Gözümüzle gördüğümüz, sesini duyduğumuz şeyler gerçektir. Bazen korkar kaçar, bazen de öğrenmek için peşine düşeriz. Ancak gerçeğin bilinmesi duyularımızla sınırlı bir çaba değildir, görmediğimiz şeylerin de gerçek olduğunu kabul ederiz. Örneğin tabaktaki elmanın gerçekliğini görerek söylememize karşılık, dünyanın yuvarlak olduğunu görmediğimiz halde gerçek kabul ederiz. Birincisi bir bakışta söylenebilirken, ikincisinin bugünkü gibi bir genel kabul görmesi için yüzyıllar geçmesi ve bu uğurda açılar çekilip bedeller ödenmesi gerekmiştir. Dolayısıyla gerçek, varlığına tanık olduğumuz şeylerden ibaret değildir. Hiçbir zaman göremeyeceğimiz ama gerçekliklerini kabul ettiğimiz şeyler de vardır. Bunu mantık, matematik ve çeşitli bilimlerin yanı sıra, içinde yaşadığımız gerçekler aracılığıyla ve bunlarla tutarlı olacak biçimde öğreniriz. Böylece zihnimizde somut olanın gerçek olduğu fikrinin yanında, gerçek olarak kabul ettiğimizin de mutlaka somut bir varlık olacağı fikri yer edinir. “Gerçek olan somut, somut olan gerçektir” diye düşünürüz.
Elbette
herkesten görmediği şeylerin gerçekliğini bilim yoluyla öğrenmesi beklenemez.
Dünyanın yuvarlaklığını ilkokulda öğrensek bile, bunu bilimsel olarak değil;
başta güvendiğimiz kişiler olmak üzere, herkes böyle söylediği için kabul
ederiz. “Herkes öyle diyorsa bir bildikleri vardır” diyerek, söylenenin
gerçekliğine inanırız. Böylece bilim, matematik ve mantık yolunun yanı sıra, herkesin
gittiği yollardan yürümeyi de öğreniriz.
Bilim bize
hayatın yasalarını anlatır. Depremlerin nasıl olduğunu, fay hattı üzerine bina
yapmamak gerektiğini, binaların yeterince sağlam olması için kullanılacak beton
ve demir miktarını hesaplamayı öğretir. Bilimin inancı, milliyeti, sahibi
olmaz. Kuşaklar boyu, toplumların yaşamlarını sürdürebilmek için biriktirdiği
sistemli bilgilerden oluşur. Bu yüzden öğrenilmesi çaba gerektirir. Ortalama
zekâya sahip herkes bilim, felsefe gibi karmaşık düşünceleri öğrenebilir. Bu
sırada çekilen zorluklar akılla değil, içinde bulunduğumuz koşullarla
ilgilidir. Bilim öğrenmek için iyi bir eğitim-öğretim, bilgi kaynaklarına
ulaşma olanağı ve bunları yapabilecek zaman gerekir. İşyerinde 12 saat çalışan
biri ya da evde üç çocuk, çamaşır, bulaşık sayısız işle uğraşan ev kadını bunun
için zaman bulabilir mi? Bu tür engeller,
gerçeği kendi aklımızla düşünüp öğrenmeyi çok zorlaştırır. Bu yüzden bilgi
gereksinimimizi uzun çabalara girmeden karşılamaya çalışırız. Herhangi bir konuda
fikir edinmek istediğimizde en yakınımızdakilerden ve en çok güvendiklerimizden
başlayarak, herkesin düşüncesini sorar, öğreniriz. Bu sırada hem bilgi alır,
hem de herkes gibi düşünmeye çalışarak dışlanmaktan kurtuluruz. Yaşamımızı ancak toplum içinde sürdürebildiğimizden
dolayı, başkalarından ayrı düşmek ve
farklı görünmek istemeyiz.
Herkes kimdir?
Hangi konuda ne düşündüğünü, nasıl bilebiliriz? Bunu, şöyle 30-40 yıl
öncesinden geriye doğru giderek anlamaya çalışalım. Çünkü “herkes” rastgele bir
insan yığını değildir; hayatta bir yeri, amacı, değişik konularda fikri olan,
birbiriyle günlük ilişkiler içindeki gerçek bireyler ve topluluklardan oluşan
bir kitledir. Böyle bir “herkes” topluluğunu, bir zamanlar yaşamış bir topluma
geri dönerek görebiliriz:
Bir zamanlar bu
toplumda köyler ve mahalleler başlıca ortak yaşama alanlarıydı. Okullar ve
işyerleri, bugüne göre nispeten nefes alınabilir durumdaydı. Kırsal kesimde
yaşayanlar (nüfusu 10 binin altında olan yerleşimleri kapsıyor), bugünkü gibi
nüfusun yüzde 15’ini değil, yaklaşık yarısını oluşturuyordu. Mahalleler henüz
apartman ormanına dönüşmediği için, geleneksel yaşamın devamı sayılabilecek
komşuluk ilişkileri sürüyordu. Bugün işyerleri modernleşerek küçüldü ve çalışma
koşulları hapishaneleri aratmıyor. Okullar eğitim-öğretim kurumu olmaktan
çıkarak, aileleri sömürme ve genç nüfusu baskı altına alma araçlarına dönüştü. Kent
meydanlarında “cazibe merkezi” adı altında, ticarî kazanç dışında işlevi
olmayan mekânlar yaratıldı. Devasa kentlerde aslında yaşanmıyor, yaşamın en
temel özellikleri her gün hızlı biçimde tekrarlanarak, yaşıyormuş gibi
yapılıyor. Öğrenciler ve çalışanlar sabahın köründe barınaklarından çıkıp yola
koyuluyor ve akşam karanlığında yorgun argın ancak geri dönebiliyorlar. Nüfusun
büyük çoğunluğu günü dar bir tüpün ucundan girerek ve saatlerce ezilip
büzüldükten sonra öbür ucundan yıpranmış biçimde çıkarak tamamlıyor. Az
dinlenme, az harcama, az sosyalleşme ve çok yorgunluk… Açık gibi görünen tek
sosyalleşme olanağı internet. O da sıkı denetim altında. Günlük yaşamın küçük
bölmelere ayrıldığı ve her bir parçanın diğerinden yalıtıldığı böyle bir
hayatta herkes nasıl ortak fikir oluşturabilir? Birbirleriyle vakit
geçirebilecek ortam ve olanaklardan yoksun olan milyonlarca insan, toplumun
geneline bakarak fikir edinmeyi nasıl başarabilir?
Günümüzde
“herkes”, artık gerçek bir insan topluluğu değildir; günlük yaşamın olağanüstü
hızlandırılmış akışı, uzun ömürlü topluluklar oluşturulmasına fırsat tanımaz. Bu
yüzden egemenler bile toplum hakkında fikir edineceklerinde, anket yaptırıyor. Gerçek
toplumsallıklar, ancak bizi bu hızlı hayat akışına uymaya zorlayan baskıların
dışına çıkarak yaratılabilir. Herkes ne düşüneceğini medyadan öğreniyoruz ve biz
de medyaya bakarak, herkesin düşüncelerini tahmin etmeye çalışıyoruz. Medyanın
yoğun mesaj akışı arasında doğruyu söyleyen olsa bile, egemen haber akışı
arasında kaybolup gider. Haberlerin akış yönü, hızı ve içeriğini; tıpkı gerçek
hayattaki gibi güç belirliyor. Reklâmlar sürekli neyi tüketeceğimizi söylüyor.
Bu malları tüketenlerin ne kadar mutlu ve sağlıklı olduğunu anlatan filmler,
haberler vs. görüyoruz. İktidar bir
yandan bolluk yarattığını ve herkesin daha özgür olduğunu anlatırken, diğer yandan
fiyat artışlarını “dış güçler” misali nedenlere bağlıyor ve enflasyonu düşürmek
için ücret kısıyor, işçi çıkartıyor. Duygu seli içinde savaşlarda ölen çocuklara
ağıt yakan mesajlara dikkat edin, aslında yetişkinlerin öldürülebilir olduğunu
söylüyorlar. Geçenlerde savaşlarda tecavüzün bir silah olarak kullanılmasının
önüne geçmeye çalışan Kongolu jinekolog Denis Mukwege’ye “Nobel Barış Ödülü” verdiler. Bu bütün
savaşların vazgeçilmez aracı silahın silah olarak kullanılmasını onaylamak
değil mi? Trump’ın karısı yılan derisi ayakkabılarla Afrika gezisine çıkıp
çocukları severken, “iyi ki insan derisinden
ayakkabılar giymiyor” diye sevinmemiz isteniyor herhalde…
Hiçbir elma “ben
bir meyveyim, tatlı ve suluyum, yeniyorum” demez; bunun böyle olduğunu çok
küçük yaştan başlayarak öğrenir ve elmayla her karşılaştığımızda bilgisini
hatırlarız. Günlük yaşamımızda bu gibi davranışları o kadar sık yaparız ki,
sonunda bir nesneyi tanımak için onunla karşılaşmamız gerekiyormuş gibi
düşünmeye başlarız. Oysa önce öğrenir, sonra yaparız. Yaşam boyu karşılaşacağımız
şeylerin bilgisiyle dolu bir dünyaya doğduğumuz için, bu kendiliğinden işleyen
bir süreçtir. Zihnimiz, doğumdan ölüme dek, çoğunu kullanmayacağımız sayısız
bilgiyle dolar. Kullandıklarımız yukarıya çıkarken diğerleri dibe çökerek
unutulur. Bu işleyişin doğal uzantısı olarak, yeni bir şeyle karşılaştığımızda bilgi
edinmeye çalışırız. Başkalarından öğrenmek, herkes gibi davranmak bunun en sık
başvurduğumuz yoludur. Eskiden herkesin fikrinin içinde, gerçek kişilere ait bir
şeyler bulunabiliyordu, günümüzde toplumsal fikirleri medya veriyor. Medyaya
hükmedenler bizi de yönetiyor. Saçma sapan fikirler en olmadık yerlerde bile
sürekli karşımıza çıkıyor. Eğer bunlara bilinçli biçimde karşı koymazsak, bir
süre sonra gerçek olduklarına inanmaya başlıyoruz. Yaygınlaşmaları ve
başkalarınca da benimsenmeleri, bu yönde düşünmemizi güçlendiriyor. Herkesten
ayrı düşmemek arzusuyla, bize öğretildiği gibi düşünmeye başlıyoruz. Gerçeği
dile getiren cılız sesler, güçlü ve yaygın bir koronun arasında boğulup gidiyor.
Ve gerçek, yorumlana yorumlana büyük bir yalandan ibaret hale geliyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.