Geniş
yığınları tek bir merkezden yönetiliyormuş gibi harekete geçiren ve “kitle
psikolojisi” denilen şeyin, eğitimli bir gücün yardımı olmaksızın güvenlik duvarını kendiliğinden
aşması beklenmemelidir; bunun olabilmesi için en azından saldırganların bir
kısmının da güvenlikçiler kadar iyi hazırlanması ve karşılarındaki gücün hangi
durumda nasıl hareket edeceğini önceden bilmeleri gerekir. Sıradan kişiler gibi
görünen böyle bir çekirdek grubun yönlendirmesi olmadıkça “kitle psikolojisi”
harekete geçmez. Ne bireylerin ne de kitlelerin içinde bu tür bir harekete
geçirici mikroçip benzeri töz, öz, güç yoktur; insanlar organize hareket etmeyi
ancak öğrenerek gerçekleştirebilirler. Kitle bir kez harekete geçtiğinde ise,
örgütlü ve örgütsüz davranışları birbirinden ayırmak olanaksızlaşır.
Bu
tür bir eğitimin bir bölümünün gizli ve dar bir gruba verildiğini tahmin
edebiliriz. Kalanı gözümüzün önünde saldırı öncesi suçlamalar biçiminde başlar
ve saldırı sonrası kınama, soruşturma, yargı, tartışma yoluyla sürer. Öyle ki,
saldırıya uğrayan bile gelecekteki benzer olaylara zemin oluşturacak
açıklamalar yapar hale gelir. Örneğin
“hiçbir suçumuz yokken” diye başladığı her cümlenin “suçlu olana saldırın”
anlamına geldiğini düşünmeden konuşur. Böylece
fail amacına ulaşmış, saldırısıyla kişiyi değişime uğratıp topluma gerekli
mesajı ulaştırmış olur.
Saldırganın
öfkeli, depresif kişilikli, psikolojik tedavi süreçlerinden geçmiş, büyük
travmalar yaşamış biri olması ya da böyle gösterilmesi; gerçek ve görünür fail
arasındaki bağı kesmenin en emin yoludur. Zaten bu tür saldırıları yapanla soruşturmaya
yön veren aynı güç olduğundan, bir
yandan saldırıyı kınarken diğer yandan “insanları zıvanadan çıkaracak
davranışlarda da bulunmamak gerekir” diyerek verilmek istenen mesajın arkasında
durur.
Bu
kadar büyük bir öfke ya da deliliğin neden ölüme yol açacak bir saldırganlığa
dönüşmediği pek sorulmaz, olay “çok
şükür kimse ölmedi” diye geçiştirilmeye çalışılır. Oysa ölüm olmaması,
saldırıya uğrayanın önemi ve mesajın içeriğiyle de ilgilidir. Ülke tarihinde
benzeri binlerce linç girişiminde sayısız yurttaş öldürülürken, önemli kişilere
ve topluma mesaj verme operasyonlarında pek ölüm görülmez. Her şeyden önce
birini öldürmek, onu kahramanlaştırır ve verilmek istenen mesaj yerine ölenin
mesajını önemli hale getirir. Ayrıca birini öldürmek, olayın daha dikkatli
araştırılmasını gerektirir ve bunun yapılmadığı her seferinde, gerçek faillerin
karanlık yüzleri daha çok ortaya çıkar. Dolayısıyla öldürmek kadar öldürmemek
de bu tür saldırıların önceden hazırlandığına bir kanıt gibi görülmelidir.
***
CHP
ve MHP devlet partileridir. Buna karşılık AKP devlet içine taşınmasına izin
verilmeyen bir seçim partisidir. Yerel seçimden çok önceleri AKP oy
kaybettiğini gördü ve bazı belediye başkanlarını görevden almanın yanı sıra,
“cumhur ittifakı” yapmayabileceğini de belirterek “seçim kazanan” özelliğini
korumak istedi. Hatta Tayyip Erdoğan’ın bu yöndeki mesajlarını CHP hayra
yorarak ittifakın bittiğini ileri sürmüştü. Devlet Bahçeli bir açıklama yaparak
ittifakı tekrar yürürlüğe soktu. Sonuçta yerel seçimden MHP kazançlı çıkarken, AKP
kendinin de öngördüğü gibi oy kaybetti. Erdoğan bir kez daha partisinin
erimesine karşı önlem almak istedi ve “seçim bittiğine göre MHP’den kurtulayım”
fikriyle “Türkiye ittifakı” diye bir kavram ortaya attı. Bunun, HDP’siz bir
“millet ittifakı” ile çalışma isteği anlamına geldiğini görmek zor değildi.
Bahçeli bu açıklamayı bir kez daha şiddetle eleştirdi ve ertesi gün Kemal Kılıçdaroğlu
olayı yaşandı. Bu konjonktürde olayın
çok katmanlı bir anlamı var:
Olay,
devlet içi rekabetin devam ettiğini gösterir. Sonuçta bu olay nedeniyle herkes
tarafından topluma “birlik, beraberlik” mesajları verilmiş, hatta Ekrem
İmamoğlu Kılıçdaroğlu’nun mahsur kaldığı saatlerde Maltepe mitinginde “bir hatam varsa özür dilerim” diye geri adım
dahi atmıştır. Bundan sonra CHP’nin “KHK’lılar neden belediye başkanı olamıyor”
misali konuları fazla kurcalamaması beklenir. Ancak devlet içi rekabetin ucu
açıktır ve ülke üzerinde söz sahibi olan küresel güçlerin de dolaylı
müdahaleleriyle sürecektir.
AKP’ye
“ne Türkiye ittifakı kardeşim” denmiş ve cumhur ittifakından vazgeçerse “kızgın
demirin” soğumayacağı, hatta bir erken seçime bile gidilebileceği
hatırlatılmıştır. AKP için iktidardan düşmek yok olmakla eşdeğerdir. İktidarda
kalmak için yine en baştaki gibi “açılım, demokrasi, kardeşlik projesi” misali
fikirler ortaya atmamalıdır. Eğer ülkeye demokrasi lazımsa, bunu iktidar
sahipleri yapar ve karşılığında hükümetlere çizilen sınırlar içinde davranmak
düşer. Elbette koalisyon ortağına bu mesajı vermenin en düşük maliyetli yolu muhalefet
liderine saldırmaktan geçecektir, yaşananları böyle anlamak gerekir.
Olayın
Ahmet Türk’e atılan yumrukla şekil benzerliği dışında ilgisi yoktur; o yumrukla, batı illerinden HPD’ye yönelecek
olanlara bir mesaj verilmek isteniyordu. Her ne kadar kişiyi küçük düşürücü bir yanı
olsa da, geriye itilmek istenen bir gücün karşısında başarısız olmanın itirafı
gibiydi. Kılıçdaroğlu’nun uğradığı saldırı ise daha çok 1996'da Budapeşte’de
Mesut Yılmaz’a yapılana benziyor. İktidar içi bir yanı var. Zaten saldırıya
uğrayanın verdiği mesajlarla saldırının arkasındakilerin mesajları birbirine
benzer hale geldiği için amaca ulaşılmıştır. Bize düşen, gerçek failleri
görünür kılmaktır. Onun bunun istifasını
istemek ya da soyut “demokrasi, barış, kardeşlik” çağrıları yapmak ve
Kılıçdaroğlu’nun bu olayın üstüne gideceğini ummak, görünenin üstünü örtmekten
öte sonuç doğurmaz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.