Blog Arşivi

8 Haziran 2019 Cumartesi

“ALTHUSSER VE BİZ” ve BİZ




Artık hayatta olmayan ünlü birinin ardından yaptıklarından çok kişisel yaşamı konuşulmaya başlanmışsa;  geride kalanlar ondan alacaklarını almış ve son bir törenle ebediyen defnetmeye hazırlanıyorlar demektir. Lasowski’nin, Althusser’i tanımış 20 kişiyle yaptığı söyleşilerden oluşan ve 2016’da Fransa’da, geçtiğimiz günlerde ise Türkiye’de yayınlanan “Althusser ve Biz” kitabının da böyle bir yanı var. Althusser’den bahsedip fikirlerini deşmeden olmaz, burada da örneğini yeterince görüyoruz. Ama bunlar, “işte bir Althusser kitabı daha” dedirtecek kadar önplanda değil; kitap bittiğinde aklımızda kalan bu tür teorik ifadelerden çok, Althusser’in nasıl yaşadığı oluyor. Anlatıcılar samimi ve saygılı bir dille pek çok kişisel ayrıntıdan bahsediyorlar. “Güzel yemek yapardı, futbolu severdi, insanlarla arası iyiydi, çok şey öğretti, karısıyla ilişkileri, hastalığı, evi, boyu posu...”


Karısı Helene’i öldürmesi, olayların iç içe geçtiği bir Yunan tragedyası gibi; hastalığı ise o zaman anlayamayanların şimdi günah çıkardığı ya da o zaman farkında olanların çaresizce yardım etmeye çalıştığı derin bir acı olarak tasvir ediliyor.   Aralarda, geçmiş kırgınlıkları affedici ya da bazı fikirlerinin modasının geçtiğini çağrıştırıcı ifadeler göze çarpıyor.  Ve hep görüldüğü üzere sayısız övgü cümlesi… O kadar yüceltiyor ki, oradan kazara düşse tuz buz olacak... Ama O zaten bulunduğu yerlerden düşmüş, kendini düşürmüş, düşürülmüş ve bunları göze alarak oralara tırmanmış değil miydi?

Eserlerinin sürekli basılması, adına düzenlenen toplantılar… Althusser’in anılarından oluşan ceset, kitap görünümü altındaki bir törenle, yakınlarının elleri üstünde bir kez daha panteona doğru taşınıyor. Giriş her zamanki gibi, Marksizmin kendine “resmî temsilcileri” sıfatını uygun görenlerce tutulmuş. Sayıları giderek azalsa da, tören alayına hâlâ küçümseyerek bakabilecek kadar çoklar. “İstediğiniz herhangi bir yere defnedebilirsiniz ama buraya olmaz!” diye kestirip atıyorlar. Kısa bir kargaşa yaşanıyor ve törene katılanlar arasından buna hak verenler oluyor. Böylece, bir kez daha her şey yeniden başlıyor.

Althusser’in ölüsü bile ölümle hayat arası sınır çizicileriyle yüzleşmeyi sürdürüyor. Ve kötü bir rastlantı mı, yoksa lânetlenmişlik sonucu mu; bir tur daha fâniler arasında kalmak zorunda bırakılıyor. Artık törene nezaketen katılanlar dahi Althusser’le kader ortağıdır. Tıpkı gözaltına alınırken “ben tesadüfen oradaydım” deme hakkımızın da elimizden alınması misali; bir nedenle Althusser’e değen, bilindik bütün Marksist çevrelerin gözünde “olağan şüpheli” sayılacaktır.  Ve bu tutumun eleştirisi de kendi içindedir: Fikirler bir kez kitlelere ma’lolduktan sonra; artık ona karşı sorumlu olmak yalnızca fikrin yandaşlarının değil, karşıtlarının da boynunun borcudur. Bu gerçek, Althusser için söylenenlerin teorik bir görüş mü yoksa dedikodu mu olduğunu ayırt etmeyi sağlayan ölçütü oluşturuyor. Kitabı okurken aklımızda olsun…

Hayatın ölü yanının bekçileri, Althusser’i ölüler dünyasına kabul etmiyor. Son bir törenle ondan kurtulmak ve artık yalnızca bu tür törenleri hatırlamak isteyenler, bu reddedişin nasıl bir hayat belirtisi olduğunun farkında değil ve cesedin başında öylece bekleşiyorlar.  Althusser yatırıldığı duvarın üstünden müstehzi bir gülümseyişle olanları izliyor ve   “size ne oyun oynadım ama” der gibi bize bakıyor. Perde!

***

Biz Althusser’den 70’lerin ikinci yarısında, Birikim’in yayınladığı “Lenin ve Felsefe” ile haberdar olduk. Herkesle birlikte siyasi konjonktürün girdabına kapılmak için sıra beklerken, öylesine bir bakmak amacıyla elimize aldığımız Althusser’in kim olduğu, fikrinin incelikleri, varsa başka eserleriyle ilgilenmenin birkaç ışık yılı uzağındaydık. Genellikle somut durumun şemasını görmek ve alıntı yapmak için kitap okurduk. Ardından “John Lewis’e Cevap” ve “Devletin İdeolojik Aygıtları” da yayınlandı. Okuyorduk ama tam bir şeyleri anlamak üzereyken, balık elimizden kayıp gidiyordu. Marksizmin felsefesi neden yoktu, bilim ve ideoloji ayrımının ne önemi vardı, “Ne Yapmalı” ve “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” gibi şemanın ayan beyan ortada olduğu kitaplar dururken, telaffuz etmekte bile zorlandığımız “Ampriokritisizm” ya da anlaşılmaz kavramlarla dolu “Alman İdeolojisi” (Feuerbach) okumak neden gerekliydi?

Tabi o sırada, Althusser’in çevrilen bu ilk kitabında geçen “Marksizmin felsefesi yoktur” görüşünü terkettiğini, düşüncelerinin güncel halini içeren “Kapital’i Okumak” ve “Marks İçin” gibi daha temel kitapları olduğunu da bilmiyorduk. Althusser’i bizden iyi tanıdığını varsayabileceğimiz yayıncılar böyle uygun görmüş ve “Lenin ve Felsefe”yi basmışlardı. Belki adında “Lenin” var diye ilgi çekeceğini düşünmüşlerdi. Belki hep yapıldığı gibi Althusser’i orasını burasını budayarak-kendilerince-kabul edilir hale sokuyor ve bütün kapsamlı düşünce sahiplerinin değişmez kaderi, bize kendi Althusserlerini tanıtmayı yeterli buluyorlardı.  Birçok Althusser “uzmanı”, Althusser’in beğenmediği düşüncelerini bir yandan görünmez kılmaya çalışırken; diğer yandan bunlardan aldığı ilhamla başka bir yerdeki beğendiği fikirlerini yorumlar. Ve bunun sonucu doğan karışıklığın sorumluluğunu da Althusser’e yükler. Nasıl olsa adam delidir, orada başka burada başka söyleyebilir!

Althusser’i anlayamadığımız bir zamanda okumak, “pratikten kaçış” olarak suçlanmamız için yeterliydi. Resmî düşünce kendi gereksiz varlığını geçerli kılmak için, bir fikrin kaçışın nedeni değil, ancak bahanesi olabileceğini anlamıyordu.

Ancak resmî marksizmlere de haksızlık etmeyerek şunu gözönünde tutalım: Belki karşı çıkma nedenleri, okuduğumuzu nasıl olsa anlayamayacağımızı bilmeleri ve vakit kaybı olarak görmeleriydi. Ne de olsa hepimiz konjonktüre teslim olmuş haldeydik ve okumaktan daha önemli işlerimiz vardı. Althusser’i bize tanıtanlar da belki bu durumumuzu gözönünde tutuyor ve hiç de öyle görünmeseler bile konjonktüre kendilerince boyun eğmelerinin sonucu, işe yanlış Althusser’den başlıyorlardı. Sonuç olarak hepimiz aynı trendeydik.  Teorik bir akıldan haberdar olmak, çoktandır konjonktürün bir parçasına dönüşmüş kendiliğindenciliği aşmaya yetmiyordu. Rancier’in 68 olayları sırasında Althusser’i pasif bularak eleştirip terkedişini, bir de bu açıdan düşünmek gerekir. Kendiliğindencilik içinde olduğunu bilmek ve buna karşı mücadeleye girişmekle, kendiliğindenciliğin önüne geçilemiyordu. Bunu yapabilmek için özneyi değil, koşulları değiştirmeye bakılmalıydı.

