Fransa’da
17 Kasım’dan bu yana halk akaryakıt zamlarını protesto ediyor.
Fransız yasalarına göre araçlarda bulundurulması zorunlu olan
parlak şeritli sarı yelekler giydikleri için bu adla anılıyorlar.
Eylemlerin bir temsilcisi ya da örgütü yok, tamamen internet
üzerinden çağrılarla başladı. Katılımcılar genellikle 35 yaş
altı, kasaba ve köylerde oturan, alt ve orta gelir grubundan
kişiler. Büyük kentlerle fazla ilişkisi olmayan bu insanların
arabalarının hayatlarındaki yeri büyük. Çünkü işe, markete,
hastaneye, okula vb. yerlere hep kendi araçlarıyla gidiyor,
çiftçilik yapanlar traktör kullanıyor ya da ürünlerini pazara
kendi araçlarıyla taşıyorlar. Hükümetlerin özelleştirme
politikaları nedeniyle toplu taşıma olanağı da çok sınırlı.
Bu yüzden mazota yüzde 23, benzine yüzde 15 zam kararı, üretim
maliyetlerini ve günlük masraflarını fazlasıyla arttırıyor.
İlk gün gösterilere 300 bin kişinin katıldığı tahmin
ediliyor. Daha sonra sayı 100 binlere düştüyse de, 1 Aralık
Cumartesi sendikaların desteğiyle yine katılım arttı ve Paris'te
polisle şiddetli çatışmalar yaşandı. Peki, Fransa bizi niye
ilgilendiriyor? Dünyanın başını derde sokan emperyalist
ülkelerden biri olduğu için, şimdi kendi başının derde
girmesiyle ilgileniyoruz. Fransa ektiğini biçiyor. Ve ABD'nin
İran’a ambargo kararının dumanı Avrupa’da bu ülkeden
tütmeye başlamış durumda.
Önce
kime karşı isyan edildiğine bakalım: Geçen yılın Mayıs
Ayında seçimi kazanan Emmanuel Macron zengin sınıflarca desteklenen biri. Bir partisi yok,
cumhuriyetçiler ve sosyalistlerin sağ kanadının yeraldığı
“Yürüyüş Hareketi” adlı karma bir siyasi oluşuma
dayanıyor. Yarı-başkanlık sistemiyle yönetilen Fransa'da iki
turlu seçim sistemi var. Seçimin ilk turunda katılım yüzde 77.7
oldu ve Macron oyların yüzde 24'ünü alırken, ırkçı aday
Marine Le Pen yüzde 22'sini aldı ve seçim ikinci tura kaldı.
İkinci turda ırkçı Le Pen seçilmesin diye verilen oylarla
birlikte Macron yüzde 66 oy oranıyla seçimleri kazandı. Ancak
gerçek desteği, ilk turda aldığı oy kadardı. Seçimde
geleneksel partiler ilgi görmemiş ve Macron, Fransa'yı bugüne dek
yöneten iki partiden oluşan karma bir harekete dayanarak
seçilmişti. Ama bu hareket de adayından memnun olmadığı için,
Macron'un gerçek oyları ilk turda aldığı kadardı. Bu da yüzde
77'nin yüzde 24'ü = yüzde 18.5 ediyordu. Dolayısıyla toplam
seçmenin yüzde 20'sinden bile daha az bir destekle ülkenin
zenginlerinin adayı olan biri başkanlık koltuğuna oturuyordu.
Geleneksel partiler zaten ilgi görmüyor ve bu sırada ırkçı aday
oylarını arttırıyordu. Bütün bunlar, belki de uzun bir siyasi
istikrarsızlığın habercisi gibiydi.
Fransa
nükleer enerji kullanımında dünya birincisi ve tüketiminin yüzde
76’sını nükleer santrallerden karşılıyor. Yani ortada ikide
bir Türkiye'deki gibi “petrol fiyatları arttı” diyerek bu
kadar büyük zam yapmayı gerektirecek durum yok. Macron da bunu
biliyor ve zammın gerekçesi olarak 2013 yılında alınmış bir
kararı gösterip, “çevre sorunlarıyla mücadele etmek için zam
yaptım” diyor. Ama bunu derken, halkı aptal yerine koyuyor.
Macron bu karardan bir yıl önce, 2012'de zenginlerden alınan
“servet vergisinden” vazgeçen Hollande hükümetinde “genel
sekreter” sıfatıyla çalışıyor ve şimdi yoksulları
vergilendiriyordu. İkincisi, çevre sorunlarıyla ilgili vergilerin
“kirleten öder” ilkesine göre alınması gerektiği halde
herkesten toplanmaya çalışıyor. Macron buna benzer daha nice
düşüncesiz tavırları yüzünden, sonunda 2 Aralık'da kafasına
yumurtayı yedi.
Zamdan
en çok kırsal kesimde yaşayanlar etkilendiği için önce ana
yollara çıkışları, kavşakları kapattılar ve küçük
yerleşimlerin başta Paris olmak üzere kentlerle ilişkisini
kestiler. Eylemlerde, kazara 2 kişi hayatını kaybetti. Fransa’da
bu tür siyasi eylemler yapma geleneği var, ancak Paris’in ünlü
Şanzelize caddesi eylemlere kapalı. Sarı Yelekliler yasak
dinlemiyor ve fırsat buldukça burada da yürüyüş yapıyorlar,
polisle çatışıyor.
Olayların
arkasında yatan Fransız devletinin birden bire “çevreci”
kesilmesi değil elbette. Uranyum elde etmek için Afrika ülkelerini
sömürmekten vazgeçmeyen, Atmosferde nükleer bomba denemelerine
karşı çıkanların ölümüne neden olan Fransa ne zaman “çevreci”
olmuş ki… Hatırlayalım, Fransa yıllarca Pasifik’deki
sömürgelerinde nükleer bomba denemeleri yaptı. Buna karşı
eylemler düzenleyen Greenpeace’in Rainbow Warrior adlı gemiyi
durdurmak için demirli olduğu Yeni Zelanda’nın Auckland
limanında gizli servis ajanlarına bombalatarak batırdı. Bir kişi
öldü ve yakalanan ajanlar Yeni Zelanda tarafından hapsedildiler.
Macron’un şimdi çevrecilikten bahsetmesi, yalnızca göz boyamak
içindir.
Eylemin
arkasında birçok gerekçe olabilir; ancak bugün yapılmasının
başlıca nedeni, Avrupa'nın geri kalanıyla birlikte Fransa'da da
ABD’nin İran ambargosu nedeniyle yaşanan ekonomik kayıplardır.
Bu nedenle önümüzdeki süreçte diğer Avrupa ülkelerinde de buna
benzer eylemler olabilir. (Nitekim 1 Aralık'ta Belçika ve
Hollanda'da görüldü.) İran’ın Avrupa ile yaklaşık 22 milyar
Euro ticaret hacmi vardı. Yanı sıra, İran uzun yıllar ambargolar
nedeniyle yenileyemediği yolcu uçağı filosu için Avrupa ortak
yapımı 100 Airbus uçağı, Fransız-İtalyan ortaklığı ATR’den
20, ABD Boeing şirketinden 80 uçak almak üzere anlaşmalar
yapmıştı ama ambargo yüzünden iptal oldular. Yalnızca Airbus’la
20 milyar dolarlık anlaşma yapılmıştı. Öte yandan Fransa'nın
geçen yıl İran'la yaptığı 3.8 milyar Euroluk ticareti, bugün
anılarda kaldı. Daha önemlisi, Fransa’nın İran’daki
yatırımlarıydı. Renault, 2003’den bu yana İran’da araç
üretiyordu ve ambargo kararından sonra bu ülkeden çekildi. Çünkü
ortağı Nissan firmasının ABD’de yatırımları vardı. (Bu
ortaklığın CEO’su Carlos Ghosn geçtiğimiz günlerde yaptığı
yolsuzluklar nedeniyle tutuklanarak Japonya’da hapsedildi.) Oysa
Renault İran’da yılda ortalama 150 bin araba satıyordu. Bunun
dışında, Fransız petrokimya şirketi Total, İran’ın güneyinde
doğalgaz ve petrol çıkartmak için Çin ve İran’la kurduğu
ortaklığın yarı hissesi için 5 milyar Euro yatırım yapmıştı
ve bunları Çin şirketine devretmek zorunda kaldı. ABD yaptırımı
korkusuyla başka şirketler de İran’dan çıkınca, Fransa
ekonomik bir gerileme yaşadı. Şirket gelirleri düşmüş, doğal
olarak devletin vergi gelirleri de azalmıştı. Macron bütçeyi
dengelemek için zorunlu olarak vergileri arttıracaktı. Sermaye
kaçışına neden olmamak için doğal olarak zenginlerin
vergilerini arttırmayacak, yükü kaçacak yeri olmayan alt gelir
gruplarının sırtına yıkacaktı.
Avrupa
ülkeleri başlarına gelecekleri bildikleri için ABD’nin İran
ambargosuna karşı çıktılar. Ama hükümetlerin kararına rağmen
ne Alman ne de Fransız şirketleri ambargoya karşı çıkabildi.
Şirketler yalnızca ABD ile ticaretleri nedeniyle değil, asıl
ambargoya uyulup uyulmamasını denetleyen ABD mali kuruluşlarının
gazabından korktukları için böyle davrandılar. Şirketler
zararlarını başka bir yerde ticaret yaparak kapatabilir ama
hükümtler yalnızca kendi halkına yüklenerek bunu yapabilirdi.
Burada halkın suçu, yıllardır ABD'nin dümen suyunda giden
hükümetlerinin bu politikalarına karşı çıkmamalarıydı. İş
işten geçtikten sonra Trump'a itiraz eden Avrupa hükümetleri bu
konuda kendi şirketlerini bile ikna edemiyor ve İran'la ticarete
devam etmelerini sağlayamıyorlardı.
İran
yıllardır ABD ambargosu altında yaşıyor, yeni bir ambargo İran'ı
değil, asıl olarak Avrupa'yı cezalandırmaktır. Fransa'da bu
eylemlerin başka zaman değil de şimdi yaşanmasının nedeni
budur. Emperyalist ülkeler başka halkları sömürerek yaşar. Bunu
yapamadığında, sömürünün hedefine kendi halkını koyar.
Tabi Fransız halkı koyun gibi olmadığı için buna itiraz ediyor.
Bakalım itirazını nereye kadar taşıyabilecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.