Bilindiği üzere Birleşmiş Milletlerin (BM) önemli konularda karar alamayışını eleştirmek için iktidar tarafından bir slogan kullanılıyor: “Dünya beşten büyüktür…” Anlamı şu: BM’de yalnızca Güvenlik Konseyi üyeleri bağlayıcı karar alabiliyor. Konseyin 15 üyesi var. Bunlardan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nden oluşan 5’i daimi üye, kalanlar belli aralıklarla değişiyor. Daimiler veto yetkisine sahip. Dolayısıyla bunlardan biri veto ettiğinde, geri kalanlar kabul etse bile karar resmiyet kazanmıyor. Bu nedenle BM kararları daimi üyelerin anlaşmasına bağlı. Bu da çoğu zaman mümkün olmuyor. Slogan bunu eleştiriyor ama gerçeği ifade etmiyor. Çünkü güçlünün zayıfı ezdiği bir düzenin hüküm sürdüğü dünyada, bu gerçeği gizleyerek sanki işler oy sayısına göre belirlenebilirmiş izlenimi yaratıyor. Dolayısıyla kamuoyunun gözünü boyamaktan başka anlam taşımıyor. Ve yeri geliyor, dünya değil 5’ten, 1’den bile küçük oluyor. Örneği karşımızda duruyor: Kaşıkçı olayında neredeyse suçüstü olmuş Suudi Arabistan’ı, Türkiye dâhil hemen bütün ülkeler temize çıkarmak için yarışıyorlar. Dünyanın övünüp durduğu “hak, hukuk, can güvenliği, diplomasi ” misali ne varsa, cüzdanı petro-dolarlarla tıka basa dolu bir kılıç kalkan ekibi karşısında yok oluyor. Durumu açıklamaya, “elçiye zeval olmaz” sözüyle masumiyet ve buradan hareketle dokunulmazlık atfedilen diplomasiyle başlayalım.
Olayın ilk
anlarından itibaren iktidara ve dolayısıyla Kaşıkçı’ya yakın çevreler çıkıp
“parçalanarak öldürüldü” dediler. Yanı sıra, günler geçtikçe taksit taksit
duyurulan ayrıntıları kovayla önümüze döktüler. Hemen aklımıza, “nereden
biliyorlar bunca ayrıntıyı” sorusu geldi. Bu kadar ayrıntı bilmek, ancak Suudi
konsolosluğunun dinlenmesiyle mümkündü. Biz bunları düşünürken, iktidara yakın
bir gazetede, gazeteci Ümit Kıvanç’ın da “Kaşıkçı’nın kaybedilmesi” yazı
dizisinde dikkat çektiği gibi “akıllı saat” öyküsü ortaya atıldı. Güya
Kaşıkçı’nın kolundaki dijital saat nişanlısına bıraktığı cep telefonuyla uyumlu
hale getirilmiş ve konsolosluktaki konuşmaların telefona kaydedilmesi sağlanmış.
Ama kısa sürede bunun olamayacağını saatin uzmanları açıkladılar. Dolayısıyla
geriye, konsolosluğun dinleniyor olması dışında olasılık kalmıyordu. Hürriyet
yazarı Cansu Çamlıbel bu konuyu irdelediği yazısında böyle bir şeyin mümkün
olup olmadığını 6 ayrı diplomata sorduğunu ve “zaten herkes herkesi dinliyor”
yanıtı aldığını belirtiyordu. Türkiye, resmî olarak ifade edemeyeceği bir
biçimde konsoloslukta olup bitenleri izlemiş ve kaydetmişti. Bu nedenle
Kaşıkçı’nın akıbeti hakkında kesin bilgiye sahipti. Öyleyse neden olaya
müdahale etmedi?
Bu konudaki
sorulara yanıt olarak resmî ağızlardan değil ama iktidara yakın medyadan
“diplomatik misyonların dokunulmazlığı var” ifadesi yayıldı. Herkes bir “Viyana
Sözleşmesinden” bahsediyordu. Numan Kurtulmuş gibi iktidar üyeleri ve yine
iktidara yakın gazeteciler, adı geçen sözleşmenin ellerini kollarını bağladığı
gerekçesiyle değiştirilmesi gerektiğinden dem vuruyorlardı. Ama konuyu
bilenler, sözleşmede geçen dokunulmazlığın görev dışı halleri kapsamadığını ve
konsolosluk gibi yerlere olağanüstü bir olayla ilgili olarak girilebileceğini belirtiyordu.
Arap Yarımadasında uzun yıllar elçilik yapmasının yanı sıra iktidar partisinin
ilk dışişleri bakanı olan Yaşar Yakış, Gazete Duvar’a verdiği röportajında
Viyana Sözleşmesinin hükümlerinin açık olduğunu, hükümetin isterse konsolosluğu
kuşatıp giriş çıkışları engelleyebileceğini ve görevle doğrudan ilgili olmayan
alanlarda arama yapabileceğini, konsolos dâhil şüpheli gördüklerini gözaltına
alabileceğini açıklıyordu. Yakış’a göre, iktidar Sözleşmeden doğan haklarını
kullanmamıştı.
Bu arada, diplomatik
bir misyonda cinayet işlenmesini “dönüm noktası” gibi görenler oldu. Herkesin
güven duyarak gidebilmesi gereken bir yerde böyle bir olay nasıl olurdu? Olaya
bu şekil bakan romantikler, diplomatlığı mevzuat çerçevesinde evraklara damga
vurma, imza atma işinden ibaret görüyorlardı. Oysa diplomasi yasal yollardan
bir ülkenin başka ülkeler hakkında bilgi toplamasına yarayan, bir anlamda meşrulaşmış
casusluk kurumuydu. “Devlet, millet” adına diyerek özel çıkarların gözetildiği
bir dünyada diplomasi bu yüzden gizli yapılıyor, uluslararası anlaşmalar kapalı
kapılar ardında hazırlanıyordu. Diplomatik sorunlar her zaman pazarlık
konusuydu. Belki bugüne dek bir diplomatik binada cinayet işlenmemiş olabilirdi
ama buraların cinayet, haberalma, sabotaj vb. işlere karışması hiç de yeni ve
yadırganacak bir durum değildi.
Dünya kamuoyu,
haberleri düzenli biçimde “adının açıklanmasını istemeyen Türk yetkililerin”
verdiği bilgilere dayalı olarak öğrendi. Bu süreçte Suudi sarayından yapılan
açıklamalar da önce “dış güçlerin işi, böyle bir şey yok” diye başlayan ve adım
adım “kontrol dışı bir grup işgüzarın halt etmesi” noktasına varan bir değişim
gösterdi. Önce Kral Salman özel temsilcisini Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesi
için Ankara’ya gönderdi ve bu görüşme sonrası Erdoğan’ı arayarak teşekkür etti.
Ardından ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo önce Riyad sonra Ankara’ya geldi. Bu
arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 24 Ekim’de önemli açıklamalar yapacağı
belirtildi. Ve açıklamadan bir gün önce
CIA Başkanı Gina Haspel Türkiye’ye gelerek Erdoğan’la ve başkalarıyla görüşüp
gitti. Erdoğan ertesi gün yaptığı açıklamada olaya karıştıkları gerekçesiyle
Suudilerin haklarında soruşturma açtığı 18 kişinin Türkiye’ye verilmesini
istedi. (Buna hemen olumsuz yanıt verildi.) “Aslında faili belli, bu emri veren
kim” diye sordu. Ve son olarak: “Elimizde başka bilgi yok değil, var. Gün ola
harman ola. Çok aceleci olmanın âlemi yok” dedi. Herhalde yorumlamamıza gerek
yok…
Olayın ekonomik
boyutuna gelince: 23-25 Ekim arası Riyad’da çok sayıda yatırımcının davetli
olduğu ve uzun süredir hazırlanılan “Geleceğe Yatırım Girişimi” adı altında bir
toplantı düzenlendi. İlk anda Kaşıkçı olayı nedeniyle toplantının fiyaskoyla
sonuçlanacağı haberleri yayıldı. Ancak bazı medya kuruluşları, IMF ve birkaç
ülke temsilcisi dışında geniş bir katılım oldu. Suudi Arabistan Merkez Bankası,
toplantıdan çekilenleri cezalandırmayacağı sözü verdi. Gelmeyenlerin yerleri
Rusya ve Çin tarafından fazlasıyla dolduruldu. Katılanlar, Suudilerle toplam 56
milyar dolarlık iş anlaşması imzaladılar.
Almanya
Başbakanı Merkel, olay aydınlanana kadar Suudilere silah satmayacaklarını
belirtti. Olayın zaten büyük oranda aydınlandığı ve suçun bazı işgüzar
tetikçilere yıkılacağının belli olduğu bir durumda bu bir yaptırım sayılmazdı. Merkel
bu konuda Avrupa’nın ortak hareket etmesini önerdiyse de, Fransa Cumhurbaşkanı
Macron çağrıyı “demagoji” olarak nitelendirdi ve silah satışının Kaşıkçı
olayıyla bir ilgisi bulunmadığını belirtti. Zaten Fransız şirketleri Riyad
toplantısında imzaladıkları iş anlaşmalarıyla yeterince pay almışlardı. İngiltere
Başbakanı May de Macron’un yolundan gitti ve Suudilerle ilişkileri kesmedi.
Muhalif tutumuyla tanınan Guardian gazetesinden Owen Jones, bu konuyla ilgili
olarak "İngiltere ruhunu Suudi hanedanına sattı. Yazıklar olsun"
başlıklı bir makale yazdı. İngiltere, Yemen savaşının başladığı 2015’den bu yana
Suudilere 4.7 milyar sterlinlik silah satmıştı. Ama en açık ve net tavrı Rusya
aldı. Riyad toplantısında iki ülke arasında imzalanan 5 milyar dolarlık
anlaşmanın henüz mürekkebi kurumadan, Kremlin sözcüsü Peskov Suudi Kraliyet
Ailesi'nin, gazeteci Kaşıkçı'nın Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğu'nda
öldürülmesiyle ilişkileri olmadığına ilişkin açıklamalarından şüphe duymak için
bir sebep görmediklerini belirtti. Böylece dünyanın 1’den bile küçük
olabileceği görülmüş oldu. Suudilere Kaşıkçı’yı öldürdükleri gerekçesiyle silah
satışı tartışma konusu olabiliyor ama o silahları Yemen’de çoluk, çocuk demeden
katletmek için kullanmalarına kimse dönüp bakmıyordu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.