İstanbul’da seçimin yenilenmesi kararı, her “seçim” lafı geçtiğinde olduğu gibi solun ezberini yine bozdu. 31 Mart’ta aday çıkaranlar, 23 Haziran’da İmamoğlu lehine çekilme kararı aldılar. Bazıları boykotu savunmaya başladı. Geçen sefer CHP’nin peşine utangaç biçimde takılanlar da artık “hukukun kalmadığı ve faşizmin elinin kulağında olduğu” gibi nedenlerle ar perdesini yırtıp, desteklerinin dozunu arttırdılar. Kısa sürede ne oldu da sol çevreler köklü tavır değişikliğine gittiler? Ve bu değişimin toplumda bir karşılığı var mı?
Seçim,
egemen sınıfın kurallarını koyduğu bir oyun alanı. Kimse “hukuk tümüyle rafa
kalktı” misali hayret çığlıkları atmasın, hukuk ne zaman güçlünün gücünü kullanmasının
kılıfı olmadı ki? Bu temelde işleyen düzen, tehdit oluşturmadığı sürece herkesin
seçime katılmasını ister ve destekler. Amacı, iktidara gelecek olanın
uygulayacağı siyasetler için, seçim süreçlerinde ezilenlerin onay vermesini
sağlamaktır. İktidara oy vermesi gerekmez, seçime katılan bu onayı vermiş
demektir. Sol bütün bunları bildiği halde, gücü ve arzusu ancak resmigeçit töreni misali
işler yapmaya uygun düştüğünden, seçim
oyunu oynamayı seviyor. Elbette seçimler
bazen önem kazanır. Ama sol bunun için değil,
seçime katılma gösterileri dışında bir siyasi varlık ortaya koyamadığı
için seçime katılıyor. Yıllardır sırtı terlemeden ve burnu kanamadan siyaset yapanlar,
seçimi siyasetin en önemli anı gibi göstererek hem kendilerini, hem de toplumu
kandırıyorlar.
Seçim;
siyasetin başlatıcısı, önemli bir aşaması ya da hedefi değildir; bir
parçasıdır. Sonuçlarına bağlı olarak siyasette bazı değişikliklere gidilebilir.
Ama siyasette seçimden daha önemli şeyler vardır. Siyaset, farklı kesimlerin
üretimden ve iktidar gücünden daha çok yararlanmak amacıyla 7/24 sürdürdüğü bir
mücadeledir. Gücünü bu süreçte ortaya koyabilen, seçimden de kazançlı çıkar. Seçimden
seçime ortaya çıkarak güç oluşturulamaz. Ezilenler ve onları temsil
iddiasındaki sol, ezenlerden bağımsız
olarak ayakta durmasına yetecek bir güce sahip değilse; seçimi kazansa bile egemenlere
meze olmaktan öte geçemez. Örneği Yunanistan’dır: popülist söylemlerle iktidara gelen solcu Syriza,
sağcı partilerin yapamadığını yapmış ve Yunan halkını, kapitalistlerin
borçlarını üstlenmeye ikna etmiştir. Kapitalizmin egemenliği altında her şey
ancak bu kadar “güzel” olabilir…
Belediyeler,
yönetimlerindeki siyasi partilerin finansman kaynağıdır. Bu durum, partilerin
niyetlerinin ötesinde ve yıllardır kâr amacı gütmemesi gereken kamu
hizmetlerinin özelleştirilmesinin sonucudur. Her belediye, kendisinin de
yapabileceği işleri ihaleye çıkararak büyük kamu kaynaklarını düzenli biçimde
piyasaya dağıtır. Buralardan nemalananlar, yönetimdeki partiye karşılığını
verirler. Şirketler yasal çerçevede ihaleye girer, ihale koşulları zaten zarar
etmelerine elvermez ve kazananlar yine yasal çerçevede partilere ya da adaylara
bağışta bulunarak çarkın dönmesini sağlarlar. Bu yüzden seçimde “hırsızlar
gidecek, dürüstler gelecek” misali söylemlerin anlamı yoktur. Eğer İstanbul el
değiştirirse, olağan koşullarda eski yönetimin birkaç önemsiz olayı dışında
herhangi bir yolsuzluğunun ortaya çıkartılması beklenmemelidir. Minareyi
çalanın kılıfı hazırdır.
