Böyle
haftada bir yazmaya başladığımdan bu yana 20 yıldan fazla oldu. Güncel bir
konuda bilgi toplayıp yazmak, yaklaşık bir buçuk günümü alıyor. Yoruculuğu bir
yana, zaman alıcı ve bağlayıcı bir iş. Üstelik iş, güç, hastalık, seyahat, ölüm
demeden, süre ve yayındaki yerinle sınırlı kalarak, bilgiye ve okura sadakat
içinde yapılması gerekiyor. Artık bu tür
yazmayı bırakıyorum. Bu yazıyı da, bu süre boyunca yaşadıklarımı anlatmaya
ayırıyorum.
Gazetecilik
okudum ama iş olarak birkaç yıl yaptıktan sonra memleketime dönüp esnaflığa
başladım. 90’ların sonlarına doğru yerel bir gazeteye yardım ederek, ardından
esnaflığın yanı sıra gazetenin çıkarılmasını da üstlenerek, gazeteciliğe geri
döndüm. Bugün değişik haber sitelerinde de yayınlanan bu yazıları, başından beri
aynı dünya görüşüyle ve yerel gazete için yazıyorum. Bunu şunun için
belirtiyorum: Kim olduğunu bilmediğiniz hayali bir okur kitlesi için yazmakla memleketinizde
ve tanıştığınız ya da tanışma olasılığının her zaman olduğu kişilerin okuduğunu
bilerek yazmak aynı şey değil. Birincisi, yazarı “ben neymişim be” demeye
yönlendirebilir. İkincisi ise, okurun ve yazarın gerçek insanlar olduklarını,
aynı toplumsal koşullar içinde yaşadıklarını, karşılıklı olarak sürekli
hatırlatır. Eleştirdiğiniz kamu görevlisi ya da belediye başkanıyla ertesi gün
yolda karşılaşabilirsiniz. İyi, kötü ya da eleştirilme kaygısıyla dikkatli
davranabilirler. Ara sıra uğradığınız lokantanın bir çalışanı meğer okurunuz çıkar
ve bunu, size adınızla hitap ettiğinde öğrenirsiniz. Çocukluğunuzdan beri
tanıdığınız bir teyze, yazılarınızı beğendiğini söyleyebilir. Yazdıklarınız en
çok, bu tür konuları enine boyuna konuşamadığınız yakınlarınızı etkiler. Sizinle
aynı düşünmediği için komşunuz selâmı kesebileceği gibi, tam tersine düşüncelerinizi
öğrendiği için daha yakın da davranabilir. Bunları yaşanmış örneklerden
aktarıyorum.
Yazmaya
gazetede başlamadım elbette, biz kâğıt ve kalemin biricik iletişim aracı olduğu
bir dönemin çocuklarıyız; dolayısıyla yazanlarımız, bunu okuma yazma
öğrendiğinden beri yapar. Hâlâ var mı bilmiyorum, eskiden Türkçe ve edebiyat
derslerinin haftada bir saati mektup, makale, dilekçe, şiir, öykü, anı vb. yazı
türlerinin öğretildiği kompozisyon yazmaya ayrılırdı. Okul sıralarından geçen
birçok kişi gibi benim de yazmaya ilgi duymam bu derslerde başladı. Özlü bir
sözün açıklanması, bir fikrin tartışılması…
Ayrıca
yazmak, okumakla iç içe bir eylem; bir zamanlar öğrencilerin şiir ve roman
okuyacak bolca zamanı olurdu. Şiir yazmak salgın gibiydi. Öykü ve denemeler
yazanların sayısı da az değildi. Sevgiliye mektup yazmak ise, bu konunun uzmanı
arkadaşlarla birlikte yapılan bir işti. O yıllarda öğrencilerin üzerinde üniversiteye
hazırlıkla başlayan ve zamanla ilkokullara kadar uzanan kurs ve sınav baskısı
yoktu. Evlerde neredeyse günboyu açık duran yüzlerce kanal gösteren televizyonlar
da bulunmuyordu. Düşünme ve okuma-yazmanın önünde çok fazla engel yoktu.
Kablolu telefonlarla yapılabilen şehirlerarası konuşmalar lüks sayıldığından,
uzaktakilerle mektuplaşmak hâlâ yaygındı. 90’ların sonlarına geldiğimizde,
birkaç yıl gibi kısa sürede cep telefonu ve internet yayıldı. Böylece yazının
son kalesi mektup da düştü ve yerini bugün bilinen şeyler almaya başladı.
Profesyonel
yazarlık hep vardı ama günlük hayatın bir parçası olarak yazmak, yeni duruma
ayak uydurarak değişti. İnternetin ilk döneminde mail grupları ve forumlar,
katılımcıların kişisel yazı denemelerini paylaştıkları yerlerdi. İşte benim
haftada bir yerel gazetelerde yazmam da bu sırada başladı. Henüz internet
yayıncılığının yaygınlaşmadığı ve kâğıt gazetenin yerel yayıncılıkta son
zamanlarını yaşadığı bir anda.
Sürekli
yazdığım dönem boyunca şunu öğrendiğimi söyleyebilirim: Yazının sahibi yazarı
değil, okurlarıdır. Çünkü düşünceleriniz bir kez kâğıda döküldükten sonra,
isterseniz anı defteri yazmış olun; hakkında hüküm verecek olan okuyuculardır. Ne
anlatmış olursanız olun, kendi sınırları çerçevesinde anlayacaklardır.
