Blog Arşivi

27 Mayıs 2019 Pazartesi

ZİZEK’İN “LENİN 2017”Sİ…




Dağınıklığın bir belirtisi de, herkesin dilediği konuda akıl yürütmesine fırsat tanıması ve bu sırada belki toparlanmaya hizmet edebilecek işlerin kargaşada kaybolup gitmesidir. Kapitalizme karşı savaşanların dağınıklığından bahsediyoruz. Ve Zizek de aynı konuya “kafa yorma” iddiasında. Gerçekten kafa mı yoruyor, yoksa kafamızı mı yoruyor? Yazı bir Zizek eleştirisi değil; kitabıyla sınırlı kalarak, Lenin ve Ekim Devrimi üzerine yorumlarının yorumu.


Zizek her konuda yazıyor. Bu filozof, din adamı ya da bir dünya görüşü sahibi herkesin, depoladığı düşüncelerin tepesinden gördüğü her şeyi yorumlaması misali bir davranış. Tabi böyle bir marifet gösterebilmek için toplumsal görev ya da siyasi sorumluluk gibi kolektif kısıtlamalardan uzak olmak da gerekiyor. Zizek bu haliyle, adeta bedenden yoksun bir parti ve sosyalizmin somut koşullardaki sözcüsü rolü oynuyor. Bir şey söylüyor mu, söyler gibi mi yapıyor, yoksa söylemeye mi hazırlanıyor belli değil. Belki politika pratiğiyle reformist oyalanmalar dışında ilişkisi olmayan bir kısım solcu entelektüelin de kendi söyleyebileceklerini alıntı yaparak Zizek’e söyletmesinin nedeni budur. Özenle süsledikleri salonlarının bir köşesine,  uzak diyarlardan getirilmiş ve dış görünüşü güzel ama içindeki hayat çoktan tükenmiş bir deniz kabuğu koyar gibi…

Fikirler taşıyıcılarından ve taşıyıcılar da toplumsal varoluş koşullarından ayrı düşünülemez. Bu kural yazar ve okur için eşit ölçüde geçerlidir. Salt düşünce düzeyinde, okur ve yazar arasında fikirler dışında bir bağlantı yok gibidir. Yazar, bir okur kitlesi varsayarak yazarken; okur da gördüğü cümleler üzerinden yazara yakınlık/uzaklık hisseder. Ancak aralarında somut varoluş koşulları çerçevesinde, nesnel gerçekler üzerinden bir başka ilişki daha vardır ve ne düşünürlerse düşünsünler, bunun bir parçası olarak düşünürler. Böyle bir gerçekliğin tüm parçalarının birbirleriyle olan somut ilişkileri saptanıp açıklanabilir. Okur ve yazarın bazen aynı yönde ama her zaman farklı toplumsal konumlardan ürettiği düşünceler; bu nesnel bütünlüğün soyutlama, önerme, yorum vb. biçimlerde zihinlere yansımasıdır.

Okurlar olarak Zizek’den haberdar oluşumuz ve benzer düşünceler ifade etmemiz aynı konular üzerine çalışmamızın değil, çağın-alabildiğine güçlendirilmiş-tekelci medyasının önce bir yazarı popüler hale getirmesi ve ardından her sözünü tepemizden aşağı sürekli boca etmesinin sonucudur. Fikirler ne kadar çok tekrarlanırsa, o ölçüde yaygınlaşır ve zihinlere yerleşir. Ve bu işleyişin amacına ulaşmasında elbette kulağımızı Zizek gibilerden gelecek seslere uzatmamızın da payı vardır. O bizim gibi düşünmeye çalışan biridir, medya bu girişimde kendi açısından bir yarar görerek yüceltir ve biz de onun gibilerin söyledikleri arasında aklımızdan geçenlere benzer cümleler arayıp bulup tekrar arayarak karşılık veririz.

Zizek küçük bir azınlığın öncülüğünde ulaşılması olanaksız doğru amaçlara yönelmek yerine, büyük çoğunluğun katılacağı doğru hatalar yapılmasından yanadır. Adeta, “komünizm bir idea ise, neden kendimizi telef edelim” der gibidir. Bu yüzden çoğunluğa seslenir ve popüler örnekler çerçevesinde olayları yorumlayarak, felsefe ve psikanaliz gibi az da olsa önbilgi gerektiren konuları kolay okunur hale getirir. Bu sırada Marksistler arasında popüler olan konulara da özel bir yer ayırır. Genel bir Marksizm bilgisine sahip herkes, mutlaka “Marks’ın yarım kalan çalışmaları, Engels’le arasındaki fark, Çin Kültür Devrimi, Stalin’in zalimlikleri, Lenin daha uzun yaşasa ne olurdu, Mao’nun çelişki anlayışı, Che neden Bolivya’ya gitti” misali konular hakkında akıl yürütmüştür. Bu konular dost sohbetlerinde tarafgir ve kesin bir dille değil; daha çok yorum ve kanaat bildirme biçiminde konuşulur. Zizek’in Marksizm atölyesi bu alana kurulmuştur. Önümüze bazı metinler koyar ve genellikle Badiou’yu tanık göstererek iç içe geçmiş yorumlar yapar. Çünkü Badiou da kendisi gibi bir “bedensiz sosyalizm” militanıdır!  Zizek’in 80 sayfalık giriş ve 10 sayfalık sonuç yazısıyla Lenin’in son yıllarına ait bazı metinlerden oluşan “Lenin 2017” kitabı da (Ayrıntı Yayınları, 2017 basım, 253 sayfa), buraya kadar anlattıklarımıza bir örnektir.

Zizek Ekim Devrimini, Freud’un “Hatırlamak, Tekrarlamak ve Aşmak” metninin başlığıyla anıyor. Böylece konu sınıf mücadeleleri tarihinden kalma bir miras olmaktan çıkarak, hastalıklı “biz” öznesinin başından geçen bir travmaya dönüşüyor. Biz = Marksistler + komünistler + Ekim Devrimini hüzünle ananlar… Tabi Zizek’in travmayı “aşma” gibi bir iddiası yok, bu yüzden  Freud’un başlığında küçük bir değişiklik yaparak, “aşmak” yerine  “kafa yormak” diyor (s.9). Ekim Devrimi ve Lenin üzerine kafa yoruyor, daha ne isteyelimJ)

Marks, Lenin ve Mao’nun yazdıkları yorumlanırken çoğu zaman bir gerçek unutuluyor: Bu kişiler komünist bir devrimi savunan politik önderler. Kendilerini ilk ifade edişlerinden başlayarak, kapitalizm yeryüzünden silinene kadar burjuvazinin düşmanı konumundalar. Dolayısıyla fikirleri ve yaşadıkları koşullar üzerine yorum yaparken, bu onlara dolaysız biçimde ulaşabildiğimiz anlamına gelmiyor;  halen yoğun bir kuşatma ve ateş altında oldukları bir konjonktür içinde onları anlamaya çalışıyoruz. Bu tıpkı gözlemcinin deneye dahil olması durumunda gözlenenin bundan etkilenmesi ve deney sonuçlarının değişmesine benziyor. Böyle bir durumda nasıl ki gözlemci nesnel sonuçlara erişmek için kendini deneyden mümkün olduğunca yalıtmaya çalışıyorsa, bizim de belli bir tarihsel dönemde yaşananları şu anda değerlendirirken benzer bir tutum almamız gerekiyor. Toplumsal yaşamın bir laboratuvar olmadığı ve geçmişe ait bir olgunun artık koşulları değiştirilemez bir gözlem konusu oluşturduğu göz önünde tutulursa; tarihsel olguları nesnel biçimde ele almanın yolunun yalnızca öznel çabalarımızla geçmişe daha ayrıntılı bakmaya bağlı olmadığı ama kendi ele alışımızı bugünün diğer ele alışlarından da ayırt edilir kılmak gerektiği anlaşılır.

Lenin 1917’de bir şey yaptı ve dünya burjuvazisi o zamandan beri O’na düşman. Elbette ne Lenin’i her sözü ezberlenen bir ermiş düzeyine çıkararak dokunulmaz kılıp yok etmek, ne de dönemi çoktan kapanmış siyasi bir mevta olarak mumyasının üzerine beton atmak gerekmiyor; O’nu hem kendisine ve hem de kendimize yalan söylemeden sahiplenmemiz/eleştirmemiz/sahiplenmemiz gerekiyor. Eleştirirken düşmanla, sahiplenirken dogmatiklerle sınırları koruyarak.  Elbette Lenin bir örnek, bu tutum tüm tarih için geçerli.