İstanbul’da
seçim, iktidar partisinin parasal olanakları elinden gidiyor diye yenilenmiyor.
Çünkü iktidar açısından herhangi bir belediyeyi seçimsiz ele geçirmek zor bir iş
değildir. Zaten belediyeler içişleri bakanlığının avucunun içinde, meclis çoğunluğu iktidar partisinin elinde ve
bir bahaneyle kayyum atamak her zaman mümkündür. İktidar partisinin İstanbul’da
aradığı, toplumun gözünde yitirmekte olduğu meşruiyetini geri kazanmaktır.
Meşru olmayan yolları zorlayarak bile olsa sandıktan üstün çıkarsa, amacına ulaşacaktır. 31 Mart’ta görüldüğü üzere, iktidar partisi
artık seçimi eskisi gibi etkileyemiyor. Yıllardır oylarına sahip çıkmayan
muhalefet partileri, seçmen baskısı sonucu nihayet uyandılar. Bu, iktidarın
kaybetme olasılığı bulunduğu anlamına gelir. İktidar İstanbul’u kaybederse ne
olur?
Siyasetin
dayanağı gerçeklerdir, varsayımlara bel bağlayarak siyaset yapılamaz. Eğer
yapılmak isteniyorsa, nedeni cehalet, çaresizlik ya da kaybederken bile
kazançlı çıkacak kadar güçlü olmaktır. İktidar İstanbul’u kaybederse, durumu bunlardan hangisine benziyor
olabilir? İktidar partisi yerel seçimlerde oy kaybına uğrayabileceğini öngörmüş
ve bu doğrultuda bir dizi önlem almaya çalışmış ama bazı değişiklikleri
gerçekleştirememiştir. İstanbul’u kaybederse,
yapamadıklarını yapmasının önü açılabilir. Hatırlayalım:
İstanbul
ve Ankara belediye başkanları seçimden bir yıl önce istifa ettirildiler.
İktidar partisinin oy kaybetmekte olduğu gözönünde tutularak, 3 Kasım 2019’da yapılacak cumhurbaşkanlığı ve
milletvekili seçimleri, 24 Haziran 2018’e alındı. 31 Mart 2019’daki yerel
seçimlerin tarihi değiştirilmedi. Böylece yerel seçimde düşebilecek oyların,
genel seçime yansımasının da önüne geçilmiş oluyordu. Ayrıca yerel yönetimler
kaybedilse bile, merkezi yönetim elde
tutuluyordu. Bunlar, yerel seçimin olumsuz sonuçlarını durdurmak için alınan
önlemlerdi. Alınmak istendiği halde alınamayanlar da vardı.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan 2018 Ekiminde yerel seçimlere Cumhur İttifakıyla girilmeyebileceğini
açıkladı. Çünkü genel seçimde geçerli olan bu ittifakın, yerel seçimde Kürt
seçmenler MHP’ye oy vermeyeceği için büyük kentlerde iktidara kaybettireceği
belliydi. Ancak bundan kısa süre sonra Bahçeli “beka sorunu” söylemini ortaya
atarak, yerel seçimde de Cumhur İttifakının sürmesi gerektiğini vurguladı. Bir
hafta kadar sonra Erdoğan ittifakın süreceğini açıkladı. Sonuçlar, 31 Mart’tan MHP’nin kârlı çıktığını
ve iktidar oylarının yüzde 40’ın altına indiğini gösteriyordu. Böylece iktidar koalisyonu
kendine zarar veren bir sürece girmiş oluyordu. Bu iktidar açısından sonun başlangıcı mı?
Ekonomik sorunlarla birleştiğinde ülke çöker mi? Bir politika değişikliğine
gidilmesi gerektiğini mi gösteriyor? Yoksa böyle bir değişim çoktan başladı mı?
İktidarın
sahipleriyle onlar adına hükümet edenleri birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Yine, belli bir güç dengesine ulaşılmasının sonucu uygulanabilen rejimi ve
devleti de birbirine karıştırmayalım. İktidar partisiyle MHP aynı koalisyon
içinde yer alsalar bile, her birinin rejim
ve devletle olan bağları ve bu çerçevede üstlendikleri işbölümü farklıdır.
15
Temmuz sonrası siyasal iktidar içi bir hesaplaşmaya gidilerek ve bir kesim
tasfiye edilerek, yeni rejim kuruldu. Referandum, seçimler, 7 Haziran hükümet
kurma girişimleri gibi kritik aşamalarda ve iktidar partisinin oyalanır
göründüğü her durumda, MHP devreye
girerek sürecin belli bir hız ve doğrultuda ilerlemesine öncülük etti. MHP,
devlet içi güçlerin bir kesiminin siyasi temsilcisidir. (Benzer bir durum,
farklı kesimleri temsilen Millet İttifakı için de geçerlidir.) Buna karşılık,
seçim kazanmak dışında bir yeteneği bulunmayan iktidar partisinin böyle bir
nitelik taşımadığı bilinen bir durumdur. Devlet, toplumun egemen güçlerinin
asli örgütüdür. Şu an devleti yönetenler, yeni rejimin kurucu güçleridir.
İktidar partisi yalnızca hükümet sorumluluğu üstlenmektedir ve devletle
ilişkilerinin zayıflığı nedeniyle MHP’yi koalisyon ortağı olarak taşımak
zorundadır. Öte yandan bir darbeye karşı seçimli bir yönetim düzeninden yana tavır
alan yeni rejim, planladığı siyasetleri uygulayabilecek ve bu sırada düzenli
seçim kazanabilecek tek güç olarak iktidar partisini görmektedir. Şu an iç ve
dış politika konularında izlenen yollar iktidar partisinin kendi seçimi
değildir, rejimin önerileridir. MHP rejim adına, iktidar partisinin bu
politikaları uygulamasını gözetmekten sorumludur. Bu sırada ekonomik dengelerin
gözetilmesi ve bununla ilintili olarak yönetimin “seçimle gelir seçimle gider”
görüntüsünün korunması gerekmektedir. Bütün yöneten güçler, ekonomik ve siyasi
baskılar altında sıkışmış haldedir. Bunda her ne kadar kendi beceriksizliklerinin
payı olsa da, daha çok konjonktür gereğidir. Suriye’de Esat’ın düşürülemeyişi, Müslüman
Kardeşlerin değişik Arap ülkelerindeki başarısızlıkları, Doğu Akdeniz, Kürt
Sorunu, Libya fiyaskosu gibi konularda uzun yıllardır korunup sürdürülen devlet
politikaları, yönetenlerin kendilerini sıkışıklık içinde bulmasına yolaçmıştır.
Rusya ile yakınlaşma, İran’la ilişkileri her koşulda açık tutma, Suudi Arabistan-Katar
rekabetinde ikinciden yana olma gibi gelişmeler, siyasi iktidarın ya da hükümetin hırsı ve
beceriksizliği gibi öznel nedenlerle ilgili değildir; küresel düzenin işleyişi
çerçevesinde ele alınmalıdır. Küresel sermayenin Türkiye coğrafyasında yeniden
üretimi, Türk egemenlerinin güvencesi
altında olsa da denetimi dışındadır. Borç-faiz sarmalına dayalı sermaye akışı,
siyasal iktidarı sürekli bölgesel düzeyde siyaset yapmaya zorluyor. Egemen
siyaset kurumlarının bunu kendilerini tahkim edecek biçimde sürdürmeye
çalışmaları, doğaları gereğidir. Bu
konjonktürde hem ülke içi güç odakları arası uyumsuzluk ve çelişkiler, hem de
küresel güç odaklarıyla çelişkiler yaşanması kaçınılmaz görünüyor. Uzun vadede
siyasetin küresel sermaye akışıyla uyumlu hale gelmesi beklenir. Ama somut
durumda belirleyici olan her zaman siyasi çelişkilerdir.