Dolayısıyla sizi anlamamış olabilecekleri gibi, aklınıza gelmeyen biçimlerde
anlamaları ve belki düşüncelerinizi daha ileri taşımaları da mümkündür. Hangisi
olursa olsun, artık yazı elinizden çıktıktan sonra sizin değildir ve ancak yeni
yazılarınızı okurlarınızdan öğrendiklerinize göre yazmayı düşünebilirsiniz.
Yazarken az bilene de çok bilene de seslenmeye çalışarak, kendinizi sürekli
geliştirmek zorunda kalırsınız. Üstelik bunu nabza göre şerbet vererek değil,
samimiyetinizi ve doğrultunuzu koruyarak yapmanız gerekir. Belki basit
anlatımların içine bir derinlik katarak ve zor anlaşılır konuların köşesine
içeri girmeyi sağlayıcı bir kapı bırakmaya çalışarak bunu yapabilirsiniz.
İkinci
öğrendiğim ise şu oldu: Bilgi emanettir, tıpkı hava, denizler, güneş ışığı gibi
mülk edinilemez. Bu yüzden bilginin ilk ya da son sahibi yoktur. Bildiklerimiz,
başkalarının bildiklerinden öğrenilmiş şeylerdir. Eğer yaşadıklarımızı bildiklerimizle
yorumlayamıyor ve sonuç çıkartamıyorsak, hayattan hiçbir şey öğrenemeyiz. Ancak
içgüdüsel tepkilerle bazı şeylere uzak, bazılarına yakın durmayı becerebilir ve
bilgi niyetine oradan buradan ezberlenmiş cümleleri tekrarlar dururuz. Eğer
bunlardan fazlasını yapabiliyorsak, başkalarından öğrendiklerimiz sayesinde
olduğunu unutmamalıyız. Her öğrendiğimizde borcumuz artar. Bilginin borcu,
bilgiyi paylaşarak ödenir. İnsanlar yiyecek ya da barınaklarını değil, asıl bilgiyi
paylaşırlarken ve yaşamlarını buna dayandırmayı öğrendikleri zaman toplum
haline gelebilirler. Bugün dernek, parti kurarken bile geçerli olan budur. Başkalarını
da ilgilendiren bir olayı herkesten önce duymak, bir konuyu herkesten daha iyi
bilmek bizi bilginin sahibi yapmaz, birilerinin işine yarar diye daha çabuk
paylaşmaya iter. Bu yüzden bilgi karşılığı maddî ya da manevî çıkar beklemek, bilginin öğrenilmesi karşılığında emeğe saygı
göstermenin ötesinde bir bedel ödemeye kalkışmak, yanlıştır. Öğreten,
öğrettiğinin bedelinin başkasına aktarılarak ödeneceğini bilmeli ve bundan
mutluluk duymalıdır.
Ancak
kim kime dumduma ve her koyunun kendi bacağından asıldığı bu toplumda böyle
olmuyor tabi. Bilgi meta olarak işlem görüyor. Buna o kadar alışılmış ki, sen
karşılıksız bir bilgi sunduğun zaman cahil bundan yararlanmaya çalışacağına,
rekabete girmeye kalkışıyor. Kimi çok para kazandırıcı işlerin öğrenildiği
okulların kapısından girerken o bilgilerle topluma hizmet etmek değil, yalnızca
zengin olma hayali kuruluyor. Yaşadığımız düzen, sürekli olarak bilgi ne kadar
pahalıysa o kadar değerliymiş algısı yaratıyor. Bu eskiden de vardı ama eğitim,
hukuk, sağlık, yayıncılık vb. bilginin öne çıktığı alanların böyle bir zihniyet
tarafından ele geçirilişi, 1980’lerden sonra oldu. Bunun bir nedeni var
elbette. Bilgi aynı zamanda iktidar demektir. Yurttaş bilgiye ne kadar zor
ulaşırsa, zaten her tür bilgiyi ve bunları üretme olanağını elinde tutan
iktidar da o kadar güçlü hale gelir. Yurttaşın bilgiye ulaşımını zorlaştırmak
da kolaydır, bilgi araçlarını ve bilgi
edinmeyi pahalı hale getirirsin, olur biter. Eğitim, kitap, kâğıt, kurs, ders,
sınav, bilgiyle ilgili hizmetler paralı ve pahalı hale geldikçe, küçük bir
azınlığın toplum çoğunluğuna hükmetmesi kolaylaşır. Bu yolla yeterince cehalet biriktirildikten
sonra her tür bilgiyi bedava yapsan bile, artık iş işten geçmiştir. Zalim
iktidarlar, cahil toplumları daha kolay hükmü altına alır.
Yaptığımız
işin gereğine uygun olarak, bu koşullarda yazmaya çalıştık. Şimdiye dek
mücadelesi içinde olmadığımız bir konuda yazmadık. Kimseye akıl vermek için
değil, yalnızca bildiğimizi paylaşmak için yazdık. Okumak ve yazmak, bizim için ekmek ve su gibi.
Yazmaya değil, yalnızca haftalık gazete yazılarımıza son veriyoruz. Bilgiyi
zalimin elinden kurtarana dek, başka zaman ve yerlerde buluşmak dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.