Her yangında “ciğerlerimiz yanıyor” diyoruz. Orman neyimiz olur? Dalaman-Göcek arasında çıkan yangının dumanı Fethiye’nin üstünde toplanıyor. Hava sisli bir kış günü gibi ama sıcak ve yanık kokuyor. Aslında kışın çöken de sis değil, kömür dumanı. Çünkü belediyelerin inşaattan kazancı; harç, vergi, katkı payı derken müteahhitlerden fazla oluyor. Çocukluğumuzda inek yayılan çayırlıkları bankalar ve alışveriş merkezleri işgal etmiş durumda. Türkiye’nin en verimli ovalarından olan Dalaman, artık bağrında şehre benzer bir kanser büyütüyor. Yöre tarım ve hayvancılığının can damarı Devlet Üretme Çiftliğinin nasıl parsellendiğini, ya da Dalaman Çayı üzerindeki HES’lerin öyküsünü bilseniz; belki ciğerlerimizden önce midemizin ya da böbreklerimizin elden gittiğini düşünürdünüz…
Bir zamanlar,
Dalaman-Fethiye arasında krom çıkarılan 1000 dolayında maden ocağı vardı. Göcek,
bu güzergâhın ortasında birkaç yüz nüfuslu bir madenci kasabasıydı. Önce
Fransızlar, sonra Etibank; derken maden bitti. Yöre köylüsünün kaderi kurak
yerde tütün, sulak alanda pamuk yetiştiriciliğine bağlandı. Uluslararası tarım
tekellerinin dayatmasıyla nihayet bunlar da bitirildi ve küçük üretici uzun bir
yoksulluk uykusuna yatmak zorunda kaldı. Son 30 yıldır inşaat ve turizm
sayesinde bölge biraz hareketlendi. Durmadan arkası orman, önü deniz manzaralı
villalar, oteller yapılıyor. Deniz sürekli kirlenirken, elbette ormanlar da
kesilerek, yol açılarak, inşaat yapılarak ve nihayet yakılarak yok ediliyor.
Yaklaşık 80
milyonluk ülke nüfusunun 20 milyon kadarı Avrupa Birliği ölçülerine göre,
kalanı aç susuz Sahra Çölüne düşmüşcesine yaşıyor. Arabalar, villalar,
otoyollar, lüks tatiller, ev eşyaları hep ön sırada oturan dörtte bir için.
Tabi ormanları da çölde sürünen 60 milyon değil, aynı geminin yolcusu 20 milyon
yakıyor. Elbette ellerine kibrit almıyorlar, bu yıkımı mülkiyetlerine hisse
senedi, bol sıfırlı krediler, ucu bucağı belirsiz arazi tapuları, şirket
ortaklıkları, yüklü banka hesapları geçirerek gerçekleştiriyorlar…
Ormanlar
çocukluğumuzda da yanar ve bu bazen günler sürerdi. Kimi zaman doğal
nedenlerden yanarken, kimi zaman tarla açmak için yakılırdı. O zaman “milli
servet yanıyor” derlerdi. Şimdi “ciğerlerimiz yanıyor” deniyor.
Orman kârlı bir
işletme, geleceğe miras, pastoral bir güzellik ya da ciğerimiz, dalağımız
değildir. Orman bir şeyimiz olamayacak
kadar büyük ve kendine aittir. Ağaç, günlük yaşamını sürdürerek binlerce yıl ayakta
kalabilen tek canlıdır. Yaşamı boyunca tohum bırakır ve bunların bir tanesi
bile yeni bir orman oluşmasına yeter. Orman su, hava, toprak, börtü böcek,
kısacası doğanın bir şeyi ve onun bir parçasıdır. Olsa olsa, biz de bu büyüklüğün bir parçası
olabiliriz ancak.
Ormanı geyik,
fil, karınca, kuş gibi elbette insan da yer, bitirir ama tüketemez. Çünkü
tüketirse, kendisi de parçası olduğu şeyle birlikte tükenir. Ama daha sonra orman
yeniden dirilir ve bu döngü bütüne uyum sağlayabilen canlılar ortaya çıkana
kadar sürer. Bu sonsuz döngüde ormanı insan ya da insanın doymak bilmezliği,
hırsı, düşüncesizliği değil; ancak onun nasıl olsa yeniden üreyeceğini bilen
kapitalizm tüketir. Bunun için gereken asgari bir alanı güya severek,
koruyarak, çitler içine alarak, “milli park” gibi sıfatlar takarak denetimi altına
alır ve geri kalanı kârlı bir yatırım gibi kullanır. Bu sırada bazen yeterli
güvenlik önlemi almayıp yakılmasına göz yumarak, bazen yeterinden fazla
güvenlik önlemi alıp bizzat kendisi yakarak, kâr ve tahakküm düzenini sürdürür.
Ormanın yaşamak
için sevgiye ya da korumaya ihtiyacı yoktur, o zaten insandan önce vardı ve
sonra da olacaktır. Orman yandığında bir yerimiz yanmaz, her yerimiz ve her
şeyimiz yanar. Tabi bu söylediğimiz, arsız bir kâr düzeninden başka bir şey
olmayan kapitalizmden beklentimiz yoksa böyledir. Eğer bu düzeni yıkmak için
bir şey yapmıyorsak, kapitalizm açısından yanan bir ağaç, tosbağa ve yangından
zarar gören yoksullar arasında fark yoktur. Bu durumda ağaca sarılmak
anlamsızdır, nasıl olsa onun eli kolu yoktur ve hisleri bizimki gibi
olmadığından karşılık veremez. Ama başka bir şey verir: insanları düşüncesizce
ağaca sarılmaya zorlayan bu düzenin efendilerinin kafasına indirilmek üzere bir
odun.
Kapitalizm bize sürekli doğanın bir parçası
olduğumuz yerine, onun efendisi olduğumuzu öğretiyor. Çünkü sömürü ve baskı
düzenine uyum sağlayabilmek için böyle düşünmemiz ve davranmamız gerekiyor. “Yeşili seviyoruz, doğayı koruyoruz” demek de
böyle düşünmenin bir biçimi. Bu, düzen içinde kalarak muhalefet ediyormuş gibi
davranma olanağı veren bir yan yol. Unutmayalım ki sürdürülebilir bir kapitalizm
yoktur. Odun, bu düzenin bize sunduğu en değerli hazinedir. Odun ormanın bize
değil ama bizim ona ait olduğumuzu hatırlatır. O “uygarlık” denilen şeyin
kapitalizm aşamasında ulaştığı en yüksek noktayı gösterir. Onu elimize almalı
ve daha yüksek bir yaşam düzeyine ulaşmak için kapitalizmin doğanın bağrında
açtığı bu cepten çıkmalıyız…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.