İran
devrimi
Diğer
ülkelerdeki Şiiler İran adına vekâlet savaşı mı veriyor?
1-
Şiilik ve dönüşümü
2-
Bölgedeki Şiilerin durumu
3-
Şiiler vekâlet savaşı vermiyor
Arap
Yarımadasında ABD hegemonyası
Bazı
sonuçlar
1-ABD
küresel baş düşmandır
2-
Emperyalist savaş silahların patlamasından ibaret değildir
3-
Kapitalizme karşı olmadan da emperyalizme karşı olunabilir mi?
4-
İran, İslamî yönetimi yüzünden gerici mi?
5-
İran’daki tutarsızlık: Ezilmeye karşı olan başkasını ezer mi?
6-
Süleymanî suikastı bölgede yeni bir döneme geçildiğinin işaretidir
***
İran, 1979’da İslamî bir devrimle
iktidarın alındığı ilk ülke. ABD ise küresel sermayenin hamisi, bütün ülkelerin
gericilerinin ardındaki gölge, dolayısıyla mazlumlar dünyasının baş düşmanı ve
emperyalist bir süper güç. Devrimden bu
yana aralarında kesintisiz bir mücadele yaşanıyor. ABD, İran’a zarar
verebilecek her gelişmeyi destekliyor. İran da gücü oranında buna karşılık
veriyor. Bu çatışmaya gelecekteki devrimler adına ilgisiz kalamayız. “İkisi de gerici
ve kapitalist” diyerek tarafsız davranmak ise, bilindiği üzere yalnızca güçlüye
yarar. Malum, güç ABD’nin elindedir.
Dinin Ortaçağdan kalma olduğu
gerekçesiyle, İran’da Şah diktatörlüğünün yıkılıp bir İslam Cumhuriyeti
kurulması, liberal ve geniş bir sol çevre tarafından “devrim”
olarak görülmez; iktidarın yalnızca bir gericiliğin elinden diğerine geçtiği
düşünülür. Muhalefetin bugün de Şah dönemindeki
gibi acımasızca ezilmesi, bunun kanıtı olarak gösterilir. Devamında ABD ile çatışmanın nedeninin emperyalizme
karşı kendini savunmak değil, bölgesel hegemonya rekabeti olduğu ileri sürülür.
Buna göre, İslam Cumhuriyeti bölge hakkında Perslerden kalma “emperyal
hayaller” beslemekte ve çevre ülkelerdeki Şiileri de bu amacına ortak ederek,
rakip siyasi iktidarları zayıflatıcı bir “vekâlet savaşı” verdirmektedir. Zaten
İran kapitalist bir ülkedir ve kapitalizme karşı olmayan emperyalizme de karşı
olamaz. Ya da bu tezin değişik biçimi; Amerikan karşıtlığıyla emperyalizm
karşıtlığını birbirine karıştırmamak gerekir, İran yalnızca ikincisini
göstermektedir. Özetle, İran’da kendi
çıkarları doğrultusunda mezhep çatışmalarını körükleyen gerici bir iktidar
hüküm sürmektedir…
Bu yorumlarda dikkat çekici olan,
çatışmanın bir kutbunu oluşturan ABD ve diğer emperyalist ülkeler sosyolojik
kavramlarla değerlendirilirken, İran’ın hep
din açısından ele alınmasıdır. Sanki başka toplumlar varlıklarını maddî yaşamın
yeniden üretimiyle, İran ise duayla sürdürüyormuş gibi… Bu tutarsız akıl
yürütme Aydınlanmacılık karikatürü kaba bir din eleştirisiyle
desteklenerek, İran toplumundaki bütün olumsuzlukların
tek sorumlusunun dinî yönetim olduğu ileri sürülür. Bu sırada ne devrimin ilk yıllarında Saddam’ın
saldırısıyla başlayan ve 8 yıl süren savaşın etkileri, ne ABD’nin sonu gelmez
ambargoları ve ne de İran düşmanı Suudi-İsrail koalisyonunun marifetleri hesaba
katılmaz. Öte yandan iktidara karşı takınılan bu eleştirel tavır, yenilgide ne
gibi sorumluluğu olduğunu anlamak bakımından muhalefete karşı gösterilmez. Sanki
muhalefet yenilerek aklanmış gibidir…
İran
devrimi
İran’da ayaklanma sonucu iktidar ABD’nin
bölgedeki en güvenilir müttefiki ve petrol tekellerinin işbirlikçisi Şah’ın
elinden, Mollaların öncülüğündeki orta sınıflara geçti. Diğer muhaliflerle kısa
iç çatışma sürecinde halkın da rızasıyla, önemli toplumsal değişiklikler yaşandı.
Şiilik temelinde yeni bir devlet kurulurken, Şah’a ve yabancı şirketlere ait
üretim araçları kamulaştırıldı. Bu
olgunun siyaset teorisindeki adı, “devrim”dir. İran’da yaşanan liberal, ulusal,
komünist, halkçı vb. değil; dinsel nitelikte bir devrimdir. Dolayısıyla diğer
siyasi görüşlerin yanı sıra Marksistleri de düşman olarak görür. Ancak bu
tutumu, emperyalist dünya düzeninin gövdesinde bir delik açtığı gerçeğini
değiştirmez. Zaten bu durum, kendi ülkesinde düşman saydığı siyasi görüşlerin
iktidarda olduğu ülkelerle işbirliği yapmasından da anlaşılır. Buna göre, yalnızca ABD ile savaştığı için
değil, onun bölgedeki en güvendiği müttefikini iktidardan indirdiği ve petrol
zengini bir ülkede küresel sermayenin hesaplarını altüst ettiği için de
emperyalizme karşıdır. Elbette İran kapitalist bir ülkedir. Ancak bundan
bağımsız olarak kapitalizmin başına küresel ölçekte açtığı dertler, dünyanın
başka köşelerinde her tür ezilmeye karşı mücadele edenlerin hayrınadır. Bu nesnel gerçek yerine İran’ın kapitalist
olmasından yola çıkarak dile getirilen teorik doğrulara göre siyasi tutum
belirlemek, gerçeğin değiştirilmesiyle ilgilenilmediği anlamına gelir.
1970’lere kadar genellikle bağımsızlık
ve demokrasi içerikli bu tür mücadelelere Marksistler öncülük ederken, Marksizm’in
kendi sorunlarına gömülmesinin ardından öncülük dinsel ve ulusal hareketlere
geçmiştir. Bu koşullarda kesintisiz biçimde süren ezen-ezilen mücadelelerinde ezilenler
sıradan gereksinimlerini karşılamak için bile büyük bedeller ödemek zorunda kalırken,
kendilerine en yararlı fikrin ne olduğunu düşünecek ve arayıp bulmaya çalışacak
değillerdir; ellerinin altında ne varsa onun yardımıyla mücadele edeceklerdir.
Dolayısıyla İran’da İslamî hareketin sürece egemen olması ne ezilenlerin, ne mollaların suçu değildir; eğer Marksistler
bir eksiklik arayacaksa, kendilerine bakmalıdırlar.
Devrim; yönetenlerin yönetemez hale
geldiği ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediğini örgütlü ve
kararlı biçimde gösterdiği bir ortamda olur. Buna kısaca “devrimci durum”
diyoruz. Böyle bir ortamda elektrik, ekmek, su, ilaç gibi temel ihtiyaç
maddelerinin karşılanamayışının yanısıra, ortada herhangi bir otorite de yoktur.
Ancak ironik biçimde, bütün bu maddî yokluklara karşılık sınırsız bir özgürlük
vardır ve toplumun her kesimi, bir düzen kurulması amacıyla sürekli arayış
içindedir. İran’da hayat, Şahın ülkeyi terk ettiği 1978 başlarından itibaren bu
hale gelmiş ve ancak 1979 Şubatında Humeyni’nin sürgünden dönmesinden sonra bir
otorite oluşmaya başlamıştır.
Her devrim kendi devrimci tipini,
örgütlenmesini ve amaçlarını kendisi üretir. Bunlar dışarıdan ithal edilemez ya
da bir krokiye bakar misali, önceki devrimleri taklit ederek üretilemez.
Devrim, giderilmek zorunda olunan gereksinimleri karşılamanın bilinen
yollarının tükendiği bir aşamada geliştirilen tek ve son çaredir. Bu gerçek, devrim anına daha sonra geri dönüp
“öyle değil de şöyle olsaydı” deme olanağını ortadan kaldırdığı gibi, aynı
zamanda daha ileri bir devrime kadar onun yenilik getiren bir değişim olarak
kalmasını sağlar. Nitekim İran’da da
böyle olmuş, bir lokma ekmek bulmakla siyasi
bir otorite kurmanın el ele gittiği bir süreçte devrim gerçekleşmiştir. Merkezî
yapı ortaya çıkar çıkmaz halk etrafında birleşmiştir. Yalnızca dışarıdan bakan
açısından değil, içindekiler bakımından da bu mucize gibidir. Ama mucizeyi,
yokluklar içinden çare üreten halk gerçekleştirmiştir. Bunu yapabilmeleri için
yalnızca ideolojik bir yol göstericilik yeterli olmuştur.
Şüphesiz mollalar ve öğrencilerinden
oluşan dinsel örgütlenme, toplumu yeniden kurucu nitelikteki çabaları
kolaylaştırmıştır. Ancak çoğu zaman sanıldığı gibi devrimi mümkün kılan geleneksel
dinî yapı ve söylemler değildir. Halkın
kulağının alışık olduğu dinsel anlatımın peşinden kolayca gittiğini
sanmak, onları koyun yerine koymak
anlamına gelir. Belirsizliklerin kol
gezdiği bir ortamda inandırıcı siyasi hedefler ortaya koyulmadıkça ne örgütsel ve
ne de toplumsal otorite oluşturulamaz. İmam Humeyni “velayeti fakih” yorumuyla
geleneksel Şii düşüncesine katkıda bulunarak külliyattaki siyasi fikir eksikliğini
gidermiş ve yeni bir iktidar oluşturmanın yolunu açmıştır. Böylece İran Şiiliği
diğer Şii yorumlarından farklı hale gelmiş ve yalnızca ahiret işleriyle uğraşan
bir mazlum ideolojisi olmaktan çıkarak dünya işlerine dönük bir siyaset
ideolojisi özelliği kazanmıştır. Din ulemaları ve öğrenciler, bu sayede pratik bir
amaç edinmişlerdir. Bu onların derin dinî tartışmalar yapmaktan uzaklaşıp
kararlı ve militan bir siyasi örgüte dönüşmelerini sağlamıştır. Müslüman
toplumlarını yıllardır yönettikleri için Sünni kesimde böyle bir sorun
yoktur. Şiiler arasında ise siyasi
iktidar sorumluluğu üstlenilmesi yeni bir durumdur. İran’daki devrim sürecinde toplumla birlikte
Şiilik de kendi içinde dönüşüm geçirmiştir.
Halk ancak bunun ardından oluşan otoriteyi görmüş ve etrafında
birleşmiştir. Şiilerin Kerbelâ’dan bu yana devam eden geleneksel ezilmişlik söylemleri
ise, yalnızca halkın rızasını sürekli kılmaya yarayan bir yan etkendir. Siyasi nitelik taşımayan hiçbir dinî söylem ya
da ezilmişlik anlatımı, yeni bir iktidar kurulması ve toplumun ona rıza
göstermesi için yeterli olmayacaktır. Ancak siyasi güç bir kez ortaya çıktıktan sonra da, yokluklar içindeki bir halkın sorunlarını çözmelidir; yoksa halk karnını doyuramayan bir iktidarın arkasında uzun
süre durmaz. Nitekim ABD de bunu bildiği
için yıllardır İran’a ambargo uyguluyor ve değişik maddi sıkıntılara yol
açarak, ayaklanmaları tetikliyor…
İran’da Şahtan sonra ortaya çıkan
iktidar boşluğu sürecinde Şiiliğin oynadığı rolü milliyetçilik, halkçılık ya da
Marksizm gibi bu ülkede fazlasıyla bulunan başka düşünceler de yerine
getirebilirdi. Ama ne Azerî ve Kürt milliyetçilikleri, ne bölük pörçük olsalar
da yaygın bir tabana sahip Marksist gruplar ve ne de Marksizm-Müslümanlık
karışımı eklektik fikirleriyle İran’a özgü dinsel bir hareket olan Halkın Mücahitleri
bunu başaramadılar. Bu hareketler, bir devrim süreci için uzun sayılabilecek birkaç
yıllık özgürlük ortamına rağmen toplumu ikna edebilecek gelişme düzeyine
erişemediler. Birçoğu, gerçekleşebilir olup olmadığına bakmaksızın ve daha çok
teorik doğrulardan hareketle siyasi programlar önerdiler. Bu tutumlarının,
inandırıcılıklarını daha da azalttığı söylenebilir. Bazıları “vatan savunması”
gerekçesiyle Irak savaşına katılarak Humeyni’yi desteklerken, kalanlar sözlü eleştiriyi
silahların eleştirisine dönüştüremeyerek yok olup gittiler. Sonuç olarak
İran’da Marksist grupların yenilgisi pratik olarak kendi hataları olsa da,
tarihsel bakımdan tüm Marksistlerin sorumluluğundadır. İslamî düşünceler
ezilenler arasında hızla yayılırken, Marksistlerin bununla rekabet edebilmek
için ellerinde laiklikten daha fazlası olmalıdır.
Hiçbir otorite, muhaliflerinin sırtını
sıvazlayarak güç biriktiremez. Düşmanlarla kuşatılmış bir siyasi iktidardan
muhaliflerine karşı hoşgörülü davranmasını beklemek saflık olur. Hemen hepsi
mülteci konumundaki İranlı muhalifler, dün olduğu gibi bugün de iktidarı baskı
yaptığı için suçluyor. Süleymanî’nin ABD tarafından tehlikeli bulunarak
katledilmesini, “bir katil öldü” diye alkışlıyor. Baskıcı olmak iktidarların
hatası değil, doğasıdır. Yenilmek ise muhalefetin hatasıdır. Elbette muhalifler
mücadelelerinde iktidarın zalimliğini teşhir eder ama bundan şikâyetçiymiş gibi
davranmazlar. Bu her şeyden önce başarısız olma sorumluğunu üstlenmeyerek,
kendi hatalarını karşı tarafın yaptıklarıyla açıklamak anlamına gelir. Öte
yandan bu davranış, muhalefetin kendi gücüyle mücadele edemediği ve iktidarın
egemenliğini kabullenerek ondan adalet beklediği ya da dışarıdan yardım aradığını
gösterir. Yalnız İran solu değil, bugün
ülkemiz solunun önemli bölümü de böyle davranıyor.
Diğer
ülkelerdeki Şiiler İran adına vekâlet savaşı mı veriyor?
Selefilerin pragmatik davranarak cihat
adına güçlü devletlerle özensizce siyasi ilişkiler geliştirmesi, Suriye’de
tanık olduğumuz üzere güya inanç adına savaşıyormuş gibi görünen paralı asker
grupları ortaya çıkmasına yolaçtı. Ortada cihat ganimetiyle yağmayı ayırt
edecek bir otorite olmadığında, nüfuz peşinde koşan devletler inanç maskesi
altında kolayca çeteler örgütlediler. Ancak herkes böyle değil, ülke, inanç, bölge ve nihayet canını korumak
için savaşanlar da var. Bölgedeki Şii grupların şimdilik bu çerçevede savaştıklarını
söyleyebiliriz. (Temmuz 2017’de Irak’ta Musul IŞİD’den temizlendikten sonra
bazı Şii grupları Sünni yerleşim bölgelerinde yağma yaptılar ve Ayetullah
Sistani ile Mukteda el Sadr tarafından şiddetle eleştirildiler.)
1-
Şiilik ve dönüşümü
Dünya Müslüman nüfusunun 1 milyar 700
milyon olduğu varsayılıyor. En büyük iki mezhepten biri olan Şiilerin sayısının
250 milyon olduğu, kalanının Sünnilerden oluştuğu kabul ediliyor. Aralarındaki
farkı kısaca şöyle özetleyebiliriz: İmam, Müslüman toplumlara din ve devlet
işlerinde öncülük eden kişi demek. Peygamberin ölümünün ardından kimin imam
olacağı tartışma yarattı. Ümmetin yönetiminin rastlantılara bırakılamayacağını,
dolayısıyla imamın Peygamber soyundan gelmesi gerektiğini savunanlar, zaman
içinde Şiiliği oluşturdular. Liderlik yapmaya en uygun kişinin imam olması
gerektiğini savunanlar ise Sünniliğin temellerini atmış oldular.
Farklı mezhepleri olan Şiilikte genel
olarak, Peygamber’in damadı olması
nedeniyle ailesi içinde yer alan Ali’nin ve onun soyundan gelenlerin imamlığı
geçerlidir. Ancak 12. İmam Mehdi’nin ortadan kaybolmasıyla soyun kesintiye
uğraması, Şiilik içindeki teolojik tartışmaların nedenini oluşturur. İmam
Mehdi’nin, dünyanın kötülüklerle dolduğu ve bir rehbere gereksinim duyulduğunda
geriye geleceğine inanılır. O zamana kadar Müslümanlara bilgili kişiler (fakihler)
öncülük edecek ve yalnızca dinî konularda yol göstererek, toplumun yönetilmesi
işlerine karışmayacaktır. Çünkü toplumu
yönetme yetkisi Peygamber soyundadır ve yönetici, geri gelmesi beklenen
Mehdi’dir.
Bu çerçevede Şii imamlar uzun yıllar
boyu yalnızca inanç işlerine öncülük edegelmiştir. İyi din eğitimi almış,
topluma örnek olabilecek kişiler arasından seçilirler. Yakın zamana kadar Şii
toplulukları bu anlayışa uygun olarak,
bulundukları ülkelerde siyasi rekabete girmeden ve barışçı biçimde
yaşamışlardır. (Bunun istisnası, bugün
Yemen’de direnişin başını çeken Zeydîlerdir.
İnançlarına göre imam olacak kişinin yalnızca bilgisine bakılmaz, aynı zamanda toplumun yönetimi ve yapılan
savaşlardaki becerileri de göz önünde tutulur. Bu da din kadar, dünya işleriyle de ilgili
olmayı gerektirir. Bu anlayış, Yemen halkının siyasete neden ilgi gösterdiği
bağlamında göz önünde tutulmalıdır. Öte yandan bir kısım Zeydinin İran
Şiiliğini tercih etmesinin arkasında da yine imam tercihi olduğu düşünülebilir.
Çünkü her iki inanca göre de imamın dünya işlerine öncülük etmesi beklenir.)
Şii imamların toplumun yönetimine uzak
durmaları gerektiği fikri zaman zaman tartışıldı. Humeyni’nin bu tartışmalar
çerçevesinde, 1970’lerde sürgün olarak bulunduğu Necef’de “velayeti fakih”
görüşü doğrultusunda dersler verdiği söylenir. “Velayeti fakih” sözcüğü,
“topluma velilik eden bilgili kişi”
demektir. İmam Mehdi ortaya çıkana dek, dinî açıdan topluma öncülük
edebilecek nitelikteki birinin, onu
küçük bir çocuğun velisi gibi yönetmesi gerektiği savunulur. İran’da Şahın
yıkılışının ardından hem toplumsal karmaşaya son verecek bir otorite oluşturmak
ve hem de orta sınıflardan gelen mollaları iktidara getirmek için bu görüş
uygulamaya konulmuştur. Bu makama
gelecek kişinin siyasi önderlik edebilecek özelliklerinin yanı sıra aynı
zamanda fıkıh konusunda uzman olması ve “taklit mercii” olarak, toplumda örnek
alınacak nitelikleri taşıması gerekir. İlk velayeti fakih, Humeyni olmuştur. İran’da
bu makama gelecek kişiyi, yine halkoyuyla seçilen “Uzmanlar Meclisi” belirler.
Konu İran Anayasasının 5. Maddesiyle düzenlenmiştir. Ancak yine de tartışmalar
kapanmış değildir. Bir kişinin mi yoksa
bir kurulun mu bu işi yapması gerektiği, toplum tarafından seçildiğine göre
yine toplum tarafından görevinden azledilip edilemeyeceği üzerine tartışmalar
sürüyor. Konu din açısından nasıl ele
alınırsa alınsın, Şiiler arasında siyasi bir gereksinime yanıt oluşturduğu
açıktır. Bu görüşü kabul etmeyen Şii toplulukları, bu görüş yardımıyla siyasi bir güç oluşturmuş
İran’dan yardım alıyorlar.
2- Bölgedeki Şiilerin durumu
Dünyada 50 ülkede Müslüman nüfus
çoğunlukta. Aralarında Şii nüfusun çoğunluk olduğu yalnızca 4 ülke var;
Azerbaycan, İran, Irak ve Bahreyn. Hepsi de petrol zengini olan bu ülkelerden
farklı bir konjonktür içindeki Azerbaycan’ı dışarıda bırakarak diğerlerine ve
Şii nüfusun azınlık olduğu bazı ülkelere kısaca gözatalım:
1 milyon 200 bin nüfusuyla Şiilerin
çoğunluk olduğu ülkelerin en küçüğü olan Bahreyn, Basra Körfezinde ve adalardan oluşuyor. Petrol
zengini olan ülkede, ABD 5. Filosunun konuşlandığı bir deniz üssü var.
Bahreyn’in ABD ile 2006’da imzaladığı bir serbest ticaret anlaşması var. Ülke
2002’den bu yana Sünni Halife ailesi tarafından meşruti monarşi ile
yönetiliyor. Şiîler Sünnilerle eşit haklara sahip değiller. Durumu değiştirmek
için İran Devriminin gerçekleştiği 1979’da, 1994’de ve 2011’de “Arap Baharı”
sürecinde ayaklandılar. Suudiler son ayaklanmaya müdahale ettiler ve 70 kişiyi
öldürerek bastırılmasını sağladılar. Suudi Arabistan ve Bahreyn arasında kara ulaşımı 25
km. uzunluğunda bir geçitle sağlanıyor.
İran, dünyanın ilk petrol zengini
ülkelerinden biri ve geçen yüzyılın başından beri emperyalizmin ilgisi üstünden
hiç eksilmedi. Aynı süreçte Irak’ta da petrol olduğu bilinmesine rağmen
çıkartılmasına II. Dünya savaşı sonrası başlandı. Petrol her iki ülkeye de
mutluluk getirmedi ve emperyalist müdahaleler, darbeler, iç çatışmalar,
bölgesel savaşların gerekçesini oluşturdu.
Irak’ta Saddam sonrasında ilk kez
iktidar yüzü gören Şiilerin yönetimdeki yerleri, ABD tarafından hazırlanan anayasaya göre
belirleniyor. Burada Lübnan’dakine benzer
ve toplumu parçalayıcı bir yönetim biçimi oluşturuldu. Buna göre cumhurbaşkanı
Kürt, meclis başkanı Sünni Arap, başbakan Şii Araplar arasından belirleniyor. Şiiler,
Kürtlerin tersine ABD’nin ülkede bulunmasından memnun değiller. Çünkü ABD
Saddam’la savaşmaya başladığında Kürt bölgesine uçuş yasağı getirmiş ve
Saddam’ın saldırılarına karşı korumuştu. Buna karşılık Şiiler de Saddam’ın
saldırısına uğradığı halde,
güçlenirlerse İran’la yakınlaşırlar diye Şii bölgeleri için benzer bir
koruma kalkanı oluşturmamıştı. Bu nedenle Irak’ta Şiiler ABD’ye uzak
davranırken, Sadr başından beri işgalcilere karşı savaşıyor.
Türbeler ve ziyaret yerleri nedeniyle Irak’ın
Şiilik tarihinde İran’a göre daha önemli bir yeri var. Iraklı Şiilerin dini önderi Ayetullah Sistani
de dinî hiyerarşide İranlı Ayetullah Hamaney’in önünde kabul ediliyor. Ancak siyasi nedenlerden dolayı bugün İran
Şiiliği daha belirleyici konumda. İran,
Saddam döneminde ağır baskı altındaki Şiilere sürekli destek verdi ve misafir
etti. Irak Şiilerinin genel olarak üç gruba ayrıldığı söylenebilir. Tüm Şiiler
üzerinde dinî bir otoriteye sahip olan Sistani “velayeti fakih” düşüncesini
kabul etmiyor ve din adamlarının siyasetle ilgilenmesine kesin olarak karşı
çıkıyor. Ülkenin güneyindeki Mukteda el Sadr inanç
bakımından Sistani’ye bağlı olmakla birlikte diğer Şii gruplardan farklı olarak
Irak’ın işgaline karşı çıkmış ve başından bu yana hem Saddam’la hem de ABD ile
savaşmış biri ve siyasetle parti kurarak değilse bile, kısmen ilgileniyor. Bu
amaçla Mehdi Ordusu adıyla kendine ait askeri gücü var ve güvenliğini kendisi
sağlıyor. Irak’ta etkili olan üçüncü Şii grubu ise, İran yanlısı olan Irak
Yüksek İslam Devrim Konseyidir. İran, Süleymanî suikastına yanıt amacıyla ABD
üslerine füze atılması sırasında da görüldüğü üzere, Irak’ta yönetiminin bilgisi dışında iş yapmıyor.
Şiilerin azınlıkta olduğu ülkelerden bazı örneklere gelince:
Yaklaşık 32 milyon olan Suudi Arabistan nüfusunun
yüzde 12’sini Şiiler oluşturuyor. Hemen tümü, dünyanın en büyük petrol
yataklarının bulunduğu Doğu Eyaletinde yaşıyorlar. Bilindiği üzere Suudi
yönetimi, Suudi ailesi ve Vahabi mezhebi arasındaki işbirliğine dayanıyor. Vahabilik,
Suudilerin topluma baskı yapması ve diğer inançları ezmesi için dinsel
gerekçeler sağlıyor. Buna karşılık Suudiler da Vahabi ulemasını koruyor. Elbette Şiilere uygulanan baskının en önemli
nedenlerinden biri, bir gün ayaklanıp üzerinde
oturdukları petrolü sahiplenmeye kalkışacaklarından dolayı duyulan endişedir.
Bu çerçevede Şii toplumunun lideri konumundaki din adamı ve insan hakları
savunucusu Nimr Bakır el Nimr 2016 yılı
başında “terörist” suçlamasıyla öldürüldü.
Öte yandan, Suudilerin Husîlerle çatışmasının arkasında da benzer
kaygılar yatıyor. Suudi Arabistan-Yemen sınırında henüz işletilmeyen petrol
yatakları var ve Suudiler bu alana el koymak için yıllardır Yemen’le sınır
çatışmaları yaşıyor. Husîler, bir kısmı
Suudi Arabistan’da bulunan geniş bir aşiret ve Şiiliğin bir kolu olan Zeydî mezhebinden.
Husiler aşiret bağları nedeniyle iki ülke arasında gidip gelirken sık sık Suudi
askerleriyle çatışıyorlar. Suudiler, Zeydiler üzerinde dini baskı kurmak ve sınırı
kendileri lehine genişletmek amacıyla Yemen’in iç işleyişine yıllardır müdahale
ediyor. Yemen 1967’de İngiliz sömürgeciliğine karşı kurtuluş savaşı vererek
bağımsızlığını kazanmış bir ülke. Müdahaleler sonucu ülke bölündü ve güneyde “Yemen
Demokratik Halk Cumhuriyeti”, kuzeyde ise Suudi yanlısı başka bir devlet kuruldu. Taraflar 1990’da birleştilerse de, emperyalist güçler ve bölgenin gerici
iktidarları stratejik önemi olan Aden Limanı ve Babül Mendep boğazını
denetimleri altına almak amacıyla müdahalelerini sürdürdüler. Dolayısıyla iç
sürtüşmeler tekrar başlayarak bugünkü savaş boyutlarına ulaştı. Savaşın bir
tarafını Suudi-BAE koalisyonunu destekleyen bütün emperyalist güçler
oluşturuyor. Diğer tarafta ise “Ensarullah” çatısı altında örgütlenen Husilerin
ana gücünü oluşturduğu Yemenliler yer alıyor. Yemen’de neredeyse dünyanın en
zengin ülkelerine ait askeri güçlerle, dünyanın en yoksul ülkesinin halkı
savaşıyor. Suudi-BAE koalisyonunun amacı, Babül Mendep boğazını ele geçirerek
İran’ın Batı ile deniz bağlantısını kesmek. Bu yüzden İran bu çatışmada
Husilere silah ve eğitim desteği veriyor. Mukteda Sadr ve Hizbullah da benzer
bir destek veriyorlar. Aden Körfezi karşısındaki adalarda, BAE ve ABD'nin askeri üsleri var. ABD buradan Basra Körfezi, Hint Okyanusu ve Kızıldenizi denetleyebiliyor.
Lübnan Arap Yarımadasına denizden giriş
kapısı. Verimli topraklara sahip, zengin ve çok kültürlü bir ülke. II. Dünya
Savaşı sonrası Fransız sömürgesi olmaktan kurtularak bağımsızlığını kazandı.
Ancak bu kez, güçlü komşularının ele geçirmek istediği bir hedefe dönüştü ve bu
nedenle uzun iç savaş ve işgaller yaşadı. Ülkede Fransızlardan kalma, toplumu
bölmek için üretilmiş, mezheplere dayalı bir yönetim sistemi var. Cumhurbaşkanı Hıristiyan Maruni, başbakan
Sünni ve meclis başkanı Şiilerden oluşuyor. Ülkenin zenginlikleri daha çok Suudilerin
desteklediği Sünni ve Fransızların hamiliğini üstlendiği Hıristiyan kesimlerden
seçkin ailelerin elinde bulunuyor. Zengin kesim ülkenin kuzeyinde yer alırken,
Şiilerin çoğunluğunu oluşturduğu yoksul kesim güneyde yaşıyor. Ülkenin en güçlü
örgütü Hizbullah, daha çok yoksullar tarafından destekleniyor. 1983’de düzenlediği
bombalı saldırılarla ABD askerlerinin Lübnan’dan çıkmasını sağlayan Hizbullah, İsrail’i 2006’da yenilgiye uğratarak güney
Lübnan’daki işgale de son verdi. Suriye
iç savaşında tereddütsüz Esat’ın yanında yer alarak, çatışmaların kaderini
değiştirdi. Çünkü Suriye düşerse, sıranın Lübnan’a geleceği biliniyordu. Bu
sırada Hizbullah’ı Suriye’den uzaklaştırmak için Lübnan’da bir iç savaş
çıkartmaya çalışan IŞİD, Şii nüfusun yoğun yaşadığı mahallelerde 9 kez bombalı
saldırı düzenledi. Saldırganların Sünni nüfusun yaşadığı Lübnan’ın kuzey
bölgesinden geldiği bilinmesine rağmen, Hizbullah sükûnetini korudu ve herhangi
bir misilleme yapmadı. Bugün tıpkı İran
gibi, Hizbullah da ABD ambargosu altında yaşıyor. Uluslararası parasal ve
ticari ilişkileri kısıtlayan bu durum, Lübnan’daki toplumsal yaşamı da olumsuz
etkiliyor. Son aylarda yaşanan toplumsal sıkıntıları protesto için geniş halk
yığınları sokağa çıktılar. Hizbullah bu gösterilerde dile getirilen taleplerin
haklılığını kabul etmekle birlikte, eylemlerin Lübnan’ı parçalamak isteyen dış
güçler tarafından desteklendiğine işaret ediyor. Hizbullah, İran
Şiiliği gibi velayeti fakih düşüncesini savunuyor. Öte yandan, bir başka Şii örgütü Emel ise geleneksel Şiilik
fikriyatını yumuşatarak dile getiriyor ve Hizbullah’tan farklı olarak, Lübnan siyasetinde
reformist bir konumda yer alıyor.
3-
Şiiler vekâlet savaşı vermiyor
Kimi sol çevrelerin de içinde yeraldığı
geniş bir kesim, Arap Yarımadasındaki çatışmaları “vekâlet savaşı” olarak
nitelendiriyor. Dolayısıyla “savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi”
olarak değil de, ‘parayla tutulmuş adamların ortalığı karıştırmak için
çıkardığı gürültü patırtı’ gibi görülüyor. Çatışan güçlerin genel olarak Şii ve
Sünni mezheplerinden olması ve Şiilerin İran, Sünnilerin ise Suudi Arabistan,
Katar, BAE ve bunların arkasındaki emperyalist güçlerce desteklenmesi, “vekâlet
savaşı” fikrini güçlendiriyor. Ama gerçek bu görünümden ibaret değil. Olayları
böyle ele almak, savaşın nedenlerini gizliyor.
Bilindiği üzere cihat, düşman toprağında
yapılıyor. Cihatçı selefi örgütlerin günümüzdeki kaynağının Afganistan’ı Sovyet
işgalinden kurtarma girişimlerine dayandığı çok yazılıp çizildi. Afganistan’da
savaşın bitmesinin ardından bu örgütler bir süre yeni çalışma alanları arasalar
da, bulmaları uzun sürmedi. ABD’nin
Irak’ı işgali sonrası oluşan iktidar boşluğu cihat için uygundu. Ancak sorun şu
ki, Selefi örgütler inançları gereği
yalnızca işgalci güçlere değil, “kâfir” ilan ettikleri diğer Sünni topluluklara
ve Şiilere de saldırıyorlardı. Saddam baskısından yeni kurtulmuş ve ülke
yönetiminde ilk kez etkin hale gelmiş Iraklı Şiiler bir yandan ABD işgali, diğer yandan Selefi saldırılarına karşı
koyabilecek güçte değillerdi. Öte yandan, ABD petrol zengini Irak’ta hem Selefilerin
etkinliğine karşıydı. Hem de İran yanlısı davranabileceklerini hesaplayarak
Şiilerin güçlenmesini istemiyordu. Bu nedenle Irak siyasetinde Kürtlerin öne
çıkmasını destekledi. Irak’ta bugünkü siyasi konjonktür, bu koşullarda
gerçekleşti.
Selefi örgütler Irak’ta hızla
güçlenirken, bir yandan da “Arap Baharı” kapsamında yeni bir istikrarsızlık
alanı haline getirilmeye çalışılan Suriye’ye geçmeye başladılar. Yağma, petrol
gelirleri ve gerici Körfez ülkelerinin desteğiyle IŞİD geniş bir alanı denetimi
altına aldı ve halifeliğini ilân etti. İran, Irak yönetiminin talebi ve ABD’nin
örtülü desteğiyle; IŞİD’ın Irak’ta alt edilmesinde etkin rol oynadı. Öte yandan
Esat’ın yenilgisi kendisi açısından stratejik bir zayıflamaya yol
açacağından, Hizbullah’la birlikte Esat
yönetimine destek verdi. İran bütün bu çatışmalara zorla taraf olmadı, ABD
müdahalesiyle bölgenin bozulan dengeleri içinde bazen kendini savunmak, çoğu
zaman talep edildiği için savaştı.
Arap Yarımadasında bugün görülen
çatışmalar yeni başlamış değil, petrole bağlı olarak uzun yıllardır var. Halklar
doğal olarak emperyalist müdahalelere ve onlarla işbirliği içindeki ülke
yönetimlerine karşı direnişlerini çeşitli biçimlerde sergiliyorlar. Soğuk savaş
döneminde bunlar “Sovyet yayılmacılığının bir parçası” olarak görülürdü, bugün
aynı söylem İran’a karşı tekrarlanıyor. Oysa bu direnişlerde İran yalnızca Şiileri
desteklemiyor, mezhep farklılığına rağmen Filistin’i de destekliyor. (Mısır'da 2011'de Hüsnü Mübarek'in yıkılması sonrası iktidar olan Sünni Müslüman Kardeşler'i de destekledi. O zamandan bu yana Suudiler darbeci Sisi'den yana tavır alıyor. ) Kaldı ki
İran dışındaki Şii toplulukları İran Şiileri gibi düşünmüyor. Aralarındaki bağ
inançtan çok, ortak bir saldırıya karşı dayanışma gereksinimine dayanıyor. Eskiden
bu tür mücadeleleri Marksist ve laik düşünceli ulusal kurtuluş hareketleri
yönlendirirdi, Sovyetler dağıldığından bu yana bölgedeki direnişleri İran
destekliyor. Bu da yerel Şii topluluklarının öne çıkmasına neden oluyor.
Olayların da gösterdiği üzere, İran
ülkesini savunmak için komşu ülkelerdeki direnişlerde taraf olmak zorunda
kalıyor. Çünkü Lübnan, Yemen, Suriye, Afganistan ve Irak’taki çatışmalarda yer
alan güçler, aynı zamanda İran’ın da düşmanı. Oralardaki direnişlerin
kırılması, İran karşıtlarını güçlendirecek. Bu durumu “yayılmacılık, mezhep
çatışması, emperyal amaç gütmek, vekâlet savaşı” olarak yorumlamak gerçeği
yansıtmıyor.
Arap
Yarımadasında ABD hegemonyası
Arap Yarımadası zengin petrol yatakları,
dünyanın önemli geçiş yollarına sahip olması ve genç nüfusunun oluşturduğu
pazar nedeniyle yüzyılı aşkın süredir emperyalizmin ilgi odağıdır. ABD biraz
gecikmeli olarak, bölgeye II. Dünya Savaşından sonra geri çekilen İngiltere ve
Fransa’nın boşluğunu doldurmak üzere girdi. Başlangıç adımını, 1948’de Siyonist
çetelerinin işgal ettiği Filistin topraklarında İsrail’in kuruluşunu destekleyerek
attı. Bu sırada Sovyetler Birliği ile
soğuk savaş henüz başlamamıştı. SSCB Ekim Devrimi sonrası Sykes Picot
anlaşmasını ifşa ettiğinden beri bölgede saygın bir konuma sahipti. Bunu 1956
Süveyş Kanalı krizindeki tutumuyla pekiştirdi. Bağımsız politika izleyen Mısır
Devlet Başkanı Nasır, kanalı kamulaştırmak istiyordu. ABD, İngiltere, Fransa ve
İsrail bunu engellemek için Mısır’a saldırmaya hazırlanıyorlardı. SSCB kararlı duruşuyla bunu önledi. Bu girişim
Arap aydınları arasında Sovyetlere sempatiyi arttırdı. BAAS yönetimleri, FKÖ ve
1967’de kurulan “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti”, Kaddafi yönetimindeki
Libya SSCB’nin bölgedeki başlıca dayanaklarıydı. Arap coğrafyasında gerici
iktidarlar milliyetçi/laik/sol siyasi güçlerin kuşatması altındaydılar. Bu
nedenle ABD bölgede ancak Arap olmayan İran, Türkiye ve İsrail gibi ülkeleri
müttefik edinebiliyordu. İslam devrimi, bölgenin en güçlü ordusuna sahip İran’ı
müttefik olmaktan çıkartmakla ABD'nin bölgedeki hegemonyasını sarsmıştı.
ABD kaybını dengelemek için bir dizi
girişimde bulundu. Türkiye’de 12 Eylül
darbesiyle solun ezilmesi de bunlar arasında sayılabilir. ABD, İran’ın ardından
bir başka önemli müttefikini daha kaybetme tehlikesini göze alamazdı. 1978 Camp
David Antlaşmasıyla başlatılan Mısır-İsrail yakınlaşmasının güçlendirilerek
sürdürülmesi de benzer bir girişimdir. Bu arada ABD kırılgan toplumsal yapısı
ve sonu gelmez iç çatışmalar nedeniyle kolay yerleşebileceğini düşünerek
Lübnan’a yöneldi. Asker göndererek bu amacını gerçekleştirmeyi denedi. Ama Hizbullah’ın
eylemleri nedeniyle bundan çabuk vazgeçmek zorunda kaldı. Yemen, stratejik
konumu nedeniyle ve son yıllarda El Kaide kampları olduğu bahanesiyle ABD’nin
ilgisini kesmediği bir ülke oldu. FKÖ’nün direnişini sürekli aşındırarak, İsrail ve Arap gericilerinin
işbirliği sayesinde eritti. Saddam
döneminde ABD petrol tekelleri Irak’a giremiyordu. ABD önce Saddam’ın İran’a saldırmasını teşvik ederek zayıflamasını sağladı. Ardından Kuveyt’e
saldırmasına göz yumdu ve bunu gerekçe göstererek ülkeyi işgal etti. Böylece Basra Körfezi ve çevresine onlarca askeri üs kurarak yerleşti.
ABD ile bölgesel bir çatışmaya girmeyi
İran seçmedi, bu ABD’nin politikasıdır. Bugün ABD’nin Türkiye’den Afganistan’a,
Türkmenistan’dan Ürdün’e kadar İran çevresindeki ülkelerde 50’den fazla askeri
üssü ve 60-70 bin dolayında askeri var. Dünyada ise 800 dolayında üssü
bulunuyor. SIPRI ( Stockholm
International Peac Resarch Institute) verilerine
göre ABD’nin 2018 yılı silahlanma harcaması 649 milyar dolar. Buna askeri
amaçlı yardım ve altyapı harcamaları da eklenirse miktar 1 trilyon doları
geçebilir. Buna karşılık İran 13,2 milyar dolar harcamış. Üstelik karşısındaki
güç yalnızca ABD değil, zengin Körfez ülkeleri de var. Örneğin yalnızca
Suudilerin 2018’deki silahlanma harcaması 67,2 milyar dolar. Ama buna rağmen
yoksul Yemen’de en küçük bir askeri başarı kazanamıyor.
ABD; Avrupa’da Rusya Federasyonuna,
Pasifik’te Çin Halk Cumhuriyetine karşı uyguladığı politikaların benzerini
İran’a uyguluyor. Ambargolarla sürdürdüğü ekonomik baskıyı, askerî gücüyle
destekleyerek bu ülkeye diz çöktürmeye çalışıyor. Amacı, İran’ın da Balkan ülkeleri, Türkiye,
Ürdün gibi küresel sermayenin engelle karşılaşmadan girip çıkabileceği ve ülke
yöneticilerinin gerektiğinde ABD politikalarına destek vereceği bir yer haline
gelmesi. Ülkede ABD’nin bu taleplerini karşılayabilecek herhangi bir siyasi
seçenek olmadığı için İran buna direnebiliyor. ABD’nin kuşatma politikaları
yüzünden de bu direniş giderek çevre ülkelerine yayılıyor. Dolayısıyla İran
kendini savunabileceği mevzileri, çatışmanın onu zorladığı yönde ilerleyerek,
Yemen’den Lübnan’a ve Afganistan’a kadar yayıyor. Eğer bugün İran ve Hizbullah
Arap Yarımadasında ABD ve İsrail saldırganlığına karşı direniş hattı
oluşturmasalardı, Suriye çoktan düşerdi ve Yemen’de Arap gericileriyle kol kola
giren emperyalistler dilediklerini yapardı. Birçok ülke, IŞİD çetelerinin yağma
ve tehdidine çoktan teslim olurdu. Rusya bugün bölgede bir “denge unsuru” olarak
boy gösterebiliyorsa, bu İran ve Hizbullah’ın dengeyi savaşarak sağlaması
sayesindedir. Karşı güçlerin üstün silah ve büyük para gücüne karşı bu denge hayatlar
ortaya konarak sağlandı.
Bazı
sonuçlar
Devrimlerin zalimi yakan, karanlığı
aydınlatan ateşi kendindendir. Öyle ki, uzun mücadele süreçlerinde her şeyin
sonuna gelindiği sanılan anlarda bile, alınan darbeler ve yaşanan yenilgiler
silkinip tekrar ayağa kalkmak için fırsata dönüşür. Elbette bunlar da vardır ama
bu güç yalnızca devrimcilerin inanç, irade, kararlılık ve ısrarından
kaynaklanmaz; gücün asıl kaynağı, bütün
bu devrimciliğe has nitelikleri de var eden toplumsal çelişkiler arasında doğru
tarafta durmaktır. Her zaman doğru
taraf, devrimin önündeki en yakın ya da en büyük düşmanı yıkmaya uygun yer ve
durumlardır. Karar verilmesi gereken anlarda bu konumu yeniden üretilebilmektir.
Bu sırada yapılması kaçınılmaz olan hataların düzeltilme yolları da böylece
açılır. Dünyanın tüm mazlumlarının ortak baş düşmanı ABD’ye karşı sürekli savaşabiliyorsan,
er geç mazlumlara karşı yaptığın yanlışlardan kurtulmanın yolunu da bulmak
zorundasın. Bu hukuk ya da ahlakın değil; mücadelenin, mücadele içinde yer
alanlara dayattığı bir zorunluluktur.
1-ABD
küresel baş düşmandır
Bugün dünyanın geri kalanı gibi yakın
coğrafyamızda da onlarca toplumsal güç, sayısız amaç için sürekli bir çatışma
içinde. Bu teoride ve kâğıt üstünde değil, yaşanan ve hepimizin içinde
yeraldığı somut bir durum. Bu karmaşayı belirleyen çelişkinin bir ucunda, adeta
kötülüğün kristalize olmuş hali gibi ABD duruyor. Onun hemen yanında İsrail,
Suudiler ve boy boy dizilmiş olan bölgenin gerici, zalim iktidarları var.
Çelişen özel çıkarları yüzünden aralarındaki rekabet hiç eksilmese de, her biri
varlığını borçlu olduğu sermaye akışının sorunsuz sürmesi için işbirliği
içindeler. Öyle ki, bir ülkenin yağmalanması sırasında elde ettikleri ganimeti
nasıl paylaşacakları üzerine kavga ederken, birden bu gerilimin yarattığı yeni
bir kazanç fırsatıyla tekrar işbirliğine giriyorlar. Aralarındaki kapitalist
çıkar ortaklığının nasıl işlediğini İran, Irak, Suriye, Libya gibi ülkelere
ilişkin tehditler, ambargolar, barış görüşmeleri, diplomatik ve ticari trafiğin
hızlandığı anlarda hep gözlüyoruz. Bu durum, kapitalizmin her koşula uyum
gösteren, sorunlarını aşıp yeni sorunlar yaratarak ilerleyen doğası
gereğidir. ABD bu düzeni, düzen içi
rekabete karşı olduğu kadar, yine düzenin yarattığı düşmanlara karşı da koruyan
güçtür. O da bunu hayrına değil, kendisi için ve yapmak zorunda kaldığı için
yapıyor. Hiyerarşinin tepesindeyken göstereceği bir zafiyet, yerini
kaybetmesiyle sonuçlanır. Kapitalizmin ulaştığı yüksek gelişmişlik sayesinde,
gerilerden gelen bir güç bile öne sıçrama olanağı bulabilir. Dolayısıyla yerini
kaybetme tehlikesi herkes gibi ABD için de geçerlidir. Kapitalizm, rekabet ve
tekelin iç içe geçtiği bir dehşet dengesine dayalıdır. Bu yüzden ABD de yerini
korumak için hem diğerlerini koruyor, hem de herkesten güçlü olmaya bakıyor.
Bir kez düştüğünde yerini bir benzeri mi alır yoksa kapitalizm tümüyle tarihin
çöplüğüne mi gider, bilinmez…
Çelişkinin ABD karşısındaki ucunu
tanımlamak biraz zor olacak. Nedeni, bu taraftakilerin ABD karşıtı olmak
dışında ortak paydalarının olmayışıdır. Çünkü ABD tarafındakiler gibi
kendiliğinden işleyen kapitalist çıkar ortaklığı zeminine sahip değiller. Böyle
bir zemin için gerekli mekanizmaların hepsi ABD kontrolünde. Dolayısıyla ABD’ye
karşı tavır alan her güç, kapitalist bile olsa bu karşıtlığını siyasi çerçevede
tanımlamak ve asgari bir ekonomik bağımsızlık yaratmak zorunda. Şu gerekçelerle:
ABD dünyanın en çok üreten ve tüketen
ülkesi. Her ülkenin bir biçimde onunla ticari bağlantısı var. Dünya ekonomisindeki hesaplamalar ABD doları
üzerinden yapılıyor. BM’den başlayarak ticari, siyasi, finansal, kültürel tüm
küresel kurumlarda ABD hegemonyası var. Dolayısıyla ABD’ye karşı kullanılacak
her verili durum, zaten onun egemen
olduğu bir düzenin parçası ve dönüp dolaşıp ona yarar sağlıyor. Bu yüzden çelişkinin bu tarafındakilerin
kapitalizmin işleyişi çerçevesinde ortaklık oluşturmaya çalışmaları,
güçlenmelerine hizmet etmiyor. Ve sonuçta aralarında ABD karşıtlığı dışında bağ kurmakta zorlanıyorlar. Öte yandan, diğer uç gibi bu taraftakilerin de kendi
içinde çelişkileri var. Bunlar kapitalist rekabetin yanı sıra, siyasi ve
ideolojik farklılıklardan kaynaklanıyor. ABD karşıtlarını kabaca şöyle
sınıflandırmak mümkün görünüyor:
Öncelikle dünyadaki etnik, dinsel,
siyasi tüm direniş örgütleri farkında olsun ya da olmasınlar, bu grubun içinde
yer alıyorlar. Yanı sıra, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Küba, Venezüella
gibi sosyalist ve sol devlet ya da hükümetler, ABD’nin kararlı düşmanları
arasındalar. İslami ideolojiye sahip olsa da ABD ile somut bir çatışma
sürdürdüğü için İran da bu gruptan sayılmalıdır. Rusya ve Çin ise, ABD ile bir yandan farklı ekonomik rekabetler
içindeyken, diğer yandan nüfuz alanlarının hakkaniyetli yönetilmesini talep
ediyorlar. Bu çerçevede geçmişin emperyalistler arası rekabetine benzer bir
davranış içinde oldukları söylenemez; daha çok, ABD’nin girmekte ya da yönetmekte zorlandığı
alanlara sızarak kendi nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyorlar. (Bu arada Türkiye
de, “ılımlı İslam” örtüsü altında her
iki tarafın elinin yetişemediği yerlere uzanmaya çalışıyor.) Rusya için
Karadeniz, Kafkaslar ve Orta Asya; Çin içinse Güneydoğu Asya, Güney Çin Denizi
ve yakın Pasifik suları dokunulmazlık alanlarını oluşturuyor. Çin henüz Rusya
gibi davranıp askerî bir çatışmada açıktan taraf olmuyor. Ancak 2018’de
silahlanmaya 250 milyar dolar harcayarak hemen ABD’nin arkasından ikinci sırada
olduğu da unutulmamalı.
Ekim Devrimi sonrasında emperyalizm
karşıtlığı Marksistlerin öncülüğünde gelişen ve ucu sosyalizme açık bir
süreçti. Bu mücadelelerin uzun yıllar boyu Komünist Enternasyonal ve Sovyetler
Birliği gibi her zaman bir tane merkezi ve ideolojisi oldu. Çin ve Sovyetler
Birliği arasında 1960’larda başlayan ayrılık sonucu mücadele çok merkezli hale
geldi. Ancak yine de Marksizm ideolojisi hâlâ emperyalizme karşı
mücadelelerdeki belirleyici yerini koruyordu.
İran Devrimi ile Marksizm’in yerel mücadeleler üzerindeki ideolojik
etkisi de somut olarak sona erdi. Çünkü İran'ın yalnızca Şiilere değil, Sünni kökenli Selefi cihatçı örgütlere de ilham kaynağı oldu.
Uzun yıllardan bu yana toplumsal direnişler
ve ulusal kurtuluş mücadelelerinde etnik ya da dinsel hareketler etkili oluyor.
Aralarında ortaklık bir yana, herhangi bir ideolojik yakınlıktan bile
bahsedilemiyor. Eğer aralarında ortak bir payda aranacaksa, o da direnip direnmediklerine bakılarak bulunabilir. Bir mücadele pratiği ortaya koyabilenler
arasında, her zaman yakınlaşma umudu vardır. Bu nedenle devrimci bir dayanışmanın
gelecekteki ölçülerinin geçmiştekilere benzemeyeceği söylenebilir. Herkesin
birbirinin kimliğine saygı gösterdiği, ideolojisini hedef almadığı ama somut iş
üzerinden beraberlikler arayacağı bir gelişme tasavvur edilebilir. Milliyetçilik,
din, Marksizm gibi yalnızca bilinen ana ideolojiler arasında değil, bunların da
kendi içlerinde sayısız alt ayrılıklarının olduğu bir ortamda; koşulları doğrudan değiştirmeye dönük ölçütler
aramak dışında tutunacak ortak bir dal yoktur. Bu yüzden hangi ideolojiden
olursa olsun kendi geçmişine doktriner biçimde sarılanlardan çok, somut
eylemlerle birlikte fikrî bir yenilik arayışı içinde olanlara dikkat
edilmelidir.
2-
Emperyalist savaş silahların patlamasından ibaret değildir
Kapitalizm düşmansız kalmaz, karşısında
savaşacak bir güç bulamadığında yapısal sorunlarıyla boğuşur. Bilindiği üzere kapitalizmin
başlıca sorunu, kâr oranlarının düşme eğiliminden kaynaklı kriz dinamiğidir. Yeni
sermaye yatırımları yapıldıkça elde edilen kâr, artan sermaye giderlerini karşılamaya yetmez.
Bu yüzden sermaye yatırımlarını minimum düzeye çekerek kâr oranının düşmesini önleme
yoluna gidilir, üretken alanlara yatırım yapıp ekonomide hızlı büyüme
yaratmaktan kaçınılır ve en az yatırımla en yüksek kâr sağlanacak alanlar
tercih edilir. Bu gibi durumlarda burjuva hükümetleri şirketleri destekler. Böylece rant, faiz, ücret beklentisi içindeki toplum kesimlerine
de ödeme yapılarak, kapitalizmin çarkları yağlanmış olur. Silah sanayiinin geliştirilmesi ve
savaşlar, tüm bu amaçları gerçekleştirmek için biçilmiş kaftandır.
Öncelikle silah sanayinin harekete
geçirilmesi, büyük çapta değişmeyen sermaye yatırımları gerektirmez, silah üretmek için eldeki sivil
uçak ve otomotiv sanayiinden yararlanılır. Yatırımlar aşırı büyümeyince kâr oranları da düşmez. Stoklar arttığında ise müşteri aramaya gerek
yoktur, savaşacak bir bahane bulmak yeterlidir.
Savaş ekonomiye yalnızca üretimle değil, yolaçtığı yıkıcı sonuçlarla da
katkıda bulunur. Şehirleri, sanayi tesisleri ve her türlü altyapısı yok edilen
ülkeleri yeninden inşa etmek de yine küresel sermayeye düşer. Bir emperyalistin
yok ettiğini diğerinin yapmasıyla küresel sermaye dolaşımında rahatlama sağlanır. Savaşın bir başka olumlu yan etkisi de, iktidarın milli hisleri yükseltme fırsatı yakalayarak
kendine kolayca rıza yaratmasıdır. Elbette savaşın değişmeyen bir amacı da
güçlünün zayıfı baskı altına almasıdır. Emperyalistler aralarındaki sorunları
eskisi gibi dünya savaşlarıyla çözmeye kalkışmasa da birbirlerini tehdit
amacıyla silahlanır, küçük ülkelere
istediklerini yaptırtmak ve devrimci olasılıkları ortadan kaldırmak için
savaşır ya da savaş kışkırtıcılığı yaparlar.
3-
Kapitalizme karşı olmadan da emperyalizme karşı olunabilir mi?
İran’ın kapitalizme karşı olmadığı,
dahası kapitalist bir ülke olduğu gerekçesiyle emperyalizme tutarlı biçimde
karşı çıkamayacağı belirtiliyor. Bu fikrin diğer bir türü ise, ABD karşıtı
olmanın emperyalizme karşı olmak anlamına gelmeyeceğidir.
“Kapitalizm” denildiğinde üretim biçimi,
toplumsal yapı, siyasal sistem ve bütün bunlarla uyumlu bir yaşam tarzı
anlaşılıyor. Bu nedenle somut bir durumda “kapitalizme karşı olmak” derken ne
kastedildiğinin ortaya konması gerekiyor. Sonuçta toplumsal, kültürel ve
siyasal bakımdan karşı olmanın; zamanı, mekânı ve yapılış biçimleri farklıdır. Ayrıca
Kanada’dan Bangladeş’e, Kenya’dan Rusya Federasyonu’na kadar birçok ülkeyi
kapitalist olarak tanımlıyoruz. Tarihten devraldığı miras koşullarında ve
taşıdığı çelişkiler temelinde, bu kapitalizmler farklılık gösteriyor.
Dolayısıyla somut bir durumu genel ve soyut bir kapitalizm fikri üzerinden açıklayamayız.
Her ülkede emek-sermaye çelişkisi olsa da, bunun yeniden üretimi ve
kapitalizmin küresel işleyiş düzeni üzerindeki yeri farklıdır. Kapitalizm
küresel işbölümü ve hiyerarşiye göre çalışıyor. Değişik ülkelerin burjuvazileri
ve toplumları, kendilerine dayatılana boyun eğiyor ya da itiraz ediyorlar.
Sürece itiraz eden, boyun eğen ya da süreci yöneten eşit değildir. Dünyayı
değiştirme iddiasında olanlar, bu yöndeki çabalarını farklı biçimlerde
etkileyecek olguları ayırt edebilmelidir.
Kapitalist üretim ilişkileri, ancak
devlet zırhı içinde güvenceye alınarak istikrarlı biçimde işletilebilir. Devlet
ise, kapitalizmin önceki toplumlardan devraldığı bir kurumdur. Toplum düzeninin
sürdürülmesini sağlayan bir araç olduğu için, eğer ekonomik bir güce
dayanmıyorsa boş bir kabuktan ibarettir. Sonuçta devlet ve burjuvazi, birbirlerinin
eksiğini gideren parçalar olarak bir araya gelir ve kapitalist toplumsal yapıyı
oluştururlar. Siyasal iktidarlar devleti ve onun aracılığıyla toplumu yönetir. Bu
sırada geçen kararlar ise, burjuvazinin kolektif çıkarlarını ve düzenin
devamını gözeterek alınır. Bu yüzden somut koşullarda kapitalizme karşı olmak,
siyasi iktidara karşı olmak anlamına gelir. Siyasal iktidarı geriletici her
eylem, harekete geçenlerin iradelerinden bağımsız olarak kapitalizme darbe
vurur. Çünkü siyasal iktidarın kapitalist üretim ilişkilerini sürdürmek
amacıyla toplum üzerinde kurduğu baskıyı azaltır ve kısa süreliğine bile olsa,
toplum bu sayede karar verme özgürlüğü kazanır. Çaresizliklerden çare, ancak böyle
anlarda sonrası için yığınak yapıp güç biriktirerek üretilebilir.
Kapitalizmin hüküm sürdüğü bir ülkede
siyasal iktidarı geriletici gelişmeler ne kadar olumluysa, küresel kapitalizmin
hamisi ABD'nin dünyanın herhangi bir yerindeki hegemonyasının geriletilmesi de
aynı ölçüde olumludur. Elbette emperyalizm güçlü ülkelerin zayıfları sömürdüğü
bir dış politika uygulaması değildir, kapitalizmin dünya ekonomisi haline
gelişidir. Bilindiği üzere kapitalizmin temel açmazlarından biri de üretimin
toplumsallaşmasına karşılık, mülkiyetin özel oluşudur. Özel mülkiyet yalnızca üretim araçlarına sahip olan zengin sınıf karşısında malı mülkü olmayanlar açısından sorun olmuyor, kapitalistler için de sorun yaratıyor. Burjuvazinin ortak hareket
etmesi gerektiği anlarda, özel mülkiyet hakları çerçevesinde buna uyulmayabiliyor. Devlet, bu gibi ayrıksı davranışları önlemek
için harekete geçiyor. Aynı durum dünya
için de geçerli ve birçok devlet var. Uluslararası finans kuruluşları,
ekonomide küresel sorunlar yaşanmasını önlemek amacıyla devletleri belli bir
programa uymaya zorluyor ve bunu parasal yaptırımlarla gerçekleştirebiliyorlar.
Ancak iklim sorunu, akarsular ve açık denizler üzerindeki haklar gibi ucu açık
konularda, devletlerin ortak hareket etmek yerine özel çıkarları doğrultusunda
davranarak sorunları büyüttüğünü görüyoruz. Kapitalist üretim ve sermaye
dolaşımının küresel ölçekte gerçekleşmesine karşılık, devletler özel mülkiyeti ve tekil çıkarları
temsil eder gibi davranıyorlar. Bunu bazen toplumun rızasını almak için, bazen
de yalnızca o ülke egemenlerinin özel çıkarları nedeniyle yapıyorlar. Bu
noktada ABD; devletleri, ülkeleri ve halkları; küresel kapitalizmin işleyiş
düzenine uygun davranmaya zorlayan güç olarak harekete geçiyor. Bu
amaçla savaşa, barışa, iktidarların kurulup yıkılmasına vb. kararlar veriyor.
Çünkü küresel kapitalizmin istikrarı, ABD’nin varlığını sürdürmesinin de garantisi.
ABD’nin zayıflaması elbette diğer emperyalistlere yeni fırsatlar yaratır. Ama bu, devrimci alternatiflerin de önünü açar. Şu unutulmamalı, devrimciler güçlerini güçsüzlüklerden devşiriyor. Bunu,
güçlüler arası rekabetler sırasında oluşan çatlaklara girerek, buralarda
tutunarak yapıyorlar. Sonuçta dünyada yalnızca çalışanlar, azınlıklar,
kadınlar, yoksullar ezilmiyor; güçlü devletlerin yanında zayıflar da eziliyor.
Emperyalizm ülkeleri işgal edip yağmalarken, içinde yaşayanlar arasında ayrım
yapmıyor, yakıp yıkarak bir ucundan giriyor ve diğer ucundan çıkıyor. Bu tür
saldırganlıklara direnenleri inancı, ırkı, sınıfsal durumuna bakarak mı
destekleyeceğiz?
Irak Komünist Partisi, ülkesi ABD tarafından
işgal edildiğinde Saddam diktatörlüğünün yıkıldığı gerekçesiyle sevinmişti. Bu
yüzden tarihe komünistlerin yüzkarası olarak geçti. Benzer davranışı
ülkemizdeki bazı sol kesimler de gösterdiler ve “ne Sam, ne Saddam” sloganı atarak, güya her
iki gericiliğe birden karşı çıktıklar. Adeta, bir taşla bütün kuşları düşürdüklerini
sanıyorlardı. Oysa o sırada teslim olarak ya da ABD ile anlaşarak canını
kurtarması mümkünken, Saddam işgale
karşı direniyordu. Irak işgalinin
üstünden 16 yıl geçti. Dün ABD’yi sevinçle karşılayanlar, bugün ülkeden gitmesi
için çabalıyor.
İran’ı yeterince antiemperyalist bulmayanlara
şunu hatırlatmak boynumuzun borcudur: İran, Rusya ile birçok alanda yakın
işbirliği içinde olmasına rağmen, bağımsızlığına tehdit olarak gördüğü için
ülke topraklarında üs kurmasına izin vermiyor.
4-
İran, İslamî yönetimi yüzünden gerici mi?
Solda, somut kazanım amaçlı ve
demokratik nitelikteki mücadelelere destek verilirken ya da bunlara katılım
çağrısı yapılırken, inanç bir engel olarak görülmez. Ülkede dinsel bir azınlık
üzerinde baskı kurulmasına genellikle karşı çıkılır. Ama siyasi mücadele sözkonusu
olduğunda, din soru işareti oluşturur. İktidara karşı çıkan dinsel bir siyasi
harekete destek olmaktan ya da dayanışma içine girmekten kaçınılır. Nedeni
açıktır: Din gericidir, oysa solun mücadelesi ilericidir, aralarında bağlantı
kurulamaz.
Dinin gerici olduğu fikri, kapitalizmin
ilk yıllarından kalma ve burjuva ideolojisi çerçevesinde ileri sürülen bir
düşüncedir. Bu çerçevede sanayinin doğuşu emek-sermaye ilişkisine değil, bilim
ve (üretim bilgisinden başka bir şey olmayan) teknolojideki gelişmelerin doğal
sonucuna bağlanır. Buna göre dinin baskısından kurtulan insan aklı özgürce
düşünmeye başlayarak bilimi ve sanayiyi geliştirmiştir. Bu sırada burjuvazi
liberal, Aydınlanmacı, ulusçu ve bilimden yana düşünceler dile getirerek kendi
ideolojisini üretirken; elinde büyük topraklar olan kilise ve feodallerle çıkar
çatışması içine girmiştir. Çünkü sanayi üretimi için gerekli olan su, kereste
ve çeşitli hammaddeler toprak sahiplerinin elindedir. Toplumsal çatışmada
toprak sahiplerinin elinde birleşerek güç oluşturmalarını sağlayacak dinden
başka bir ideolojileri yoktur. Fransa’da
dinin gerici olduğu fikri, tarihin gerisinde kalmış sınıflar tarafından
sahiplenildiği bu dönemde ortaya atılmış ve yeni toplum düzeninin dinden
arındırılarak laik temelde kurulması gerektiği savunulmuştur. Burjuvazi
kiliseye boyun eğdirdikten ve hammadde kaynaklarını dilediği gibi
kullanabileceği düzenlemeler yaptıktan sonra toplumu dinden arındırma
ısrarından vazgeçmiştir. Bu tutumu “burjuvazinin devrimci barutunu tüketmesi”
olarak yorumlayan kimi Aydınlanmacı solcular, burjuvazinin terk ettiği laiklik
fikrini sosyalistlerin üstlenmesi gerektiğini savunurlar. Bu burjuva sosyalizmidir.
Din bir inanç, ideoloji ve dünya
görüşüdür. Ama hepsinden önce bir düşünce biçimidir. Ve düşünceler, onları
taşıyan insanlardan ayrı ele alınamaz. Çünkü düşüncelerin kendi başlarına bir
varlıkları, dolayısıyla toplumsal yaşamı belirleyici güçleri ve tarihleri
yoktur. Düşünceler sürekli olarak taşıyıcılarının somut varoluş koşulları
içinde ve gereksinimleri çerçevesinde öğrenilir, yorumlanır, anlaşılır ve
aktarılarak yeniden üretilir. Bu durum dinler için de geçerlidir. Dönemin ve
değişik toplumsal kesimlerin gereksinimlerine bağlı olarak dinlere olan ilgi
artıp azalarak değişir ve belli bir dinin farklı yorumlarıyla yeni mezhepler,
tarikatlar ortaya çıkar. Birçok din
olmasının yanı sıra her bir dinin çeşitli yorumlar barındırması, sanki bir tane
“iyi” ya da “kötü” din varmış gibi mutlak olarak yücelten ya da
değersizleştiren anlayışları geçersiz kılar. Söylemler ve ibadet biçimleri aynı
olsa bile, ezenlerin ve ezilenlerin bunları yorumlayışları farklıdır. Aynı
dinsel söylem, farklı koşullarda değişik anlamlara gelebilir, olumlu ya da
olumsuz rol oynayabilir; bu kendi özünden kaynaklanan bir durum değildir, ona
gereksinim duyanların yorumudur.
Felsefi ya da bilimsel düşüncelerin
doğruluk yanlışlığının tartışılmasına karşılık dinsel inançların
tartışılmazlığı, ona değişmezlik kazandırıyormuş gibi yorumlanarak “gerici”
diye nitelendirilmesine yol açar. Oysa inanç tartışılmasa bile değişen somut
koşullar içinde inanılan şey ya da inanç biçimi sürekli değişir. Yalnızca
dinlere değil, bilimin geçerliliği, haksızlığın alt edileceği, evrenin
sonsuzluğu gibi şeylere de inanırız. Çünkü bilgilerimiz, toplumsal varoluş
koşullarımızla sınırlıdır ve sonsuz bir hareketi belli bir noktadan sonra
izleyemeyiz. Benzer biçimde, ne kadar bilgili olursak olalım geleceği bilemeyiz,
yalnızca olmuş ve olmakta olanın işleyiş yasalarından yola çıkarak gelecek
hakkında bazı öngörülerde bulunuruz. Bu gibi durumlarda kesin bilgisine sahip
olmasak bile bir şeyin devam ettiğine inanmak, sonunu göremiyoruz diye birçok
işi yarım bırakmamıza engel olur. İnancın bu olumlu işlevi ve dinin ideoloji
olarak geniş yığınları birleştirici özelliği bir araya geldiğinde, dinden başka
ortak bağı bulunmayanların bu temelde siyasi bir özneye
dönüşmeleri kolaylaşır. İran’da yaşanan budur.
Düşünce süreçleriyle maddi süreçler
arasında çakışma aranmaz. Bilenin en iyisini yapacağının garantisi olmadığı gibi,
yapanlar da en doğrusunu bilir demek değildir. Bu çerçevede dine karşı bilimi
savunmak, gerçekten bilimin savunulduğu anlamına gelmez; yalnızca bilimin
dinden üstün olduğunu ileri süren burjuva ideolojisinin savunulduğu anlamı
taşır.
5-
İran’daki tutarsızlık: Ezilmeye karşı olan başkasını ezer mi?
Ezilmeye karşı olan, elbette başkasını
ezmez. Ancak bugün İran’daki gelişmeleri güvenilir kaynaklardan değil,
uluslararası medya tekellerinden öğreniyoruz. Ne olduğu hakkında bir kanaat
edinebilmek için, nesnel gerçekleri karşılaştırarak düşünmeliyiz.
Devrim olduğunda İran’ın nüfusu 32 milyondu,
bugün 82 milyon. Nüfusun yüzde 80’i kentlerde yaşıyor. Yüzde 35’i, 15-35 yaş arası gençlerden oluşuyor. Savaşlar ve bitmeyen ambargolar yüzünden yokluk
ve karaborsa yaşanıyor. Bu koşullarda sık sık, halkın yönetimi protesto ettiği
sokak gösterileri düzenleniyor. Şu unutulmamalı; İran, nasıl yönetileceğine
kendisi karar vermiş bir devrim ülkesi. Bugünkü devlet ve yönetim biçimi bir
gecede oluşmadı; tartışmalar, iç hesaplaşmalar ve bu arada dış saldırıların
yaşandığı bir süreçte ortaya çıktı. Dolayısıyla protesto eylemleri yalnızca
düzen karşıtlığından dolayı yapılmıyor;
büyük kalabalıklar, rıza verdikleri bir düzenin kötü yönetilerek beklentilerini
karşılamadığı için de sokağa çıkıyorlar. Bu sırada can kayıpları yaşanması,
düzenin ne kadar zor durumda olduğunun kanıtı olarak görülmemelidir. Yalnızca
İran’da değil, Cezayir, Sudan, Yemen gibi savaş ve iç savaş yaşanmış ülkelerde
toplumun her kesimi yaşadığı sorunları yüksek sesle dile getirmekten, sokakları
doldurup sert protesto eylemleri yapmaktan çekinmiyor. Bu bizim gibi bastırılmış toplumların pek alışık olmadığı bir durum.
Pahalılık, ücret azlığı, elektrik
kesintisi, bankerlere para kaptırma gibi somut talepler için yapılan
kendiliğinden eylemlerle, siyasi nitelikte olanları ayırmak gerekir. Yaşadığımız ülkedeki kendiliğinden eylemin içinde yeralmak başka, uzak bir ülkede ve hakkında hiç bir bilgimizin olmadığı eylemler üzerine peşin hükümler vermek başkadır. Her sokak
gösterisinin ardından Avrupa’da mülteci konumundaki İranlı birçok sol örgüt
açıklamalar yapıyor. Bunların ülkede bir karşılığının olmadığını, kendi
deneyimlerimizden de biliyoruz. En etkili örgüt olan Halkın Mücahitleri,
pragmatizminin kurbanı olarak işlevsiz hale gelmiş görünüyor. Yalnızca bu örgütlerin açıklamalarına bakarak, İran hakkında hüküm veremeyiz. Sokak
eylemlerinde adı duyulmuş tek siyasi yapı, 2009’da reform talepleriyle milyonlarca kişinin sokağa çıkmasını sağlayan "Yeşil Hareketi"dir. Hareketin lideri konumunda ve aynı zamanda yönetimde üst düzey görevler almış
olan Musavi ve Kerdubi, 2012’den bu yana ev hapsindeler. Hareket ise etkisiz durumda.
Ortaya yeterli kanıt konulmadıkça,
İran’la ilgili olarak uluslararası medyada çıkan haberlere itibar etmemek
gerekiyor. Merkezi Londra’da bulunan Reuters haber ajansı 23 Aralık 2019
tarihli haberinde, geçen Kasım ayında yapılan gösterilerde 1.500 kişinin
öldüğünü duyurdu. Uluslararası Af Örgütü ise 304 kişinin öldürüldüğünün tespit
edildiğini açıklamıştı. Reuters, kaynak olarak İçişleri Bakanlığından adını
vermediği üç kişiyi gösterdi. Ortaya inandırıcı hiçbir kanıt konmadığından, bu haberlerin doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Oysa İran girilip çıkılması
yasak bir ülke değil. Örneğin TC vatandaşlarına vize yok. İran, vatandaşlarına
yasak getiren ABD dışında hiç bir ülkeye yasak uygulamıyor. Reuters’in
haberini birçok yoldan araştırmak mümkün ama yapılmıyor.
Kasım ayı gösterilerine katılan bir genç
kadının beyaz başörtüsünü çıkarıp sallarken çekilen fotoğrafları, özgürlük
taleplerinin sembolü gibi yorumlandı ve dünya medyasında yaygın biçimde
kullanıldı. Elbette İran’da din baskısı var ve bu tür karşı çıkışlarla
değişecektir. Ama toplumsal gelişmeleri değerlendirme ölçülerimiz, ideolojik gerekçelerle yapılan kılık kıyafet
baskısına işaret etmekten mi ibaret? Örneğin İran’da eğitim ve sağlık giderleri
büyük ölçüde devlet tarafından karşılanıyor. Bu kalemler için bütçede ayrılan
pay birinci ve ikinci sırada. İran halkının yüzde 90’ı sigorta kapsamında ve ayrıca
bizim gibi ilaç tekelleri ile özel hastaneler tarafından soyulmuyor. Üniversite
öğrenimi görenlerin yüzde 60’tan fazlasını kadınlar oluşturuyor. Başka ülkeler
gibi İran’da da halk, resmî ideolojinin gösterdiği doğrultuda yaşamıyor. İran
İslam Cumhuriyeti bir siyasi parti hükümeti değil; bir iktidar, devlet ve
toplumsal yaşam biçimi. Dolayısıyla herhangi bir nedenle düzen darmadağın
olmadığı sürece, protestoların ancak bir yönetim biçiminden diğerine
geçilmesine yol açacağı düşünülebilir. İran hakkında söylenenlerin ne
kadarının doğru olduğunu bilemiyoruz. Ancak başka ülkeler hakkında üretilen
benzer yalanların sonuçlarını biliyoruz. Hatırlayalım:
Romanya’da Nazi işbirlikçisi faşist
iktidar 1944’de yıkılarak yerine Sosyalist Cumhuriyet kuruldu. Romanya Varşova
Paktı üyesi olsa da, Sovyetlerden
bağımsız bir politika izliyordu. Ülkede
eğitim, sağlık, iş, konut sorunu yoktu ve dış borcu bulunmuyordu. Ama 1989’da
Berlin duvarının yıkılmasının ardından birden tekelci medyada “Çavuşesku
diktatörlüğü” haberleri yer almaya başladı. Macar azınlığın yoğun olduğu
Temeşvar’da katliam yapıldığı haberleri yayıldı. Ülke yönetiminden bazı
işbirlikçiler Çavuşesku'nun devrilmesi için çalıştılar. 22 Aralık
1989’da Çavuşesku çifti “kaçtılar” yalanıyla kaçırıldı ve 25 Aralık’ta göstermelik bir yargılama sonucu kurşuna dizildiler. O zaman televizyonlarda da yayınlanan kısa sorgu görüntülerinde, Çavuşesku kendini haksız yere
suçlayıp yargılayanlara boyun eğmiyordu. Ölümünün ardından yabancı
bankalarda serveti olduğu yalanı yayıldı ama tek kuruş bulunamadı. Devlet
kurumları için yaptırılan bir bina, “Çavuşeskuların sarayı” olarak gösterildi.
Romanya sosyalizm döneminde yaptığı “Dacia” marka arabayı ihraç ediyordu, bugün
o fabrika Fransız Renault şirketinin oldu. Ülkenin zenginlikleri emperyalist
şirketlerce yağmalandı. Romanya bugün NATO üyesi, topraklarına İran ve
Rusya’yı vurabilecek menzile sahip füzeler konuşlandırıldı. Ve Romanya’nın 100 milyar Euro
dış borcuyla birlikte, artık işsizleri, yoksulları ve yabancı ülkelere ihraç
ettiği fahişeleri var.
Irak’ta Saddam döneminde nükleer silah
olduğu, Suriye’nin kimyasal silah kullandığı, Kaddafi gibi Afrika halklarını
emperyalizme karşı uyandırmaya çalışan birine “deli, sapık” damgası vurarak
hunharca linç edilmesi ve daha yüzlercesi... Bugün bunların İran hakkında da
üretilmediğini kim söyleyebilir?
6-
Süleymanî suikastı bölgede yeni bir döneme geçildiğinin işaretidir
Biliyoruz ki hareket, çelişki demek.
Uzun dönemli gelişmeleri (ya da süreci) belirleyen temel (=öncelikli/başat)
çelişkide köklü bir değişim gerçekleştiğinde, bu ikincil düzeydeki çelişkileri ve onlar da
kendi çevrelerindekileri belirleyerek, olaylar bütünlüğünün değişimine yol
açıyor. Bütün bu irili ufaklı çelişkilerin neden olduğu çatışmaların tarafları, konum ya da amaçlarında ister istemez yeni gelişmelere bağlı olarak değişiklikler
yapıyorlar. Kurulu dengeler bozulduğu
için, kendilerini güvenceye alabilecekleri yeni denge arayışlarına giriyorlar.
Böylece, olay ve olguların birbiri üzerinde yarattıkları sayısız etkiyle ortaya
çıkan belli bir siyasi konjonktürden, bir başkasına geçiliyor. Eğer küçük
çaptaki konjonktür değişiklikleri birleşerek herkesin önceki dönemden kalma
ilişkilerini gözden geçirmesini gerektirecek boyutlara ulaşırsa, gelişmeler
yeni bir döneme geçilmesiyle sonuçlanıyor. Küçük bir olay, büyük değişimin
görünüşteki nedenini oluşturuyor. Ama küçük olaylar da diğer önemli
çelişkilerin etkisi altında ortaya çıkıyor.
Örneğin karar vericinin seçimde oy
kaybetme endişesi, ortadan kaldırılan kişinin önemi, bir ülkedeki iç çekişmelerin
dışa vurumu gibi sık rastlanır nedenlerden dolayı harekete geçilmiş ve bir dizi
gelişmeye yol açılmıştır. Eylemleri yapan öznelerin açıklamaları ve bunları gözleyerek
bilgi toplayanların ifadeleri de bu yöndedir. Ama bu gerçekler, tekil olayların
arkasında da başka konjonktürlere ait farklı temel çelişkilerin rol oynadığı
gerçeğini değiştirmez. Bu yüzden Süleymanî suikastını (ve genel olarak bir
olayı ya da olguyu) anlamaya çalışırken şu iki sınırı gözetmek yararlı
olacaktır: Birincisi; düşüncelerimizi, olayların somut nedeni olarak görünen
yüzeydeki olgularla sınırlı tutamayız. İkincisi bunun tersine, olgular arasında
salt teorik bilgiye dayalı yorumlar üzerinden bağlantı kuramayız; somut
şeyler arası geçişleri de yine gerçeğin bilgisi temelinde ortaya koymalı ve
teorik bilgiyi, ampirik bilgi yığınının
içine girerek, işleyiş yasalarını ya da iç bütünlüklerini ortaya çıkarmak için
kullanmalıyız. Teori, sonsuz sayıdaki
değişkenden oluşan somut bir bütünlüğün özelliklerini aslına uygun biçimde
zihnimizde canlandırmaya ve hayatın sonsuz altüst oluşları içinde yerimizi
saptamaya yarar.
***
Dünyanın geri kalanı gibi bölgemizin
ezen ve ezilenleri arasındaki çatışmalarda da belirleyici rol oynayan çelişkinin
bir kutbunda ABD yer alıyor. Diğer kutbunda ise Direniş Hattı (İran, Suriye,
Lübnan) bulunuyor. İran Devrimi sonrası
oluşan bu çelişki, örneğin Filistin-İsrail arası mücadele, mezhep çatışmaları,
bölge ülkelerinin iç ve dış kavgaları ya da farklı emperyalist güçlerin bölge
halklarıyla ilişkileri gibi önceden kalma tüm çelişkilere etki ediyor. ABD bu
çelişkiler yumağını,-başka yararlar da sağlamak isteyişinin yanı sıra-asıl
olarak İran’ı zayıflatmak için kullanıyor. Buna karşılık İran da kendini
savunmayı ülkesi ve inancıyla sınırlı tutamayacağını görerek, bölgesel bir
direniş hattı ekseni üzerinden daha geniş alanlara uzanıp yeni müttefikler
bulmaya çalışıyor. Bu süreçte tek
taraflı yapılmış birkaç girişim dışında tarafların doğrudan temas yaşadığı
söylenemez. Süleymanî suikastı ve sonrasındaki gelişmeler bu konuda ilktir. ABD’nin,
İran’ın yıllardır bölgede açık çalışan
resmî bir görevlisini öldürmesi ve İran’ın da buna kendi topraklarından ABD
üslerine attığı füzelerle karşılık vermesi, yeni bir döneme girildiğini
gösterir. Bu ABD saldırısıyla olmamış;
tersine, zaten yaşanan bir değişimin sonucunda böyle bir saldırı yapılmıştır.
ABD, önceki dönemde dünya hegemonyasını
“yumuşak güç” kullanarak sürdürme eğilimindeydi. Çatışma bölgelerinden asker
çekme, İran’la nükleer anlaşma, İsrail’i dizginleme, Çin’le rekabeti azaltma ve
Asya-Pasifik ülkeleriyle ekonomik işbirliği bunun göstergeleriydi. Bu dönemde
ABD ekonomisini güçlendirirken, Arap
Yarımadasında da Direniş Hattı, IŞİD’e karşı büyük bir mücadele içinde durumunu
korumaya çalışıyordu. 2015’de Rusya’nın Suriye’ye doğrudan destek vermeye
başlamasıyla denge Direniş Hattı lehine değişti. ABD buna 2016’da başkan
seçilen Trump’ın ağzından yanıt verdi ve sertleşeceğini duyurdu. Ancak
beklendiği gibi olmadı ve geçen sürede ABD dış politikasında çelişkili tutumlar
sergilendi. Bunun bir örneği, geçtiğimiz
Ekim ayında Trump’ın açıkladığı Suriye’den çekilme kararıydı. Bu tavır
müttefikler tarafından eleştirilirken, ABD yönetiminde de tartışmalara yolaçtı.
Bu sırada ABD’nin bölgedeki rakibi Direniş Hattı şu durumdaydı:
Irak’ta 2017’de Ayetullah Sistani’in
çağrısıyla Irak güvenlik güçlerinin bir parçası olarak ve İran'ın da desteğiyle, Haşdi Şabi kuruldu. O sırada ABD de, Irak'ta bir iç güvenlik örgütü kurulmasına yardım ediyordu. Haşdi Şabi'nin IŞİD karşısında başarılı olması, ABD’nin oluşturmaya
çalıştığı güvenlik örgütünü de devre dışı bıraktı. Kısacası Irak'ta iç güvenlik ABD karışmadan sağlanmıştı. Esat, Suriye’de iç savaşı kazanmıştı. Lübnan’da tüm dış müdahale
ve provokasyonlara rağmen iç savaş çıkmamış ve Hizbullah konumunu korumuştu.
Irak’ta ABD karşıtlığı artıyor, Yemen’de Husiler güçlenirken Suudi Arabistan’ın
içlerine kadar uzanan saldırılar yapabiliyorlardı. Suriye’den çekileceğini
açıklayan ABD, Direniş Hattının güçlenmesi karşısında politika değiştirerek bundan vazgeçti. Türkiye sınırından asker
çekse de, petrol çıkarılan Deyr El Zor’a yeni asker
gönderdi. Yanı sıra, Irak’a da asker gönderdi ve Haşdi Şabi üslerini vurarak gerilimi tırmandırdı. Zaten yolsuzluklara
karşı ve yabancı güçlerin ülkeden çıkması talepleriyle sokakları doldurmuş olan
Irak halkının öfkesi, giderek ABD’ye yönelmeye başladı. Süleymanî suikastı ABD’nin
politika değişikliği sırasında gerçekleşti. İran tarafından yapılan açıklamalara göre
Yemen’de Husilere danışmanlık yapan başka bir İranlı general daha öldürülmek
istenmiş ama başarılamamıştı.
Süleymanî
bölgede açık çalışan biriydi ve öldürüldüğü gün de Şam’dan Bağdat’a tarifeli
bir uçakla gelmişti. Bu tavır aslında ABD’ye karşı yıllardır sürdürülen bir meydan
okumaydı. Bu nedenle Süleymanî’nin öldürülmesinin iki ülke açısından da
sembolik anlamı vardı. ABD, yıllardır izlediği bu meydan okuma karşısında yeni
bir tavır aldığı mesajını verdi. İran da
bunu gördü ve Irak’taki ABD üslerine kendi topraklarından füze göndererek kabul
etti. O da sıradan bir intikam amacı gütmediğinin anlaşılması için saldıracağını önceden haber vererek ve hedefleri dikkatle seçerek bir mesaj
iletti. İran’ın amacı, ABD’nin Irak’tan
ve uzun vadede bölgeden sökülüp atılmasıdır.
Suikastın ilk saatlerinde İsrail
Başbakanı Netanyahu’nun olayın kendileriyle ilgisinin olmadığını açıklaması
dikkat çekiciydi. Belli ki bir intikam saldırısıyla muhatap olmaktan
çekiniyordu. Dünya kamuoyu Süleymanî’nin resmî kimliğine ve ABD’nin hukuksuz
davranışına işaret etse de, bunun ABD’den yakınmaktan başka bir anlamı yoktu.
En önemli açıklamayı Irak Başbakanı Abdülmehdî yaptı. Süleymanî kendisinin
daveti üzerine geliyor, Suudi Arabistan’ın İran’a gerilimi düşürmek amacıyla ve
kendileri aracılığıyla gönderdiği bir mektuba, Tahran’ın yanıtını
getiriyordu. Suudiler tarafından
yalanlanmayan bu bilgi önemliydi. Bilindiği üzere geçtiğimiz Eylül ayında Suudi
Arabistan’ın Aramco petrol tesislerine İran yapımı füzelerle saldırı
düzenlenmiş, herkes İran’ı suçlarken İran bunları reddetmişti. Asıl
önemlisi, ABD savunma gücünün bu
saldırıyı önleyemediği ortaya çıkmıştı. Suudilerin
bunun üzerine gerilimi düşürmeye çalışması, bölgedeki mezhep çatışmalarını
azaltabileceği için değerliydi. Ve bu da
emperyalizmin işine gelmezdi.
Önümüzdeki dönemde tarafların kartlarını
açık oynanacağını söyleyebiliriz. Herkes
konumunu buna göre yeniden ayarlıyor. ABD süper bir güç olarak, kim olduğuna
bakmaksızın bölgede kendinden yana tavır almayan herkes üzerinde baskı
uyguluyor. Ancak son olayların gelişiminin de gösterdiği üzere, ABD yanlısı
olmak eskisi kadar güvenli görünmüyor. Buna karşılık süper bir güce direnmek de
hiç kolay değil. Bu nedenle yalnızca bölgenin mazlumları arasında değil,
egemenleri arasında da alışılmış seçenekler dışında siyasi arayışlara girilmesi
beklenmelidir. Bölge egemenleri kendilerini ABD şemsiyesi altına atmak yerine;
bölgedeki ulus, ülke, inanç kaynaklı rekabetleri azaltarak güvenceye almayı
düşünebilirler. ABD ve İsrail’in fütursuz saldırganlığı devam ettikçe, bölgede
ezen ya da ezilen hiç kimse, kendini geleneksel etnisite, mezhep, ulus devlet
yapıları içine hapsederek varlığını sürdüremez. İktidarlar ABD’den yana tavır alsalar, kendi
halklarının tepkisini çekiyorlar. Birbirleriyle dayanışmaya girerek ABD’ye
karşı tavır almaya çalışsalar, aralarındaki önyargılar buna engel oluyor. Arap
Yarımadasının gerici iktidarları zor durumdalar. ABD ile kıyasıya bir çatışma
yaşanmasının mümkün olduğu ve tüm bölgesel çelişkilerin keskinleşerek açığa
çıkacağı önümüzdeki dönemde, farklı toplumların ezilenlerinin işbirliğine
girmesi daha da önem kazanıyor. Uzun süreden beri, bölgeye yön vermek
isteyenler saldırılarını bir noktayla sınırlandırmayarak bütün direnişleri
ezmeye çalışıyorlar. Yalnızca bu gerekçeyle bile ezilenler mücadelelerini kendi
siyasi sınırlarının ötesine taşıyarak, bölgesel hedefler çerçevesinde
düşünmelidirler. Bu uzun süredir tıkanmış olan sömürü ve zulme karşı
mücadelelerde yeni bir umut demektir. ABD-İsrail saldırganlığı,
bölgenin mazlumlarına böyle bir yol açmıştır.
Kapitalizm için “sermayenin vatanı
yoktur” denirdi ama sermaye hâlâ dünyayı ulus, ülke, devlet engellerine
takılmadan dolaşamıyor. Üstelik kapitalizmin gelişmesiyle bu engellerin
azalması beklenirken, tersine kapitalistler arası rekabetten yine kapitalist
iktidarlar yararlanıyor. Bu yüzden vatanı olmayan sermaye kendini hep
kapitalist vatanların sınırları içinde yeniden üretme yoluna gidiyor.
Benzer durum proletarya için de geçerli
sayılır. Kendi ürettiği engeller yüzünden kendi doğasına uygun davranamayan
kapitalizmin bu tıkanıklığı, yarattığı mezar kazıcılarını da engelliyor.
Mülksüzleştirme, savaş, doğal afet, ekonomik bunalım, hastalık, iklim
değişikliği gibi sayısız nedenle eskisi gibi yaşayamaz hale gelen ve yaşamını
çalışarak kazanmaktan başka çaresi yokken boğaz tokluğuna çalışma olanağı bile
bulamayanlar arasında, birbirleriyle dayanışmaya girmekten başka yol
bulunmuyor. Ama kapitalizmin aşmak istese bile besleyip büyütmek zorunda
kaldığı ulusal, dinsel, ırk ve cinsiyetten kaynaklı önyargılar; göç yollarında
hayatını kaybetmek için sıra bekleyenlerin birlikteliğini önlüyor. Şimdi belki
düşmanın artan acımasızlığı yüzünden, bu önyargıların da aşılması mümkün
görünüyor. Artık ezilenlerin mücadelesi kendine dayatılan sınırları aşmanın
eşiğindedir. Şimdiye dek böyle olması gerektiğini söyleyen ama nasıl olacağını
somut olarak gösteremeyenler için, yeni bir yol açılıyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.