Ekonominin
çukurlarında debeleniyoruz. Üniversitelerde ekonomi okuyan ve okutanlar, parti,
şirket, medya ve yönetimin uzmanları durumu yorumluyor. Yaşadıklarımızın,
kitaplarda yazılanlardan hangisine benzediğini tartışıyorlar. Yabancı dillerden
alınma “stagflasyon, enflasyon, resesyon…” misali sonu “yon”la biten tanımlar
üzerinde durup, sanki doğru teşhiste bulunurlarsa hemen uygun ilâcı alıp
gelecek ve hastayı ayağa kaldıracakmış gibi konuşuyorlar. Bu bize, Krishnamurti’nin
bir benzetmesini hatırlatıyor: Tutuşan evde mahsur kalan biri yardım çığlıkları
atarak oradan oraya koştururken, dışarıda biriken kalabalık ara sıra
pencerelerden görünen kişinin kim olduğu üzerine fikir yürütüyor ve saçlarının
kızıl mı yoksa alevler yüzünden kızıl gibi mi göründüğünü tartışıyor…
Dünya
ekonomisinin bir tane krizi vardır: Sömürenler her geçen gün artan
yatırımlarının masraflarını karşılayacak ölçüde kâr edemez hale geldiğinde
sistem krize girer. Çünkü kapitalistler yaşamak için kâr etmek zorundadır ve
yalnızca dünyayı değil, hayatın her alanını bu konuda kendilerine sunulmuş
sonsuz bir fırsat olarak görürler. Bu, tek tek kapitalistlerin ya da
hükümetlerin isteği dışında, düzenin dayattığı bir durumdur. Kriz, kapitalizmin yapısal bir özelliğidir. Bir
ülkede ya da belli dönemlerde “faiz, döviz, yönetim beceriksizliği” vb.
gerekçelerle yaşanan ekonomik sıkıntıların kaynağı bu özelliktir. Bunun
üstünden atlayarak ekonomik sorunları güncel nedenlerden kaynaklanıyorlarmış
gibi açıklamaya kalkışmak, düzeni ve sahiplerini suçsuz-günahsız ilan etmek
olur.
Doğası gereği,
bu düzen daha çok kâr etmek için sürekli daha çok yatırım yaparak ayakta durur.
Zamanla kârın toplam yatırımlara oranı, birçok nedenden ötürü azalma eğilimi
gösterir. Kapitalist düzen durmadan fokurdayan bir kazan gibi, temelinde yanan
ve kâr oranlarının azalmasından kaynaklanan kriz ateşi üzerinde durur. İlk
belirtileri, 1800’lü yıllarda ortalama 10 yılda bir yaşanan bunalımlar
sırasında görülmüştür. Çılgınca bir rekabet içindeki şirketler yatırım, üretim
ve dünyanın ulaşabildikleri her köşesinde ticaret yaparak; kârlarının bir bölümünü
sürekli yeni yatırımlara ayırıyorlardı. İngiltere merkez olmak üzere sanayi ve ticaret
Batı Avrupa’da yoğunlaşmıştı. Bunalım; malların elde kalması, artan borçlar, iflâslar,
yaygın işsizlik, bankaların batışı ile baş gösteriyor ve toplumsal yaşamı bir süre
alt üst edişinin ardından sağ kalanların tekrar ayağa kalkmasıyla sona eriyordu.
Bu sırada vartayı atlatan şirketler rakiplerinin iflâsı sayesinde rahatlayarak
daha büyük yatırımlara girişiyor ve bir süre sonra aynı filmin tekrarlanmasıyla
bunalım baş gösteriyordu. Bu durum, 1900’lü yıllardan sonra, kapitalizmin dünya
ekonomisine dönüşmesiyle bir parça hafifledi.
Batı Avrupa’nın
sömürgelerinden ve dünya ticaretinden gelen kazançlarla alabildiğine
zenginleşmesi, küçük şirketlerin dünya tekelleri haline gelmesini sağladı. Artık
üretim süreci, hammadde kaynağından sanayiye ve dünya pazarlarına kadar tekelci
şirketlerin denetimindeydi. Daha çok kâr için kıyasıya rekabete girmeleri
gerekmiyordu. Aynı alanda çalışan tekeller hammadde alımından ürün satışına
kadar fiyatlarda anlaşarak kartel oluşturuyor ve kârlarına kâr katıyorlardı.
Ancak kapitalizm her zaman küçük bir kusur
taşır: Tekelleşme, rekabetle el ele gider. Düzen özel mülkiyete ve kâra
dayandığı için, şirketler ne kadar anlaşırsa anlaşsın kâr edilebilecekleri fırsat
yakaladıklarında rekabetten geri durmazlar. Nitekim bu işleyiş emperyalizm
döneminde de devam etti. Ve şirketler her ne kadar küresel boyutlarda
çalışsalar da hâlâ ulusal devletlerinin güvencesi altındaydılar. Dolayısıyla aralarındaki
rekabetle emperyalist devletler arası rekabet iç içeydi. Buradan kaynaklı sorunlar çözülemeyince önce
bir dünya savaşı, ardından 1929 Büyük Bunalımı yaşandı. Bugün içinde olduğumuz
dünya düzeninin temelleri ikinci savaş sonrası atıldı.
Elbette savaştan
bu yana dünyada pek çok değişiklik yaşandı. Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu
(1949), SSCB dağıldı (1991). Dünya ekonomisi 1970’lerde “petrol krizi” adı
altında yeni bir bunalıma girdi ve ABD dolarının değerinin altın standardına
göre belirlenmesinden vazgeçilerek, para piyasaları bir sonraki aşamaya uygun biçimde
başıboş hale geldi. Bu, ABD dolarının dünya parası olmasını daha da
kolaylaştırdı. Nihayet 1980’de ABD ve İngiltere yeni bir küresel ekonomi
politikaya öncülük ederek, devletçiliğin
gözetildiği ülkelerle ekonomik ilişki kurmama kararı aldılar. 12 Eylül 1980
darbesinin ardından, bu politikanın en katı uygulandığı ülkelerden biri Türkiye
oldu. Mimarı, Dünya Bankası uzmanı Turgut Özal’dı.
Türkiye ABD
emperyalizmiyle ikili ilişkiye ikinci savaş sonrası geçmişti. Ancak bu ticari
olmaktan çok “Soğuk Savaş” çerçevesinde ve asıl olarak SSCB’ye karşı korunma
amaçlıydı. ABD ise, küresel politikalarını yıllar içinde en az yatırımla en fazla
kâr edecek bir doğrultuda pekiştirdi. Kapitalizmin küresel ölçekteki kriz
etkisini hafifletmek için ülkeleri, hükümetleri ve rakip gördüğü bütün güçleri
denetim altında tutmaya ve dünyayı planları çerçevesinde yönetmeye çalışıyordu.
Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerde ekonominin devletçi bir bakış açısıyla
yönetilmesine başından beri karşıydı. 12 Eylül’den sonra egemenlerin devletçi
ve piyasacı kesimleri arasında uzun bir rekabet yaşandı. Nihayet bu rekabet
başka bir Dünya Bankası uzmanı olarak ülkemize gönderilen Kemal Derviş’in ülke
ekonomisini 2001’de yeniden planlamasıyla sona erdi. Bugün iktidarın uyguladığı
politikaların temeli Derviş tarafından atıldı. Özelleştirmeler, parayı koruma
kanununun kaldırılması ve sermaye giriş çıkışlarının serbest bırakılması bu
doğrultuda gerçekleştirildi.
Sonuç: Türkiye
herhangi bir dış gücün saldırısı altında değildir ve artık buna gerek de
kalmamıştır. Yıllardır ülkeye para giriş çıkışı serbesttir. Kâr için buraya
gelen yabancılar TL’nin değer kaybettiğini görünce ister dövize geçer, isterse
yurt dışına çıkar. Bunun doğal sonucu, TL’nin değer kaybetmesidir. Nitekim 2018
Yılbaşından Mayıs sonuna kadar TL yaklaşık yüzde 30 değer kaybetti. Küresel
kapitalizmin öncü kuruluşları hükümeti bu yönde defalarca uyardı. Buna rağmen
önlem almamışsa, bu kendi yandaşlarını korumak için atılan bir adım olarak
anlaşılmalıdır. Parası olan zaten çoktan beri dövize ve altına geçmiştir. Zarar
görenler, maaşı TL olan ve zamlar karşısında çaresiz kalan yoksullardır. Onlar
da, “dış güçler saldırıyor” diye kandırılmaktadır. Öte yandan faizlerin düşük
tutulmasının bir nedeni de ekonomiyi daha büyük bir durgunluğa itmemektir.
Ancak bunun da yönetimin en yakınındaki inşaat sektörünü vurduğu görülüyor. TL’nin
değer kaybından zarar gören şirketlere ise 16 Nisan referandumu öncesinden beri
zaten destek veriliyor. Bu doğrultuda geçen yıl 30 bin şirkete yardım edildi.
Ek olarak, aynı çerçevede yeni teşvikler getirildi ve bankacılık düzenlemeleri
yapıldı. Eğer yarın “aynı gemideyiz” nakaratıyla şirket zararları toplumun
geneline bölüştürülürse şaşırmamak gerekir. Dolayısıyla “faiz, döviz, arttı,
artmadı” tartışmaları; kâr olanaklarının birilerinin elinden alınıp başkalarına
verilmesidir. Kapitalistler açısından, hayatın her alanı gibi bunalımlar da birer
kazanç fırsatıdır. İtiraz yoksa, hükümetler her türlü bunalımın altından
kalkabilir. Bu sırada belli bir hiyerarşiye göre çalışan küresel sömürü
düzeninde herkes payına düşeni alır. Hiyerarşinin tepelerinde ABD, Almanya,
Rusya vb. devletlerin yanı sıra uluslararası tefeciler ve petrol, silah,
teknoloji şirketleri vardır. Türkiye gibi ülke yöneticileri daha aşağılardadır.
Bizler gibi sıradan yurttaşlar ise bu dizilişin dışındadır. Yanan, bir bitki ya
da zararsız bir hayvan gibi yaşayan ve çocuklarını büyütmek için hayatı çalışmakla
geçen toplum çoğunluğudur. Ekonomik çalkantılardan en çok onlar etkilenir. Eğer
adaletsizliğe son vermenin yolunu bulamazlarsa, kül olana dek yanacaklardır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.