Blog Arşivi

4 Kasım 2018 Pazar

YEREL SEÇİME DOĞRU

 
   Eğer 3 Kasım 2019’da yapılacak cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimi 24 Haziran’a alınmasa, içinden geçtiğimiz ekonomik sıkıntılara belki siyasi çalkantılar da eklenecek ve bu koşullarda 31 Mart 2019 tarihindeki yerel seçime doğru gidiyor olacaktık. Ve iktidar partisi belki böyle bir durumu öngördüğü için başkanlarını istifaya zorladığı İstanbul, Ankara başta olmak üzere bazı büyük kentlerde belediyeleri kaybedecek, yarı yenik biçimde cumhurbaşkanlığı seçimine girecekti. Ama böyle olmadı. Devlet Bahçeli gaipten haber gelmiş gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüştü ve genel seçimin erkene alınmasını istedi. Beklentisi, seçimin yaz sonunda yapılmasıydı. Ancak “vur deyince öldürür” misali, iktidar seçimi yaz başına aldı. Doğal olarak muhalefet gafil avlandı ve 16 Nisan 2017 Anayasa referandumuna benzer biçimde üzerinde hala tartışılan bir seçim sonucu, az bir farkla Erdoğan cumhurbaşkanlığını kazandı. Referandum iktidarın yolunu açmış, seçim koltuğun alınmasını sağlamıştı. Yeni rejim altında, Cumhurbaşkanlığı dışındaki iktidar güçlerinin pek bir önemi kalmamıştı. 5 ay sonra yapılacak bir seçim bu koşullarda ve şimdiden tartışılıyor.


     İktidar dağıtır. Yanlış anlaşılmasın, “rakiplerini yok eder” anlamında söylemiyoruz; para ve makam dağıtır. Oradan alır, şuraya verir. Hiç veremiyorsa, söz verir. İnsanlar iktidara, bir şeyler almayı umdukları için yanaşır. Sağı-solu belli olmayan bir ejderhaya yaklaşır gibi usulca yanına sokulur, dokunamasalar bile sevgiyle bakarlar. Dolayısıyla iktidar, sahibini olduğundan başka türlü gösterir. Güzelleştirir, hiç olmadığı kadar akıllı, adaletli, ahlaklı vesaire vesaire… kılar. Gerçekte bunun böyle olmadığını iktidarın çevresine doluşanlar da bilirler. Ama ne yapsınlar? “Kazan bizim, kepçe bizim yiyoruz yiyebildiğimiz kadar” mı desinler? İktidar konumunu sürdürebilmek için, biri hariç her şeyi dağıtır, paylaşır ve tüketir. Paylaşmadığı tek şey iktidarıdır. Çünkü herkes bilir ki, iktidarın gücü iktidar olmaktan gelir. İktidara yaklaşanların gönlünde yatan da aslında o gücü paylaşmak ve uygun bir fırsat çıktığında ele geçirmektir. Ve bunun iktidar da farkındadır. Sürekli uzak rakiplerini uzun sopasıyla hizaya getirirken, bir gözü hep yakınındakilerin üzerinde olur. Sırtını sıvazlayan eller arasında kimin tırnağının sivrildiğini takip etmezse, başına gelecekleri bilir. İktidar ortamı, kör dövüşünün bitmediği bir kurtlar sofrasıdır. Muhalefete gelince:

     Eğer konumunun hakkını verecekse, öncelikle iktidar sofrasına düşecek kuzu gibi olmaması gerektiğini bilmelidir. Ama sofraya oturmaya hazırlanan bir kurt da olmamalıdır. Ya ne yapmalı? Adil olmalıdır. Bunca zulmü ve sömürüyü örten haksızlık perdesini yırtıp atmalı, yarın iktidar olursa adaletsizlik üstüne kurulu zalimler sofrasını dağıtacağını şimdiden göstermelidir. Zalimin gücü ancak yargıcı satın almaya yeter, adaleti değil. O bir fırsat yakalayıp elin malıyla elin gücünü kendine memur ederken, bunun karşısında adil, dürüst ve güvenilir olmak hiç de zor değildir. Maliyeti bilge ve kararlı olmaktan ibarettir.  Yeter ki doğru yerde dur ve zalim gibi uzaklara söz vererek, gül atarak kendini sahte yollardan kanıtlamaya çalışma. Ve adaletini göstermeye iki yerden başlayacağını unutma: Birincisi etkisinin topluma dalga dalga yayılması için işe en yakınlarından başlamak, ikincisi ne olursa olsun iktidarın seni satın almaya kalkışmasına asla fırsat vermemek. Peki, yapılan ne?

     İktidarı taklit etmek. Sanki iktidar olmak yolda altın bulmakmış gibi, ısrarla aynı yollardan yürümek. Kurt postuna bürünüp, kurtlar sofrasında başköşeye oturmayı hayal etmek. Muhalefet bunu yaparken kurtları değil, seçmeni kandırdığını hiç düşünüyor mu acaba? Hem de iki yönden kandırıyor: Birincisi, iktidarı taklit etmekle kendine ait politikaları olmadığını itiraf etmiş oluyor ve güvenilirliğini yitiriyor. İkincisi, birbirine benzer seçenekler arasında en pırıltılısı doğal olarak iktidar partisi olacağından, seçmenin oraya yönelmesine dolaylı yoldan hizmet ediyor. Akılsızlık…

     Elbette olay bundan ibaret değil; akıl boş bir kaptır, içini toplumsal varoluşumuzun yarattığı, zorladığı, düşündürttüğü şeyleri atarak doldururuz. Zalim mazlumu yemek için sofraya oturur. Çakal arta kalanları yemek için sırasını bekler. Başka bir zalim sofrayı ele geçirmek ya da önceki zalimle anlaşıp ziyafeti paylaşmak ister. Elbette mazlum sonsuza dek mazlum kalacak değil ya, onun da bir hesabı vardır. Muhalefet bunlardan hangisi olduğunu, daha ilk attığı adımda belli eder. Bunu en çabuk anlayacak olan da mazlumlardır. Gücü varsa zaten kimseyi dinlemez de, güçsüz olduğu şimdiki zamanlarda taklitlerini değil, asıllarını seçer. İşte “akılsızlık”  dediğimiz budur.

     Seçimlere 5 ay var. Muhalefetin hayali yerel seçimi bir referanduma dönüştürüp birkaç büyük kent yönetimini almak ve haklı bir konuşma fırsatı yakalamak. Oysa atı alan Üsküdar’ın da ötesine geçip Körfez ülkelerine, Afrika Boynuzuna, Çin’in İpek Yolu projesine kadar uzandı. Muhalefet belki bunun farkında olmayarak her sabah “ülkenin şu kadar borcu var” diye kalkıyor ve akşam “inşallah ülke yarına kadar batmaz” diye yatıyor. Borç bir sermaye biçimidir. Yani kâr getiren yatırımdır. Eğer kârın nasıl dağıtılacağını tartışan bir toplumsal muhalefet yoksa, borç tıkır tıkır ödenir. Ve muhalefet partileri istedikleri kadar yırtınsın, iktidar gemisini yürütmeye devam eder. Muhalefet derken de durmak lazım:

     Yunanistan’ın yaklaşık 10 milyon nüfusu, 476 milyar dolar dış borcu var. Türkiye’nin 80 milyon nüfusu ve yaklaşık bu miktarın biraz altında dış borcu bulunuyor. Yunanistan’da halk üç yıl boyunca isyan etti ve o güne dek ülkede iktidar sorumluluğu almış partiler tutunamaz hale geldiler. Sonunda isyancıların gönlüne uygun bir parti, sol görüşlü Syriza seçilerek borcu ödemeye başladı. Durumdan ABD, Avrupa, Yunan zengin sınıfı memnun… Halk memnun mu bilmiyoruz, tekrar sokağa çıkarsa öğreneceğiz…

     Türkiye’de bırakalım halkın sokağa çıkmasını, iktidara talip olduğu iddiasındaki partiler bile sokağa çıkmıyor. Sokağa çıkma olasılığı bulunanlara da tıpkı iktidar gibi mavi boncuk dağıtarak kanatları altına alıp yatıştırıyorlar. Yatıştırıcı muhalefet istemeyenleri ise, iktidarın insafına terkediyorlar. Yerel yönetimler, merkezî yönetime göre topluma daha yakın olan iktidar odaklarıdır. İktidar baskısı onların üstünden de hiç eksilmez. Eskiden muhalefet partileri yerel seçimleri demokrasinin aşağıdan yukarı inşası için bir fırsat olarak görürdü. Bunun olamayacağını bilsek de, böyle görülmesi hoşumuza giderdi. Yeni rejim altında iktidarın gölgesi dışında bir yönetim olanağı kalmadı. Yerel yönetimler üzerindeki merkezî baskıyı anlatmaya gerek yok, biz kimi seçersek seçelim, iktidar isterse bunu bir kayyımla değiştirebiliyor. Bu durum yerel seçimi muhalefet açısından ister istemez bir referanduma dönüştürüyor. Politikalarını yerel seçimin gereklerine göre değil, iktidarın belirlediği doğrultuda oluşturuyorlar.

     Ama iktidar yerel seçimi bir referandum gibi görmüyor. Zaten genel seçimde alacağını aldığından dolayı, yerel seçimi yalnızca kendini destekleyen toplum kesiminin omurgasını güçlendirme fırsatı gibi ele alıyor. Omurgası inşaat ve emlâk sektörü. Bu işin kalbi de yerel yönetimlerde, belediye meclislerinde ve komisyonlarında atıyor. Buralarda alınan kararların ezici çoğunluğu bu sektörlerle ilgili. Zaten “cumhur ittifakı” karizmayı çizdirse de bu nedenle bozulmuyor. Cumhurcuların Mersin, Adana, Manisa gibi geçen yerel seçimde yakın oylar aldıkları yerlerde ayrı girmelerinin nedeni bu. Seçimi kazanmayacaklarını bildikleri yerlerde de diğer partiyi destekleyeceklerdir. Yeni seçim, yeni talan sofrası… Bunu dağıtmayı amaçlamayan muhalefetten bize ne…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi