilimsel bir teori
olması ve deney koşullarının o teoriye göre hazırlanması gerekir. Her tür
deneyde geçerliliği sınanacak olan teori değil, deneyin (ya da gözlemin)
kendisidir. Eğer koşullar teoriye uygun biçimde hazırlanmışsa, deney beklenen
sonucu verecektir. Tersi durumda teorinin değil, deney koşullarının gözden
geçirilmesi gerekecektir. Peki, deney beklenen sonucu vermediğinde teori neden
sınanmaz?
Belli bir
konudaki doğru; soyut, evrensel ve tektir. Bu yüzden tartışılmaz ve bütün düşüncelerin
geçerliliğinin ölçütüdür. Elbette bir konuda bile olsa, evrenin tüm bilgisine
sahip değiliz. Dolayısıyla bir doğrunun tartışılmazlığı, yalnızca verili
koşullarda geçerli bir durumdur. Buna, “görelilik anlayışı” deniyor. Bilgimiz
sınırları çerçevesinde, belli bir konuda bir tane doğrudan bahsedebilir ve bütün
hesaplamalarımızda bunu temel alırız. O koşullarda ikinci bir doğru olmadığı
gibi, “yanlış” diye başka bir düşünce ölçütü de yoktur. Eğer böyle olmasaydı, belli bir anda biri
doğru diğeri yanlış iki ayrı ölçütten bahsetmemiz gerekirdi. Ve böyle bir
durumda “şu ölçüte uyanlar doğru, bu ölçüte uyanlar yanlış” demek zorunda
kalırdık. Bu aynı anda biri yanlış, diğeri doğru iki tane farklı dünyadan
bahsetmeye benzerdi. Dolayısıyla neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar
verirken ya sürekli her şeyi bildiği varsayılan birine danışılacak, ya zar
atılacak, ya da olgulara/deneyimlere bel bağlanacaktı.
Oysa bir tane
dünya var ve orada ahlak, sanat, bilim vb. alanlardaki her durum için yalnızca
bir tane doğruluk ölçütü bulunuyor. Bu nedenle, örneğin bir teorinin doğru olup
olmadığını anlamak için herhangi bir zamanı beklememiz gerekmediği gibi, herhangi
bir deney sonucuna bakmak da gerekmiyor. Bir fikrin doğruluğuyla ilgili
sorgulama her an ve sürekli yapılabilir, yapılmak zorundadır. Çünkü herhangi
bir konuda teorik bir doğru ortaya atılırken, bu teorisyenin kendi kendine
düşüncelere dalmasıyla olmuyor, zaten aynı konudaki başka teorilerin
eksiklerini gidererek, dolayısıyla onların yanlışlarını doğrultarak yapılıyor.
Öyle ki, farklı bilim insanları bu doğrultuda birbirinden habersiz çalışarak
bile aynı doğru sonuçlara varabiliyorlar. (Newton ve Leibniz’in birbirlerinden
habersiz kalkülüsü keşfetmesindeki gibi.) Böylece varılan sonuç, aynı konuda
daha sonra ortaya atılacak düşüncelerin ve girişilecek deneylerin doğruluk
ölçütü haline geliyor. Ve bu teori nasıl öncekileri sınavdan geçirerek kendine bir
yer edindiyse, daha sonraki teorik
girişimler tarafından da sürekli sınava çekilerek doğruluğu sorgulanıyor. Böylece,
belli bir düşüncenin doğruluğunda süreklilik sağlanıyor. Bu tıpkı maddi üretimin
kendi yarattığı sorunları aşarak ve gereksinimlerini karşılayarak süreklilik
kazanmasına benziyor. Sonuç olarak doğru, kendi kendini yeniden üreterek ve
kendi dışında bir kanıt aramaksızın varoluyor.
Bilim
insanlarının para için çalışması, kapitalizmin kâr amacıyla da olsa bilimsel
araştırmalara destek vermesi, günlük hayatta ortaya çıkan bir gereksinimi
gidermek amacıyla teorik doğruluk arayışlarına hız verilmesi; teorik ilerleme
sürecinin doğruluk ölçütü temelinde olmasını etkilemez. Süreç daima belli bir
doğrunun sorgulanarak eksiklerinin saptanması ve daha kapsayıcı bir doğruya
geçilmesi biçiminde işler. Doğrunun ilerlemesini sağlayan itici güç, doğrunun
iç tutarlılığının yanı sıra, evrensel ve tek bir bütün oluşturması
zorunluluğudur. Bilimin bütün alanları şu ya da bu biçimde birbirleriyle
ilintilidir. Bu yüzden kavramsal bilgi haznemiz sürekli genişler. Bu, teorik
düşüncelerin iç tutarlılıkları bakımından sürekli sorgulanmasını ve farklı
okumalar sırasında eksiklerinin görülmesini ve daha kapsamlı doğrulara ulaşmak
için ilerlemeyi sağlar. Bu işleyiş gerçek yaşamın somut etkilerinden
bağımsızdır. Ancak sonuçlarının kullanılışı, sınıf çatışmaları çerçevesindedir.
Çünkü bilim kendi gerçekliğinden bağımsız olarak, egemen sınıfın çıkarları
doğrultusunda kullanılır.
Olayın niteliği
Egemen
habercilik anlayışına göre olayı ayırt edilir kılan, dikkat çekiciliğidir. Bir
olay diğerleri arasında öne çıktığı için merak uyandırır ve haber yapmaya değer
bulunur. Olay da bir olgu olduğuna göre, belli bir olguyu diğerlerinden
ayırarak “olay” haline getiren nedir?
Egemen
habercilik bu soruya “az rastlanır olması” diye yanıt veriyor. Buna göre
“Taksim’de ufo görüldü, Çorum’da balık kavağa çıktı” misali nadir durum,
davranış ve olgular; olay’dır. Buradan, “bir olay ne denli az gerçekleşebilirse
o kadar değerlidir” sonucu çıkıyor. Böyle düşünmek, burjuva ekonomicilerinin altının
değerinin çok az bulunmasına bağlı olduğunu söylemesiyle aynıdır. Biliyoruz ki
altının değeri az oluşuna değil, içerdiği toplumsal emek zamanına göre
belirleniyor. Benzer biçimde, olayı “olay” yapan da az görülmesi değil, toplumsal
varoluş koşullarıdır. Dikkat çekicilik ve merak uyandırıcılığın nedenleri olgunun
kendisi ya da haber izleyicisi değildir. Ayrıca bir şeyin azlığı ya da çokluğu
kendine ait bir nicelik özelliği olduğu için, değerlendirilmesinde ölçüt
alınamaz. Ölçüt, ölçülenden farklı olmalıdır. Bir şey, ancak değişmez
özellikteki başka bir şeyle karşılaştırılarak “uzun-kısa, ağır-hafif, az-çok,
önemli-önemsiz” vb. diye nitelendirilebilir. Dolayısıyla bir olguyu kendisi
gibi değişken özellikleri olan başka olgularla karşılaştırarak, ya da “yayın
yöneticileri öyle istiyor, haberin alıcıları merak ediyor, başka yayınlar öyle
yapıyor” misali gerekçelerle değerli ve önemli sayamayız. Geçmişte önemli
olması, gelecekte önem kazanma olasılığı, bir olguyu önde tutmayı gerektirmez. Elimizde
bütün olgular için geçerli ve somutlaştırılmış bir ölçüt olması, buna göre
değerlendirme yapmamız gerekir.
Bir olgunun olay
olup olmadığını teorik olarak anlayabilir ve bu konudaki düşüncelerimizi,
örneğin “yayın ilkeleri” adı altında sıralayabiliriz. Bu ilkeler, bir yayın çıkartma
eyleminde somutlaştırılabilir. Ve bilindiği üzere, yayın belli toplumsal
etkiler yaratmayı amaçlayan politikalar doğrultusunda çıkartılır. Bütün bunlar
birer olgudur. Ama herhangi bir olgudan farklı olarak, tasarımlarımız
çerçevesinde belirlenmiş, gerekçeleri ve
amacı açık, sınırları çizilmiş ve
böylece somutluk kazanarak “ölçüt” diyebileceğimiz hale getirilmiş olgulardır. Ama
yine de birer olgudurlar ve olay mı değil mi diye değerlendirmek istediğimiz
herhangi bir olguyla aynı toplumsal varoluş koşulları içinde yeralırlar. Öyleyse
olay değerlendirmesinde kullanacağımız ölçüt, kendi değerimizi saptamak için de
kullanılabilecektir. Zaten bunu yapamıyorsak, çıkardığımız yayının egemen medyadan
farkı kalmaz, olayla kendimiz ve yayınla izleyicileri arasında bağlantı
kuramayız. Kolektif eğitici ve örgütleyici rolü oynayamayız. Yalnızca, geniş
yığınlara uzaktan ve doğruluğu kendinden menkul fikirler vaaz eden, izleyicisi
bile olmayan bir yapıya dönüşürüz.
***
Yaşam sürecinde
karşılaştığımız her şey, toplumsal ilişkilerin somutlaşmış biçimleridir. Bu
önerme; kişi, düşünce, nesne, davranış ya da “doğal” sayılan herhangi bir olgu
ve olay gibi, gerçek yaşamdaki her şey
için geçerlidir. Her şey belli toplumsal varoluş koşullarında ortaya çıkar,
birbiriyle ilişkilenir, aralarında geçiş ya da çatışkılar oluşur ve yok olarak
başka bir şeye dönüşür.
Toplumsal
ilişkiler gerçek ve somuttur, teorik ya da düşsel herhangi bir yanları yoktur.
Teorik ya da düşsel eylemler içeriklerinden bağımsız biçimde ve düşünce üretme
çabası olarak, gerçek ilişkilerin birer parçasıdırlar. Örneğin bir kişinin
inanç, bilgi ya da tasarımından yola çıkarak eylemde bulunmasını
değerlendirirken düşüncelerini değil, yaptığı işleri ve eyleminin sonucunu
temel alırız. Yoksa bu sonuçları düşünceler üzerinden açıklamaya kalkışarak “gerici
yaptıysa sonucu da gericidir, devrimci yaptıysa sonuca ulaşmasa bile iyidir”
misali peşin yargılar ifade eder duruma düşeriz. Böyle yapmak, olgunun kendi
gerçekliğini çarpıtarak, bizim zihnimizdekilere göre biçimlendirmeye yol açar.
Özne olarak
olgularla ilişkimiz ve olguların birbirleriyle ilişkileri, aynı varoluş
koşulları içinde gerçekleşiyor. Bütün bu ortak varoluşun belirleyicisi,
çelişkilerdir. Somut koşullarda bunlar gerçek çelişkilerdir. Farklı öznelere
göre ad ve anlamları değişse bile, ontolojik bakımdan varlıkları kesin ve
tartışılmazdır.
Gerçek yaşam
koşullarımızın (=içinde bulunduğumuz konjonktürün) belirleyicisi, ezen ve
ezilenler arası çelişkidir. Bu içinde bulunduğumuz toplumsal yapıyı anlamak
için teorik düzeyde düşünmemize yarayan altyapı-üstyapı, üretici güçler-üretim
ilişkileri, emek-sermaye ve burjuvazi-proletarya misali soyut bir çelişki
değildir; somut çatışma dizilerinden oluşan bir çelişkidir. Toplumdaki bütün
sömürücü, ırkçı, cinsiyetçi, gerici, mülkiyetçi, baskıcı, ayrımcı, şoven vb.
kesimler “ezen” başlığı altında yeralırlar. Siyasal iktidarın
yönlendiriciliğinde ve devlet zırhı içinde, belirgin bir güçtürler. Çelişkinin
“ezilen” tarafı ise aynı ölçüde belirgin değildir. Ezenlerin mağdur ettiği
toplum kesimleri, nesnel gerçek olarak “ezilen” konumundadır. Ancak ezen-ezilen
ilişkisi gelecekte alabileceği olası biçimlere göre değil, şu anın gerçekliği
içindeki işlevine göre ifade edilen bir çelişkidir. Bu nedenle çelişkinin
ezilen tarafını, yalnızca ezilenler adına somut mücadele verenler temsil eder.
Nasıl ki iktidar partisi “bende daha çok Kürt milletvekili var” diyerek Kürt
halkının temsilcisi haline gelemiyorsa, nesnel olarak ezilen ama buna karşı
direnmeyenlerin de ezilenleri temsil etmesi ve çelişkinin bir kutbu gibi dikkate
alınmaları sözkonusu olamaz. Varlığını bilinçli ve örgütlü olarak mücadele
içinde ifade etmeyen ezilen, ezenlerin uzantısıdır ve ezilmeyi hak ediyor
demektir.
Olguları, bizim
gerçeğimizin de belirleyicisi olan toplumsal varoluş koşulları içinde ele
aldığımızda ve içinde bulunduğumuz konjonktürün belirleyicisi olan ezen-ezilen
çelişkisine göre önem sırasına dizdiğimizde, öne çıkanlar “olaydır” ve haber
değeri taşır. Farkına varmayız ama egemen medya da haber verirken benzer bir
sıralama ölçütünden yararlanır. Onlar, yaşadığımız bütün olgulardaki
belirleyiciliğin egemen sınıfta olduğu gerçeğini gizleyecek bir haber seçimi ve
dili kullanırlar. Hayatı, birbiriyle nasıl ilişkide olduğu belirsiz olgular
toplamı; toplumu ise bireylerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir kalabalık gibi
gösterirler. Öyle ki, sıradan yurttaş bu haberlere baktığında, hayatın anlaşılması
olanaksız bir kaostan ibaret olduğunu düşünür. Böylece yaşanan kargaşanın doğrudan
sorumluları olan yönetenler ve mülk sahipleri görünmez hale gelirler. İşi bu
noktaya kadar getiren egemen medya, yaşadığımız hayatın berbatlığından sorumlu
olanları, çözümün biricik adresi gibi sunar. Ve olayları; okulda, dinde, ailede
ezberletilen kavramlar aracılığıyla anlayacağımız biçimde haberler yapar…
Habercilik anlayışımız
Bilindiği üzere
egemen sınıf devlet aracılığıyla örgütlenir, toplumu baskı altında tutar ve
yönetir. Devletin, baskıcı ve düzenleyici olmak üzere iki tür işlevi vardır.
Bunlar birbirlerinden kopuk değillerdir; uzun tarihsel gelişim süreçlerinde ve
her toplumun devraldığı miras çerçevesinde, birbirlerini destekleyerek
çalışırlar. Bu sırada devlet biri baskı yaratıcı, diğeri rıza sağlayıcı iki
grup aygıt kullanır. Medya, Althusser’in tanımıyla devletin ideolojik
aygıtlarındandır ve toplumu burjuvazinin egemenliğine razı etmeye yarar. Bu
işlevini din, eğitim, siyaset, sendika vb. aygıtlarıyla birlikte yapar.
Buralarda üretilen ideolojiler birbirini besler ve toplumu yönlendirir.
Medya geniş bir
kavram; içinde her türlü ses, söz, görüntü kapsamında film, haber, müzik,
edebiyat vb. yollarla iletişim yer alıyor. Habercilik, medyanın canlı yanını
oluşturuyor. Bunu hızı ve sürekliliğiyle yapıyor. Yayıncılıkta makale tarzı
yazılar daha önemli gibi görünse de, belirleyici olan haberdir. Çünkü makale
kendini okutmak için günceli yakalamak zorundadır ve bunu da haberleri
izleyerek yapabilir. Habercilik, egemen ideolojinin yeniden üretiminin ve buna
karşı mücadelenin, en hızlı yaşandığı alandır.
Devletin rıza yaratma
çalışmaları, doğası gereği baskıya dayalı olarak yürütülemez. Bu yapıldığında
zaten ideolojik aygıt işlevini yitirir ve baskı aygıtına dönüşür. Baskı
aygıtlarında farklı görüşler yeralamaz ama ideolojik aygıtlarda bu mümkündür.
Böylece egemen ideoloji kendini karşıtlarının yanlışlığı üzerinden ifade etmeye
ve karşı görüştekileri yanına çekmeye çalışarak, toplumun rızasını almaya
uğraşır. Egemenler egemenliklerini zorla dayatmaktansa, kendiliğinden
benimsenmesini tercih ederler. İdeolojik aygıtlar bunun için vardır.
Başka alanlara
göre ideolojik aygıtlarda ezilenlerin güçlenmesi daha kolaydır. Buralar siyasi
mücadelenin hazırlık okulları gibidir. Devlet ideolojik aygıtlarındaki
üstünlüğünü, herkesi kamu hizmeti verdiğine inandırarak sağlayabilir. Tanrı,
bayrak, vatan, lider gibi demirbaş ideolojik öğelerin aktarımları dışında artık
geriye ne kalıyorsa, her tür çalışma tarafsız bir dille yapılır. Haberin
tarafsız olduğu/olması gerektiği bu bağlamda ileri sürülür.
Toplumsal
yaşamda tarafsızlık, ancak karşıt güçlerin dengede olduğu, geçici ve özel anlar
için mümkün olabilir. Bunun dışında herhangi bir olgu, durum, kişi, yer vs.
için kalıcı bir tarafsızlıktan bahsedilemez. Tarafsızlık, olağan koşullarda
güçlüden yana olmak demektir. Egemenler bu durumu göz önünde tutarak, “adalet,
gerçek, doğruluk, doğa, insanlık, demokrasi” vb. kimi kavramların tarafsız
olduğunu ileri sürerler. Gerçeği yansıttığı gerekçesiyle haberin tarafsız
olduğu fikri de bu nitelikte bir önermedir.
Haber; olayın
seçimi, anlatımı, belli bir hedef kitle gözetilerek aktarımı ve algılanıp
anlaşılması da içinde olmak üzere, bir toplumsal kesimin bakış açısının dile
getirilişidir. Gerçeğe sadık kalındığı gerekçesiyle yorumsuz sunulması,
yalnızca bir iddiadır. Bir olayı o güne dek benzer olaylarda kullanılan dili
sorgulamadan aktarmak, fotoğraf karesi gibi donuk bir olgu biçiminde sunarak
hangi varoluş koşullarından doğduğunu hatırlatmamak, dolayısıyla olayın
sorumluları ve sonuçları hakkında bilgi vermemek; evet, olana kayıtsız kalarak,
güçlüden yana taraf olmak demektir.
Gerçeğe sadık
kalarak ve gerçeği sınırlı çıkarları çerçevesinde aktaranlara karşı toplumsal
yarar gözeterek aktarmak için, yorum yapmak gerekir. Yorum, olmayan hakkında
fikir üretmek değildir, görünen üzerinden giderek görünmeyeni ortaya
çıkartmaktır. Çünkü gerçeği bütün yönleriyle görme fırsatını çok az buluruz ve
genellikle, egemen medyanın bize sunduğu
kadarıyla yetinmek zorunda kalırız. Ancak gerçeğin bilgisinin, görünenden
ibaret olmadığını biliriz. Dolayısıyla kavramsal bilgimiz çerçevesinde en küçük
bir ayrıntıyı bile yeniden düşünerek, olayı buna göre aktarırız.
Bir olguyu
tanıma eylemi zihinde gerçekleşir demiştik. Duyumları kayıtlı bilgilerimizle
karşılaştırarak olguyu tanırız. Haber,
günlük hayatta en çok karşılaştığımız olguları tanımamızı sağlayan kavramları,
zihnimize işler. Bu yüzden haber aktarırken olayın gerçekliği kadar, doğruluk
ölçütü de göz önünde tutulmalıdır. Örneğin “kaza” yoktur, faili belli bir eylem
ve mağduru vardır. Çocuk düşmez, oraya kadar bir çocuğun çıkabileceğini göz
önünde tutmayan ve önlem almayanlar yüzünden bir çocuğun düşmesine göz yumanlar
vardır. Aynı olayı farklı bir bakış açısıyla ele aldığımızda, herkesin gördüğü
bir olgunun herkes tarafından görünmeyen ve en az görünenler kadar gerçek olan
yanları da ortaya çıkar. Ve bunu alışıldık dilin dışında aktardığımızda, gerçeğe en küçük bir ekleme-çıkartma
yapmadığımız halde daha geniş görünmesini sağlamış oluruz.
Habercilik
anlayışımızı, yeterli teorik hazırlığımız olmadan ortaya koyamayız. Olaylar
zaten belli bir egemenlik düzeni altında yaşanıyor, dolayısıyla kendiliğinden
ortaya çıkmıyor. Biz bu düzene karşıyız ve olaylara yaklaşımımız doğal olarak
taraflı. Haber izleyicisini taraf haline getirmek istiyoruz. Dolayısıyla olup bitene
ekleme-çıkartma yapmadan, dili ve olayı sorgulayacak biçimde, tarafımızı açıkça
ifade ederek ve okuru kendi tarafımızda yer almaya çağırarak haber
yapacağız. Amacımız izleyenleri eğitmek,
birbirlerinden ve olaylardan haberdar kılmak, uzaktaki olaylarla kendi varoluş
koşulları arasında ilişki kurmalarına yardımcı olmak ve olay, okur, yayıncı
olarak aynı düzlemde yer almak. Ezilenlerden yanayız. Ezilenler arasında,
devrimci mücadele yürütenlerden yanayız. Tarafız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.