Artık hayatta
olmayan ünlü birinin ardından yaptıklarından çok kişisel yaşamı konuşulmaya
başlanmışsa; geride kalanlar ondan
alacaklarını almış ve son bir törenle ebediyen defnetmeye hazırlanıyorlar
demektir. Lasowski’nin, Althusser’i tanımış 20 kişiyle yaptığı söyleşilerden
oluşan ve 2016’da Fransa’da, geçtiğimiz günlerde ise Türkiye’de yayınlanan
“Althusser ve Biz” kitabının da böyle bir yanı var. Althusser’den bahsedip fikirlerini
deşmeden olmaz, burada da örneğini yeterince görüyoruz. Ama bunlar, “işte bir
Althusser kitabı daha” dedirtecek kadar önplanda değil; kitap bittiğinde aklımızda
kalan bu tür teorik ifadelerden çok, Althusser’in nasıl yaşadığı oluyor.
Anlatıcılar samimi ve saygılı bir dille pek çok kişisel ayrıntıdan
bahsediyorlar. “Güzel yemek yapardı, futbolu severdi, insanlarla arası iyiydi, çok
şey öğretti, karısıyla ilişkileri, hastalığı, evi, boyu posu...”
Karısı Helene’i
öldürmesi, olayların iç içe geçtiği bir Yunan tragedyası gibi; hastalığı ise o
zaman anlayamayanların şimdi günah çıkardığı ya da o zaman farkında olanların
çaresizce yardım etmeye çalıştığı derin bir acı olarak tasvir ediliyor. Aralarda,
geçmiş kırgınlıkları affedici ya da bazı fikirlerinin modasının geçtiğini çağrıştırıcı
ifadeler göze çarpıyor. Ve hep görüldüğü
üzere sayısız övgü cümlesi… O kadar yüceltiyor ki, oradan kazara düşse tuz buz
olacak... Ama O zaten bulunduğu yerlerden düşmüş, kendini düşürmüş, düşürülmüş
ve bunları göze alarak oralara tırmanmış değil miydi?
Eserlerinin
sürekli basılması, adına düzenlenen toplantılar… Althusser’in anılarından
oluşan ceset, kitap görünümü altındaki bir törenle, yakınlarının elleri üstünde
bir kez daha panteona doğru taşınıyor. Giriş her zamanki gibi, Marksizmin
kendine “resmî temsilcileri” sıfatını uygun görenlerce tutulmuş. Sayıları
giderek azalsa da, tören alayına hâlâ küçümseyerek bakabilecek kadar çoklar. “İstediğiniz
herhangi bir yere defnedebilirsiniz ama buraya olmaz!” diye kestirip atıyorlar.
Kısa bir kargaşa yaşanıyor ve törene katılanlar arasından buna hak verenler
oluyor. Böylece, bir kez daha her şey yeniden başlıyor.
Althusser’in
ölüsü bile ölümle hayat arası sınır çizicileriyle yüzleşmeyi sürdürüyor. Ve
kötü bir rastlantı mı, yoksa lânetlenmişlik sonucu mu; bir tur daha fâniler
arasında kalmak zorunda bırakılıyor. Artık törene nezaketen katılanlar dahi
Althusser’le kader ortağıdır. Tıpkı gözaltına alınırken “ben tesadüfen
oradaydım” deme hakkımızın da elimizden alınması misali; bir nedenle
Althusser’e değen, bilindik bütün Marksist çevrelerin gözünde “olağan şüpheli”
sayılacaktır. Ve bu tutumun eleştirisi
de kendi içindedir: Fikirler bir kez kitlelere ma’lolduktan sonra; artık ona
karşı sorumlu olmak yalnızca fikrin yandaşlarının değil, karşıtlarının da
boynunun borcudur. Bu gerçek, Althusser için söylenenlerin teorik bir görüş mü
yoksa dedikodu mu olduğunu ayırt etmeyi sağlayan ölçütü oluşturuyor. Kitabı
okurken aklımızda olsun…
Hayatın ölü
yanının bekçileri, Althusser’i ölüler dünyasına kabul etmiyor. Son bir törenle
ondan kurtulmak ve artık yalnızca bu tür törenleri hatırlamak isteyenler, bu
reddedişin nasıl bir hayat belirtisi olduğunun farkında değil ve cesedin
başında öylece bekleşiyorlar. Althusser
yatırıldığı duvarın üstünden müstehzi bir gülümseyişle olanları izliyor ve “size ne oyun
oynadım ama” der gibi bize bakıyor. Perde!
***
Biz Althusser’den 70’lerin ikinci yarısında,
Birikim’in yayınladığı “Lenin ve Felsefe” ile haberdar olduk. Herkesle birlikte
siyasi konjonktürün girdabına kapılmak için sıra beklerken, öylesine bir bakmak
amacıyla elimize aldığımız Althusser’in kim olduğu, fikrinin incelikleri, varsa
başka eserleriyle ilgilenmenin birkaç ışık yılı uzağındaydık. Genellikle somut durumun
şemasını görmek ve alıntı yapmak için kitap okurduk. Ardından “John Lewis’e
Cevap” ve “Devletin İdeolojik Aygıtları” da yayınlandı. Okuyorduk ama tam bir şeyleri
anlamak üzereyken, balık elimizden kayıp gidiyordu. Marksizmin felsefesi neden
yoktu, bilim ve ideoloji ayrımının ne önemi vardı, “Ne Yapmalı” ve “Faşizme Karşı
Birleşik Cephe” gibi şemanın ayan beyan ortada olduğu kitaplar dururken,
telaffuz etmekte bile zorlandığımız “Ampriokritisizm” ya da anlaşılmaz kavramlarla
dolu “Alman İdeolojisi” (Feuerbach) okumak neden gerekliydi?
Tabi o sırada,
Althusser’in çevrilen bu ilk kitabında geçen “Marksizmin felsefesi yoktur”
görüşünü terkettiğini, düşüncelerinin güncel halini içeren “Kapital’i Okumak”
ve “Marks İçin” gibi daha temel kitapları olduğunu da bilmiyorduk. Althusser’i bizden iyi tanıdığını varsayabileceğimiz
yayıncılar böyle uygun görmüş ve “Lenin ve Felsefe”yi basmışlardı. Belki adında
“Lenin” var diye ilgi çekeceğini düşünmüşlerdi. Belki hep yapıldığı gibi
Althusser’i orasını burasını budayarak-kendilerince-kabul edilir hale sokuyor
ve bütün kapsamlı düşünce sahiplerinin değişmez kaderi, bize kendi Althusserlerini
tanıtmayı yeterli buluyorlardı. Birçok
Althusser “uzmanı”, Althusser’in beğenmediği düşüncelerini bir yandan görünmez
kılmaya çalışırken; diğer yandan bunlardan aldığı ilhamla başka bir yerdeki
beğendiği fikirlerini yorumlar. Ve bunun sonucu doğan karışıklığın
sorumluluğunu da Althusser’e yükler. Nasıl olsa adam delidir, orada başka
burada başka söyleyebilir!
Althusser’i
anlayamadığımız bir zamanda okumak, “pratikten kaçış” olarak suçlanmamız için
yeterliydi. Resmî düşünce kendi gereksiz varlığını geçerli kılmak için, bir
fikrin kaçışın nedeni değil, ancak bahanesi olabileceğini anlamıyordu.
Ancak resmî
marksizmlere de haksızlık etmeyerek şunu gözönünde tutalım: Belki karşı çıkma
nedenleri, okuduğumuzu nasıl olsa anlayamayacağımızı bilmeleri ve vakit kaybı
olarak görmeleriydi. Ne de olsa hepimiz konjonktüre teslim olmuş haldeydik ve
okumaktan daha önemli işlerimiz vardı. Althusser’i bize tanıtanlar da belki bu durumumuzu gözönünde tutuyor ve hiç de
öyle görünmeseler bile konjonktüre kendilerince boyun eğmelerinin sonucu, işe
yanlış Althusser’den başlıyorlardı. Sonuç olarak hepimiz aynı trendeydik. Teorik bir akıldan haberdar olmak, çoktandır konjonktürün
bir parçasına dönüşmüş kendiliğindenciliği aşmaya yetmiyordu. Rancier’in 68
olayları sırasında Althusser’i pasif bularak eleştirip terkedişini, bir de bu
açıdan düşünmek gerekir. Kendiliğindencilik içinde olduğunu bilmek ve buna
karşı mücadeleye girişmekle, kendiliğindenciliğin önüne geçilemiyordu. Bunu yapabilmek
için özneyi değil, koşulları değiştirmeye bakılmalıydı.
