Blog Arşivi

11 Temmuz 2019 Perşembe

ORMAN NEYİMİZ OLUR?



          Her yangında “ciğerlerimiz yanıyor” diyoruz. Orman neyimiz olur? Dalaman-Göcek arasında çıkan yangının dumanı Fethiye’nin üstünde toplanıyor. Hava sisli bir kış günü gibi ama sıcak ve yanık kokuyor.  Aslında kışın çöken de sis değil, kömür dumanı. Çünkü belediyelerin inşaattan kazancı; harç, vergi, katkı payı derken müteahhitlerden fazla oluyor.  Çocukluğumuzda inek yayılan çayırlıkları bankalar ve alışveriş merkezleri işgal etmiş durumda. Türkiye’nin en verimli ovalarından olan Dalaman, artık bağrında şehre benzer bir kanser büyütüyor. Yöre tarım ve hayvancılığının can damarı Devlet Üretme Çiftliğinin nasıl parsellendiğini, ya da Dalaman Çayı üzerindeki HES’lerin öyküsünü bilseniz; belki ciğerlerimizden önce midemizin ya da böbreklerimizin elden gittiğini düşünürdünüz… 

Bir zamanlar, Dalaman-Fethiye arasında krom çıkarılan 1000 dolayında maden ocağı vardı. Göcek, bu güzergâhın ortasında birkaç yüz nüfuslu bir madenci kasabasıydı. Önce Fransızlar, sonra Etibank; derken maden bitti. Yöre köylüsünün kaderi kurak yerde tütün, sulak alanda pamuk yetiştiriciliğine bağlandı. Uluslararası tarım tekellerinin dayatmasıyla nihayet bunlar da bitirildi ve küçük üretici uzun bir yoksulluk uykusuna yatmak zorunda kaldı. Son 30 yıldır inşaat ve turizm sayesinde bölge biraz hareketlendi. Durmadan arkası orman, önü deniz manzaralı villalar, oteller yapılıyor. Deniz sürekli kirlenirken, elbette ormanlar da kesilerek, yol açılarak, inşaat yapılarak ve nihayet yakılarak yok ediliyor.

Yaklaşık 80 milyonluk ülke nüfusunun 20 milyon kadarı Avrupa Birliği ölçülerine göre, kalanı aç susuz Sahra Çölüne düşmüşcesine yaşıyor. Arabalar, villalar, otoyollar, lüks tatiller, ev eşyaları hep ön sırada oturan dörtte bir için. Tabi ormanları da çölde sürünen 60 milyon değil, aynı geminin yolcusu 20 milyon yakıyor. Elbette ellerine kibrit almıyorlar, bu yıkımı mülkiyetlerine hisse senedi, bol sıfırlı krediler, ucu bucağı belirsiz arazi tapuları, şirket ortaklıkları, yüklü banka hesapları geçirerek gerçekleştiriyorlar…

Ormanlar çocukluğumuzda da yanar ve bu bazen günler sürerdi. Kimi zaman doğal nedenlerden yanarken, kimi zaman tarla açmak için yakılırdı. O zaman “milli servet yanıyor” derlerdi. Şimdi “ciğerlerimiz yanıyor” deniyor.

Orman kârlı bir işletme, geleceğe miras, pastoral bir güzellik ya da ciğerimiz, dalağımız değildir.  Orman bir şeyimiz olamayacak kadar büyük ve kendine aittir. Ağaç, günlük yaşamını sürdürerek binlerce yıl ayakta kalabilen tek canlıdır. Yaşamı boyunca tohum bırakır ve bunların bir tanesi bile yeni bir orman oluşmasına yeter. Orman su, hava, toprak, börtü böcek, kısacası doğanın bir şeyi ve onun bir parçasıdır.  Olsa olsa, biz de bu büyüklüğün bir parçası olabiliriz ancak.

Ormanı geyik, fil, karınca, kuş gibi elbette insan da yer, bitirir ama tüketemez. Çünkü tüketirse, kendisi de parçası olduğu şeyle birlikte tükenir. Ama daha sonra orman yeniden dirilir ve bu döngü bütüne uyum sağlayabilen canlılar ortaya çıkana kadar sürer. Bu sonsuz döngüde ormanı insan ya da insanın doymak bilmezliği, hırsı, düşüncesizliği değil; ancak onun nasıl olsa yeniden üreyeceğini bilen kapitalizm tüketir. Bunun için gereken asgari bir alanı güya severek, koruyarak, çitler içine alarak, “milli park” gibi sıfatlar takarak denetimi altına alır ve geri kalanı kârlı bir yatırım gibi kullanır. Bu sırada bazen yeterli güvenlik önlemi almayıp yakılmasına göz yumarak, bazen yeterinden fazla güvenlik önlemi alıp bizzat kendisi yakarak, kâr ve tahakküm düzenini sürdürür.

Ormanın yaşamak için sevgiye ya da korumaya ihtiyacı yoktur, o zaten insandan önce vardı ve sonra da olacaktır. Orman yandığında bir yerimiz yanmaz, her yerimiz ve her şeyimiz yanar. Tabi bu söylediğimiz, arsız bir kâr düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizmden beklentimiz yoksa böyledir. Eğer bu düzeni yıkmak için bir şey yapmıyorsak, kapitalizm açısından yanan bir ağaç, tosbağa ve yangından zarar gören yoksullar arasında fark yoktur. Bu durumda ağaca sarılmak anlamsızdır, nasıl olsa onun eli kolu yoktur ve hisleri bizimki gibi olmadığından karşılık veremez. Ama başka bir şey verir: insanları düşüncesizce ağaca sarılmaya zorlayan bu düzenin efendilerinin kafasına indirilmek üzere bir odun.

 Kapitalizm bize sürekli doğanın bir parçası olduğumuz yerine, onun efendisi olduğumuzu öğretiyor. Çünkü sömürü ve baskı düzenine uyum sağlayabilmek için böyle düşünmemiz ve davranmamız gerekiyor.  “Yeşili seviyoruz, doğayı koruyoruz” demek de böyle düşünmenin bir biçimi. Bu, düzen içinde kalarak muhalefet ediyormuş gibi davranma olanağı veren bir yan yol. Unutmayalım ki sürdürülebilir bir kapitalizm yoktur. Odun, bu düzenin bize sunduğu en değerli hazinedir. Odun ormanın bize değil ama bizim ona ait olduğumuzu hatırlatır. O “uygarlık” denilen şeyin kapitalizm aşamasında ulaştığı en yüksek noktayı gösterir. Onu elimize almalı ve daha yüksek bir yaşam düzeyine ulaşmak için kapitalizmin doğanın bağrında açtığı bu cepten çıkmalıyız… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi