Beklenen oldu ve geçtiğimiz Cuma liranın ani düşüşüyle dolar (bu yazıyı yazarken) 6.40 dolayında gezinmeye başladı. Ancak başta yönetenlerimiz olmak üzere iribaş zenginler filân, hiç böyle bir olay yokmuş ve dolar hala 4 lira dolaylarında geziniyormuş gibi konuşuyor. Biz de öyle yapıyor ve artık yağmur yağıp ortalığı sel götürmesi misali kimsenin sorumlu tutulmadığı bu tür konuları bir yana bırakıyor, yüzümüzü futbola dönüyoruz. Yeni rejimle ABD arası gerilim, hayatın olağan bir parçası. Nasıl olsa büyük şirketler elinde döviz tutar. Bunlardan borcu olanlara geçen yıl hükümet tarafından gereken destek verildi ve sabit kur üzerinden döviz temin edildi. Batan bazı küçükler görmezden gelinebilir. Öte yandan banka mevduatlarının yarısı dövizde ve halkımızın parası pulu olan bölümü önlemini almış durumda. Olan, yoksula olacak. Bakalım yüzümüzü futbola döndüğümüzde bu keşmekeş görünmez hale gelecek mi? Stadyum büyüklüğündeki dünyalarda taraftarlık ettiğimiz takımlarla, gerçek dünyaya ait olmayan öyküler yazabilecek miyiz?
Futbol
sezonunun bu yılki resmi adı “Lefter Küçükandonyadis”.
Batılıların Türkiye'yi Hıristiyanlara zulmedilen, papazların
hapse atıldığı bir ülke olarak konuştuğu bu günlerde, futbol
gibi popüler bir oyun sezonu “Lefter” adıyla açılıyor.
Tesadüfen böyle bir haberi duyan Batılı, doğal olarak “
söylendiği gibi değilmiş” diye düşünecektir. Yönetenlerimiz
de sezona ad ararken mutlaka bunu düşünmüşlerdir. Ancak
sağlığında kendisini seven küçük bir taraftar topluluğu
dışında kimseden hakettiği saygıyı görmemiş bir insana şimdi
methiyeler düzmek, hiç de dürüstçe değildir. Yetenekleri üst
düzeyde olduğu için “ordinaryüs” sıfatı takılan Lefter'i
futbol sahasında alkışlayıp dışarıda “Rum tohumu” diye
aşağılamak, iki yüzlülüktür. 6-7 Eylül olaylarında düzmece
gerekçelerle Rum azınlıkların evleri, işyerleri yağmalanırken
Büyükada'daki evi saldırıya uğrayan Lefter'e hakkıyla sahip
çıkanlar o zaman da kendisini seven küçük bir taraftar
topluluğuydu, bugün de öyledir. Varlık vergisi, saldırganlıklar,
kirli bir geçmiş için özür dilemedikçe azınlık kardeşimizin
adını rahatça anamayız.
Futbola
geleceğiz ama bir türlü gelemiyoruz. Uzun yıllardır transfer
haberlerinin bu kadar az olduğu bir futbol sezonu görmemiştik.
Çünkü büyük futbol takımları borç içinde. Artık milyon
dolarlar saçarak futbolcu alamıyorlar. Ya kenarda köşede kalmış
ucuz oyuncular buluyorlar, ya da gençlere yöneliyorlar. Uzunca
süredir Türk takımlarını borç konusunda uyaran UEFA, durumun
düzelmediğini görünce bazı yaptırımlar uygulamaya karar verdi.
Takımların belli bir sürede borçtan kurtulması için,
gelirleriyle orantılı bir harcama yapmalarını ve zamanla
borçlarını eritmelerini zorunlu tuttu. Buna uymayana, Avrupa'da
maç oynatmıyor. Takımlar, en büyük gelir kapıları olan
Avrupa'ya çıkma hakkını kaybetmek istemediklerinden, ayaklarını
yorganlarına göre uzatıyorlar. Ancak ülkemizde bu kötüye gidiş
sürecinde, işleri çok zor görünüyor. Borçtan
kurtulabileceklerini düşünmüyoruz.
Futbol bütün dünyada ilgi çeken bir oyun. Bilindiği gibi insan
türünü diğerlerinden ayıran temel bir özellik elini rahatça
kullanması. Futbolda ayağını da benzer biçimde kullanıyor. Topu
uzak bir hedefe eliyle atar gibi ayağıyla gönderen, başka
oyuncuların arasında eliyle gezdirir gibi topu ayağıyla
gezdirenler “yıldız” oluyor. Futbol izleyicisini stadyumlara ve
ekranların karşısına çeken, kendi yapamadığını başkalarının
yapıyor oluşu. Hele sahada hiç kimsenin yapamadığını yapanlar
varsa, saatlerce izliyor.
Futbol
devasa bir sektör. Oyuncular ve kulüpler bunun görünen yüzü.
İktidarlar, futbolun büyüleyiciliğini geniş yığınları
oyalamak için kullanıyor. Durmadan, nereden kâr edebileceklerini
hesaplayan sermaye sahipleri ise kitlelerin futbol sevgisiyle,
iktidarların yönetme hırsını kullanıyor. Her yıl 40-50 milyon
dolarlık transferler yaparken bu yıl bunun onda birini yapamayan
kulüplerimiz borç içinde yüzedursun; Barcelona geçen yıl 914
milyon euro gelir elde etmiş. Ancak giderleri çıktığında,
geriye yalnızca 13 milyon euro kâr kalmış. Bu kadar büyük
ciroların döndüğü yerde bu kadar az kâr edilmesi, aslında
sektörün toplumsal yaşamdaki gerçek yerini ortaya koyuyor.
Dünya
ekonomisi kriz dinamiğiyle ayakta duruyor. Gerçekten üretim
yapılan alanlara sermaye yatırıldığında, elde edilen kârın
yatırım giderlerini karşılaması giderek zorlaşıyor. Bu durumda
küresel sermaye, gerçek bir üretim yapılmasa bile müşterisi
olan ve kolayca kâr edilebilecek alanlara yöneliyor. Turizm,
eğlence, seyahat ve spor bu tür alanlardan. Örneğin bir yere on
tane fabrika kurmaya kalkışsan çevre sorunları, hammadde bulma
sıkıntıları, işçilerin sorunları ve üretilen malı satma
sorunlarıyla uğraşacak, burada da kalmayarak piyasada yeterli kâr
edebileceğin fiyattan malını satmaya çalışacaksın. Bu arada
kredi aldığın bankalar kapına dikilecek, alacaklılar yakana
yapışacak. Oysa aynı yere güzel bir stadyum yapsan ve biraz
tanınmış bir takımı transferlerle güçlendirip içine koysan,
müşterisi zaten hazır. Yayın geliri, stadyum geliri, forma satışı
derken; gerçek bir üretimin sorunlarıyla karşılaşmadan kâr
edebilirsin. Bu arada kulüplerin kâr etmesi değil, oyununu
oynaması yeterlidir. İktidarların da, “bizim dönemimizde
takımlarımız şu şampiyonu oldu, bu kupayı aldı” diye
övünmekten öte istedikleri bir şey yoktur.
İşte
böyle bir düzende yıllardır futbol takımlarına devlet
desteğiyle gösterişli stadyumlar yapıldı. Kamu kurumları bol
keseden-bizim vergilerimizden kesilen paraları-harcayarak, bu
takımlara reklâm paraları ödediler. Hatta bu konuda o kadar ileri
gittiler ki, THY reklâm amacıyla Arda'nın Barcelona'ya transferini
sağladı. (Tabi sonu hüsran oldu...) Genellikle devletle
müteahhitlik işleri yapan ve parasının hesabını bilmeyenler, bu
kulüplere yönetici seçildiler. Yayın kuruluşları taraftar arası
rekabeti körükleyerek bir yandan fanatizmi arttırdı, diğer
yandan kulüp başkanlarının daha çok para harcamasını, daha çok
borçlanmasını teşvik etti. Kulüpler vergilerini mi ödeyemiyor?
Hemen af çıktı. Oyuncular alacaklarını mı tahsil edemiyor?
Görmezden gelindi ve paralarını ancak yıllar sonra uluslararası
mahkeme kararlarıyla alabildiler. Bu durum, Türk takımlarının
saygınlığını azalttı. Her transfer sezonunda yabancı oyuncu
alabilmek için daha yüksek paraları, peşin olarak ödemek zorunda
kaldılar. Doğal olarak takımlar bu tür oyunculardan
yararlanamadılar ve her futbol sezonu sonrası elden çıkartmak
için yine büyük zararları göze aldılar. Borçlarını
bankalardan kredi çekerek ve bu kredileri başka krediler çekerek
ödemeye çalışırken, çığ gibi büyüyen borcun altında
kaldılar. Şimdi eski yöneticiler birbirini suçluyor ve yıllardır
bilinen çareleri yen keşfetmiş gibi konuşuyorlar... Neymiş, genç
oyuncu yetiştireceklermiş...
Futbol
Federasyonu bu yıl bir karar aldı: Kulüplerin borçları, bunu
yapan yöneticilerden alınacakmış. “Günaydın” demek
gerekiyor. Futbolda deniz bitti. Sayılarla kafa şişirmeyeyim:
Avrupa'nın en borçlu ligleri İngiltere, İspanya, İtalya'nın
ardından Türkiye geliyor. İlk üçünün maçları bütün dünyada
izleniyor ve gelirleri giderlerini karşılıyor. Türkiye'nin borcu
ise sürekli artıyor. Çare var ve UEFA da buna zorluyor. Türkiye
de Portekiz gibi yeni oyuncular yetiştirerek satacak ve artık kendi
takımlarıyla değil, yabancı takımlarda oynayan oyuncularıyla
övünecek. Başka ülkelerin yetiştirdiği oyunculara hesapsız
paralar ödeyerek Avrupa'nın büyük takımları karşısına çıkma
dönemi kapandı. Devir hesap devri, bu düzende hesabını
tutturamayan, batacak. Kulüpler ise, ya Arap şeyhlerine ya da
kayyuma devredilecek. Maç başladı, sahalar tarla gibi. Memleketin
hali neyse futbol da o...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.