Türkiye’de
seçimlerin yapılması, egemen sınıfın topluma bu yolla hükmedebildiğini gösterir.
Koltukta oturmak isteyen, seçim kazanmak zorundadır. Kaybeden gidecektir. Tersi
oluyorsa, egemen sınıf içi kırılmalara yol açabilecek gerilimler var demektir.
Bu yüzden seçim üzerine akıl yürütürken yönetenlerin söylemlerinden çok, siyasete
etki eden çelişkilere bakmak gerekir. İktidar partisinin yerel seçimde hızla oy
kaybetmesi, rejimin dayattığı politikaların toplumdan kabul görmediğinin
ifadesidir ve kimi uluslararası sorunlardan da anlaşılacağı üzere, bu konularda
nasıl bir değişime gidileceği belli değildir. Bazı ekonomistlerin ileri
sürdüğünün tersine, ekonomideki pürüzler bu siyasi girdabın en hafif
sorunlarıdır. Toplumsal bir muhalefet olmadığı sürece ekonomik sorunlar düzen
partileri arasında oy kaymasından öte sonuca yolaçmaz. Millet İttifakı da bu
konuda “elini taşın altına koymaya hazır olduğunu” defalarca duyurduğuna göre, ortada
sorun yok demektir.
Siyaset
değişimi MHP’yi koalisyonun uzak bir köşesine iterek, Suriye politikaları ve
Kürt sorunuyla ilgili olarak başlayacak gibi görünüyor. Esat’la ve Suriye
Demokratik Güçleriyle görüşüldüğü haberleri bunun işaretleri gibi kabul
edilebilir. ABD ile sorunlar zamana yayılacak ve büyük olasılıkla, Rusya bazı
tavizler karşılığı bunu anlayışla karşılayacaktır. İstanbul seçimi kazanılırsa,
bu rejimin iktidar partisine bir hediyesi olacaktır. Tersi durumda, bazı
politika değişikliklerinin rejim güçlerince kabulü hızlanacaktır. Sanıldığı
gibi seçimi kaybetmek iktidar partisini dağıtmaz, bu CHP’nin muhalif oyları
kendi bünyesinde toplamak için uydurduğu gerekçesiz bir varsayımdır.
İstanbul
adaylarının yurt sathında seçim gezisine çıkması, geleceğe dönük herhangi bir
siyasi hesaba dayanmıyor, bu yalnızca İstanbul’un ülke içinde bir ülke gibi
olmasıyla ilgili. İmamoğlu genellikle iktidara oy veren Karadeniz seçmenini
ikna etmeye çalışırken, Yıldırım oylarına gözdiktiği Kürt seçmenine seslenmek
için Diyarbakır’a gidiyor. Asıl ilginç olan şu: Eskiden laiklik söylemine
kilitlenen CHP’nin ılımlı İslamcı söylemlere bürünmesi ve MHP’nin desteklediği
Yıldırım’ın Diyarbakır’a gidip Kürtçe konuşmaya çalışması yetmezmiş gibi bir de
“Kürdistan” demesi. Bunlar, uzun yıllardır süren toplumsal değişimin siyaset
diline kaçınılmaz yansımasıdır. Olan olmuş, değişen değişmiş ve gücü elinde
tutanlar bu çerçevedeki politikalarını topluma onaylatmaya çalışıyorlar. Gerisi
lafı güzaf…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.