Althusser, Leninist bir ilke olan bilmenin yapmaya yetmediğini bilir. “Teorisist sapma” özeleştirisini boşuna yapmamıştır. Eğer teorik pratik,  politika pratiğinin örgütlü bir parçası değilse; kendini olmayan bir Bolşevik Partisi’nin merkez organı yerine koymanın konjonktürde karşılığı yoktur. Kendini, yaratacağı olası etkiden sorumlu tutmayan bir teorik pratik; kendisinden habersiz demektir… Althusser’i, böyle bir karşılıksızlık sürecinde tanıdık.

***

Uzunca süredir yazıştığımız bir arkadaş, “Felsefede Marksist Olmak” hakkında “Althusser’in ilk kez şantiye görünümünde olmayan bir kitabı” yorumunu yapıyor. Buraya yazıyorum: şüpheliyim. Diğer kitapları “şantiye” gibiyken elimize sayfiye evi rahatlığında böyle bir kitap geçmesi, Althusser’den çok bir editör başarısı olabilir! Rahat okunuyor, çünkü kafamızda dönüp duran sorulara yanıt veriyor. Bizi rahat ettirdiği için rahat. Demek ki rahatlık ya da huzursuzluğun kaynağı Althusser, editörler ya da kitaplar değil; kendimiziz. Sorularımıza yanıt bulduğumuzda ferahlıyor, bulamadığımızda işe koşulmuş gibi hissettiğimiz için rahatsız oluyoruz. Ve Althusser, bir Marksizm müteahhiti değil, Marksizm şantiyesinin yol göstericisi. Bizi kapıya kadar getirip, “girin içeri” diyor. İhtiyacı olanı arayıp bulabilen, istediğini yapar. İsteyen kumdan kale, isteyen yeni mevziler kurar. Evet, Althusser’in kitapları birer şantiye gibidir ve bu durum, Marksistlerin yaşamının yansımasıdır.

Söyleşilerde, zaten her biri yetkin entelektüeller olan bu kişiler Althusser üzerine önemli değerlendirmeler yaparken kendilerini de ifade ediyorlar. Doğal olarak, anlatılanlar kişi ve olay sınırları içinde kalıyor. Bu bağlamda kitabın adında geçen “biz”, bir aritmetik toplama benziyor. Biz ise, zaten kendi özgün çalışmalarından da haberdar olduğumuz bu toplamın yorumlarını, Althusser’in düşüncelerinin derinliğine nüfuz etmek amacıyla okuyanlardan oluşmuş bir topluluğuz. Söylenenleri yorumlarken, kitapta yapılanı devam ettiriyoruz. Bu iş sonsuza dek sürebilecek, ucu açık bir yorumlama alışkanlığıdır. Oysa bu sırada Althusser’in yaptığının sonuçlanmış ve yoruma yer bırakmayan örneği de gözümüzün önünde duruyor: Althusser’in büyük bir cüretkârlık sonucu, henüz 20’li yaşlarının başındaki öğrencileriyle başlattığı devasa teorik çalışma sonuç veriyor. Kitap ve söyleşiye katılanlar bunun örneği. Asıl yorumlanması gereken budur.

Şüphesiz, Althusser’in böyle bir cüretkârlık göstermesinde psikolojisinin de etkisi olmalı. Ve bu, öğrencilerinin gençliğinden kaynaklı bir cüretkârlıkta karşılığını buluyor. Benzer bir davranış örneğini bizdeki Marksist çevrelerde en son ne zaman gördük? Farklı niteliğini bir yana bırakırsak, böyle bir “dağları devirme” cüretkârlığını en son 71 devrimcileri gösterdiler. Kürt Özgürlük Hareketi de içinde, şu ana dek yapılan her şey o zaman tahayyül edilenlerin çerçevesini aşmış değil. Cüretkârlık sahibini bekliyor.

Ancak şunu da unutmayalım: Althusser’in cüretkârlığının yaşandığı ENS’nin başında, Hegel’i Fransa’ya taşıyan Hyppolite gibi bir felsefe gurusu oturuyor. Öğrenciler buraya gelene dek dil, tarih, felsefe, matematik, edebiyat, sanat vb. temel konularda sağlam eğitim almış oluyorlar. Öğretmenleriyle aralarında temel bilgiler ve kültür bakımından uçurum yok. Örneğin Althusser Spinoza’yı okumalarını önerse, neredeyse filozofu mezarından kaldırıp sohbet edebilecek kadar özgüven ve olanaklara sahipler. Kısaca cüretkârlığın sonuca ulaşması için her şey var.  Althusser bu somut durumdan hareketle, kimseye herhangi bir teleolojik yüklemede bulunmaksızın,  yalnızca kimin ne yapacağını söyleyerek çalışmayı başlatıyor. Elbette işin kendini yeniden üreterek süreklik kazanmasını sağlayan Althusser ve katılımcıların gayretleridir. Ancak bunun, Fransa’nın emperyalist zenginliğinin eğitimi taşıdığı yüksek düzeyde gerçekleştiğini de unutmayalım.  Öte yandan olay, o sırada istikrarlı biçimde sağcılaşan FKP bünyesinde ve akademik ortamda geçiyor. Çalışmalar teorik konjonktürden çıkıp, politik konjonktüre yönelmiş değil…

Söyleşilerde dikkat çeken,  çok kişinin “epistemolojik kopuş”a, Althusser’in en önemli icadı olarak vurgu yapması. Evet, Marks böyle bir kopuş yaşıyor ama bu ideolojiyi terkettiği ya da bir ideolojisi olmadığı anlamına mı geliyor? Althusser buna ilişkin herhangi bir şey söylemiyor. Öyleyse birçok Althusser okuyucusu, neden böyle bir şey varmış gibi akıl yürütüyor? Nedeni, çalışmanın başlangıcındaki gibi hâlâ teorik konjonktürün etkisi altında ve akademik çerçevede düşünmeleri olabilir mi?

Marks epistemolojik kopuşunu, ideolojik bir süreklilik içinde yaşıyor. Başından itibaren Marks’ı Marks yapan ve süreç içinde kopuş noktasına yönelip devamını sağlayan, felsefede materyalist konumda kalması + toplumsal olayları proletarya devrimciliği açısından ele alması + komünizmi bugünkü pratik olarak görmesi toplamından oluşan ideolojisidir. Althusser epistemolojik kopuşa vurgu yaparken, bu sürekliliği de örtük olarak ifade etmiş oluyor. Marks’ın ideolojik sürekliliği, Althusser’e gelene kadar Marks’ı ve Marksizm’i eşitlemekte kullanılıyordu, Althusser Marksizm’i Marks’a uygulama girişimini başlatarak buna son veriyor. Bilim ve ideoloji ayrımı üzerine yoğunlaşırken, Marks’ın bilimi ve ideolojisi arasındaki ilişki ve kesintileri de açıklığa kavuşturuyor. Althusser’in Marksizm’e katkısıyla, Althusser’in kişisel çabalarını birbirine karıştırmayalım.

Althusser başlangıçta “Marksizmin felsefesi yok” derken, sonra Marks’ın felsefesinin bilimsel çalışmaları içine gömülü olduğunu ileri sürerken ve nihayet “karşılaşma materyalizmi” üstüne düşünceler geliştirirken, aslında bir süreklilik örneği ortaya koyuyor.  Bunu, Althusser’i Marks’a bağlayan ideolojik halka gibi de kabul edebiliriz. Bize, bilim ya da politika niyetine kullanamayacağımız bir ideoloji alanı açıyor.

“Althusser ve Biz”, birinci el gözlem ve yaşanmışlıklara dayanarak, Althusser hakkında daha gerçekçi ve derinlemesine yorumlar yapabilirmişiz gibi düşünmemize yol açıyor. Buradan hareketle, okurun dikkatinin kimin hangi konuda ne dediğine yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Ancak bunların yorumlanması, önemli olanın gözden kaçmasına neden olabilir. Üzerinde durulması gereken asıl konu şu:  Althusser’i neden daha iyi anlamaya çalışıyoruz? Anlaşılması zor olduğundan mı? Çok şeyler anlattığı için mi? Öte yandan anlaması bu kadar zor ve üstelik bir devrim bile yapmamışken, dünyanın dört bir yanında nasıl oluyor da bu kadar çok tanınıyor? Belki Batı Marksizminin günahlarının bedelini gönüllü olarak ödemeye soyunmuş olması yüzündendir. Zaten O’nu hâlâ taşlayanların ön saflarında, bu Marksizm türünün prangalarını sürüklemeye devam edenler yer almıyor mu? Yeni bir devrimci kuşağı çıkıp Althusser'i gerili olduğu kendisinden önceki Marksizmin çarmıhından indirene kadar, bu böyle devam edecektir...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi