İstanbul’un kuzeyinde sürdürülen 3. Havalimanı inşaatında geçen hafta sonu işçiler direnişe geçtiler. Toplam çalışan sayısı 30 binin üstündeydi ve yaklaşık yarısı şantiye yatakhanelerinde kalıyordu. Bölge dışarıdan girişe yasak olduğu için haber alınamıyordu. Kamuoyu olaydan işçilerin telefonlarıyla haberdar oldu. Gazeteciler ve siyasiler hemen şantiyeye gittilerse de, işçilerle görüşmeleri güvenlik güçlerince engellendi. O sırada büyük televizyonlar ABD’deki kasırganın ayrıntılarıyla ya da iktidarın çöken Suriye politikasını “başarı” gibi göstermeye çalışmakla uğraştığı için gelişmeleri duyurmadı. Jandarma koğuşları basarak, 600 kadar işçiyi gözaltına aldı. Dayanışma amacıyla İstanbul ve Ankara’da yapılan eylemler engellendi ve buralarda da gözaltılar yaşandı.
3. Havalimanı
projesi “Yap İşlet Devret” modeline göre 3 Mayıs 2013’de ihale edildi ve 7
Haziran 2014’de Başbakan Erdoğan tarafından temeli atıldı. İhaleyi İGA (İstanbul
Grand Airport) adı altında birleşen Cengiz, Mapa, Limak, Kolin ve Kalyon
grupları ortaklığı, 22 milyar 153 milyon
Euro teklifle aldı. Proje tamamlandığında 25 yıl boyunca İGA tarafından
işletilecek. Kaba inşaatın yüzde 95’inin bittiği belirtiliyor. 4 aşamada tamamlanacak
projenin ilk bölümü 29 Ekim’de açılacak. Tümü bölümler 2028’de bitecek. Cumhuriyet
tarihinin en büyüğü olan bu projeye ne kadar ciddî hazırlanıldığına gelince:
Konu hakkında
ilk resmî açıklama, zamanın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’dan gelmişti. Kasım
2010’da, 60 milyon yolcu kapasiteli projenin tüm bağlantılarıyla birlikte 5
milyar dolara malolacağını söyledi. Böylece Atatürk ve Sabiha Gökçen
havaalanları üstündeki yük de kalkacaktı. Yıllar içinde yolcu kapasitesi
sürekli değişerek, 200 ile 250 milyon arasında durdu. Güya ilk bölüm geçen 29
Ekim’de açılacaktı ama şimdi bu yıl açılacağı bile şüpheli. Öte yandan, hâlâ
metro bağlantısı yapılmadı. Geçenlerde açılan yolcu taşıma ihalesini Altur
Turizm, Havaş ve Free Turizm ortaklığı 475 milyon TL ile almıştı. Ama “kamu
yararı olmadığı” için ihale iptal edildi. Önümüzdeki 27 Eylül’de 702 milyon TL
bedelle yeni ihale açılacak. Yine aynı ortaklığın kazanması bekleniyor. Ve
proje üzerinde yeterince düşünülmediğinin bir başka göstergesi de Jeoloji
Mühendisleri Odasının raporuyla ilgili. Mühendisler,
zeminin çürük olduğu konusunda yetkilileri uyarmışlardı. Bölgede daha önce
kükürt oranı yüksek kömür çıkartıldığından, ocaklarda biriken su ve oluşan
asitli ortam zemini sağlamlaştırmayı olanaksızlaştırıyordu. Nitekim 12 Temmuz
2018 günü uçak pistlerinden biri çöktü. Fotoğrafları yayınlandığı halde, resmî
bir açıklama bile yapılmadı.
3. Havalimanı,
şu an dünyanın en büyüğü sayılan Atlanta Havalimanından bir buçuk kat daha
büyük. Projenin havaalanı dışında birbiriyle ilintili pek çok faaliyet alanını
da kapsaması, dikkat çekici yanını oluşturuyor. Zaten yeri Kanal İstanbul’la
komşu sayılır. Yakınında havalimanı çalışanları için 10 bin konutluk bir kent
inşa ediliyor. Oteller, hastaneler, elektrik santralleri, köprüler, otoyollar
vb. sayısız yan yapılaşma var. Terminal binası 1 milyon 300 bin metrekare
genişliğinde. Bunun 100 bin metrekaresi perakende satış ve yeme-içme alanı.
Burada 400’ün üstünde firma yer alacak. Yanı sıra, yakında alışveriş için büyük
bir plaza var. Ve en önemlisi havaalanı yalnızca yolculara değil, aynı zamanda
geniş hangarlar ve depolama alanlarıyla kargo şirketlerine de hizmet verecek.
Dolayısıyla nakliyede önemli bir bağlantı noktası oluşturacak. Tüm bunlar bir
araya geldiğinde şu ortaya çıkıyor:
Türkiye gibi
ülkelerde ekonomi küresel sermaye dolaşımına dayanarak ayakta duruyor. Yabancı
sermaye, beklentilerini karşıladığı sürece buralara yatırım yapıyor ve kısaca,
“kapitalistleşme” diyebileceğimiz toplumsal dönüşümü hızlandırıyor. Böylece iç piyasa
uluslararası şirketlerin eline geçiyor. Yerli üretim ve küçük üretici bitiyor.
Eskiden kendi işinde çalışan geniş bir nüfus, ücretli işçiye dönüşüyor. Yanı
sıra, kent nüfusu artıyor. Ancak küresel sermaye ekonomideki dalgalanmalara
bağlı olarak, kazancının düştüğünü gördüğü anda dünyanın daha kârlı köşelerine
gidiyor. Bu, yabancı sermaye bağımlısı haline gelen ülke ekonomisinde
gerilemeye neden oluyor. Yatırımlar düşerken işsiz sayısı hızla artıyor. İşte
bu yüzden bizim gibi ülkelerin hükümetleri düzeni ayakta tutmak ve ülkeye
tekrar yabancı sermaye çekmek için, inşaat sektörüne ağırlık veriyorlar. İnşaat
yapmak, örneğin enerji üretmek, tarım ya da demir çelik sanayii gibi diğer
sektörleri harekete geçiren üretken bir sektör değil; etkisi sınırlıdır.
Yapılan inşaat kârlı bir fiyattan satıldığı ya da işletilebildiği sürece
ekonomiyi canlandırır. Ancak bunun sınırına dayanıldığında, işler tersine
döner.
Teknoloji ve
yazılım ağırlıklı üretken sektörler, kâr olanakları yüksek olduğu için dünyanın
efendilerinin kontrolündedir. Bizim gibi ülkelerin egemenlerine daha alt
basamaklardaki sektörler kalır. Bizim egemenlerimiz ekonomik sorunlara geçici
de olsa çözüm bulmak için bu yüzden inşaata yönelirler. Böylece emlâk piyasası
da canlanır. Nitekim yörede yıllardan bu yana TOKİ başta olmak üzere parası
olan arsa alıyor. Öte yandan ticaret, ulaşım ve taşımacılık gibi sektörler de
üretken olmadığı için egemenlerimizi ilgilendirir. Zaten 3. Havalimanı
projesinin perakende ve depolama alanlarının geniş tutulma nedeni de budur.
Asya-Avrupa arası yoğun kargo ve yolcu taşımacılığından yüksek pay almak için
porje bilinçli olarak büyütülmüştür. Milyonlarca kişinin buradan geçmesi
sağlanarak, perakende ticaretten yüksek kârlar edilmesi planlanıyor. Peki, bu mevcut
havaalanlarının kapasitesi arttırılarak yapılamaz mıydı? O zaman yandaş
sermayeye kazanç aktarılamazdı. Yeni alanlara yönelerek, ülkedeki kâr dağıtımı
yeniden düzenleniyor. Böyle olduğunu
görmek için şu ana kadarki ihaleleri kazanan şirketlerin sahiplerinin kime
yakın olduğuna bakmak yeterlidir.
Elbette bu kadar
büyük bir yatırım sözkonusu olunca şirketler arası ilişkiler hükümetlerin
gözetimi ve güvencesi altında yürütülür. Mevcut hukuk zaten sermayeyi
koruyucudur. Öte yandan, şirketler adım atarken sigorta şirketleriyle birlikte
çalışır. Kamu-özel ortaklığıyla yaptıkları işlerden, kâr garantisi sağlandığı
için zarar etmeleri olanaksızdır. Ancak sıra işçilere geldiğinde durum
değişiyor. Aylarca ücretlerini alamayabiliyorlar. Haber yasakları, güvenlik
gibi gerekçelerle hangi koşullarda çalıştıkları kamuoyu denetiminden kolayca
kaçırılıyor. Ve ülkede sendikalaşma aleyhine düzenlemeler yüzünden, 15 milyonu aşkın sendikalı olması gerekirken
bunun onda biri bile örgütlü değil. Patronlar, sendika üyesi olmak isteyeni
kolayca işten çıkarıyor. Yandaş medya, işçilerin haklı direnişini “arkasında
kışkırtıcılar var, direnişle ilgili medya haberleri Almanya kaynaklı” diye
karalayabiliyor.
Çalışan keyif
için direnişe geçmez, hele ülkede işsizlik bu kadar yüksekken. Mevcut koşullarda çalışamadığı ve ücreti
yaşamasına yetmediği için direnir. İşin devamı için sermaye kadar işçinin de
çalışacak durumda olması gerekir. Bu yüzden sendikal haklar düzene karşı değil,
tam tersine düzenin temelidir. Uzun mücadelelerle de olsa, işçi hakları temel
haklar arasına girmiştir Ama genel olarak küresel kapitalizmin ve özel olarak
ülkemizdeki işleyişin içine düştüğü bunalım, egemenlerin kendi kurallarını
çiğnemelerine yol açıyor. İşçilerin bazı gazetelerde yeralan son derece
mütevazı taleplerini bile görmezden geliyorlar. İşçiler aylardır ödenmeyen ücretler ödensin,
iş kıyafeti verilsin, bu direniş yüzünden arkadaşları işten atılmasın istiyor.
Taleplerinden biri de yatakhanelerdeki tahtakurusu sorununun çözülmesi. Bugüne
dek iş yerinde kaç işçinin yaşamını yitirdiği bile belli değil. Bir mühendis,
bin dolayında çalışanın öldüğünü söylüyor. Yönetenler önemsiz bir sayı
belirterek buna karşı çıkıyor. Kan parasının yasallaştırıldığı ve iş
cinayetlerinde hukuksal soruşturmanın çanına ot tıkandığı bir yerde, kimin
öldüğünü kim bilebilir ki? İşte işçiler bunun için direniyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.