Althusser,
Leninist bir ilke olan bilmenin yapmaya yetmediğini bilir. “Teorisist sapma” özeleştirisini
boşuna yapmamıştır. Eğer teorik pratik, politika pratiğinin örgütlü bir parçası
değilse; kendini olmayan bir Bolşevik Partisi’nin merkez organı yerine koymanın
konjonktürde karşılığı yoktur. Kendini, yaratacağı olası etkiden sorumlu
tutmayan bir teorik pratik; kendisinden habersiz demektir… Althusser’i, böyle
bir karşılıksızlık sürecinde tanıdık.
***
Uzunca süredir
yazıştığımız bir arkadaş, “Felsefede Marksist Olmak” hakkında “Althusser’in ilk
kez şantiye görünümünde olmayan bir kitabı” yorumunu yapıyor. Buraya yazıyorum:
şüpheliyim. Diğer kitapları “şantiye” gibiyken elimize sayfiye evi rahatlığında
böyle bir kitap geçmesi, Althusser’den çok bir editör başarısı olabilir! Rahat
okunuyor, çünkü kafamızda dönüp duran sorulara yanıt veriyor. Bizi rahat
ettirdiği için rahat. Demek ki rahatlık ya da huzursuzluğun kaynağı Althusser,
editörler ya da kitaplar değil; kendimiziz. Sorularımıza yanıt bulduğumuzda
ferahlıyor, bulamadığımızda işe koşulmuş gibi hissettiğimiz için rahatsız
oluyoruz. Ve Althusser, bir Marksizm müteahhiti değil, Marksizm şantiyesinin
yol göstericisi. Bizi kapıya kadar getirip, “girin içeri” diyor. İhtiyacı olanı
arayıp bulabilen, istediğini yapar. İsteyen kumdan kale, isteyen yeni mevziler
kurar. Evet, Althusser’in kitapları birer şantiye gibidir ve bu durum, Marksistlerin
yaşamının yansımasıdır.
Söyleşilerde, zaten
her biri yetkin entelektüeller olan bu kişiler Althusser üzerine önemli değerlendirmeler
yaparken kendilerini de ifade ediyorlar. Doğal olarak, anlatılanlar kişi ve
olay sınırları içinde kalıyor. Bu bağlamda kitabın adında geçen “biz”, bir
aritmetik toplama benziyor. Biz ise,
zaten kendi özgün çalışmalarından da haberdar olduğumuz bu toplamın
yorumlarını, Althusser’in düşüncelerinin derinliğine nüfuz etmek amacıyla
okuyanlardan oluşmuş bir topluluğuz. Söylenenleri yorumlarken, kitapta yapılanı
devam ettiriyoruz. Bu iş sonsuza dek sürebilecek, ucu açık bir yorumlama
alışkanlığıdır. Oysa bu sırada Althusser’in yaptığının sonuçlanmış ve yoruma
yer bırakmayan örneği de gözümüzün önünde duruyor: Althusser’in büyük bir
cüretkârlık sonucu, henüz 20’li yaşlarının başındaki öğrencileriyle başlattığı
devasa teorik çalışma sonuç veriyor. Kitap ve söyleşiye katılanlar bunun örneği.
Asıl yorumlanması gereken budur.
Şüphesiz,
Althusser’in böyle bir cüretkârlık göstermesinde psikolojisinin de etkisi
olmalı. Ve bu, öğrencilerinin gençliğinden kaynaklı bir cüretkârlıkta
karşılığını buluyor. Benzer bir davranış örneğini bizdeki Marksist çevrelerde
en son ne zaman gördük? Farklı niteliğini bir yana bırakırsak, böyle bir
“dağları devirme” cüretkârlığını en son 71 devrimcileri gösterdiler. Kürt
Özgürlük Hareketi de içinde, şu ana dek yapılan her şey o zaman tahayyül
edilenlerin çerçevesini aşmış değil. Cüretkârlık sahibini bekliyor.
Ancak şunu da
unutmayalım: Althusser’in cüretkârlığının yaşandığı ENS’nin başında, Hegel’i
Fransa’ya taşıyan Hyppolite gibi bir felsefe gurusu oturuyor. Öğrenciler buraya
gelene dek dil, tarih, felsefe, matematik, edebiyat, sanat vb. temel konularda
sağlam eğitim almış oluyorlar. Öğretmenleriyle aralarında temel bilgiler ve
kültür bakımından uçurum yok. Örneğin Althusser Spinoza’yı okumalarını önerse,
neredeyse filozofu mezarından kaldırıp sohbet edebilecek kadar özgüven ve
olanaklara sahipler. Kısaca cüretkârlığın sonuca ulaşması için her şey
var. Althusser bu somut durumdan
hareketle, kimseye herhangi bir teleolojik yüklemede bulunmaksızın, yalnızca kimin ne yapacağını söyleyerek
çalışmayı başlatıyor. Elbette işin kendini yeniden üreterek süreklik
kazanmasını sağlayan Althusser ve katılımcıların gayretleridir. Ancak bunun,
Fransa’nın emperyalist zenginliğinin eğitimi taşıdığı yüksek düzeyde
gerçekleştiğini de unutmayalım. Öte yandan
olay, o sırada istikrarlı biçimde sağcılaşan FKP bünyesinde ve akademik ortamda
geçiyor. Çalışmalar teorik konjonktürden çıkıp, politik konjonktüre yönelmiş
değil…
Söyleşilerde
dikkat çeken, çok kişinin “epistemolojik
kopuş”a, Althusser’in en önemli icadı olarak vurgu yapması. Evet, Marks böyle
bir kopuş yaşıyor ama bu ideolojiyi terkettiği ya da bir ideolojisi olmadığı
anlamına mı geliyor? Althusser buna ilişkin herhangi bir şey söylemiyor.
Öyleyse birçok Althusser okuyucusu, neden böyle bir şey varmış gibi akıl
yürütüyor? Nedeni,
çalışmanın başlangıcındaki gibi hâlâ teorik konjonktürün etkisi altında ve
akademik çerçevede düşünmeleri olabilir mi?
Marks
epistemolojik kopuşunu, ideolojik bir süreklilik içinde yaşıyor. Başından
itibaren Marks’ı Marks yapan ve süreç içinde kopuş noktasına yönelip devamını
sağlayan, felsefede materyalist konumda kalması + toplumsal olayları proletarya
devrimciliği açısından ele alması + komünizmi bugünkü pratik olarak görmesi
toplamından oluşan ideolojisidir. Althusser epistemolojik kopuşa vurgu
yaparken, bu sürekliliği de örtük olarak ifade etmiş oluyor. Marks’ın ideolojik
sürekliliği, Althusser’e gelene kadar Marks’ı ve Marksizm’i eşitlemekte
kullanılıyordu, Althusser Marksizm’i Marks’a uygulama girişimini başlatarak
buna son veriyor. Bilim ve ideoloji ayrımı üzerine yoğunlaşırken, Marks’ın
bilimi ve ideolojisi arasındaki ilişki ve kesintileri de açıklığa kavuşturuyor.
Althusser’in Marksizm’e katkısıyla, Althusser’in kişisel çabalarını birbirine
karıştırmayalım.
Althusser
başlangıçta “Marksizmin felsefesi yok” derken, sonra Marks’ın felsefesinin
bilimsel çalışmaları içine gömülü olduğunu ileri sürerken ve nihayet
“karşılaşma materyalizmi” üstüne düşünceler geliştirirken, aslında bir
süreklilik örneği ortaya koyuyor. Bunu,
Althusser’i Marks’a bağlayan ideolojik halka gibi de kabul edebiliriz. Bize,
bilim ya da politika niyetine kullanamayacağımız bir ideoloji alanı açıyor.
“Althusser ve
Biz”, birinci el gözlem ve yaşanmışlıklara dayanarak, Althusser hakkında daha
gerçekçi ve derinlemesine yorumlar yapabilirmişiz gibi düşünmemize yol açıyor.
Buradan hareketle, okurun dikkatinin kimin hangi konuda ne dediğine
yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Ancak bunların yorumlanması, önemli olanın gözden kaçmasına neden olabilir. Üzerinde durulması gereken asıl konu şu: Althusser’i neden daha iyi anlamaya
çalışıyoruz? Anlaşılması zor olduğundan mı? Çok şeyler anlattığı için mi? Öte
yandan anlaması bu kadar zor ve üstelik bir devrim bile yapmamışken, dünyanın
dört bir yanında nasıl oluyor da bu kadar çok tanınıyor? Belki Batı
Marksizminin günahlarının bedelini gönüllü olarak ödemeye soyunmuş olması
yüzündendir. Zaten O’nu hâlâ taşlayanların ön saflarında, bu Marksizm türünün
prangalarını sürüklemeye devam edenler yer almıyor mu? Yeni bir devrimci kuşağı çıkıp Althusser'i gerili olduğu kendisinden önceki Marksizmin çarmıhından indirene kadar, bu böyle devam edecektir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.