Gerçek kendinden başkasına indirgenemez; geçmişe ait bir gerçeği sahipleneceksek, bunu hatırlama ya da tekrarla değil; ancak bugünün gerçeğinin bir parçası olarak yapabiliriz. Ekim Devrimi tarihteki ilk komünist devrim ve Lenin de bunun önderidir. Komünist bir devrim gereksinimi halen gündemde ve etkileri ne olursa olsun, dünyanın dört bir yanında bunun için çalışanlar var. Bu gereksinim Marks, Lenin ya da Ekim Devriminin hatırlanmasından değil; yaşadığımız toplumun çelişkilerinden doğuyor. Bu sırada yapılan yanlışların nedeni, varolan koşullara karşı koyuştaki eksiklerde aranmalıdır. Ekim Devriminin neden söndüğü sorusunun yanıtı, bugünün devrimciliğinin felsefe, bilim ve politika pratiğinde verilmek zorundadır. Yoksa komünizm kitlelere dayatılan bir ideaya ve devrim kendini yaratan bir gerçeklik olmak yerine başkalarının taklidine dönüşür. Peki, Zizek ne yapıyor?

Zizek komünizmi bir “İde”, Ekim Devrimini ise bunun gerçekleşmesi olarak görüyor. Hegelci anlayış çerçevesinde İde’yi “öz”, gerçekleşmiş olanı ise bunun “görünüşü” olarak ifade ediyor. Ve şöyle diyor: “Gerçekliğin bir İde’yi bütünüyle gerçeğe dönüştürmedeki başarısızlığının, aynı zamanda bu İdenin kendi başarısızlığı (sınırlılığı) olduğunu söyleyen temel Hegelci kavrayış geçerliliğini korumaktadır. Burada basitçe eklenmesi gereken şey, İdeyi gerçekleşmekten alıkoyan boşluğun, İdenin kendi içindeki boşluğa işaret ettiğidir. İşte bundan dolayı, tarihsel gerçekliğe musallat olmayı sürdüren hayali İde, yeni tarihsel gerçekliğin kendi yanlışlığını, kendi Kavramıyla bağlantılı yetersizliğini işaret etmektedir”. (s.55)

Althusser’in Marksizm’den Hegelci anlayışları ayıklamaya çalışmasının zıddı olarak, Zizek belli başlı Marksist kavramları Hegelci bir bozunuma uğratıyor. “Devrim” dendiğinde her ortalama Marksist’in gözünün önüne hareket halindeki kitleler ve olumlu yönde değişen bir toplumsal yaşam gelir;  Zizek’in aklına ise hayali bir komünist toplumun barındırabileceği bütün özellikleri tohum halinde taşıyan bir soyutlama geliyor. Bu düşünüş tarzına dayanak olarak, uygun gördüğü yerde Lenin’i çarpıtıyor. Örneğin Lenin’in sosyalizmi kurmak için kültür gerektiğini söyleyenlere karşı “neden önce bu belli kültür seviyesinin şartlarını devrimci bir yolla karşılayıp ardından işçiler ve köylülere ait devletle Sovyet sisteminin yardımı sayesinde diğer ulusları arkada bırakarak işe başlamayalım” (s. 212) diyor ve benzer ifadeleri birçok kez tekrarlıyor. Ama Zizek buna rağmen Lenin’in üretici güçlerin gelişmesi yerine “insan doğasının değişmesine” önem verdiğini ya da kültürel gelişmeden bahsettiğini söyleyebiliyor. Lenin’in önermesindeki materyalist niteliği söküp, kendince komünizm idesinde olduğunu düşündüğü boşluğu dolduracak sonuçlar çıkartıyor. Fransız, Ekim ve Çin Kültür devrimlerini üstü üste koyarak aralarında karşılaştırma yapıyormuş gibi yorumluyor. Aslında, zihnindeki bir devrim tasarımından ne kadar sapıldığı üzerine akıl yürütüyor.

Zizek solun önünde iki tercih bulunduğunu, birincinin doğru ve devrimci, ikincisinin yanlış ve sosyaldemokrat tercihler olduğunu belirtiyor. Hiçbir kestirme yol olmadığı vurgusuyla şöyle devam ediyor: “Evrensel radikal bir değişime duyulan ihtiyaç, tikel taleplerin aracılığı yoluyla ortaya çıkmalıdır. Bu sebeple daha en baştan doğru tercihte ayak diremek, yanlış tercihi yapmaktan çok daha kötüdür.” (s.77) Zizek devrimin uzak bir hedefe seyahat etmek için kullanılan bir araç olduğunu düşünüyor ve en tehlikesiz olanını arıyor. Gerekçe olarak da amacın hedefe ulaşmak olduğunu ifade ediyor. Oysa amaç devrimin kendisidir ve zafer “başarı” değil, devrimi gerçekleştirenlerin sonunda uçuruma bile yuvarlanacak olsalar, kararlarını kendilerinin verebilmesidir. Devrimi yenilmez kılan da zaten budur. Devrimler ölür, devrimler sürer…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi