İtirazlar, yeniden sayımlar, gözdağı vermeler arasında kesin seçim sonuçlarının açıklanışının uzaması bir belirsizlik hali değil, tersine yaşadığımız gerçeğin açık ve seçik bir yansımasıdır. Bu durum, iktidar partisinin şimdiye dek çizdiği “kudretli” görüntüsüyle-kendisinin de bir parçası olduğu-gerçeğin uyuşmadığının göstergesidir. Ne olduğunu anlamak için görüntüdeki çarpıklıklara ve yer değişikliklerine bakmakla yetinemeyiz, bu uyumsuzluğun izini sürerek arkaplandaki işleyişi görmeye çalışalım.
Aylarca
kural tanımaksızın ve kamu kaynaklarını kullanarak propaganda yapan ama
seçimden beklediği sonucu alamayan iktidar partisi, durumu değiştirmek için son
bir umutla oyların tekrar sayımı için çabalıyor. Yalnızca sayım sonuçlarına
itiraz etmiyor, işin içinde seçmen yazımı ve seçim kurullarının çalışması
sırasında yapılan usulsüzlükler de var. Dolayısıyla konu seçimin ötesine
uzanıyor. Hatta havuz medyasının bazı yazarları daha ileri giderek, İstanbul
seçimlerinin tekrarından bahsediyor.
Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, insanın aklına ister istemez
iktidar partisinin gücünün propaganda ve seçim kazanmaktan öteye yetip
yetmediği sorusu geliyor.
İktidarın itiraz gerekçeleri HDP’nin değişik yerlerde yaptığı ve seçim
kurulları tarafından reddedilen itirazlardakilere benziyor. Bir muhalefet partisinin böyle davranmasının
elbette anlaşılır bir yanı var. Ama iktidarın seçimi sanki başka bir güç
yönetiyormuş gibi itirazlarda bulunmasının anlamı ne? Seçim kanunları, sandık
kurullarının oluşturulması, seçmen listeleri vs. en yukarıdan aşağıya kadar
iktidar partisinin denetiminde değil mi? Öte yandan itirazlardan beklenen
sonuçlar alınsa bile bu iktidarın “artık gerilemeye başlamış bir güç” olduğu
gerçeğini değiştirir mi?
Elbette
burada sözünü ettiğimiz “faşizmin önünü
kesmek için Millet İttifakına destek” çağrısı yapan liberal ve reformist solun
murat ettiği türden bir “gerileme” değildir, düzenin rutin işleyişi içinde bir
gerilemedir. Siyasi mücadeleyi seçimden seçime sahneye çıkmak gibi gören bir
solculuk anlayışının temsilcileri devlet, siyasal iktidar, rejim (yönetim
biçimi) ve hükümeti bilinçli olarak birbirine karıştırıp, hükümetlerin her otoriter davranışını “faşizm
geliyor” diye yorumluyorlar. Ve bunu diğer düzen partileriyle kol kola siyaset
yapmanın hazır gerekçesi olarak ellerinde tutuyorlar. Buna göre faşizmi şimdiye
dek birçok kez yıkmış olmaları gerekirdi ama nedense hâlâ yıkamamışlar ki aynı
söylemi tekrarlayıp duruyorlar. Yaşanan ne iktidar sözcülerinin ileri sürdüğü
gibi bir “beka” sorunudur, ne de reformist solunki gibi “faşizmi geriletme”
hamlesidir; yalnızca bir seçimdir. Ve
seçimleri sonucuna bakarak değil, siyasetin bir parçası olarak değerlendirmek
gerekir.
Bilindiği
üzere siyaset pratiği belli bir konjonktürde, toplumu yönetmek amacı taşıyan somut bir güç
çatışmasıdır. Amatörce hevesleri bir
yana bırakırsak, iktidar mücadelesi bir varlık-yokluk mücadelesidir. Geçmişte
birbiriyle böyle bir çatışma yaşamış olan ya da gelecekte çatışma potansiyeli
taşıyanları teorik olarak saptamak mümkündür. Taraflar buna göre
hazırlanabilirler. Ama sürmekte olan bir mücadelenin belirleyicisi buralardan
kaynaklı anı, gelecek planları, bilimsel düşünceler vb. değil; siyasi öznelerin
birbirlerine karşı yaptıkları yığınak ve aralarındaki çelişkilerin ne yönde
ilerlediğidir. Bu yüzden, siyasetin özneleri olduğundan güçlü görünmek,
zayıflıklarını gizlemek ve karşı safları etkilemek amacıyla kendi
gerçekliklerine uymayan söylemler dile getirebilirler. Önceden ayrı yolda
oldukları güçlerle bir araya gelerek, sanki yoldan çıkmış gibi görünüp amaçlarına
doğru daha güçlü adımlarla ilerleyebilirler. Bütün bu süreçlerde siyasi
öznelerin söylem ve görüntülerinin gerçeği yansıtmayabileceği hesaba
katılmalıdır. Siyaset pratiği bunlardan bağımsız, her zaman gerçeklerden oluşan bir konjonktürde
yapılır. Bu sırada tarihten devralınan miras konjonktürdeki güçler tarafından
sürekli değişikliğe uğratılarak kullanıldığı için kendine ait bir
belirleyicilik taşımaz. Benzer biçimde, içinde bulunduğu konjonktürde kendi
bağımsız siyasi iradesini ortaya koymayan bir toplum kesiminin nesnel varlığı
da kendiliğinden bir güç oluşturmaz, en
iyi olasılıkla başkalarının yedek gücü olur.
Her
siyasi konjonktür çeşitli çelişkiler etrafında kümelenmiş gerilim, rekabet ve
güç çatışmalarınca belirleniyor. İçinde olduğumuz konjonktürde iki önemli
sorunun öne çıktığını söyleyebiliriz: Bunların ilki sermaye akışında
yaşanabilecek düzensizlikler, ikincisi Kürt sorunuyla ilgilidir. Bu sorunların
siyasetin özneleri üzerinde etkili olduğunu ve buralardan çoğalarak farklı
kanallardan yayılan çelişkilerin konjonktürü belirlediğini söyleyebiliriz. Seçimler
de böyle bir gerçeklik içinde değerlendirilmelidir.
Başkanlık
sisteminin resmiyete kavuşmasıyla birlikte yeni rejimin
işlerlik kazandığı söylenebilir. Rejim değişikliğinin iktidar partisinin
talebiyle değil, devletin rekabet alanı haline geldiği bir siyasal iktidar içi
hesaplaşmanın sonucu olarak gerçekleştiği unutulmamalıdır. Toplumdaki her kurum
gibi devlet de siyasi güçlerin rekabetine açıktır ve bunun aslî öğeleri elbette
ülke yönetiminde geleneksel olarak söz sahibi olanlardır. İktidar partisinin ülke
yönetiminde yer edinmesi böyle bir rekabetin doğrudan tarafı olmasının değil, üst üste gösterdiği seçim kazanma başarısının
sonucudur. Hatırlanacağı üzere 17 yıllık iktidar süresince çeşitli parti
kapatma davalarına, 2007 e-muhtırasına,
son olarak 15 Temmuz darbe girişimine maruz kalmış ve seçim dışı bir yolla
iktidardan uzaklaştırıl(a)mamıştır. Çünkü bu daha önce benzer partilere
yapılmış ama seçmen davranışının bu yolla değişmediği görülmüştür. Öte yandan
12 Eylül sonrası geçilen ekonomik konjonktürde iç-dış, büyük-küçük genel olarak
sermaye grupları, sermaye akışının düzenliliği açısından parlamenter
hükümetlerden yanadırlar. Bu gerçeklik içinde ülkede siyasal iktidar güçleriyle
iktidar partisi arasında bir konsensüs oluştuğu ve iktidar partisinin Milli
Görüş geleneğinden tamamen uzaklaşarak egemen güçlerin düzenli seçim kazanan
temsilcisine dönüştüğü söylenebilir.
İktidar
partisi rejimin seçim kazanan ve bunun karşılığında korunup kollanan yüzüdür. Ancak bütün bu ilişkiler uzay boşluğunda
değil, kapitalist üretim ilişkilerinin küresel ölçekte işlediği bir gerçeklik
içinde yaşanıyor. Bu çerçevede kapitalizmi teorik/tarihsel bir soyutlama gibi
değil de basitçe içinde yaşadığımız somut koşullar olarak düşünmeliyiz. Buna
göre küresel sermayeye olan borçların düzenli olarak ödenmesi bütün iktidar
güçlerinin ortak sorumluğundadır. Her gecikme ülke borçlarına yeni faiz yükü
binmesi demek. Her borcu ödeyememe durumu ise ülke sınırlarını aşan sorunlara
yol açıyor. Dolayısıyla bizim gibi ülkelerde borç ödeme/yatırım yapma vb.
ekonomik dengeleri gözeten ve üzerimizde söz sahibi olan güçlerden biri de
finans kapitaldir. Hem farklı sermaye grupları arası pazarlıkları sonuca
bağlamak ve hem de sermaye akışındaki düzensizlikleri gidermek açısından
seçimle değişebilen hükümetler finans kapitalin tercihidir. Soğuk savaş
döneminde darbe yaparak parlamentoyu kapatıp işleri yoluna koyduktan sonra
tekrar seçime gitmek bir çözüm olabiliyordu, küresel kapitalizmin kriz dinamiği
buna elverişli değildir. En yakın örneği Yunanistan’dır. Toplumun güvenini
kaybettikleri için seçilemeyen sağ partilerin yerine küresel sermayenin
yönlendirmesi ve desteğiyle Syriza hükümeti gelerek borçları üstlenmiştir.
Nitekim Millet İttifakı seçim boyunca iç-dış tüm iktidar odaklarına bu yönde
mesajlar vermiş, Kılıçdaroğlu birçok kez ekonomik sorunları milli dava gibi
gördüklerini ve ellerini taşın altına sokmaya hazır olduklarını belirtmiştir.
Özetle parlamento, seçim, sandık yürürlükteki düzenin gereksinimlerine
ayarlıdır; bağımsız bir siyasi irade ortaya koyamadığı sürece ezilenlerin
buralardan “demokrasi” adına yararlanması beklenemez.
Diğer
önemli konu olan Kürt sorununa gelince: İktidarın konuyu bu seçimde “beka
sorunu” olarak işleme nedeni, bilindiği üzere Suriye’de bir Kürt özerk
yönetiminin kurulma olasılığıdır. Daha önce Barzani’nin benzer girişimleri
Bağdat ve emperyalizm tarafından desteklenmediği için kolayca önlenmişti, bu
kez durum farklıdır. Türkiye açısından tarihsel bir sorunla bir dizi güncel
gelişmenin kesişmesi sonucu Kürt sorunu konjonktürü belirleyecek boyuta
erişmiştir. İktidarın Suriye’ye gireceği ifadesinin, ülke yönetiminde söz
sahibi olan herkesçe paylaşılmadığı açıktır. HDP’nin Millet İttifakına sunduğu
destek ve Cumhur İttifakının bunu karşı propaganda için kullanmasının seçmeni etkilemeyişi,
bu seçimin dikkat çeken özelliklerinden biridir. İktidar partisinin seçimde
yaşadığı gerileyişinin bu konudaki politikalarına etkisinin ne olacağı şimdilik
belirsiz görünüyor.
İktidar
partisi rejimin seçim kazanan ve parlamenter hükümet gereksinimini karşılayan
bir parçasıdır. Rejim, Kürt sorununu kendi bildiği gibi çözmekle küresel
sermaye akışını düzenli kılmak arasında ve dar bir alanda yürümek durumundadır.
Millet İttifakı son seçim başarısıyla rejime yeni bir seçenek sunmuştur.
Demokratik bir ortama asıl gereksinim duyan ezilenlerin kendi bağımsız eylemlerini
ortaya koyamadıkları bir dönemde, egemen güç temsilcilerinin aralarındaki
rekabetten hayır çıkmasını beklememek gerekir. Yerel seçimde bu tür bir
beklentinin de ötesine geçerek solu CHP’nin peşine takmaya kalkışanlar tarihsel
bir hata yapmıştır. Buna karşılık kâğıt üstü üyeliklerle partisini seçime
sokmayı bir “başarı” gibi gösterenlere ise söylenecek söz yoktur. Mücadele
içindeki ezilenler birbirlerinin kusurlarını gidermenin yolunu buldukları
ölçüde kardeşleşeceklerdir. Kaderimizi kendimizin belirlemesi, bu yönde atacağımız adımlara bağlıdır. 08.04.2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.