Edebiyata biraz ilgi duyup John Steinbeck’in filmi de çevrilen bu ünlü romanını bilmeyen var mıdır? Varsa da bir şey kaybetmiş sayılmaz, nasıl olsa günlük yaşamımızda romanda geçenlerin gerçeğine rastlamak zor değil. Steinbeck romanında 1930’lardaki ABD’yi anlatır. “Büyük Bunalım” olarak bilinen ekonomik ve toplumsal çöküntüde şirketler batmış, işsiz kalan milyonlarca insan çiftliklerde iş bulma umuduyla kentlerden kırlara göçmeye başlamıştır. Yazar, külüstür arabasıyla Kaliforniya’nın bereketli topraklarına doğru yola çıkan bir ailenin yaşadıkları etrafında bu dönemi anlatır. Ve geçen hafta “insanlık ölmemiş” başlıklarıyla iktidar yalakası medyanın geniş yer verdiği haberin de bundan pek farkı yoktur.
Aralarında
küçük çocukların da bulunduğu 10 kişilik bir aile Adana’dan mandalina toplama
işinde çalışmak üzere Seferhisar’a giderler. Bir süre çalışır, mal sahibiyle
anlaşamaz ve ücretlerini de alamazlar. Memleketlerinden biraz borç ister ve
arabalarına binerek oradan ayrılırlar. Afyon’a yaklaştıklarında araba bozulur.
Çekiciyle sanayiye kadar getirirler. Üç ayrı usta bakmasına rağmen tamir
edemez. Gece olur. Tamirhane sahibinden dükkânda kalmak için izin ister ama
olumsuz yanıt alırlar. Bekçilerden rica edip dükkânın önünde ateş yakarak
battaniyelere sarınmış halde geceyi geçirirlerken, kendilerini gören biri
fotoğraflarını çeker ve sosyal medyada paylaşır. Hava sıfırın altında 5 derece
ve en küçüğü 2 diğerleri 7 ve 11 yaşında çocuklar vardır. Ve yardımseverler aileye
barınabilecekleri kapalı bir yer temin eder.
Olay,
gözyaşları içinde sunulan bir yardım haberi değil; asıl olay, büyük medyanın
önünü arkasını araştırmadan ve düşünmeden bunu “insanlık ölmemiş” diye
duyurmasıdır. Oysa insanlık, ailenin biri bakıma muhtaç diğerleri okul
çağında çocuklarını da yanına alarak evlerinden bin kilometre uzağa çalışmaya
gitmek zorunda kalışı sırasında çoktan ölmüştür. Ve bu tekil örnek de değildir;
yokluklar yüzünden intihar ederek, hastalanarak, ağır koşullarda çalışmak
zorunda kaldığı için düşerek, yanarak, boğularak, ezilerek bu hayattan sessizce
silinip giden mazlumlarla birlikte, insanlık her gün defalarca ölüyor. Bunları
anlatmak yerine bir genelge, rapor, yardımseverlik örneğini gözümüze sokup
sanki böyle sorunlar çok az yaşanıyormuş gibi davranan sahtekâr medya ise, cenazenin üstüne toprak atıyor!
Aslında
biz mevsimlik işçileri ve bazı sorunları olduğunu her yıl bahar aylarında duymaya
başlar, yaz boyu duyar ve bu aylara geldiğimizde unuturduk. Bu duyurular da işçiler
ya da temsilcilerinin ağzından olmazdı, çünkü saraylara layık medyamız,
“memleketin dirlik ve düzenliğini bozar” endişesiyle bu tür haberleri vermezdi.
Mevsimlik işçilerin genellikle seyahat ettiği traktör ya da kamyonların
devrilmesi sonucu beşer onar ölmesi, toplumun dolaylı yollardan bu sorunları
öğrenmesini sağlardı. Sonra kurbanlık koyun gibi kasalı araçlarla insan
taşımacılığı yapılması yasaklanarak trafik kontrolleri arttırıldı. Mevsimlik
işçiler artık minibüs, otobüs gibi kapalı araçlarla taşınacaktı. Burada da 12
kişilik minibüse 30 kişi bindirilmeyecekti. Kısacası devlet mevsimlik işçiye
yollarda ölmemesini emrediyordu. Emir her yerde demiri kesse bile, yoksulluğun
demirini kesemiyordu. Bu insanlar keyfinden değil, masrafları az olsun diye bir
kişilik yere iki-üç kişi oturuyordu. Dolayısıyla çok kişinin ölüm haberlerinin
geldiği trafik cinayetlerindeki araçlar değişti ama sonuç değişmedi.
TÜİK
verilerine göre ülkedeki toplam çalışan sayısı, yaklaşık 30 milyon kişi olarak
görünüyor. Kabaca bunların yüzde 25’ini oluşturan 7 milyon 500 bini tarımda, kalanı
sanayi ve hizmet sektöründe çalışıyor. Tarımdakilerin yarısının “mevsimlik
işçi” olduğu tahmin ediliyor. SGK verilerine göre ülkedeki toplam sigortalı
sayısı bile yuvarlak hesap 20 milyon kadar. Yani, güya kayıtlarda “çalışan”
diye geçen nüfusun 10 milyonunun sigortası yok. Kaldı ki küçük işyerleri ve tarımda
çalışanların herhangi bir kaydı olsun. Nitekim bu kayıtsızlık ortamında bile, resmî
verilere göre ülkede yaklaşık 450 bin mevsimlik işçi olduğu belirtiliyor. Doğru
kabul edersek, aileleriyle birlikte bu sayı en az 3 katına çıkar.
“Mevsimlik
işçi” denilince eskiden tütün ya da pamuk çapasına, toplamasına gelenler
anlaşılırdı. Buralara genellikle yakın çevreden küçük toprak sahipleri ve
gençler gelirdi. Tarım ve toprakla uğraşılan her yerde az çok benzer bir düzen
görülürdü. Belki Güneydoğu’nun yoksul köylülerinin pamuğa geldiği Çukurova
biraz farklıydı. Hem çalışanlar, hem de tarımın niteliği açısından bu durum, 20
yıllık bir süreçte değişti.
1980’lerden
başlayarak, devlet tarımdan adım adım çekildi. Amaç, tarımda küçük üreticiyi
eriterek büyük çapta yatırım yapmaya elverişli bir düzen oluşturmaktı. Fidan,
tohum, damızlık yetiştirilen tesisler, tarım aleti yapılan işletmeler, araştırma
laboratuvarları, devlet üretme çiftlikleri satıldı ya da kapatıldı. Buralar
küçük üreticiye kaliteli ve ucuz hizmet veriyordu. Üretici birlikleri ve
kooperatifler atıl hale getirildi. Taban fiyat uygulamasının yerini piyasa ve
tüccar aldı. Tarım ve hayvancılıkta geleneksel yöntemler yerini uluslararası
tekellere bıraktı. Artık markalı ve patenli girdi kullanılıyor ve kotaya göre
üretim yapılıyordu. Böylece dünya pazarlarına satılabilecek, standart ürün
yetiştiriliyordu. Bu da büyük tarım işletmelerinin öne çıkmasına yolaçtı. 2000’li
yıllara gelindiğinde ülke tarımında Dünya Bankası, IMF ve AB politikaları
doğrultusunda bir dönüşüm büyük ölçüde gerçekleştirilmişti.
Tarımda
ölçeğin büyümesi küçük üreticiyi bitirirken, büyük işletmelerde ucuza çalışacak
işgücü de yaratıyordu. Bu yöndeki başka bir gelişme de, terörü önleme
gerekçesiyle 90’lı yıllar boyunca Doğu ve Güneydoğuda 4 bin kadar köyün
boşaltılmasıyla yaşandı. Eskiden kırsal kesimde yaşarken yoksullaşan ve çeşitli
nedenlerden işsiz kalan milyonlarca insan artık Akdeniz’de pamuk, sebze, meyve;
Karadeniz’de çay ve fındık; Orta Anadolu’da soğan ve patates; Ege’de meyve,
sebze, zeytin işçiliği yapıyordu. Benzer durum Afrika’dan yoksul Asya
ülkelerine kadar her yerde görülüyordu. Bu işçilerin resmî olarak sendika,
sigorta, iş güvencesi, emeklilik gibi çalışma maliyetlerini arttırıcı herhangi
bir hakları yoktu. Dolayısıyla düzene maliyetleri sıfırdı. Siyasilerin ara sıra
mecliste yaptığı konuşmalar, akademisyenlerin çeşitli yayınları ve bir
başbakanlık genelgesi (24 Mart 2010 tarihli) dışında kendileriyle ilgili
“resmî” sayılabilecek bir kayıt yoktu. Bunlar da konuyu anlamaktan o kadar
uzaktı ki, örneğin başbakanlık genelgesinde mevsimlik işçilerin kaldıkları
yerlere elektrik ve su getirileceğinden ve parasının bu işçilerden
alınacağından bahsediliyordu. Gündoğumundan günbatımına kadar çalışan,
asgarinin de altında ücret alan, hiçbir güvencesi bulunmayan ve naylon çadırlarda
yaşayan bu insanlar nasıl elektrik ve su parası ödeyebilirdi ki? Peki, bütün bu sorunları neden yaşıyorduk? Bu
bir beceriksizlik ya da vurdumduymazlık mıydı?
Başa
dönelim: Hayatı planlamayan, kâr amacıyla işleyen, dolayısıyla kazananlarla
kaybedenlerin aynı girdapta döndüğü, inişli çıkışlı bir toplum düzeni olan
kapitalizm içinde yaşıyoruz. Kaybedenler isyan ediyor. Yönetenler, bu karmaşa
içinde düzen sağlayamıyor. İşte kapitalist toplum düzenine bizim gibi
ülkelerden önce geçenler, yaşadıkları karmaşayı bizim sırtımıza yıkmanın bir
yolunu bularak kendilerini kurtarıyorlar. Bize borç veriyor, yatırım yapıyor ve
alacaklarını her halükârda tahsil etmesini bilerek, kapitalizmin karmaşasını
sırtımıza yıkıyorlar. Onlar bizim sırtımızdan sağladıkları kazançlarla
istikrarlı bir hayat yaşarken, eskiden yaşadıkları ekonomik bunalımların
benzerini biz yaşıyoruz ve oralarda eskiden ne tür toplumsal sorunlar
görülmüşse, aynısı bizde de görülüyor. Durum budur.
Güzel yazmışsınız.Tespitler doğru .Dediğiniz gibi durum bu da çözüm ne ? Buna kafa yormamız lazım...
YanıtlaSil