“Elinizde yiyecek, sokakta dolaşmayın” diye kızardı annelerimiz. “Yiyen var, yiyemeyen var.” Lokantaların sokağa bakan pencerelerinde tül perde olurdu. Aynı nedenden. Cenaze kalkan sokakta düğün ertelenir, bayramlarda küslük ortadan kalkardı. Siyah-beyaz filmlerin değişmez komiser, patron ve baba karakteri Hulusi Kentmen, artık karşısındaki hangi nedenden ezilip büzülüyorsa önce kalın kaşlarının altından yüzüne ters ters bakar, ardından babacan bir gülümsemeyle “hadi affettim seni” der demez sinema salonu alkıştan yıkılırdı. O zamanlar da kötü şeyler yaşanırdı ama duymazdık. Ne de olsa ibadet de, kabahat de gizliydi. Ne tel dolapların yerini buzdolapları almıştı, ne de henüz televizyonla tanışmıştık; komşular “eğer bir mani yoksa” akşamları birbirlerine misafirliğe giderdi. “Vicdan”, sık olmasa da ihtiyaç halinde ortaya çıkan bir sözcüktü.
Cennet gibi
görünen eski hayat da aslında daha eski bir cennet gibi hayatın yıkıntıları
üstünde, onun cehennemi olarak ortaya çıkmıştı. Bugünün inşaat, medya, enerji
vs. kralları henüz ufukta yoktu ya da servetlerinin ilk kuruşlarını
biriktirmekle meşgul olduklarından, daha
tanınmıyorlardı. Her toplumsal değişim dalgası öncekinden büyük, hızlı ve
yıkıcıydı. İki dünya savaşı geçirmiş Avrupa kentleri bile hâlâ 100 yıl önceki
hallerini korurken, Türkiye’dekiler neredeyse her 10 yılda bir değişti. İster
“çağdaş batı uygarlığı” isterse “yerli ve milli” markalı olsun, kapitalizm ülkede
ormana dalmış dozer gibi ilerledi. 1950’lerden beri devasa yollar açılıp binalar
durmadan yükselirken, yoksullar ekmeğini ancak yerin daha derinlerine inerek
kazanabiliyorlardı. İhtişamın pırıltısı ve yoksulluğun tozlu grisi el ele gidiyordu.
Bu, güneşten aldığı ışıkla gecenin günahlarını belli belirsiz aydınlatan ama
karanlık yanını hep gizleyen ay misali, vicdanın parlak yüzünü göstermeyi en
çok sevdiği andı…
Vicdan, egemenin
ezilene, acı çekmeyenin acı içindekine en ucuz hediyesidir. Gerçekte yoktur.
Ama herkes var kabul eder. Dert söyletir, acı inletir. Bu, çaresizliğe düşenin
yardım isteme yoludur. Birçok nedenden yardım edilir. Acıyı önleyemediğimiz,
tekrarını durduramayacağımız, en azından bir tane acı az olsun diye, kendi başımıza
da gelebileceği endişesiyle ya da benzer durumda olmayışımıza sevinmekten
kaynaklı suçluluk duygusunu bastırmak için yardım ederiz. İşte vicdan budur. Vicdanlı davranışa
rastlayan, derdine çare olmasa bile en azından yalnız kalmadığını bilir. Yardım
edenle yardım alan, kuşaklar boyu öğrendiklerini tekrarlayarak aynı tarafta
oldukları duygusunu paylaşırlar. Yukarıyla aşağının farkı silinir gibi olur. Acımasızca
ilerleyen dozerin geride bıraktığı mağluplar ve galipler, “vicdan, adalet,
hakkaniyet” misali düşünce ve davranışlar sayesinde kısa süreliğine yan yana
gelirler. Ama artık bütün bunlar yok. Bir süredir her şeyi kendi çıplaklığıyla
yaşıyoruz.
Bunalımlı
dönemlerde hep böyledir; diğer zamanlarda görülmeyen gerçekler, tüm
ayrıntılarıyla ortaya çıkar. Aslında biz bunu küçük dozlarda ve yaklaşık 10
yıldır yaşıyoruz En çarpıcı haliyle 4 yıl önce, Soma faciası sırasında görünce
uyandık. İktidarın bedava kömür dağıtmak uğruna madenlerdeki çalışma koşullarını
alabildiğine zorlaması yüzünden, gerekli önlemler alınmadı ve Soma’da 301
madenci hayatını kaybetti. Başbakan Erdoğan’ın ilçeyi ziyareti sırasında durumu
protesto etmeye çalışan bir madenci önce güvenlik güçlerince yaka paça edildi
ve bu sırada yere düşünce, başbakanlık
müşaviri bir zat tarafından tekmelendi. Ama 10 ay hapis cezasını müşavir değil,
olayın ardından zırhlı makam aracına öfkeyle tekme atan madenci aldı. Mahkemeler
ceza verirken, kamu vicdanının rahatlamasını düşünür. Bu örnek ise, kendini
dindar sayan bir iktidarın vicdanı külfet gibi gördüğünün kanıtıydı. Ve bunlar
artarak tekrarlanırken, sonuncusu 3. Havalimanı işçilerinin direnişi sırasında yaşandı.
Havalimanı şantiyesindeki 30 bin işçinin
yaklaşık üçte biri; “eyleme katılanlar
işten atılmayacak, servis sorunu yaşanmayacak, yatakhane, lavabo, banyo temiz
tutulacak, tahtakurusu sorunu çözülecek, bize aşağılayıcı muamele yapanlar çalıştırılmayacak,
maaşlar elden ödenmeyerek banka hesabına yatırılacak, düzenli ve zamanında
yemek verilecek" misali, son derece mütevazı taleplerle direnişe geçmişti.
İGA şirketi yetkilileri sendika temsilcileriyle görüşerek, 15 maddelik talepleri
önce kabul etti ama sonra karar değiştirdi. 500’e yakın işçi gece yarısı
yatakhanelerinden gözaltına alındılar. 24 tanesi tutuklandı. Fatih Altaylı ve
Hıncal Uluç gibi direnişin neden ve nasıl olduğundan habersiz zatlar, cevval
gazetecilik adına olaya hemen tepki gösterdiler. İşçilerin bu kadar mütevazı
taleplerle ve üstelik inşaat 4 yıldır sürdüğü halde seslerini çıkarmamışken, 29 Ekim’deki açılış törenine az bir zaman kala
direnişe geçmelerinin ardında mutlaka bir bit yeniği olduğu kanısındaydılar.
Belirtelim:
İşçilerin birçok şikâyeti, patronun denetiminde çalışan ve ücretleri onlar
tarafından ödenen iş müfettişleri tarafından bile kayda geçmişti. İkincisi,
sendika 1 yılı aşkın süredir bu talepleri bakanlığa bildiriyor ama sonuç
alamıyordu. Üçüncüsü, doğru dürüst kaydı tutulmayan ölümlü iş cinayetlerinin
yaşandığı şantiyede direnişten üç gün önce 17 işçinin yaralandığı bir olay
geçmişti. Servis gelmediği için yatakhanelerden iş alanına yürürken ve uzun
yemek kuyruklarında, işçiler saatlerini harcıyorlardı. Hepsi üst üste gelmiş ve
sendikaların yıllardır örgütlemeye çalışmasına rağmen başaramadığı direniş
kendiliğinden patlak vermişti. Dünyadan
habersiz gazeteci karikatürleri, olayın ardında boşuna komplo arıyordu. Ve
direnişle ilgisiz nedenlerden, havalimanı açılışı 31 Aralık 2018’e ertelendi.
Direnen işçilere
en ağır hakareti Yeni Akit yazarı Mehtap Yılmaz yaptı. Konuyu hemen terörle
ilişkilendirdi. İnşaatta birçok Kürt işçi vardı HDP İstanbul milletvekilleri şantiyeye
gitmişti. Köşesine türbanlı bir fotoğrafını koyan bu hanım yazar, direnişi
“bizi kıskanan ve dünyanın en büyük havalimanı inşaatını engellemeye çalışan
dış güçlere” bağlamak için çırpınıyordu. Yazısında, yatakhanelerdeki
tahtakurularının hangi milletten olabileceği hakkında bu doğrultuda fikir
yürütüyordu. Sendikacıları İngilizler mi, yoksa Almanlar mı destekliyor
diyordu. Sanki bu ülkelere sermaye dilenmek için işçiler gidiyormuş gibi… Yazar
hanım, devletin hakkını arayan işçileri cezalandırması dileğiyle yazısını bitiriyordu.
Buna, İslamın vicdanı rolüne soyunan Ahmet Hakan, Hürriyet’teki köşesinden
yanıt verdi. Özetle, “o işçinin hakkının alınteri kurumadan verileceğinden
habersiz, onun Müslümanlığına değil benimkine inanın” diyordu. Yıldız Hakan’a
yanıt vermekte gecikmedi: “O yaşlı
kadınlara jigololuk yapan, sidikli ve dalaksız biri.” Yüksek seviyedeki bu
yazışmalara, Güneş gazetesindeki köşesinden başka bir İslamcı yazar Medyum
Memiş de katıldı. O da sendikacıların dış güçler tarafından kışkırtıldığını
söyledikten sonra, “kaçınılmaz olan iş
kazalarına karşı işverenden önce işçi kendi önlemini alacak” diyordu.
Marks, “afyon”
sözcüğünü acı dindirici anlamında kullanarak, din hakkında şöyle diyor: “Din, baskı altında ezilen yaratığın iç
çekişidir; kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın
afyonudur.” Din, zalimliğin alıp yürüdüğü bir toplumda vicdanın son sığınağıdır.
Bugün bu sığınak, kendini dindar sayan bir iktidar tarafından, delik deşik
edildi: 3. Havalimanı inşaatı ortaklarından ve millete küfür etmesiyle tanınan Cengiz
İnşaatın 424,4 milyon TL vergi borcu affedildi. Resmî kayıtlarda 2005-2016
arası 15 bin 330 işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiği belirtilirken,
SGK’nın aynı dönemde ve aynı nedenle yaşamını yitiren 28 bin 195 kişi için
ailelerine maaş ödediği ortaya çıktı. Yani mazlumun feryadını dindirme
iddiasıyla ortaya çıkanlar, tersini yaptıkları yetmezmiş gibi bir de yalan
söylediler. Hayatın yaldızı döküldü, vicdan çoktan öldü. Adet olduğu üzere söyleyelim;
mücadelemizde yaşıyor. Çünkü yalnızca direnenler hakkını hukukunu
koruyabiliyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.