Blog Arşivi

30 Aralık 2018 Pazar

SON YAZI



     Böyle haftada bir yazmaya başladığımdan bu yana 20 yıldan fazla oldu. Güncel bir konuda bilgi toplayıp yazmak, yaklaşık bir buçuk günümü alıyor. Yoruculuğu bir yana, zaman alıcı ve bağlayıcı bir iş. Üstelik iş, güç, hastalık, seyahat, ölüm demeden, süre ve yayındaki yerinle sınırlı kalarak, bilgiye ve okura sadakat içinde yapılması gerekiyor.  Artık bu tür yazmayı bırakıyorum. Bu yazıyı da, bu süre boyunca yaşadıklarımı anlatmaya ayırıyorum.

     Gazetecilik okudum ama iş olarak birkaç yıl yaptıktan sonra memleketime dönüp esnaflığa başladım. 90’ların sonlarına doğru yerel bir gazeteye yardım ederek, ardından esnaflığın yanı sıra gazetenin çıkarılmasını da üstlenerek, gazeteciliğe geri döndüm. Bugün değişik haber sitelerinde de yayınlanan bu yazıları, başından beri aynı dünya görüşüyle ve yerel gazete için yazıyorum. Bunu şunun için belirtiyorum: Kim olduğunu bilmediğiniz hayali bir okur kitlesi için yazmakla memleketinizde ve tanıştığınız ya da tanışma olasılığının her zaman olduğu kişilerin okuduğunu bilerek yazmak aynı şey değil. Birincisi, yazarı “ben neymişim be” demeye yönlendirebilir. İkincisi ise, okurun ve yazarın gerçek insanlar olduklarını, aynı toplumsal koşullar içinde yaşadıklarını, karşılıklı olarak sürekli hatırlatır. Eleştirdiğiniz kamu görevlisi ya da belediye başkanıyla ertesi gün yolda karşılaşabilirsiniz. İyi, kötü ya da eleştirilme kaygısıyla dikkatli davranabilirler. Ara sıra uğradığınız lokantanın bir çalışanı meğer okurunuz çıkar ve bunu, size adınızla hitap ettiğinde öğrenirsiniz. Çocukluğunuzdan beri tanıdığınız bir teyze, yazılarınızı beğendiğini söyleyebilir. Yazdıklarınız en çok, bu tür konuları enine boyuna konuşamadığınız yakınlarınızı etkiler. Sizinle aynı düşünmediği için komşunuz selâmı kesebileceği gibi, tam tersine düşüncelerinizi öğrendiği için daha yakın da davranabilir. Bunları yaşanmış örneklerden aktarıyorum.

Yazmaya gazetede başlamadım elbette, biz kâğıt ve kalemin biricik iletişim aracı olduğu bir dönemin çocuklarıyız; dolayısıyla yazanlarımız, bunu okuma yazma öğrendiğinden beri yapar. Hâlâ var mı bilmiyorum, eskiden Türkçe ve edebiyat derslerinin haftada bir saati mektup, makale, dilekçe, şiir, öykü, anı vb. yazı türlerinin öğretildiği kompozisyon yazmaya ayrılırdı. Okul sıralarından geçen birçok kişi gibi benim de yazmaya ilgi duymam bu derslerde başladı. Özlü bir sözün açıklanması, bir fikrin tartışılması…

     Ayrıca yazmak, okumakla iç içe bir eylem; bir zamanlar öğrencilerin şiir ve roman okuyacak bolca zamanı olurdu. Şiir yazmak salgın gibiydi. Öykü ve denemeler yazanların sayısı da az değildi. Sevgiliye mektup yazmak ise, bu konunun uzmanı arkadaşlarla birlikte yapılan bir işti. O yıllarda öğrencilerin üzerinde üniversiteye hazırlıkla başlayan ve zamanla ilkokullara kadar uzanan kurs ve sınav baskısı yoktu. Evlerde neredeyse günboyu açık duran yüzlerce kanal gösteren televizyonlar da bulunmuyordu. Düşünme ve okuma-yazmanın önünde çok fazla engel yoktu. Kablolu telefonlarla yapılabilen şehirlerarası konuşmalar lüks sayıldığından, uzaktakilerle mektuplaşmak hâlâ yaygındı. 90’ların sonlarına geldiğimizde, birkaç yıl gibi kısa sürede cep telefonu ve internet yayıldı. Böylece yazının son kalesi mektup da düştü ve yerini bugün bilinen şeyler almaya başladı.

     Profesyonel yazarlık hep vardı ama günlük hayatın bir parçası olarak yazmak, yeni duruma ayak uydurarak değişti. İnternetin ilk döneminde mail grupları ve forumlar, katılımcıların kişisel yazı denemelerini paylaştıkları yerlerdi. İşte benim haftada bir yerel gazetelerde yazmam da bu sırada başladı. Henüz internet yayıncılığının yaygınlaşmadığı ve kâğıt gazetenin yerel yayıncılıkta son zamanlarını yaşadığı bir anda.

     Sürekli yazdığım dönem boyunca şunu öğrendiğimi söyleyebilirim: Yazının sahibi yazarı değil, okurlarıdır. Çünkü düşünceleriniz bir kez kâğıda döküldükten sonra, isterseniz anı defteri yazmış olun; hakkında hüküm verecek olan okuyuculardır. Ne anlatmış olursanız olun, kendi sınırları çerçevesinde anlayacaklardır. Dolayısıyla sizi anlamamış olabilecekleri gibi, aklınıza gelmeyen biçimlerde anlamaları ve belki düşüncelerinizi daha ileri taşımaları da mümkündür. Hangisi olursa olsun, artık yazı elinizden çıktıktan sonra sizin değildir ve ancak yeni yazılarınızı okurlarınızdan öğrendiklerinize göre yazmayı düşünebilirsiniz. Yazarken az bilene de çok bilene de seslenmeye çalışarak, kendinizi sürekli geliştirmek zorunda kalırsınız. Üstelik bunu nabza göre şerbet vererek değil, samimiyetinizi ve doğrultunuzu koruyarak yapmanız gerekir. Belki basit anlatımların içine bir derinlik katarak ve zor anlaşılır konuların köşesine içeri girmeyi sağlayıcı bir kapı bırakmaya çalışarak bunu yapabilirsiniz.

     İkinci öğrendiğim ise şu oldu: Bilgi emanettir, tıpkı hava, denizler, güneş ışığı gibi mülk edinilemez. Bu yüzden bilginin ilk ya da son sahibi yoktur. Bildiklerimiz, başkalarının bildiklerinden öğrenilmiş şeylerdir. Eğer yaşadıklarımızı bildiklerimizle yorumlayamıyor ve sonuç çıkartamıyorsak, hayattan hiçbir şey öğrenemeyiz. Ancak içgüdüsel tepkilerle bazı şeylere uzak, bazılarına yakın durmayı becerebilir ve bilgi niyetine oradan buradan ezberlenmiş cümleleri tekrarlar dururuz. Eğer bunlardan fazlasını yapabiliyorsak, başkalarından öğrendiklerimiz sayesinde olduğunu unutmamalıyız. Her öğrendiğimizde borcumuz artar. Bilginin borcu, bilgiyi paylaşarak ödenir. İnsanlar yiyecek ya da barınaklarını değil, asıl bilgiyi paylaşırlarken ve yaşamlarını buna dayandırmayı öğrendikleri zaman toplum haline gelebilirler. Bugün dernek, parti kurarken bile geçerli olan budur. Başkalarını da ilgilendiren bir olayı herkesten önce duymak, bir konuyu herkesten daha iyi bilmek bizi bilginin sahibi yapmaz, birilerinin işine yarar diye daha çabuk paylaşmaya iter. Bu yüzden bilgi karşılığı maddî ya da manevî çıkar beklemek,  bilginin öğrenilmesi karşılığında emeğe saygı göstermenin ötesinde bir bedel ödemeye kalkışmak, yanlıştır. Öğreten, öğrettiğinin bedelinin başkasına aktarılarak ödeneceğini bilmeli ve bundan mutluluk duymalıdır.

     Ancak kim kime dumduma ve her koyunun kendi bacağından asıldığı bu toplumda böyle olmuyor tabi. Bilgi meta olarak işlem görüyor. Buna o kadar alışılmış ki, sen karşılıksız bir bilgi sunduğun zaman cahil bundan yararlanmaya çalışacağına, rekabete girmeye kalkışıyor. Kimi çok para kazandırıcı işlerin öğrenildiği okulların kapısından girerken o bilgilerle topluma hizmet etmek değil, yalnızca zengin olma hayali kuruluyor. Yaşadığımız düzen, sürekli olarak bilgi ne kadar pahalıysa o kadar değerliymiş algısı yaratıyor. Bu eskiden de vardı ama eğitim, hukuk, sağlık, yayıncılık vb. bilginin öne çıktığı alanların böyle bir zihniyet tarafından ele geçirilişi, 1980’lerden sonra oldu. Bunun bir nedeni var elbette. Bilgi aynı zamanda iktidar demektir. Yurttaş bilgiye ne kadar zor ulaşırsa, zaten her tür bilgiyi ve bunları üretme olanağını elinde tutan iktidar da o kadar güçlü hale gelir. Yurttaşın bilgiye ulaşımını zorlaştırmak da kolaydır,  bilgi araçlarını ve bilgi edinmeyi pahalı hale getirirsin, olur biter. Eğitim, kitap, kâğıt, kurs, ders, sınav, bilgiyle ilgili hizmetler paralı ve pahalı hale geldikçe, küçük bir azınlığın toplum çoğunluğuna hükmetmesi kolaylaşır. Bu yolla yeterince cehalet biriktirildikten sonra her tür bilgiyi bedava yapsan bile, artık iş işten geçmiştir. Zalim iktidarlar, cahil toplumları daha kolay hükmü altına alır.

     Yaptığımız işin gereğine uygun olarak, bu koşullarda yazmaya çalıştık. Şimdiye dek mücadelesi içinde olmadığımız bir konuda yazmadık. Kimseye akıl vermek için değil, yalnızca bildiğimizi paylaşmak için yazdık.  Okumak ve yazmak, bizim için ekmek ve su gibi. Yazmaya değil, yalnızca haftalık gazete yazılarımıza son veriyoruz. Bilgiyi zalimin elinden kurtarana dek, başka zaman ve yerlerde buluşmak dileğiyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi