Ezen ve ezilenlerin kavgası üzerinde yükselen bir hayatta doğum ya da ölüm, adil olabilir mi? Dünyanın ve ülkemin efendileri günlerdir Cemal Kaşıkçı’nın ardından, “bir gazetecinin hayatına kastedenler” diye başlayan cümleler kuruyor. Kaleminden başka silahı, sözünden öte sığınağı olmayanların neler çektiğinin iyi bilindiği bir ülkede, Kaşıkçı’ya neden durmadan “gazeteci” dendiğini elbette anlıyoruz. Ailesi gibi onun da yıllardır Suudi Hanedanına hizmet verdiği ve bu kez saray entrikalarında yanlış tarafta durduğu için ortadan kaldırıldığı gerçeği, gazetecilik masumiyeti arkasına gizlenmeye çalışılıyor. Ve bu o kadar abartılıyor ki, Kaşıkçı giderek Arap Yarımadasının gelmiş geçmiş en büyük “özgürlük savaşçısı” gibi gösterilmeye başlanıyor. Ama hayat böyle şeyleri boşa çıkarmakta gecikmez.
Kaşıkçının
kaybından bir hafta sonra Bulgar Gazeteci Viktoria Marinova ülkesinde tecavüz
edilerek öldürüldü. Marinova işadamları ve siyasetçilerin Avrupa fonlarıyla
ilgili yolsuzlukları üzerinde çalışıyordu. Kaşıkçı için “gazeteci, özgürlük,
adalet” sözcüklerini dillerinden düşürmeyen Avrupalı liderler, Marinova için
çenelerini yormaya bile gerek duymadılar. Oysa Marinova onların çıkarların
savunuyordu. Demek ki gazeteciliğin kutsal sayılabilmesi için böyle şeyler
yetmiyor, en az Suudiler kadar zengin olmak gerekiyordu.
Ve hayat,
yaşayanları çalımlamayı sürdürüyor: Kaşıkçı’nın kaybından 12 gün sonra Kaşıkçı
ile aynı coğrafya, dil, inançtan bir grup insan savaş meydanına dönüşmüş ülkelerinden
kaçıp Avrupa’ya kapağı atmak amacıyla bir kamyon kasasına doluştular. Kamyonun İzmir
yakınlarında devrilmesi üzerine 23’ü öldü. Olay, günlerdir Kaşıkçı için açık
oturumlar düzenleyen televizyonlarda belki 23 saniyelik bir haber oldu. Kaşıkçı’nın
ardından “Cemal için adalet” diye yollara düşen, olayı “insanlık tarihinin en hunharca
cinayeti” olarak nitelendiren ve Suudi Kralı ile danışmanlarına Nisa Suresinin
135. Ayetini hatırlatarak adalet çağrısı yapanların, “Cemal’in cenazesini
verin, vedasını bütün dünya izlesin” diyenlerin, aynı inancı paylaştıklarından
dolayı göçmenler için de bir iyilik talebi olmalıydı. Ama olmadı! Çünkü hepimiz
bir gün ölecek olsak da, güçlüyle güçsüz öldükten sonra bile eşit değildi!
***
Suudi Hanedanı,
dünyanın en zayıf egemen güçlerinden biridir. Bunu, dünyanın en yoksul ülkeleri
arasında yeralan Yemen’e karşı sürdürdüğü savaşta düştüğü acizliğe bakarak bile
söylemek mümkündür. Zayıflığının başlıca nedeni, iktidarını toplumun rızasını
da almak yerine yalnızca güç kullanmaya dayandırmasıdır. Üstelik ortada, bu
gücü sahibine zararı dokunmayacak biçimde kullanabilecek bir devlet düzeni de
yoktur. Her şey, Suudi ailesi ve Vahhabî mezhebi arasındaki eski bir
işbirliğine dayalıdır. Mezhebin kurucusu Abdül Vahap ile Suudi Emiri Muhammed
bin Suud arasında 1744’de bir anlaşma yapılmış, bölgedeki diğer kabile ve
mezhepler baskı altına alınarak bugünkü düzenin temelleri atılmıştır. Düzenin resmî ideolojisi olan Vahhabîlik üzerinden
Şiî mezhepleri olan Caferî, İsmailî ve Zeydîlere olduğu kadar, Sünni mezhepler
olan Malikî ve Şafîlere de baskı uygulanmaktadır.
Şiîlere
uygulanan baskıların arkasında tarihsel olduğu kadar ekonomik nedenler de var.
Ülke petrolünün yüzde 75’i doğu bölgelerinden, Şiî nüfusun yoğun yaşadığı
yerlerden çıkartılıyor. Ülkede 2003’de belediye meclis üyelerinin yalnızca
yarısı için ve 2005’de tamamı için yapılan seçimleri doğu illerinde Şiî
temsilcilerin kazanması, Suudilerin “demokrasi açılımını” rafa kaldırmasının
başlıca nedenini oluşturuyor. Benzer bir durum Yemen sınırında da yaşanıyor.
Burada henüz işletmeye açılmayan petrol rezervleri bulunması nedeniyle iki ülke
arasında eskiden beri çatışmalar yaşanıyor. Yörede, yine Şiîliğin bir kolu olan
Zeydîlerin yanı sıra, bu mezhebi benimseyen Husi aşireti yaşıyor. Aşiret üyeleri
sınırın iki yanına dağıldıkları için tarih boyu eksik olmayan çatışmalar bugün
açık savaşa dönüşmüş durumda. Bunların dışında toplumda kadın, gençlik ve
liberal siyasetçilerin muhalefeti de var.
ABD bu
gelişmeleri öngörerek ve Suudi rejimini sağlama almak için 1990’lardan itibaren
demokratikleşmeye gidilmesi önerileri getirmeye başladı. Toplumun egemen
kesimlerinin parlamento aracılığıyla iktidara ortak olmasını amaçlıyordu. 2004
Haziranında Kısaca BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) olarak bilinen ve o zaman başbakan
olan Tayyip Erdoğan’ın da “eş başkan” sıfatıyla yeraldığı proje, dönemin ABD
Başkanı Bush tarafından dile getirildi. ABD, 11 Eylül saldırıları sonrası bölgede
ılımlı İslâmı güçlendirerek selefiliğin önünü kesmeyi ve otoriter yönetimlerle
birlikte Esat gibi pürüzlerin de temizlenmesini istiyordu. Suriye, Mısır ve
Suudiler BOP’a karşı çıktılar. Hatta Esat ve Suudi Prensi Abdullah ortak
bildiri yayınladı. ABD’nin bölgeyi uzun vadede küresel sermayenin kolay yatırım
yapabileceği bir alana dönüştürme planı, İsrail’in katı tutumu ve ABD’nin de
bölgedeki tek güvenilir dayanağı olan bu ülkeden vazgeçmemesi yüzünden
yürümedi. ABD benzer girişimlerini 2011 Arap halklarının isyanları sürecinde
sürdürdüyse de, Müslüman Kardeşlerin beklenen atılımı yapamayışı yüzünden sonuç alamadı. Ayrıca Yemen, Lübnan, Suriye ve kısmen Irak’taki ABD karşıtı
direnişlerin kırılamayışı da başka bir etkendi.
Bu süreçlerde
Suudi yönetiminin istese bile emperyalizmin beklediği reformları yapamayacağı anlaşıldı.
Esat yıkılmadı, Lübnan’da Hizbullah İsrail’i tehdit edecek bir güç haline geldi
ve İran bölgeye yayıldı. Bütün bunlar ABD’nin hesaplarını bozdu. Suudi yönetimi
o kadar çaresizdi ki bir yandan 2011’de isyan eden Arap halklarından
etkilenmemesi için kendi ülkesinde 130 milyar dolar dağıtıyor, diğer yandan Bahreyn’de
Şiîlerin ayaklanmasını bastırmak için güç gönderiyor ve Esat’ı yıkmak amacıyla
roller üstleniyordu. Bu arada Müslüman Kardeşler üzerinden politika yürüten
Katar’la arası bozuldu. İç çalkantıları baskı altında tutmanın aracı olarak, 2015’de
Yemen’e açık bir savaş başlattı. Düzeni restore etmek, ekonomiyi
liberalleştirmek ve Hanedanın geleceğini kurtarmak amacıyla Prens Selman
önderliğinde bir adım atılmak istendi. Bu amaçla Prens Selman geleneklere
aykırı biçimde Babası Kral Selman tarafından veliaht ilan edildi. Doğal olarak
bu girişim Hanedan içinde bir dizi huzursuzluğa yol açtı. Prens hem itirazları
bastırmak hem de yeni atılımlara kaynak sağlamak amacıyla 200 kadar aile
üyesini gözaltına aldırtarak işkence ve tehditlerle bunlardan 1 milyar dolar
tahmin edilen haraç topladı. Prens geçen
yıl açıkladığı programa göre başta devlet şirketi olan ARAMCO’nun hisselerinin
halka açılması olmak üzere liberalleşme girişimleri başlatacaktı. Hem kendi güvenliği hem de Trump’ın desteğini
almak amacıyla ABD ile 450 milyar dolarlık silah anlaşması yaptı. Ancak
beklenen liberalleşme adımları henüz gelmedi. Öte yandan Suriye ile yaşanan
sorunlar yetmez gibi buna Katar, Kuveyt, Lübnan’la olan yenileri eklendi. Suudilerin
zaten zayıf olan iktidarı daha çok sallanmaya başladı. Bu yüzden Trump, “biz
desteklemesek iki hafta bile iktidar kalamazsınız” demekte haklıydı. Prens
Selman’ın buna verdiği karşılık anlam taşımıyordu.
Kaşıkçı bu
sorunlu ortamda öldürüldü. Katili olarak bir grup Saray uşağının bulunması
durumu aşmaya yetmeyecektir. Suudiler olayın örtbas edilmesi için değil ama
biraz daha iktidarda kalma süresi satın almak için epeyce geniş bir çevreye
oldukça cömert bir ödeme yapacaklardır. Bu, yere düşenin her zaman kaybetmeye mahkûm
olduğu bir çıkar kavgasıdır. Ancak
Suudileri asıl koruyan şey, yıllardır
biriktirdikleri sorunlar yüzünden, kaybettikleri anda başka birçok gücün de
kaybedecek oluşudur. Şimdilik Kral Selman’ı tahtta tutan budur. Ve Kral bu yolda Prensini bile feda edebilir. Hanedan da başka Prens mi yokJ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.