Baktığımızı yorumlamaya başladığımızda, onu anlatıyormuş gibi söylediğimiz her sözle aslında kendimizi anlatırız. Trenlerin kafa kafaya çarpıştığı, yeni bir savaşa hazırlanıldığı, ömrümüzün ekonomik bunalımlarla geçtiği bir ülkede; cumhurbaşkanından muhalif yazarlara kadar toplumun tüm katlarından Fransa’ya bakıyoruz. Doğal olarak herkes aynı olayı farklı bir zihin penceresinden görüyor. Anlatılanlar arasında gıpta etme, kıskanma, akıl verme, korku, kehanet, hatta topluma “eğer sarı yelekle sokağa çıkmak isteyen varsa” diye parmak sallama ve olaydan yola çıkıp ayaküstü teoriler icadetme dâhil, her şey var. Şuraya yazıyoruz: Bir olayı aslına en uygun biçimde anlatabilenler, yalnızca kendi gerçeğinin farkında olanlardır. Ya da, kendini bilmeyen başka şeyleri de bilemez.
Fransa’da
beklenen oldu ve Macron’un 10 Aralık akşamı 12 dakikalık televizyon
konuşmasının ardından tansiyon düştü. Bunun sonucu geçen cumartesi Sarı Yelek
eylemlerine katılım yarı yarıya azaldı. Macron önemli bir şey söylemedi.
Ücretlere ortalama 100 Euro zam, 2 bin Euro’nun altında aylık alanlardan
kesinti yapılmayacak, patronların çalışanlara yılsonunda ikramiye vermesi
ricası ve merkezî yönetim baskısını azaltmak için yerel yöneticilerle
görüşmeler sonucu yeni düzenlemeler yapılması falan filân…
Macron’un
konuşması genel olarak yeterli görülmese de tatmin edici olmalı ki, sokağa
çıkan sayısı azaldı. Bazı yorumculara göre bunda konuşmadan bir gün sonra
Strasburg’da yaşanan ve IŞİD tarafından üstlenilen saldırı da etkili olmuştu. Zaten
bir kısım Sarı Yelekli saldırının gerçek olmadığını ve gösterilerin önünü
kesmek için hükümet tarafından yapılmış olabileceğini ileri sürdüler. Devletler
böyle şeyler yapar ama bunu saptamamız neredeyse olanaksızdır. Ancak şunu
belirtelim: İçişleri Bakanı cumartesi günü gösteri yapılmamasını isteyerek,
olaydan duyulan korkuyu kullandı.
Macron’un
konuşmasını izledim, televizyonda Fransa ve AB bayrağıyla pencereden başka bir
şey görünmüyordu. Oysa Macron zenginlerin cumhurbaşkanı olmadığını anlatmaya
çalışırken, 365 odalı Elyesse Sarayının “altın oda” denilen yerinde konuşmuş.
Odada altın kaplama kapılar, antika masa üstünde altın bir lamba ve Fransa’nın
sembolü olan altından bir horoz varmış. İnsan önünde kilolarca altın varken
nasıl olur da yoksulluğa çare bulacağını söyleyebilir ki? İhtişama gösterilen
bu ilgi aslında yalnızca bir simge; yöneticiler zenginliğe yakın durarak, gerçekte
zengin sınıflara yakın olduklarını anlatıyorlar.
Bu
arada yöneticilerimiz diğer zamanlarda gıpta ile baktıkları Fransa ile bu kez
dalga geçiyorlardı. Fransa’nın Gezi olaylarını dünyaya duyurmak için
uğraştığını ama kendi başına aynısı geldiğinde tersini yaptığını ileri
sürüyorlardı. TRT haber için Paris’e kadar
giderek özel ilgi gösterdi. Havuz medyası bir internet sitesinden ucuza sarı
yelek satılarak kışkırtıcılık yaptığını yazınca, Aziz Nesin öykülerini
aratmayacak şeyler yaşandı ve bunu ciddiye alan sitenin zengin sahibesi, bir
açıklamayla bu haberi yalanladı.
Sağcılarımız
bu yorumları yaparken solcularımız ne dedi? Tıpkı iktidarın yaptığı gibi, olayı
Gezi’ye benzettiler. İktidarın bunu niye yaptığını biliyoruz, solun ise neden
yaptığı belirsiz. Oysa olayı kendi kanaatleri ve görüntüsüne bakarak değil, ardındaki
işleyişi ele alarak değerlendirmesi gerekirdi. Sonuçta görüntü benzese de,
nedenler farklıydı. Eğer Fransa’da yaşananları Türkiye’de benzetecek bir olay
varsa, o da 2001 esnaf eylemleri
olabilirdi. Hatırlayalım, hükümet Bülent Ecevit’in başbakanlığında DSP, MHP,
ANAP koalisyonundan oluşuyordu. Kemal Derviş’in öncülüğündeki kararlarla kamu
kuruluşları özelleştiriliyor, orta sınıflara verilen destekler kaldırılıyor,
AVM’lerin önü açılıyor ve esnaf perişan ediliyordu. 12 Nisan 2001 günü ülkenin
birçok yerinde onbinlerce kişinin katıldığı esnaf eylemleri yapıldı. Kızılay’da
esnaflar ve polis çatıştı. Bunu çok az hatırlayan oldu.
Olayla
ilgili değerlendirmelerden biri de, kapitalizmin temsil krizi yaşadığı
yönündedir. Fransa’da iki turlu seçim sistemi sonucu toplam oyların yalnızca
yüzde 20’sinin Macron için verildiği, kalanın rakip aday seçilmesine diye kerhen
kullanıldığı ve Macron toplumu yeterince temsil etmediği için tepki çektiği
belirtiliyor. Buna karşı, “kapitalizm ne zamandan beri toplumu gerçekten temsil
edenlerce yönetiliyor” diye sormak gerekir. En başta Türkiye olmak üzere
çeşitli ülkelerden yüzlerce örnek verilebilir, birini hatırlatalım: Kısa süre
önce Brezilya’da sosyal demokrat nitelikteki iki devlet başkanı arka arkaya
uyduruk davalarla mahkûm edilip yerine zengin sınıfların ve onlara ait medyanın
desteğiyle ırkçı ve küresel şirket yanlısı biri başkan seçilmedi mi?
Kapitalizm
yalnızca bugün değil, geçmişten beri toplumu yönetecek yeterlilikte değildir;
seçimleri hep oy, yasa, güç, fikir; kısaca ne bulursa satın alarak kazanır.
Uygun bir muhalefetle karşılaşmadığı sürece tıpkı top oynamayı bilmeyen zengin
çocuğunun topuyla kimseyi oynatmaması misali, kapitalistler de iktidarı
ellerinden bırakmaz. Macron banker gibi düşünüp ülkeyi banka gibi yönetmeye
kalkıştığı için başına bunlar gelmiştir. İngiltere’nin ne yapacağını bilmez bir
biçimde AB’den ayrıldığı, Almanya Başbakanı Merkel’in politikayı bırakma kararı
aldığı, Trump’ın AB’nin güçlü bir birlik oluşturmasını ve ordu kurmasını
engellemek için uğraştığı bir dönemde; Macron Avrupa’ya liderlik etmek istemiş
ve bunun faturasını toplumun alt kesimlerine ödetmeye kalkıştığı için başına
bunlar gelmiştir. Daha en baştan bütçe hesapları yapacağına bugünkü tavizleri
verse, belki bunları yaşamayacaktı.
Macron’un
seçildikten sonraki ilk icraatlarından biri de zenginler üzerindeki vergiyi
kaldırmak olmuştu, şimdi tekrar bu vergiyi getirmesi isteniyor. Kesinlikle
yapmayacağını belirttiğinde ise “işte zenginlerin başkanı” diye eleştiriliyor.
Oysa bu Macron’un tercihi değil, Fransız burjuvazisinin politikası. Açıklayalım:
Malum, Londra geleneksel olarak dünyanın önde gelen finans merkezidir.
İngiltere, nasıl yürüteceğini bilmediği bir biçimde referandum sonucu AB’den çıkma
kararı aldığı 2016 Haziran’ından bu yana, ekonomik ve politik bir karışıklık
yaşıyor. Emekli diplomat-yazar Aydın Selcen’in de belirttiği üzere, Macron’un
bu karışıklıktan kaçacak sermayeyi Paris’e çekmeyi planladığı ve bu amaçla
zenginler üzerindeki vergileri kaldırdığı düşünülebilir. Şimdi vergileri geri
getirse yalnızca bu politika çöpe gitmeyecek, aynı zamanda Fransız sermayesi de
başka ülkelere kaçacaktır. ABD’nin Rusya, İran ve Çin’e uyguladığı ambargolarla
Avrupa şirketlerini sıkıştırdığı koşullarda Macron ülkesinden sermaye çıkışını
göze alamaz. Öte yandan AB politikalarının belirlenmesinde Almanya gibi
ekonomik bakımdan güçlü bir rakiple karşı karşıyayken, sosyal harcamaları
arttırarak bütçe açığı vermek de istemeyecektir. Bu koşullarda faturayı kim
öder?
Sorun
Sarı Yeleklilerin de söylediği gibi yalnızca akaryakıt zamları değildir, o
bardağı taşıran son damla olmuştur. Macron sermaye açısından güvenilirlik
ölçüsü oluşturan denk bütçe konusunda ısrar etmiş ve bu amaçla getirilecek yeni
vergileri toplumun en örgütsüz kesimi olan orta sınıflara ödetebileceğini
düşünerek yanlış hesap yapmıştır. Eylemler bir anda bugüne kadar uygulanan
politikalardan zarar gören herkesin sesini duyurduğu ortak bir alana
dönüşmüştür. Şimdilik ortalık yatışır gibi olsa da, Macron’un işi zor
görünüyor. Herhalde şu an en çok Türkiye’yi kıskanıyor olmalıdır. Protesto yok,
zam yok, sarı yelek yok, hangi sermaye böyle bir ülkede yatırım yapmak istemez
ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.