Blog Arşivi

20 Ocak 2020 Pazartesi

İRAN-ABD GERİLİMİ GELECEĞİMİZİN HATIRLATICISIDIR




İran devrimi

Diğer ülkelerdeki Şiiler İran adına vekâlet savaşı mı veriyor?

1- Şiilik ve dönüşümü
2- Bölgedeki Şiilerin durumu
3- Şiiler vekâlet savaşı vermiyor

Arap Yarımadasında ABD hegemonyası

Bazı sonuçlar

1-ABD küresel baş düşmandır
2- Emperyalist savaş silahların patlamasından ibaret değildir
3- Kapitalizme karşı olmadan da emperyalizme karşı olunabilir mi?
4- İran, İslamî yönetimi yüzünden gerici mi?
5- İran’daki tutarsızlık: Ezilmeye karşı olan başkasını ezer mi?
6- Süleymanî suikastı bölgede yeni bir döneme geçildiğinin işaretidir

                                                      ***

İran, 1979’da İslamî bir devrimle iktidarın alındığı ilk ülke. ABD ise küresel sermayenin hamisi, bütün ülkelerin gericilerinin ardındaki gölge, dolayısıyla mazlumlar dünyasının baş düşmanı ve emperyalist bir süper güç.  Devrimden bu yana aralarında kesintisiz bir mücadele yaşanıyor. ABD, İran’a zarar verebilecek her gelişmeyi destekliyor. İran da gücü oranında buna karşılık veriyor. Bu çatışmaya gelecekteki devrimler adına ilgisiz kalamayız. “İkisi de gerici ve kapitalist” diyerek tarafsız davranmak ise, bilindiği üzere yalnızca güçlüye yarar. Malum, güç ABD’nin elindedir.


Dinin Ortaçağdan kalma olduğu gerekçesiyle, İran’da Şah diktatörlüğünün yıkılıp bir İslam Cumhuriyeti kurulması, liberal ve geniş bir sol çevre tarafından  “devrim”  olarak görülmez; iktidarın yalnızca bir gericiliğin elinden diğerine geçtiği düşünülür.  Muhalefetin bugün de Şah dönemindeki gibi acımasızca ezilmesi, bunun kanıtı olarak gösterilir.  Devamında ABD ile çatışmanın nedeninin emperyalizme karşı kendini savunmak değil, bölgesel hegemonya rekabeti olduğu ileri sürülür. Buna göre, İslam Cumhuriyeti bölge hakkında Perslerden kalma “emperyal hayaller” beslemekte ve çevre ülkelerdeki Şiileri de bu amacına ortak ederek, rakip siyasi iktidarları zayıflatıcı bir “vekâlet savaşı” verdirmektedir. Zaten İran kapitalist bir ülkedir ve kapitalizme karşı olmayan emperyalizme de karşı olamaz. Ya da bu tezin değişik biçimi; Amerikan karşıtlığıyla emperyalizm karşıtlığını birbirine karıştırmamak gerekir, İran yalnızca ikincisini göstermektedir.  Özetle, İran’da kendi çıkarları doğrultusunda mezhep çatışmalarını körükleyen gerici bir iktidar hüküm sürmektedir…

Bu yorumlarda dikkat çekici olan, çatışmanın bir kutbunu oluşturan ABD ve diğer emperyalist ülkeler sosyolojik kavramlarla değerlendirilirken,  İran’ın hep din açısından ele alınmasıdır. Sanki başka toplumlar varlıklarını maddî yaşamın yeniden üretimiyle, İran ise duayla sürdürüyormuş gibi… Bu tutarsız akıl yürütme Aydınlanmacılık karikatürü kaba bir din eleştirisiyle desteklenerek,  İran toplumundaki bütün olumsuzlukların tek sorumlusunun dinî yönetim olduğu ileri sürülür.  Bu sırada ne devrimin ilk yıllarında Saddam’ın saldırısıyla başlayan ve 8 yıl süren savaşın etkileri, ne ABD’nin sonu gelmez ambargoları ve ne de İran düşmanı Suudi-İsrail koalisyonunun marifetleri hesaba katılmaz. Öte yandan iktidara karşı takınılan bu eleştirel tavır, yenilgide ne gibi sorumluluğu olduğunu anlamak bakımından muhalefete karşı gösterilmez. Sanki muhalefet yenilerek aklanmış gibidir…

İran devrimi

İran’da ayaklanma sonucu iktidar ABD’nin bölgedeki en güvenilir müttefiki ve petrol tekellerinin işbirlikçisi Şah’ın elinden, Mollaların öncülüğündeki orta sınıflara geçti. Diğer muhaliflerle kısa iç çatışma sürecinde halkın da rızasıyla, önemli toplumsal değişiklikler yaşandı. Şiilik temelinde yeni bir devlet kurulurken, Şah’a ve yabancı şirketlere ait üretim araçları kamulaştırıldı.  Bu olgunun siyaset teorisindeki adı, “devrim”dir. İran’da yaşanan liberal, ulusal, komünist, halkçı vb. değil; dinsel nitelikte bir devrimdir. Dolayısıyla diğer siyasi görüşlerin yanı sıra Marksistleri de düşman olarak görür. Ancak bu tutumu, emperyalist dünya düzeninin gövdesinde bir delik açtığı gerçeğini değiştirmez. Zaten bu durum, kendi ülkesinde düşman saydığı siyasi görüşlerin iktidarda olduğu ülkelerle işbirliği yapmasından da anlaşılır.  Buna göre, yalnızca ABD ile savaştığı için değil, onun bölgedeki en güvendiği müttefikini iktidardan indirdiği ve petrol zengini bir ülkede küresel sermayenin hesaplarını altüst ettiği için de emperyalizme karşıdır. Elbette İran kapitalist bir ülkedir. Ancak bundan bağımsız olarak kapitalizmin başına küresel ölçekte açtığı dertler, dünyanın başka köşelerinde her tür ezilmeye karşı mücadele edenlerin hayrınadır.  Bu nesnel gerçek yerine İran’ın kapitalist olmasından yola çıkarak dile getirilen teorik doğrulara göre siyasi tutum belirlemek, gerçeğin değiştirilmesiyle ilgilenilmediği anlamına gelir.

1970’lere kadar genellikle bağımsızlık ve demokrasi içerikli bu tür mücadelelere Marksistler öncülük ederken, Marksizm’in kendi sorunlarına gömülmesinin ardından öncülük dinsel ve ulusal hareketlere geçmiştir. Bu koşullarda kesintisiz biçimde süren ezen-ezilen mücadelelerinde ezilenler sıradan gereksinimlerini karşılamak için bile büyük bedeller ödemek zorunda kalırken, kendilerine en yararlı fikrin ne olduğunu düşünecek ve arayıp bulmaya çalışacak değillerdir; ellerinin altında ne varsa onun yardımıyla mücadele edeceklerdir. Dolayısıyla İran’da İslamî hareketin sürece egemen olması ne ezilenlerin,  ne mollaların suçu değildir; eğer Marksistler bir eksiklik arayacaksa, kendilerine bakmalıdırlar.

Devrim; yönetenlerin yönetemez hale geldiği ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediğini örgütlü ve kararlı biçimde gösterdiği bir ortamda olur. Buna kısaca “devrimci durum” diyoruz. Böyle bir ortamda elektrik, ekmek, su, ilaç gibi temel ihtiyaç maddelerinin karşılanamayışının yanısıra, ortada herhangi bir otorite de yoktur. Ancak ironik biçimde, bütün bu maddî yokluklara karşılık sınırsız bir özgürlük vardır ve toplumun her kesimi, bir düzen kurulması amacıyla sürekli arayış içindedir. İran’da hayat, Şahın ülkeyi terk ettiği 1978 başlarından itibaren bu hale gelmiş ve ancak 1979 Şubatında Humeyni’nin sürgünden dönmesinden sonra bir otorite oluşmaya başlamıştır.

Her devrim kendi devrimci tipini, örgütlenmesini ve amaçlarını kendisi üretir. Bunlar dışarıdan ithal edilemez ya da bir krokiye bakar misali, önceki devrimleri taklit ederek üretilemez. Devrim, giderilmek zorunda olunan gereksinimleri karşılamanın bilinen yollarının tükendiği bir aşamada geliştirilen tek ve son çaredir.  Bu gerçek, devrim anına daha sonra geri dönüp “öyle değil de şöyle olsaydı” deme olanağını ortadan kaldırdığı gibi, aynı zamanda daha ileri bir devrime kadar onun yenilik getiren bir değişim olarak kalmasını sağlar.  Nitekim İran’da da böyle olmuş,  bir lokma ekmek bulmakla siyasi bir otorite kurmanın el ele gittiği bir süreçte devrim gerçekleşmiştir. Merkezî yapı ortaya çıkar çıkmaz halk etrafında birleşmiştir. Yalnızca dışarıdan bakan açısından değil, içindekiler bakımından da bu mucize gibidir. Ama mucizeyi, yokluklar içinden çare üreten halk gerçekleştirmiştir. Bunu yapabilmeleri için yalnızca ideolojik bir yol göstericilik yeterli olmuştur.

Şüphesiz mollalar ve öğrencilerinden oluşan dinsel örgütlenme, toplumu yeniden kurucu nitelikteki çabaları kolaylaştırmıştır. Ancak çoğu zaman sanıldığı gibi devrimi mümkün kılan geleneksel dinî yapı ve söylemler değildir.  Halkın kulağının alışık olduğu dinsel anlatımın peşinden kolayca gittiğini sanmak,  onları koyun yerine koymak anlamına gelir.  Belirsizliklerin kol gezdiği bir ortamda inandırıcı siyasi hedefler ortaya koyulmadıkça ne örgütsel ve ne de toplumsal otorite oluşturulamaz. İmam Humeyni “velayeti fakih” yorumuyla geleneksel Şii düşüncesine katkıda bulunarak külliyattaki siyasi fikir eksikliğini gidermiş ve yeni bir iktidar oluşturmanın yolunu açmıştır. Böylece İran Şiiliği diğer Şii yorumlarından farklı hale gelmiş ve yalnızca ahiret işleriyle uğraşan bir mazlum ideolojisi olmaktan çıkarak dünya işlerine dönük bir siyaset ideolojisi özelliği kazanmıştır. Din ulemaları ve öğrenciler, bu sayede pratik bir amaç edinmişlerdir. Bu onların derin dinî tartışmalar yapmaktan uzaklaşıp kararlı ve militan bir siyasi örgüte dönüşmelerini sağlamıştır. Müslüman toplumlarını yıllardır yönettikleri için Sünni kesimde böyle bir sorun yoktur.  Şiiler arasında ise siyasi iktidar sorumluluğu üstlenilmesi yeni bir durumdur.  İran’daki devrim sürecinde toplumla birlikte Şiilik de kendi içinde dönüşüm geçirmiştir.  Halk ancak bunun ardından oluşan otoriteyi görmüş ve etrafında birleşmiştir. Şiilerin Kerbelâ’dan bu yana devam eden geleneksel ezilmişlik söylemleri ise, yalnızca halkın rızasını sürekli kılmaya yarayan bir yan etkendir.  Siyasi nitelik taşımayan hiçbir dinî söylem ya da ezilmişlik anlatımı, yeni bir iktidar kurulması ve toplumun ona rıza göstermesi için yeterli olmayacaktır.  Ancak siyasi güç bir kez ortaya çıktıktan sonra da,  yokluklar içindeki bir halkın sorunlarını çözmelidir; yoksa halk karnını doyuramayan bir iktidarın arkasında uzun süre durmaz. Nitekim ABD de bunu bildiği için yıllardır İran’a ambargo uyguluyor ve değişik maddi sıkıntılara yol açarak, ayaklanmaları tetikliyor…

İran’da Şahtan sonra ortaya çıkan iktidar boşluğu sürecinde Şiiliğin oynadığı rolü milliyetçilik, halkçılık ya da Marksizm gibi bu ülkede fazlasıyla bulunan başka düşünceler de yerine getirebilirdi. Ama ne Azerî ve Kürt milliyetçilikleri, ne bölük pörçük olsalar da yaygın bir tabana sahip Marksist gruplar ve ne de Marksizm-Müslümanlık karışımı eklektik fikirleriyle İran’a özgü dinsel bir hareket olan Halkın Mücahitleri bunu başaramadılar. Bu hareketler, bir devrim süreci için uzun sayılabilecek birkaç yıllık özgürlük ortamına rağmen toplumu ikna edebilecek gelişme düzeyine erişemediler. Birçoğu, gerçekleşebilir olup olmadığına bakmaksızın ve daha çok teorik doğrulardan hareketle siyasi programlar önerdiler. Bu tutumlarının, inandırıcılıklarını daha da azalttığı söylenebilir. Bazıları “vatan savunması” gerekçesiyle Irak savaşına katılarak Humeyni’yi desteklerken, kalanlar sözlü eleştiriyi silahların eleştirisine dönüştüremeyerek yok olup gittiler. Sonuç olarak İran’da Marksist grupların yenilgisi pratik olarak kendi hataları olsa da, tarihsel bakımdan tüm Marksistlerin sorumluluğundadır. İslamî düşünceler ezilenler arasında hızla yayılırken, Marksistlerin bununla rekabet edebilmek için ellerinde laiklikten daha fazlası olmalıdır.

Hiçbir otorite, muhaliflerinin sırtını sıvazlayarak güç biriktiremez. Düşmanlarla kuşatılmış bir siyasi iktidardan muhaliflerine karşı hoşgörülü davranmasını beklemek saflık olur. Hemen hepsi mülteci konumundaki İranlı muhalifler, dün olduğu gibi bugün de iktidarı baskı yaptığı için suçluyor. Süleymanî’nin ABD tarafından tehlikeli bulunarak katledilmesini, “bir katil öldü” diye alkışlıyor. Baskıcı olmak iktidarların hatası değil, doğasıdır. Yenilmek ise muhalefetin hatasıdır. Elbette muhalifler mücadelelerinde iktidarın zalimliğini teşhir eder ama bundan şikâyetçiymiş gibi davranmazlar. Bu her şeyden önce başarısız olma sorumluğunu üstlenmeyerek, kendi hatalarını karşı tarafın yaptıklarıyla açıklamak anlamına gelir. Öte yandan bu davranış, muhalefetin kendi gücüyle mücadele edemediği ve iktidarın egemenliğini kabullenerek ondan adalet beklediği ya da dışarıdan yardım aradığını gösterir.  Yalnız İran solu değil, bugün ülkemiz solunun önemli bölümü de böyle davranıyor.  

Diğer ülkelerdeki Şiiler İran adına vekâlet savaşı mı veriyor?

Selefilerin pragmatik davranarak cihat adına güçlü devletlerle özensizce siyasi ilişkiler geliştirmesi, Suriye’de tanık olduğumuz üzere güya inanç adına savaşıyormuş gibi görünen paralı asker grupları ortaya çıkmasına yolaçtı. Ortada cihat ganimetiyle yağmayı ayırt edecek bir otorite olmadığında, nüfuz peşinde koşan devletler inanç maskesi altında kolayca çeteler örgütlediler.  Ancak herkes böyle değil,  ülke, inanç, bölge ve nihayet canını korumak için savaşanlar da var. Bölgedeki Şii grupların şimdilik bu çerçevede savaştıklarını söyleyebiliriz. (Temmuz 2017’de Irak’ta Musul IŞİD’den temizlendikten sonra bazı Şii grupları Sünni yerleşim bölgelerinde yağma yaptılar ve Ayetullah Sistani ile Mukteda el Sadr tarafından şiddetle eleştirildiler.) 

1- Şiilik ve dönüşümü

Dünya Müslüman nüfusunun 1 milyar 700 milyon olduğu varsayılıyor. En büyük iki mezhepten biri olan Şiilerin sayısının 250 milyon olduğu, kalanının Sünnilerden oluştuğu kabul ediliyor. Aralarındaki farkı kısaca şöyle özetleyebiliriz: İmam, Müslüman toplumlara din ve devlet işlerinde öncülük eden kişi demek. Peygamberin ölümünün ardından kimin imam olacağı tartışma yarattı. Ümmetin yönetiminin rastlantılara bırakılamayacağını, dolayısıyla imamın Peygamber soyundan gelmesi gerektiğini savunanlar, zaman içinde Şiiliği oluşturdular. Liderlik yapmaya en uygun kişinin imam olması gerektiğini savunanlar ise Sünniliğin temellerini atmış oldular.

Farklı mezhepleri olan Şiilikte genel olarak,  Peygamber’in damadı olması nedeniyle ailesi içinde yer alan Ali’nin ve onun soyundan gelenlerin imamlığı geçerlidir. Ancak 12. İmam Mehdi’nin ortadan kaybolmasıyla soyun kesintiye uğraması, Şiilik içindeki teolojik tartışmaların nedenini oluşturur. İmam Mehdi’nin, dünyanın kötülüklerle dolduğu ve bir rehbere gereksinim duyulduğunda geriye geleceğine inanılır. O zamana kadar Müslümanlara bilgili kişiler (fakihler) öncülük edecek ve yalnızca dinî konularda yol göstererek, toplumun yönetilmesi işlerine karışmayacaktır.  Çünkü toplumu yönetme yetkisi Peygamber soyundadır ve yönetici, geri gelmesi beklenen Mehdi’dir.

Bu çerçevede Şii imamlar uzun yıllar boyu yalnızca inanç işlerine öncülük edegelmiştir. İyi din eğitimi almış, topluma örnek olabilecek kişiler arasından seçilirler. Yakın zamana kadar Şii toplulukları bu anlayışa uygun olarak,  bulundukları ülkelerde siyasi rekabete girmeden ve barışçı biçimde yaşamışlardır. (Bunun istisnası,  bugün Yemen’de direnişin başını çeken Zeydîlerdir.  İnançlarına göre imam olacak kişinin yalnızca bilgisine bakılmaz,  aynı zamanda toplumun yönetimi ve yapılan savaşlardaki becerileri de göz önünde tutulur.  Bu da din kadar, dünya işleriyle de ilgili olmayı gerektirir. Bu anlayış, Yemen halkının siyasete neden ilgi gösterdiği bağlamında göz önünde tutulmalıdır. Öte yandan bir kısım Zeydinin İran Şiiliğini tercih etmesinin arkasında da yine imam tercihi olduğu düşünülebilir. Çünkü her iki inanca göre de imamın dünya işlerine öncülük etmesi beklenir.)

Şii imamların toplumun yönetimine uzak durmaları gerektiği fikri zaman zaman tartışıldı. Humeyni’nin bu tartışmalar çerçevesinde, 1970’lerde sürgün olarak bulunduğu Necef’de “velayeti fakih” görüşü doğrultusunda dersler verdiği söylenir. “Velayeti fakih” sözcüğü, “topluma velilik eden bilgili kişi”  demektir. İmam Mehdi ortaya çıkana dek, dinî açıdan topluma öncülük edebilecek nitelikteki birinin,  onu küçük bir çocuğun velisi gibi yönetmesi gerektiği savunulur. İran’da Şahın yıkılışının ardından hem toplumsal karmaşaya son verecek bir otorite oluşturmak ve hem de orta sınıflardan gelen mollaları iktidara getirmek için bu görüş uygulamaya konulmuştur.  Bu makama gelecek kişinin siyasi önderlik edebilecek özelliklerinin yanı sıra aynı zamanda fıkıh konusunda uzman olması ve “taklit mercii” olarak, toplumda örnek alınacak nitelikleri taşıması gerekir. İlk velayeti fakih, Humeyni olmuştur. İran’da bu makama gelecek kişiyi, yine halkoyuyla seçilen “Uzmanlar Meclisi” belirler. Konu İran Anayasasının 5. Maddesiyle düzenlenmiştir. Ancak yine de tartışmalar kapanmış değildir.  Bir kişinin mi yoksa bir kurulun mu bu işi yapması gerektiği, toplum tarafından seçildiğine göre yine toplum tarafından görevinden azledilip edilemeyeceği üzerine tartışmalar sürüyor.  Konu din açısından nasıl ele alınırsa alınsın, Şiiler arasında siyasi bir gereksinime yanıt oluşturduğu açıktır. Bu görüşü kabul etmeyen Şii toplulukları,  bu görüş yardımıyla siyasi bir güç oluşturmuş İran’dan yardım alıyorlar.

 2- Bölgedeki Şiilerin durumu

Dünyada 50 ülkede Müslüman nüfus çoğunlukta. Aralarında Şii nüfusun çoğunluk olduğu yalnızca 4 ülke var; Azerbaycan, İran, Irak ve Bahreyn. Hepsi de petrol zengini olan bu ülkelerden farklı bir konjonktür içindeki Azerbaycan’ı dışarıda bırakarak diğerlerine ve Şii nüfusun azınlık olduğu bazı ülkelere kısaca gözatalım:

1 milyon 200 bin nüfusuyla Şiilerin çoğunluk olduğu ülkelerin en küçüğü olan Bahreyn,  Basra Körfezinde ve adalardan oluşuyor. Petrol zengini olan ülkede, ABD 5. Filosunun konuşlandığı bir deniz üssü var. Bahreyn’in ABD ile 2006’da imzaladığı bir serbest ticaret anlaşması var. Ülke 2002’den bu yana Sünni Halife ailesi tarafından meşruti monarşi ile yönetiliyor. Şiîler Sünnilerle eşit haklara sahip değiller. Durumu değiştirmek için İran Devriminin gerçekleştiği 1979’da, 1994’de ve 2011’de “Arap Baharı” sürecinde ayaklandılar. Suudiler son ayaklanmaya müdahale ettiler ve 70 kişiyi öldürerek bastırılmasını sağladılar.  Suudi  Arabistan ve Bahreyn arasında kara ulaşımı 25 km. uzunluğunda bir geçitle sağlanıyor.

İran, dünyanın ilk petrol zengini ülkelerinden biri ve geçen yüzyılın başından beri emperyalizmin ilgisi üstünden hiç eksilmedi. Aynı süreçte Irak’ta da petrol olduğu bilinmesine rağmen çıkartılmasına II. Dünya savaşı sonrası başlandı. Petrol her iki ülkeye de mutluluk getirmedi ve emperyalist müdahaleler, darbeler, iç çatışmalar, bölgesel savaşların gerekçesini oluşturdu.

Irak’ta Saddam sonrasında ilk kez iktidar yüzü gören Şiilerin yönetimdeki yerleri,  ABD tarafından hazırlanan anayasaya göre belirleniyor.  Burada Lübnan’dakine benzer ve toplumu parçalayıcı bir yönetim biçimi oluşturuldu. Buna göre cumhurbaşkanı Kürt, meclis başkanı Sünni Arap, başbakan Şii Araplar arasından belirleniyor. Şiiler, Kürtlerin tersine ABD’nin ülkede bulunmasından memnun değiller. Çünkü ABD Saddam’la savaşmaya başladığında Kürt bölgesine uçuş yasağı getirmiş ve Saddam’ın saldırılarına karşı korumuştu. Buna karşılık Şiiler de Saddam’ın saldırısına uğradığı halde,  güçlenirlerse İran’la yakınlaşırlar diye Şii bölgeleri için benzer bir koruma kalkanı oluşturmamıştı. Bu nedenle Irak’ta Şiiler ABD’ye uzak davranırken, Sadr başından beri işgalcilere karşı savaşıyor.

Türbeler ve ziyaret yerleri nedeniyle Irak’ın Şiilik tarihinde İran’a göre daha önemli bir yeri var.  Iraklı Şiilerin dini önderi Ayetullah Sistani de dinî hiyerarşide İranlı Ayetullah Hamaney’in önünde kabul ediliyor.  Ancak siyasi nedenlerden dolayı bugün İran Şiiliği daha belirleyici konumda.  İran, Saddam döneminde ağır baskı altındaki Şiilere sürekli destek verdi ve misafir etti. Irak Şiilerinin genel olarak üç gruba ayrıldığı söylenebilir. Tüm Şiiler üzerinde dinî bir otoriteye sahip olan Sistani “velayeti fakih” düşüncesini kabul etmiyor ve din adamlarının siyasetle ilgilenmesine kesin olarak karşı çıkıyor. Ülkenin güneyindeki Mukteda el Sadr   inanç bakımından Sistani’ye bağlı olmakla birlikte diğer Şii gruplardan farklı olarak Irak’ın işgaline karşı çıkmış ve başından bu yana hem Saddam’la hem de ABD ile savaşmış biri ve siyasetle parti kurarak değilse bile, kısmen ilgileniyor. Bu amaçla Mehdi Ordusu adıyla kendine ait askeri gücü var ve güvenliğini kendisi sağlıyor. Irak’ta etkili olan üçüncü Şii grubu ise, İran yanlısı olan Irak Yüksek İslam Devrim Konseyidir. İran, Süleymanî suikastına yanıt amacıyla ABD üslerine füze atılması sırasında da görüldüğü üzere, Irak’ta  yönetiminin bilgisi dışında iş yapmıyor. Şiilerin azınlıkta olduğu ülkelerden bazı örneklere gelince:

Yaklaşık 32 milyon olan Suudi Arabistan nüfusunun yüzde 12’sini Şiiler oluşturuyor. Hemen tümü, dünyanın en büyük petrol yataklarının bulunduğu Doğu Eyaletinde yaşıyorlar. Bilindiği üzere Suudi yönetimi, Suudi ailesi ve Vahabi mezhebi arasındaki işbirliğine dayanıyor. Vahabilik, Suudilerin topluma baskı yapması ve diğer inançları ezmesi için dinsel gerekçeler sağlıyor. Buna karşılık Suudiler da Vahabi ulemasını koruyor.  Elbette Şiilere uygulanan baskının en önemli nedenlerinden biri,  bir gün ayaklanıp üzerinde oturdukları petrolü sahiplenmeye kalkışacaklarından dolayı duyulan endişedir. Bu çerçevede Şii toplumunun lideri konumundaki din adamı ve insan hakları savunucusu Nimr Bakır el Nimr  2016 yılı başında “terörist” suçlamasıyla öldürüldü.

Öte yandan, Suudilerin  Husîlerle çatışmasının arkasında da benzer kaygılar yatıyor. Suudi Arabistan-Yemen sınırında henüz işletilmeyen petrol yatakları var ve Suudiler bu alana el koymak için yıllardır Yemen’le sınır çatışmaları yaşıyor.  Husîler, bir kısmı Suudi Arabistan’da bulunan geniş bir aşiret ve Şiiliğin bir kolu olan Zeydî mezhebinden. Husiler aşiret bağları nedeniyle iki ülke arasında gidip gelirken sık sık Suudi askerleriyle çatışıyorlar.  Suudiler,  Zeydiler üzerinde dini baskı kurmak ve sınırı kendileri lehine genişletmek amacıyla Yemen’in iç işleyişine yıllardır müdahale ediyor. Yemen 1967’de İngiliz sömürgeciliğine karşı kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını kazanmış bir ülke. Müdahaleler sonucu ülke bölündü ve güneyde “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti”, kuzeyde ise Suudi yanlısı başka bir devlet kuruldu.  Taraflar 1990’da birleştilerse de,  emperyalist güçler ve bölgenin gerici iktidarları stratejik önemi olan Aden Limanı ve Babül Mendep boğazını denetimleri altına almak amacıyla müdahalelerini sürdürdüler. Dolayısıyla iç sürtüşmeler tekrar başlayarak bugünkü savaş boyutlarına ulaştı. Savaşın bir tarafını Suudi-BAE koalisyonunu destekleyen bütün emperyalist güçler oluşturuyor. Diğer tarafta ise “Ensarullah” çatısı altında örgütlenen Husilerin ana gücünü oluşturduğu Yemenliler yer alıyor. Yemen’de neredeyse dünyanın en zengin ülkelerine ait askeri güçlerle, dünyanın en yoksul ülkesinin halkı savaşıyor. Suudi-BAE koalisyonunun amacı, Babül Mendep boğazını ele geçirerek İran’ın Batı ile deniz bağlantısını kesmek. Bu yüzden İran bu çatışmada Husilere silah ve eğitim desteği veriyor. Mukteda Sadr ve Hizbullah da benzer bir destek veriyorlar. Aden Körfezi karşısındaki adalarda, BAE ve ABD'nin askeri üsleri var. ABD buradan Basra Körfezi, Hint Okyanusu ve Kızıldenizi denetleyebiliyor.

Lübnan Arap Yarımadasına denizden giriş kapısı. Verimli topraklara sahip, zengin ve çok kültürlü bir ülke. II. Dünya Savaşı sonrası Fransız sömürgesi olmaktan kurtularak bağımsızlığını kazandı. Ancak bu kez, güçlü komşularının ele geçirmek istediği bir hedefe dönüştü ve bu nedenle uzun iç savaş ve işgaller yaşadı. Ülkede Fransızlardan kalma, toplumu bölmek için üretilmiş, mezheplere dayalı bir yönetim sistemi var.  Cumhurbaşkanı Hıristiyan Maruni, başbakan Sünni ve meclis başkanı Şiilerden oluşuyor. Ülkenin zenginlikleri daha çok Suudilerin desteklediği Sünni ve Fransızların hamiliğini üstlendiği Hıristiyan kesimlerden seçkin ailelerin elinde bulunuyor. Zengin kesim ülkenin kuzeyinde yer alırken, Şiilerin çoğunluğunu oluşturduğu yoksul kesim güneyde yaşıyor. Ülkenin en güçlü örgütü Hizbullah, daha çok yoksullar tarafından destekleniyor. 1983’de düzenlediği bombalı saldırılarla ABD askerlerinin Lübnan’dan çıkmasını sağlayan Hizbullah,  İsrail’i 2006’da yenilgiye uğratarak güney Lübnan’daki işgale de son verdi.  Suriye iç savaşında tereddütsüz Esat’ın yanında yer alarak, çatışmaların kaderini değiştirdi. Çünkü Suriye düşerse, sıranın Lübnan’a geleceği biliniyordu. Bu sırada Hizbullah’ı Suriye’den uzaklaştırmak için Lübnan’da bir iç savaş çıkartmaya çalışan IŞİD, Şii nüfusun yoğun yaşadığı mahallelerde 9 kez bombalı saldırı düzenledi. Saldırganların Sünni nüfusun yaşadığı Lübnan’ın kuzey bölgesinden geldiği bilinmesine rağmen, Hizbullah sükûnetini korudu ve herhangi bir misilleme yapmadı.  Bugün tıpkı İran gibi, Hizbullah da ABD ambargosu altında yaşıyor. Uluslararası parasal ve ticari ilişkileri kısıtlayan bu durum, Lübnan’daki toplumsal yaşamı da olumsuz etkiliyor. Son aylarda yaşanan toplumsal sıkıntıları protesto için geniş halk yığınları sokağa çıktılar. Hizbullah bu gösterilerde dile getirilen taleplerin haklılığını kabul etmekle birlikte, eylemlerin Lübnan’ı parçalamak isteyen dış güçler tarafından desteklendiğine işaret ediyor. Hizbullah, İran Şiiliği gibi velayeti fakih düşüncesini savunuyor. Öte yandan,  bir başka Şii örgütü Emel ise geleneksel Şiilik fikriyatını yumuşatarak dile getiriyor ve Hizbullah’tan farklı olarak, Lübnan siyasetinde reformist bir konumda yer alıyor.

3- Şiiler vekâlet savaşı vermiyor

Kimi sol çevrelerin de içinde yeraldığı geniş bir kesim, Arap Yarımadasındaki çatışmaları “vekâlet savaşı” olarak nitelendiriyor. Dolayısıyla “savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi” olarak değil de, ‘parayla tutulmuş adamların ortalığı karıştırmak için çıkardığı gürültü patırtı’ gibi görülüyor. Çatışan güçlerin genel olarak Şii ve Sünni mezheplerinden olması ve Şiilerin İran, Sünnilerin ise Suudi Arabistan, Katar, BAE ve bunların arkasındaki emperyalist güçlerce desteklenmesi, “vekâlet savaşı” fikrini güçlendiriyor. Ama gerçek bu görünümden ibaret değil. Olayları böyle ele almak, savaşın nedenlerini gizliyor.

Bilindiği üzere cihat, düşman toprağında yapılıyor. Cihatçı selefi örgütlerin günümüzdeki kaynağının Afganistan’ı Sovyet işgalinden kurtarma girişimlerine dayandığı çok yazılıp çizildi. Afganistan’da savaşın bitmesinin ardından bu örgütler bir süre yeni çalışma alanları arasalar da, bulmaları uzun sürmedi.  ABD’nin Irak’ı işgali sonrası oluşan iktidar boşluğu cihat için uygundu. Ancak sorun şu ki,  Selefi örgütler inançları gereği yalnızca işgalci güçlere değil, “kâfir” ilan ettikleri diğer Sünni topluluklara ve Şiilere de saldırıyorlardı. Saddam baskısından yeni kurtulmuş ve ülke yönetiminde ilk kez etkin hale gelmiş Iraklı Şiiler bir yandan ABD işgali,  diğer yandan Selefi saldırılarına karşı koyabilecek güçte değillerdi. Öte yandan, ABD petrol zengini Irak’ta hem Selefilerin etkinliğine karşıydı. Hem de İran yanlısı davranabileceklerini hesaplayarak Şiilerin güçlenmesini istemiyordu. Bu nedenle Irak siyasetinde Kürtlerin öne çıkmasını destekledi. Irak’ta bugünkü siyasi konjonktür, bu koşullarda gerçekleşti.

Selefi örgütler Irak’ta hızla güçlenirken, bir yandan da “Arap Baharı” kapsamında yeni bir istikrarsızlık alanı haline getirilmeye çalışılan Suriye’ye geçmeye başladılar. Yağma, petrol gelirleri ve gerici Körfez ülkelerinin desteğiyle IŞİD geniş bir alanı denetimi altına aldı ve halifeliğini ilân etti. İran, Irak yönetiminin talebi ve ABD’nin örtülü desteğiyle; IŞİD’ın Irak’ta alt edilmesinde etkin rol oynadı. Öte yandan Esat’ın yenilgisi kendisi açısından stratejik bir zayıflamaya yol açacağından,  Hizbullah’la birlikte Esat yönetimine destek verdi. İran bütün bu çatışmalara zorla taraf olmadı, ABD müdahalesiyle bölgenin bozulan dengeleri içinde bazen kendini savunmak, çoğu zaman talep edildiği için savaştı.

Arap Yarımadasında bugün görülen çatışmalar yeni başlamış değil, petrole bağlı olarak uzun yıllardır var. Halklar doğal olarak emperyalist müdahalelere ve onlarla işbirliği içindeki ülke yönetimlerine karşı direnişlerini çeşitli biçimlerde sergiliyorlar. Soğuk savaş döneminde bunlar “Sovyet yayılmacılığının bir parçası” olarak görülürdü, bugün aynı söylem İran’a karşı tekrarlanıyor. Oysa bu direnişlerde İran yalnızca Şiileri desteklemiyor, mezhep farklılığına rağmen Filistin’i de destekliyor. (Mısır'da 2011'de Hüsnü Mübarek'in yıkılması sonrası iktidar olan Sünni Müslüman Kardeşler'i de destekledi. O zamandan bu yana Suudiler darbeci Sisi'den yana tavır alıyor. ) Kaldı ki İran dışındaki Şii toplulukları İran Şiileri gibi düşünmüyor. Aralarındaki bağ inançtan çok, ortak bir saldırıya karşı dayanışma gereksinimine dayanıyor. Eskiden bu tür mücadeleleri Marksist ve laik düşünceli ulusal kurtuluş hareketleri yönlendirirdi, Sovyetler dağıldığından bu yana bölgedeki direnişleri İran destekliyor. Bu da yerel Şii topluluklarının öne çıkmasına neden oluyor.

Olayların da gösterdiği üzere, İran ülkesini savunmak için komşu ülkelerdeki direnişlerde taraf olmak zorunda kalıyor. Çünkü Lübnan, Yemen, Suriye, Afganistan ve Irak’taki çatışmalarda yer alan güçler, aynı zamanda İran’ın da düşmanı. Oralardaki direnişlerin kırılması, İran karşıtlarını güçlendirecek. Bu durumu “yayılmacılık, mezhep çatışması, emperyal amaç gütmek, vekâlet savaşı” olarak yorumlamak gerçeği yansıtmıyor.

Arap Yarımadasında ABD hegemonyası

Arap Yarımadası zengin petrol yatakları, dünyanın önemli geçiş yollarına sahip olması ve genç nüfusunun oluşturduğu pazar nedeniyle yüzyılı aşkın süredir emperyalizmin ilgi odağıdır. ABD biraz gecikmeli olarak, bölgeye II. Dünya Savaşından sonra geri çekilen İngiltere ve Fransa’nın boşluğunu doldurmak üzere girdi. Başlangıç adımını, 1948’de Siyonist çetelerinin işgal ettiği Filistin topraklarında İsrail’in kuruluşunu destekleyerek attı.  Bu sırada Sovyetler Birliği ile soğuk savaş henüz başlamamıştı. SSCB Ekim Devrimi sonrası Sykes Picot anlaşmasını ifşa ettiğinden beri bölgede saygın bir konuma sahipti. Bunu 1956 Süveyş Kanalı krizindeki tutumuyla pekiştirdi. Bağımsız politika izleyen Mısır Devlet Başkanı Nasır, kanalı kamulaştırmak istiyordu. ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail bunu engellemek için Mısır’a saldırmaya hazırlanıyorlardı.  SSCB kararlı duruşuyla bunu önledi. Bu girişim Arap aydınları arasında Sovyetlere sempatiyi arttırdı. BAAS yönetimleri, FKÖ ve 1967’de kurulan “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti”, Kaddafi yönetimindeki Libya SSCB’nin bölgedeki başlıca dayanaklarıydı. Arap coğrafyasında gerici iktidarlar milliyetçi/laik/sol siyasi güçlerin kuşatması altındaydılar. Bu nedenle ABD bölgede ancak Arap olmayan İran, Türkiye ve İsrail gibi ülkeleri müttefik edinebiliyordu. İslam devrimi, bölgenin en güçlü ordusuna sahip İran’ı müttefik olmaktan çıkartmakla ABD'nin bölgedeki hegemonyasını sarsmıştı.

ABD kaybını dengelemek için bir dizi girişimde bulundu.  Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle solun ezilmesi de bunlar arasında sayılabilir. ABD, İran’ın ardından bir başka önemli müttefikini daha kaybetme tehlikesini göze alamazdı. 1978 Camp David Antlaşmasıyla başlatılan Mısır-İsrail yakınlaşmasının güçlendirilerek sürdürülmesi de benzer bir girişimdir. Bu arada ABD kırılgan toplumsal yapısı ve sonu gelmez iç çatışmalar nedeniyle kolay yerleşebileceğini düşünerek Lübnan’a yöneldi. Asker göndererek bu amacını gerçekleştirmeyi denedi. Ama Hizbullah’ın eylemleri nedeniyle bundan çabuk vazgeçmek zorunda kaldı. Yemen, stratejik konumu nedeniyle ve son yıllarda El Kaide kampları olduğu bahanesiyle ABD’nin ilgisini kesmediği bir ülke oldu. FKÖ’nün direnişini sürekli aşındırarak, İsrail ve Arap gericilerinin işbirliği sayesinde eritti.  Saddam döneminde ABD petrol tekelleri Irak’a giremiyordu. ABD önce Saddam’ın İran’a saldırmasını teşvik ederek zayıflamasını sağladı. Ardından Kuveyt’e saldırmasına göz yumdu ve bunu gerekçe göstererek ülkeyi işgal etti. Böylece Basra Körfezi ve çevresine onlarca askeri üs kurarak yerleşti.

ABD ile bölgesel bir çatışmaya girmeyi İran seçmedi, bu ABD’nin politikasıdır. Bugün ABD’nin Türkiye’den Afganistan’a, Türkmenistan’dan Ürdün’e kadar İran çevresindeki ülkelerde 50’den fazla askeri üssü ve 60-70 bin dolayında askeri var. Dünyada ise 800 dolayında üssü bulunuyor.  SIPRI ( Stockholm International Peac Resarch Institute)  verilerine göre ABD’nin 2018 yılı silahlanma harcaması 649 milyar dolar. Buna askeri amaçlı yardım ve altyapı harcamaları da eklenirse miktar 1 trilyon doları geçebilir. Buna karşılık İran 13,2 milyar dolar harcamış. Üstelik karşısındaki güç yalnızca ABD değil, zengin Körfez ülkeleri de var. Örneğin yalnızca Suudilerin 2018’deki silahlanma harcaması 67,2 milyar dolar. Ama buna rağmen yoksul Yemen’de en küçük bir askeri başarı kazanamıyor.

ABD; Avrupa’da Rusya Federasyonuna, Pasifik’te Çin Halk Cumhuriyetine karşı uyguladığı politikaların benzerini İran’a uyguluyor. Ambargolarla sürdürdüğü ekonomik baskıyı, askerî gücüyle destekleyerek bu ülkeye diz çöktürmeye çalışıyor.  Amacı, İran’ın da Balkan ülkeleri, Türkiye, Ürdün gibi küresel sermayenin engelle karşılaşmadan girip çıkabileceği ve ülke yöneticilerinin gerektiğinde ABD politikalarına destek vereceği bir yer haline gelmesi. Ülkede ABD’nin bu taleplerini karşılayabilecek herhangi bir siyasi seçenek olmadığı için İran buna direnebiliyor. ABD’nin kuşatma politikaları yüzünden de bu direniş giderek çevre ülkelerine yayılıyor. Dolayısıyla İran kendini savunabileceği mevzileri, çatışmanın onu zorladığı yönde ilerleyerek, Yemen’den Lübnan’a ve Afganistan’a kadar yayıyor. Eğer bugün İran ve Hizbullah Arap Yarımadasında ABD ve İsrail saldırganlığına karşı direniş hattı oluşturmasalardı, Suriye çoktan düşerdi ve Yemen’de Arap gericileriyle kol kola giren emperyalistler dilediklerini yapardı. Birçok ülke, IŞİD çetelerinin yağma ve tehdidine çoktan teslim olurdu. Rusya bugün bölgede bir “denge unsuru” olarak boy gösterebiliyorsa, bu İran ve Hizbullah’ın dengeyi savaşarak sağlaması sayesindedir. Karşı güçlerin üstün silah ve büyük para gücüne karşı bu denge hayatlar ortaya konarak sağlandı.

Bazı sonuçlar

Devrimlerin zalimi yakan, karanlığı aydınlatan ateşi kendindendir. Öyle ki, uzun mücadele süreçlerinde her şeyin sonuna gelindiği sanılan anlarda bile, alınan darbeler ve yaşanan yenilgiler silkinip tekrar ayağa kalkmak için fırsata dönüşür. Elbette bunlar da vardır ama bu güç yalnızca devrimcilerin inanç, irade, kararlılık ve ısrarından kaynaklanmaz;  gücün asıl kaynağı, bütün bu devrimciliğe has nitelikleri de var eden toplumsal çelişkiler arasında doğru tarafta durmaktır.  Her zaman doğru taraf, devrimin önündeki en yakın ya da en büyük düşmanı yıkmaya uygun yer ve durumlardır. Karar verilmesi gereken anlarda bu konumu yeniden üretilebilmektir. Bu sırada yapılması kaçınılmaz olan hataların düzeltilme yolları da böylece açılır. Dünyanın tüm mazlumlarının ortak baş düşmanı ABD’ye karşı sürekli savaşabiliyorsan, er geç mazlumlara karşı yaptığın yanlışlardan kurtulmanın yolunu da bulmak zorundasın. Bu hukuk ya da ahlakın değil; mücadelenin, mücadele içinde yer alanlara dayattığı bir zorunluluktur.

1-ABD küresel baş düşmandır

Bugün dünyanın geri kalanı gibi yakın coğrafyamızda da onlarca toplumsal güç, sayısız amaç için sürekli bir çatışma içinde. Bu teoride ve kâğıt üstünde değil, yaşanan ve hepimizin içinde yeraldığı somut bir durum. Bu karmaşayı belirleyen çelişkinin bir ucunda, adeta kötülüğün kristalize olmuş hali gibi ABD duruyor. Onun hemen yanında İsrail, Suudiler ve boy boy dizilmiş olan bölgenin gerici, zalim iktidarları var. Çelişen özel çıkarları yüzünden aralarındaki rekabet hiç eksilmese de, her biri varlığını borçlu olduğu sermaye akışının sorunsuz sürmesi için işbirliği içindeler. Öyle ki, bir ülkenin yağmalanması sırasında elde ettikleri ganimeti nasıl paylaşacakları üzerine kavga ederken, birden bu gerilimin yarattığı yeni bir kazanç fırsatıyla tekrar işbirliğine giriyorlar. Aralarındaki kapitalist çıkar ortaklığının nasıl işlediğini İran, Irak, Suriye, Libya gibi ülkelere ilişkin tehditler, ambargolar, barış görüşmeleri, diplomatik ve ticari trafiğin hızlandığı anlarda hep gözlüyoruz. Bu durum, kapitalizmin her koşula uyum gösteren, sorunlarını aşıp yeni sorunlar yaratarak ilerleyen doğası gereğidir.  ABD bu düzeni, düzen içi rekabete karşı olduğu kadar, yine düzenin yarattığı düşmanlara karşı da koruyan güçtür. O da bunu hayrına değil, kendisi için ve yapmak zorunda kaldığı için yapıyor. Hiyerarşinin tepesindeyken göstereceği bir zafiyet, yerini kaybetmesiyle sonuçlanır. Kapitalizmin ulaştığı yüksek gelişmişlik sayesinde, gerilerden gelen bir güç bile öne sıçrama olanağı bulabilir. Dolayısıyla yerini kaybetme tehlikesi herkes gibi ABD için de geçerlidir. Kapitalizm, rekabet ve tekelin iç içe geçtiği bir dehşet dengesine dayalıdır. Bu yüzden ABD de yerini korumak için hem diğerlerini koruyor, hem de herkesten güçlü olmaya bakıyor. Bir kez düştüğünde yerini bir benzeri mi alır yoksa kapitalizm tümüyle tarihin çöplüğüne mi gider, bilinmez…

Çelişkinin ABD karşısındaki ucunu tanımlamak biraz zor olacak. Nedeni, bu taraftakilerin ABD karşıtı olmak dışında ortak paydalarının olmayışıdır. Çünkü ABD tarafındakiler gibi kendiliğinden işleyen kapitalist çıkar ortaklığı zeminine sahip değiller. Böyle bir zemin için gerekli mekanizmaların hepsi ABD kontrolünde. Dolayısıyla ABD’ye karşı tavır alan her güç, kapitalist bile olsa bu karşıtlığını siyasi çerçevede tanımlamak ve asgari bir ekonomik bağımsızlık yaratmak zorunda.  Şu gerekçelerle:

ABD dünyanın en çok üreten ve tüketen ülkesi. Her ülkenin bir biçimde onunla ticari bağlantısı var.  Dünya ekonomisindeki hesaplamalar ABD doları üzerinden yapılıyor. BM’den başlayarak ticari, siyasi, finansal, kültürel tüm küresel kurumlarda ABD hegemonyası var. Dolayısıyla ABD’ye karşı kullanılacak her verili durum,  zaten onun egemen olduğu bir düzenin parçası ve dönüp dolaşıp ona yarar sağlıyor.  Bu yüzden çelişkinin bu tarafındakilerin kapitalizmin işleyişi çerçevesinde ortaklık oluşturmaya çalışmaları, güçlenmelerine hizmet etmiyor. Ve sonuçta aralarında ABD karşıtlığı dışında bağ kurmakta zorlanıyorlar. Öte yandan, diğer uç gibi bu taraftakilerin de kendi içinde çelişkileri var. Bunlar kapitalist rekabetin yanı sıra, siyasi ve ideolojik farklılıklardan kaynaklanıyor. ABD karşıtlarını kabaca şöyle sınıflandırmak mümkün görünüyor:

Öncelikle dünyadaki etnik, dinsel, siyasi tüm direniş örgütleri farkında olsun ya da olmasınlar, bu grubun içinde yer alıyorlar. Yanı sıra, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Küba, Venezüella gibi sosyalist ve sol devlet ya da hükümetler, ABD’nin kararlı düşmanları arasındalar. İslami ideolojiye sahip olsa da ABD ile somut bir çatışma sürdürdüğü için İran da bu gruptan sayılmalıdır. Rusya ve Çin ise,  ABD ile bir yandan farklı ekonomik rekabetler içindeyken, diğer yandan nüfuz alanlarının hakkaniyetli yönetilmesini talep ediyorlar. Bu çerçevede geçmişin emperyalistler arası rekabetine benzer bir davranış içinde oldukları söylenemez;  daha çok, ABD’nin girmekte ya da yönetmekte zorlandığı alanlara sızarak kendi nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyorlar. (Bu arada Türkiye de,  “ılımlı İslam” örtüsü altında her iki tarafın elinin yetişemediği yerlere uzanmaya çalışıyor.) Rusya için Karadeniz, Kafkaslar ve Orta Asya; Çin içinse Güneydoğu Asya, Güney Çin Denizi ve yakın Pasifik suları dokunulmazlık alanlarını oluşturuyor. Çin henüz Rusya gibi davranıp askerî bir çatışmada açıktan taraf olmuyor. Ancak 2018’de silahlanmaya 250 milyar dolar harcayarak hemen ABD’nin arkasından ikinci sırada olduğu da unutulmamalı.

Ekim Devrimi sonrasında emperyalizm karşıtlığı Marksistlerin öncülüğünde gelişen ve ucu sosyalizme açık bir süreçti. Bu mücadelelerin uzun yıllar boyu Komünist Enternasyonal ve Sovyetler Birliği gibi her zaman bir tane merkezi ve ideolojisi oldu. Çin ve Sovyetler Birliği arasında 1960’larda başlayan ayrılık sonucu mücadele çok merkezli hale geldi. Ancak yine de Marksizm ideolojisi hâlâ emperyalizme karşı mücadelelerdeki belirleyici yerini koruyordu.  İran Devrimi ile Marksizm’in yerel mücadeleler üzerindeki ideolojik etkisi de somut olarak sona erdi. Çünkü İran'ın yalnızca Şiilere değil, Sünni kökenli Selefi cihatçı örgütlere de ilham kaynağı oldu.

Uzun yıllardan bu yana toplumsal direnişler ve ulusal kurtuluş mücadelelerinde etnik ya da dinsel hareketler etkili oluyor. Aralarında ortaklık bir yana, herhangi bir ideolojik yakınlıktan bile bahsedilemiyor. Eğer aralarında ortak bir payda aranacaksa, o da direnip direnmediklerine bakılarak bulunabilir. Bir mücadele pratiği ortaya koyabilenler arasında, her zaman yakınlaşma umudu vardır. Bu nedenle devrimci bir dayanışmanın gelecekteki ölçülerinin geçmiştekilere benzemeyeceği söylenebilir. Herkesin birbirinin kimliğine saygı gösterdiği, ideolojisini hedef almadığı ama somut iş üzerinden beraberlikler arayacağı bir gelişme tasavvur edilebilir. Milliyetçilik, din, Marksizm gibi yalnızca bilinen ana ideolojiler arasında değil, bunların da kendi içlerinde sayısız alt ayrılıklarının olduğu bir ortamda;  koşulları doğrudan değiştirmeye dönük ölçütler aramak dışında tutunacak ortak bir dal yoktur. Bu yüzden hangi ideolojiden olursa olsun kendi geçmişine doktriner biçimde sarılanlardan çok, somut eylemlerle birlikte fikrî bir yenilik arayışı içinde olanlara dikkat edilmelidir.

2- Emperyalist savaş silahların patlamasından ibaret değildir

Kapitalizm düşmansız kalmaz, karşısında savaşacak bir güç bulamadığında yapısal sorunlarıyla boğuşur. Bilindiği üzere kapitalizmin başlıca sorunu, kâr oranlarının düşme eğiliminden kaynaklı kriz dinamiğidir. Yeni sermaye yatırımları yapıldıkça elde edilen kâr,  artan sermaye giderlerini karşılamaya yetmez. Bu yüzden sermaye yatırımlarını minimum düzeye çekerek kâr oranının düşmesini önleme yoluna gidilir, üretken alanlara yatırım yapıp ekonomide hızlı büyüme yaratmaktan kaçınılır ve en az yatırımla en yüksek kâr sağlanacak alanlar tercih edilir. Bu gibi durumlarda burjuva hükümetleri şirketleri destekler. Böylece rant, faiz, ücret beklentisi içindeki toplum kesimlerine de ödeme yapılarak, kapitalizmin çarkları yağlanmış olur. Silah sanayiinin geliştirilmesi ve savaşlar,  tüm bu amaçları gerçekleştirmek için biçilmiş kaftandır.

Öncelikle silah sanayinin harekete geçirilmesi, büyük çapta değişmeyen sermaye yatırımları gerektirmez, silah üretmek için eldeki sivil uçak ve otomotiv sanayiinden yararlanılır. Yatırımlar aşırı büyümeyince kâr oranları da düşmez. Stoklar arttığında ise müşteri aramaya gerek yoktur, savaşacak bir bahane bulmak yeterlidir.  Savaş ekonomiye yalnızca üretimle değil, yolaçtığı yıkıcı sonuçlarla da katkıda bulunur. Şehirleri, sanayi tesisleri ve her türlü altyapısı yok edilen ülkeleri yeninden inşa etmek de yine küresel sermayeye düşer. Bir emperyalistin yok ettiğini diğerinin yapmasıyla küresel sermaye dolaşımında rahatlama sağlanır. Savaşın bir başka olumlu yan etkisi de, iktidarın milli hisleri yükseltme fırsatı yakalayarak kendine kolayca rıza yaratmasıdır. Elbette savaşın değişmeyen bir amacı da güçlünün zayıfı baskı altına almasıdır. Emperyalistler aralarındaki sorunları eskisi gibi dünya savaşlarıyla çözmeye kalkışmasa da birbirlerini tehdit amacıyla silahlanır,  küçük ülkelere istediklerini yaptırtmak ve devrimci olasılıkları ortadan kaldırmak için savaşır ya da savaş kışkırtıcılığı yaparlar.

3- Kapitalizme karşı olmadan da emperyalizme karşı olunabilir mi?

İran’ın kapitalizme karşı olmadığı, dahası kapitalist bir ülke olduğu gerekçesiyle emperyalizme tutarlı biçimde karşı çıkamayacağı belirtiliyor. Bu fikrin diğer bir türü ise, ABD karşıtı olmanın emperyalizme karşı olmak anlamına gelmeyeceğidir.

“Kapitalizm” denildiğinde üretim biçimi, toplumsal yapı, siyasal sistem ve bütün bunlarla uyumlu bir yaşam tarzı anlaşılıyor. Bu nedenle somut bir durumda “kapitalizme karşı olmak” derken ne kastedildiğinin ortaya konması gerekiyor. Sonuçta toplumsal, kültürel ve siyasal bakımdan karşı olmanın; zamanı, mekânı ve yapılış biçimleri farklıdır. Ayrıca Kanada’dan Bangladeş’e, Kenya’dan Rusya Federasyonu’na kadar birçok ülkeyi kapitalist olarak tanımlıyoruz. Tarihten devraldığı miras koşullarında ve taşıdığı çelişkiler temelinde, bu kapitalizmler farklılık gösteriyor. Dolayısıyla somut bir durumu genel ve soyut bir kapitalizm fikri üzerinden açıklayamayız. Her ülkede emek-sermaye çelişkisi olsa da, bunun yeniden üretimi ve kapitalizmin küresel işleyiş düzeni üzerindeki yeri farklıdır. Kapitalizm küresel işbölümü ve hiyerarşiye göre çalışıyor. Değişik ülkelerin burjuvazileri ve toplumları, kendilerine dayatılana boyun eğiyor ya da itiraz ediyorlar. Sürece itiraz eden, boyun eğen ya da süreci yöneten eşit değildir. Dünyayı değiştirme iddiasında olanlar, bu yöndeki çabalarını farklı biçimlerde etkileyecek olguları ayırt edebilmelidir.

Kapitalist üretim ilişkileri, ancak devlet zırhı içinde güvenceye alınarak istikrarlı biçimde işletilebilir. Devlet ise, kapitalizmin önceki toplumlardan devraldığı bir kurumdur. Toplum düzeninin sürdürülmesini sağlayan bir araç olduğu için, eğer ekonomik bir güce dayanmıyorsa boş bir kabuktan ibarettir. Sonuçta devlet ve burjuvazi, birbirlerinin eksiğini gideren parçalar olarak bir araya gelir ve kapitalist toplumsal yapıyı oluştururlar. Siyasal iktidarlar devleti ve onun aracılığıyla toplumu yönetir. Bu sırada geçen kararlar ise, burjuvazinin kolektif çıkarlarını ve düzenin devamını gözeterek alınır. Bu yüzden somut koşullarda kapitalizme karşı olmak, siyasi iktidara karşı olmak anlamına gelir. Siyasal iktidarı geriletici her eylem, harekete geçenlerin iradelerinden bağımsız olarak kapitalizme darbe vurur. Çünkü siyasal iktidarın kapitalist üretim ilişkilerini sürdürmek amacıyla toplum üzerinde kurduğu baskıyı azaltır ve kısa süreliğine bile olsa, toplum bu sayede karar verme özgürlüğü kazanır.  Çaresizliklerden çare, ancak böyle anlarda sonrası için yığınak yapıp güç biriktirerek üretilebilir.

Kapitalizmin hüküm sürdüğü bir ülkede siyasal iktidarı geriletici gelişmeler ne kadar olumluysa, küresel kapitalizmin hamisi ABD'nin dünyanın herhangi bir yerindeki hegemonyasının geriletilmesi de aynı ölçüde olumludur. Elbette emperyalizm güçlü ülkelerin zayıfları sömürdüğü bir dış politika uygulaması değildir, kapitalizmin dünya ekonomisi haline gelişidir. Bilindiği üzere kapitalizmin temel açmazlarından biri de üretimin toplumsallaşmasına karşılık, mülkiyetin özel oluşudur. Özel mülkiyet yalnızca üretim araçlarına sahip olan zengin sınıf karşısında malı mülkü olmayanlar açısından sorun olmuyor, kapitalistler için de sorun yaratıyor. Burjuvazinin ortak hareket etmesi gerektiği anlarda, özel mülkiyet hakları çerçevesinde buna uyulmayabiliyor.  Devlet, bu gibi ayrıksı davranışları önlemek için harekete geçiyor.  Aynı durum dünya için de geçerli ve birçok devlet var. Uluslararası finans kuruluşları, ekonomide küresel sorunlar yaşanmasını önlemek amacıyla devletleri belli bir programa uymaya zorluyor ve bunu parasal yaptırımlarla gerçekleştirebiliyorlar. Ancak iklim sorunu, akarsular ve açık denizler üzerindeki haklar gibi ucu açık konularda, devletlerin ortak hareket etmek yerine özel çıkarları doğrultusunda davranarak sorunları büyüttüğünü görüyoruz. Kapitalist üretim ve sermaye dolaşımının küresel ölçekte gerçekleşmesine karşılık,  devletler özel mülkiyeti ve tekil çıkarları temsil eder gibi davranıyorlar. Bunu bazen toplumun rızasını almak için, bazen de yalnızca o ülke egemenlerinin özel çıkarları nedeniyle yapıyorlar. Bu noktada ABD; devletleri, ülkeleri ve halkları; küresel kapitalizmin işleyiş düzenine uygun davranmaya zorlayan  güç olarak harekete geçiyor. Bu amaçla savaşa, barışa, iktidarların kurulup yıkılmasına vb. kararlar veriyor. Çünkü küresel kapitalizmin istikrarı, ABD’nin varlığını sürdürmesinin de garantisi. ABD’nin zayıflaması elbette diğer emperyalistlere yeni fırsatlar yaratır.  Ama bu, devrimci alternatiflerin de önünü  açar. Şu unutulmamalı, devrimciler güçlerini güçsüzlüklerden devşiriyor. Bunu, güçlüler arası rekabetler sırasında oluşan çatlaklara girerek, buralarda tutunarak yapıyorlar. Sonuçta dünyada yalnızca çalışanlar, azınlıklar, kadınlar, yoksullar ezilmiyor; güçlü devletlerin yanında zayıflar da eziliyor. Emperyalizm ülkeleri işgal edip yağmalarken, içinde yaşayanlar arasında ayrım yapmıyor, yakıp yıkarak bir ucundan giriyor ve diğer ucundan çıkıyor. Bu tür saldırganlıklara direnenleri inancı, ırkı, sınıfsal durumuna bakarak mı destekleyeceğiz?

 Irak Komünist Partisi, ülkesi ABD tarafından işgal edildiğinde Saddam diktatörlüğünün yıkıldığı gerekçesiyle sevinmişti. Bu yüzden tarihe komünistlerin yüzkarası olarak geçti. Benzer davranışı ülkemizdeki bazı sol kesimler de gösterdiler ve  “ne Sam, ne Saddam” sloganı atarak, güya her iki gericiliğe birden karşı çıktıklar. Adeta, bir taşla bütün kuşları düşürdüklerini sanıyorlardı. Oysa o sırada teslim olarak ya da ABD ile anlaşarak canını kurtarması mümkünken,  Saddam işgale karşı direniyordu.  Irak işgalinin üstünden 16 yıl geçti. Dün ABD’yi sevinçle karşılayanlar, bugün ülkeden gitmesi için çabalıyor.

 İran’ı yeterince antiemperyalist bulmayanlara şunu hatırlatmak boynumuzun borcudur: İran, Rusya ile birçok alanda yakın işbirliği içinde olmasına rağmen, bağımsızlığına tehdit olarak gördüğü için ülke topraklarında üs kurmasına izin vermiyor.

4- İran, İslamî yönetimi yüzünden gerici mi?

Solda, somut kazanım amaçlı ve demokratik nitelikteki mücadelelere destek verilirken ya da bunlara katılım çağrısı yapılırken, inanç bir engel olarak görülmez. Ülkede dinsel bir azınlık üzerinde baskı kurulmasına genellikle karşı çıkılır. Ama siyasi mücadele sözkonusu olduğunda, din soru işareti oluşturur. İktidara karşı çıkan dinsel bir siyasi harekete destek olmaktan ya da dayanışma içine girmekten kaçınılır. Nedeni açıktır: Din gericidir, oysa solun mücadelesi ilericidir, aralarında bağlantı kurulamaz.
  
Dinin gerici olduğu fikri, kapitalizmin ilk yıllarından kalma ve burjuva ideolojisi çerçevesinde ileri sürülen bir düşüncedir. Bu çerçevede sanayinin doğuşu emek-sermaye ilişkisine değil, bilim ve (üretim bilgisinden başka bir şey olmayan) teknolojideki gelişmelerin doğal sonucuna bağlanır. Buna göre dinin baskısından kurtulan insan aklı özgürce düşünmeye başlayarak bilimi ve sanayiyi geliştirmiştir. Bu sırada burjuvazi liberal, Aydınlanmacı, ulusçu ve bilimden yana düşünceler dile getirerek kendi ideolojisini üretirken; elinde büyük topraklar olan kilise ve feodallerle çıkar çatışması içine girmiştir. Çünkü sanayi üretimi için gerekli olan su, kereste ve çeşitli hammaddeler toprak sahiplerinin elindedir. Toplumsal çatışmada toprak sahiplerinin elinde birleşerek güç oluşturmalarını sağlayacak dinden başka bir ideolojileri yoktur.  Fransa’da dinin gerici olduğu fikri, tarihin gerisinde kalmış sınıflar tarafından sahiplenildiği bu dönemde ortaya atılmış ve yeni toplum düzeninin dinden arındırılarak laik temelde kurulması gerektiği savunulmuştur. Burjuvazi kiliseye boyun eğdirdikten ve hammadde kaynaklarını dilediği gibi kullanabileceği düzenlemeler yaptıktan sonra toplumu dinden arındırma ısrarından vazgeçmiştir. Bu tutumu “burjuvazinin devrimci barutunu tüketmesi” olarak yorumlayan kimi Aydınlanmacı solcular, burjuvazinin terk ettiği laiklik fikrini sosyalistlerin üstlenmesi gerektiğini savunurlar. Bu burjuva sosyalizmidir.

Din bir inanç, ideoloji ve dünya görüşüdür. Ama hepsinden önce bir düşünce biçimidir. Ve düşünceler, onları taşıyan insanlardan ayrı ele alınamaz. Çünkü düşüncelerin kendi başlarına bir varlıkları, dolayısıyla toplumsal yaşamı belirleyici güçleri ve tarihleri yoktur. Düşünceler sürekli olarak taşıyıcılarının somut varoluş koşulları içinde ve gereksinimleri çerçevesinde öğrenilir, yorumlanır, anlaşılır ve aktarılarak yeniden üretilir. Bu durum dinler için de geçerlidir. Dönemin ve değişik toplumsal kesimlerin gereksinimlerine bağlı olarak dinlere olan ilgi artıp azalarak değişir ve belli bir dinin farklı yorumlarıyla yeni mezhepler, tarikatlar ortaya çıkar.  Birçok din olmasının yanı sıra her bir dinin çeşitli yorumlar barındırması, sanki bir tane “iyi” ya da “kötü” din varmış gibi mutlak olarak yücelten ya da değersizleştiren anlayışları geçersiz kılar. Söylemler ve ibadet biçimleri aynı olsa bile, ezenlerin ve ezilenlerin bunları yorumlayışları farklıdır. Aynı dinsel söylem, farklı koşullarda değişik anlamlara gelebilir, olumlu ya da olumsuz rol oynayabilir; bu kendi özünden kaynaklanan bir durum değildir, ona gereksinim duyanların yorumudur.

Felsefi ya da bilimsel düşüncelerin doğruluk yanlışlığının tartışılmasına karşılık dinsel inançların tartışılmazlığı, ona değişmezlik kazandırıyormuş gibi yorumlanarak “gerici” diye nitelendirilmesine yol açar. Oysa inanç tartışılmasa bile değişen somut koşullar içinde inanılan şey ya da inanç biçimi sürekli değişir. Yalnızca dinlere değil, bilimin geçerliliği, haksızlığın alt edileceği, evrenin sonsuzluğu gibi şeylere de inanırız. Çünkü bilgilerimiz, toplumsal varoluş koşullarımızla sınırlıdır ve sonsuz bir hareketi belli bir noktadan sonra izleyemeyiz. Benzer biçimde, ne kadar bilgili olursak olalım geleceği bilemeyiz, yalnızca olmuş ve olmakta olanın işleyiş yasalarından yola çıkarak gelecek hakkında bazı öngörülerde bulunuruz. Bu gibi durumlarda kesin bilgisine sahip olmasak bile bir şeyin devam ettiğine inanmak, sonunu göremiyoruz diye birçok işi yarım bırakmamıza engel olur. İnancın bu olumlu işlevi ve dinin ideoloji olarak geniş yığınları birleştirici özelliği bir araya geldiğinde, dinden başka ortak bağı bulunmayanların bu temelde siyasi bir özneye dönüşmeleri kolaylaşır. İran’da yaşanan budur.

Düşünce süreçleriyle maddi süreçler arasında çakışma aranmaz. Bilenin en iyisini yapacağının garantisi olmadığı gibi, yapanlar da en doğrusunu bilir demek değildir. Bu çerçevede dine karşı bilimi savunmak, gerçekten bilimin savunulduğu anlamına gelmez; yalnızca bilimin dinden üstün olduğunu ileri süren burjuva ideolojisinin savunulduğu anlamı taşır.

5- İran’daki tutarsızlık: Ezilmeye karşı olan başkasını ezer mi?

Ezilmeye karşı olan, elbette başkasını ezmez. Ancak bugün İran’daki gelişmeleri güvenilir kaynaklardan değil, uluslararası medya tekellerinden öğreniyoruz. Ne olduğu hakkında bir kanaat edinebilmek için, nesnel gerçekleri karşılaştırarak düşünmeliyiz.

Devrim olduğunda İran’ın nüfusu 32 milyondu, bugün 82 milyon. Nüfusun yüzde 80’i kentlerde yaşıyor. Yüzde 35’i,  15-35 yaş arası gençlerden oluşuyor.  Savaşlar ve bitmeyen ambargolar yüzünden yokluk ve karaborsa yaşanıyor. Bu koşullarda sık sık, halkın yönetimi protesto ettiği sokak gösterileri düzenleniyor. Şu unutulmamalı; İran, nasıl yönetileceğine kendisi karar vermiş bir devrim ülkesi. Bugünkü devlet ve yönetim biçimi bir gecede oluşmadı; tartışmalar, iç hesaplaşmalar ve bu arada dış saldırıların yaşandığı bir süreçte ortaya çıktı. Dolayısıyla protesto eylemleri yalnızca düzen karşıtlığından dolayı yapılmıyor;  büyük kalabalıklar, rıza verdikleri bir düzenin kötü yönetilerek beklentilerini karşılamadığı için de sokağa çıkıyorlar. Bu sırada can kayıpları yaşanması, düzenin ne kadar zor durumda olduğunun kanıtı olarak görülmemelidir. Yalnızca İran’da değil, Cezayir, Sudan, Yemen gibi savaş ve iç savaş yaşanmış ülkelerde toplumun her kesimi yaşadığı sorunları yüksek sesle dile getirmekten, sokakları doldurup sert protesto eylemleri yapmaktan çekinmiyor. Bu bizim gibi  bastırılmış toplumların pek alışık olmadığı bir durum.

Pahalılık, ücret azlığı, elektrik kesintisi, bankerlere para kaptırma gibi somut talepler için yapılan kendiliğinden eylemlerle, siyasi nitelikte olanları ayırmak gerekir. Yaşadığımız ülkedeki kendiliğinden eylemin içinde yeralmak başka, uzak bir ülkede ve hakkında hiç bir bilgimizin olmadığı eylemler üzerine peşin hükümler vermek başkadır. Her sokak gösterisinin ardından Avrupa’da mülteci konumundaki İranlı birçok sol örgüt açıklamalar yapıyor. Bunların ülkede bir karşılığının olmadığını, kendi deneyimlerimizden de biliyoruz. En etkili örgüt olan Halkın Mücahitleri, pragmatizminin kurbanı olarak işlevsiz hale gelmiş görünüyor. Yalnızca bu örgütlerin açıklamalarına bakarak, İran hakkında hüküm veremeyiz. Sokak eylemlerinde adı duyulmuş tek siyasi yapı, 2009’da  reform talepleriyle milyonlarca kişinin sokağa çıkmasını sağlayan "Yeşil Hareketi"dir. Hareketin lideri konumunda ve aynı zamanda yönetimde üst düzey görevler almış olan Musavi ve Kerdubi, 2012’den bu yana ev hapsindeler. Hareket ise etkisiz durumda.

Ortaya yeterli kanıt konulmadıkça, İran’la ilgili olarak uluslararası medyada çıkan haberlere  itibar etmemek gerekiyor. Merkezi Londra’da bulunan Reuters haber ajansı 23 Aralık 2019 tarihli haberinde, geçen Kasım ayında yapılan gösterilerde 1.500 kişinin öldüğünü duyurdu. Uluslararası Af Örgütü ise 304 kişinin öldürüldüğünün tespit edildiğini açıklamıştı. Reuters, kaynak olarak İçişleri Bakanlığından adını vermediği üç kişiyi gösterdi. Ortaya inandırıcı hiçbir kanıt konmadığından, bu haberlerin doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Oysa İran girilip çıkılması yasak bir ülke değil. Örneğin TC vatandaşlarına vize yok. İran, vatandaşlarına yasak getiren ABD dışında hiç bir ülkeye yasak uygulamıyor. Reuters’in haberini birçok yoldan araştırmak mümkün ama yapılmıyor.

Kasım ayı gösterilerine katılan bir genç kadının beyaz başörtüsünü çıkarıp sallarken çekilen fotoğrafları, özgürlük taleplerinin sembolü gibi yorumlandı ve dünya medyasında yaygın biçimde kullanıldı. Elbette İran’da din baskısı var ve bu tür karşı çıkışlarla değişecektir. Ama toplumsal gelişmeleri değerlendirme ölçülerimiz,  ideolojik gerekçelerle yapılan kılık kıyafet baskısına işaret etmekten mi ibaret? Örneğin İran’da eğitim ve sağlık giderleri büyük ölçüde devlet tarafından karşılanıyor. Bu kalemler için bütçede ayrılan pay birinci ve ikinci sırada. İran halkının yüzde 90’ı sigorta kapsamında ve ayrıca bizim gibi ilaç tekelleri ile özel hastaneler tarafından soyulmuyor. Üniversite öğrenimi görenlerin yüzde 60’tan fazlasını kadınlar oluşturuyor. Başka ülkeler gibi İran’da da halk, resmî ideolojinin gösterdiği doğrultuda yaşamıyor. İran İslam Cumhuriyeti bir siyasi parti hükümeti değil; bir iktidar, devlet ve toplumsal yaşam biçimi. Dolayısıyla herhangi bir nedenle düzen darmadağın olmadığı sürece, protestoların ancak bir yönetim biçiminden diğerine geçilmesine yol açacağı düşünülebilir. İran hakkında söylenenlerin ne kadarının doğru olduğunu bilemiyoruz. Ancak başka ülkeler hakkında üretilen benzer yalanların sonuçlarını biliyoruz. Hatırlayalım:

Romanya’da Nazi işbirlikçisi faşist iktidar 1944’de yıkılarak yerine Sosyalist Cumhuriyet kuruldu. Romanya Varşova Paktı üyesi olsa da,  Sovyetlerden bağımsız bir politika izliyordu.  Ülkede eğitim, sağlık, iş, konut sorunu yoktu ve dış borcu bulunmuyordu. Ama 1989’da Berlin duvarının yıkılmasının ardından birden tekelci medyada “Çavuşesku diktatörlüğü” haberleri yer almaya başladı. Macar azınlığın yoğun olduğu Temeşvar’da katliam yapıldığı haberleri yayıldı. Ülke yönetiminden bazı işbirlikçiler Çavuşesku'nun devrilmesi için çalıştılar. 22 Aralık 1989’da Çavuşesku çifti “kaçtılar” yalanıyla kaçırıldı ve 25 Aralık’ta göstermelik bir yargılama sonucu kurşuna dizildiler. O zaman televizyonlarda da yayınlanan kısa sorgu görüntülerinde, Çavuşesku kendini haksız yere suçlayıp yargılayanlara boyun eğmiyordu. Ölümünün ardından yabancı bankalarda serveti olduğu yalanı yayıldı ama tek kuruş bulunamadı. Devlet kurumları için yaptırılan bir bina, “Çavuşeskuların sarayı” olarak gösterildi. Romanya sosyalizm döneminde yaptığı “Dacia” marka arabayı ihraç ediyordu, bugün o fabrika Fransız Renault şirketinin oldu. Ülkenin zenginlikleri emperyalist şirketlerce yağmalandı. Romanya bugün NATO üyesi, topraklarına İran ve Rusya’yı vurabilecek menzile sahip füzeler konuşlandırıldı. Ve Romanya’nın 100 milyar Euro dış borcuyla birlikte, artık işsizleri, yoksulları ve yabancı ülkelere ihraç ettiği fahişeleri var.

Irak’ta Saddam döneminde nükleer silah olduğu, Suriye’nin kimyasal silah kullandığı, Kaddafi gibi Afrika halklarını emperyalizme karşı uyandırmaya çalışan birine “deli, sapık” damgası vurarak hunharca linç edilmesi ve daha yüzlercesi... Bugün bunların İran hakkında da üretilmediğini kim söyleyebilir?

6- Süleymanî suikastı bölgede yeni bir döneme geçildiğinin işaretidir

Biliyoruz ki hareket, çelişki demek. Uzun dönemli gelişmeleri (ya da süreci) belirleyen temel (=öncelikli/başat) çelişkide köklü bir değişim gerçekleştiğinde,  bu ikincil düzeydeki çelişkileri ve onlar da kendi çevrelerindekileri belirleyerek, olaylar bütünlüğünün değişimine yol açıyor. Bütün bu irili ufaklı çelişkilerin neden olduğu çatışmaların tarafları,  konum ya da amaçlarında ister istemez yeni gelişmelere bağlı olarak değişiklikler yapıyorlar.  Kurulu dengeler bozulduğu için, kendilerini güvenceye alabilecekleri yeni denge arayışlarına giriyorlar. Böylece, olay ve olguların birbiri üzerinde yarattıkları sayısız etkiyle ortaya çıkan belli bir siyasi konjonktürden, bir başkasına geçiliyor. Eğer küçük çaptaki konjonktür değişiklikleri birleşerek herkesin önceki dönemden kalma ilişkilerini gözden geçirmesini gerektirecek boyutlara ulaşırsa, gelişmeler yeni bir döneme geçilmesiyle sonuçlanıyor. Küçük bir olay, büyük değişimin görünüşteki nedenini oluşturuyor. Ama küçük olaylar da diğer önemli çelişkilerin etkisi altında ortaya çıkıyor.

Örneğin karar vericinin seçimde oy kaybetme endişesi, ortadan kaldırılan kişinin önemi, bir ülkedeki iç çekişmelerin dışa vurumu gibi sık rastlanır nedenlerden dolayı harekete geçilmiş ve bir dizi gelişmeye yol açılmıştır. Eylemleri yapan öznelerin açıklamaları ve bunları gözleyerek bilgi toplayanların ifadeleri de bu yöndedir. Ama bu gerçekler, tekil olayların arkasında da başka konjonktürlere ait farklı temel çelişkilerin rol oynadığı gerçeğini değiştirmez. Bu yüzden Süleymanî suikastını (ve genel olarak bir olayı ya da olguyu) anlamaya çalışırken şu iki sınırı gözetmek yararlı olacaktır: Birincisi; düşüncelerimizi, olayların somut nedeni olarak görünen yüzeydeki olgularla sınırlı tutamayız. İkincisi bunun tersine, olgular arasında salt teorik bilgiye dayalı yorumlar üzerinden bağlantı kuramayız; somut şeyler arası geçişleri de yine gerçeğin bilgisi temelinde ortaya koymalı ve teorik bilgiyi,  ampirik bilgi yığınının içine girerek, işleyiş yasalarını ya da iç bütünlüklerini ortaya çıkarmak için kullanmalıyız.  Teori, sonsuz sayıdaki değişkenden oluşan somut bir bütünlüğün özelliklerini aslına uygun biçimde zihnimizde canlandırmaya ve hayatın sonsuz altüst oluşları içinde yerimizi saptamaya yarar.

                                                               ***

Dünyanın geri kalanı gibi bölgemizin ezen ve ezilenleri arasındaki çatışmalarda da belirleyici rol oynayan çelişkinin bir kutbunda ABD yer alıyor. Diğer kutbunda ise Direniş Hattı (İran, Suriye, Lübnan) bulunuyor.  İran Devrimi sonrası oluşan bu çelişki, örneğin Filistin-İsrail arası mücadele, mezhep çatışmaları, bölge ülkelerinin iç ve dış kavgaları ya da farklı emperyalist güçlerin bölge halklarıyla ilişkileri gibi önceden kalma tüm çelişkilere etki ediyor. ABD bu çelişkiler yumağını,-başka yararlar da sağlamak isteyişinin yanı sıra-asıl olarak İran’ı zayıflatmak için kullanıyor. Buna karşılık İran da kendini savunmayı ülkesi ve inancıyla sınırlı tutamayacağını görerek, bölgesel bir direniş hattı ekseni üzerinden daha geniş alanlara uzanıp yeni müttefikler bulmaya çalışıyor.  Bu süreçte tek taraflı yapılmış birkaç girişim dışında tarafların doğrudan temas yaşadığı söylenemez. Süleymanî suikastı ve sonrasındaki gelişmeler bu konuda ilktir. ABD’nin,  İran’ın yıllardır bölgede açık çalışan resmî bir görevlisini öldürmesi ve İran’ın da buna kendi topraklarından ABD üslerine attığı füzelerle karşılık vermesi, yeni bir döneme girildiğini gösterir.  Bu ABD saldırısıyla olmamış; tersine, zaten yaşanan bir değişimin sonucunda böyle bir saldırı yapılmıştır.  

ABD, önceki dönemde dünya hegemonyasını “yumuşak güç” kullanarak sürdürme eğilimindeydi. Çatışma bölgelerinden asker çekme, İran’la nükleer anlaşma, İsrail’i dizginleme, Çin’le rekabeti azaltma ve Asya-Pasifik ülkeleriyle ekonomik işbirliği bunun göstergeleriydi. Bu dönemde ABD ekonomisini güçlendirirken,  Arap Yarımadasında da Direniş Hattı, IŞİD’e karşı büyük bir mücadele içinde durumunu korumaya çalışıyordu. 2015’de Rusya’nın Suriye’ye doğrudan destek vermeye başlamasıyla denge Direniş Hattı lehine değişti. ABD buna 2016’da başkan seçilen Trump’ın ağzından yanıt verdi ve sertleşeceğini duyurdu. Ancak beklendiği gibi olmadı ve geçen sürede ABD dış politikasında çelişkili tutumlar sergilendi. Bunun bir örneği,  geçtiğimiz Ekim ayında Trump’ın açıkladığı Suriye’den çekilme kararıydı. Bu tavır müttefikler tarafından eleştirilirken, ABD yönetiminde de tartışmalara yolaçtı. Bu sırada ABD’nin bölgedeki rakibi Direniş Hattı şu durumdaydı:

Irak’ta 2017’de Ayetullah Sistani’in çağrısıyla Irak güvenlik güçlerinin bir parçası olarak  ve İran'ın da desteğiyle, Haşdi Şabi kuruldu. O sırada ABD de, Irak'ta bir iç güvenlik örgütü kurulmasına yardım ediyordu. Haşdi Şabi'nin IŞİD karşısında başarılı olması, ABD’nin oluşturmaya çalıştığı güvenlik örgütünü de devre dışı bıraktı. Kısacası Irak'ta iç güvenlik ABD karışmadan sağlanmıştı. Esat, Suriye’de iç savaşı kazanmıştı. Lübnan’da tüm dış müdahale ve provokasyonlara rağmen iç savaş çıkmamış ve Hizbullah konumunu korumuştu. Irak’ta ABD karşıtlığı artıyor, Yemen’de Husiler güçlenirken Suudi Arabistan’ın içlerine kadar uzanan saldırılar yapabiliyorlardı. Suriye’den çekileceğini açıklayan ABD, Direniş Hattının güçlenmesi karşısında politika değiştirerek bundan vazgeçti. Türkiye sınırından asker çekse de, petrol çıkarılan Deyr El Zor’a yeni asker gönderdi.  Yanı sıra, Irak’a da asker gönderdi ve Haşdi Şabi üslerini vurarak gerilimi tırmandırdı. Zaten yolsuzluklara karşı ve yabancı güçlerin ülkeden çıkması talepleriyle sokakları doldurmuş olan Irak halkının öfkesi, giderek ABD’ye yönelmeye başladı. Süleymanî suikastı ABD’nin politika değişikliği sırasında gerçekleşti.  İran tarafından yapılan açıklamalara göre Yemen’de Husilere danışmanlık yapan başka bir İranlı general daha öldürülmek istenmiş ama başarılamamıştı.

 Süleymanî bölgede açık çalışan biriydi ve öldürüldüğü gün de Şam’dan Bağdat’a tarifeli bir uçakla gelmişti. Bu tavır aslında ABD’ye karşı yıllardır sürdürülen bir meydan okumaydı. Bu nedenle Süleymanî’nin öldürülmesinin iki ülke açısından da sembolik anlamı vardı. ABD, yıllardır izlediği bu meydan okuma karşısında yeni bir tavır aldığı mesajını verdi.  İran da bunu gördü ve Irak’taki ABD üslerine kendi topraklarından füze göndererek kabul etti. O da sıradan bir intikam amacı gütmediğinin anlaşılması için saldıracağını önceden haber vererek ve hedefleri dikkatle seçerek bir mesaj iletti. İran’ın amacı,  ABD’nin Irak’tan ve uzun vadede bölgeden sökülüp atılmasıdır.

Suikastın ilk saatlerinde İsrail Başbakanı Netanyahu’nun olayın kendileriyle ilgisinin olmadığını açıklaması dikkat çekiciydi. Belli ki bir intikam saldırısıyla muhatap olmaktan çekiniyordu. Dünya kamuoyu Süleymanî’nin resmî kimliğine ve ABD’nin hukuksuz davranışına işaret etse de, bunun ABD’den yakınmaktan başka bir anlamı yoktu. En önemli açıklamayı Irak Başbakanı Abdülmehdî yaptı. Süleymanî kendisinin daveti üzerine geliyor, Suudi Arabistan’ın İran’a gerilimi düşürmek amacıyla ve kendileri aracılığıyla gönderdiği bir mektuba, Tahran’ın yanıtını getiriyordu.  Suudiler tarafından yalanlanmayan bu bilgi önemliydi. Bilindiği üzere geçtiğimiz Eylül ayında Suudi Arabistan’ın Aramco petrol tesislerine İran yapımı füzelerle saldırı düzenlenmiş, herkes İran’ı suçlarken İran bunları reddetmişti. Asıl önemlisi,  ABD savunma gücünün bu saldırıyı önleyemediği ortaya çıkmıştı.  Suudilerin bunun üzerine gerilimi düşürmeye çalışması, bölgedeki mezhep çatışmalarını azaltabileceği için değerliydi.  Ve bu da emperyalizmin işine gelmezdi.

Önümüzdeki dönemde tarafların kartlarını açık oynanacağını söyleyebiliriz.  Herkes konumunu buna göre yeniden ayarlıyor. ABD süper bir güç olarak, kim olduğuna bakmaksızın bölgede kendinden yana tavır almayan herkes üzerinde baskı uyguluyor. Ancak son olayların gelişiminin de gösterdiği üzere, ABD yanlısı olmak eskisi kadar güvenli görünmüyor. Buna karşılık süper bir güce direnmek de hiç kolay değil. Bu nedenle yalnızca bölgenin mazlumları arasında değil, egemenleri arasında da alışılmış seçenekler dışında siyasi arayışlara girilmesi beklenmelidir. Bölge egemenleri kendilerini ABD şemsiyesi altına atmak yerine; bölgedeki ulus, ülke, inanç kaynaklı rekabetleri azaltarak güvenceye almayı düşünebilirler. ABD ve İsrail’in fütursuz saldırganlığı devam ettikçe, bölgede ezen ya da ezilen hiç kimse, kendini geleneksel etnisite, mezhep, ulus devlet yapıları içine hapsederek varlığını sürdüremez.  İktidarlar ABD’den yana tavır alsalar, kendi halklarının tepkisini çekiyorlar. Birbirleriyle dayanışmaya girerek ABD’ye karşı tavır almaya çalışsalar, aralarındaki önyargılar buna engel oluyor. Arap Yarımadasının gerici iktidarları zor durumdalar. ABD ile kıyasıya bir çatışma yaşanmasının mümkün olduğu ve tüm bölgesel çelişkilerin keskinleşerek açığa çıkacağı önümüzdeki dönemde, farklı toplumların ezilenlerinin işbirliğine girmesi daha da önem kazanıyor. Uzun süreden beri, bölgeye yön vermek isteyenler saldırılarını bir noktayla sınırlandırmayarak bütün direnişleri ezmeye çalışıyorlar. Yalnızca bu gerekçeyle bile ezilenler mücadelelerini kendi siyasi sınırlarının ötesine taşıyarak, bölgesel hedefler çerçevesinde düşünmelidirler. Bu uzun süredir tıkanmış olan sömürü ve zulme karşı mücadelelerde yeni bir umut demektir. ABD-İsrail saldırganlığı, bölgenin mazlumlarına böyle bir yol açmıştır.

Kapitalizm için “sermayenin vatanı yoktur” denirdi ama sermaye hâlâ dünyayı ulus, ülke, devlet engellerine takılmadan dolaşamıyor. Üstelik kapitalizmin gelişmesiyle bu engellerin azalması beklenirken, tersine kapitalistler arası rekabetten yine kapitalist iktidarlar yararlanıyor. Bu yüzden vatanı olmayan sermaye kendini hep kapitalist vatanların sınırları içinde yeniden üretme yoluna gidiyor.

Benzer durum proletarya için de geçerli sayılır. Kendi ürettiği engeller yüzünden kendi doğasına uygun davranamayan kapitalizmin bu tıkanıklığı, yarattığı mezar kazıcılarını da engelliyor. Mülksüzleştirme, savaş, doğal afet, ekonomik bunalım, hastalık, iklim değişikliği gibi sayısız nedenle eskisi gibi yaşayamaz hale gelen ve yaşamını çalışarak kazanmaktan başka çaresi yokken boğaz tokluğuna çalışma olanağı bile bulamayanlar arasında, birbirleriyle dayanışmaya girmekten başka yol bulunmuyor. Ama kapitalizmin aşmak istese bile besleyip büyütmek zorunda kaldığı ulusal, dinsel, ırk ve cinsiyetten kaynaklı önyargılar; göç yollarında hayatını kaybetmek için sıra bekleyenlerin birlikteliğini önlüyor. Şimdi belki düşmanın artan acımasızlığı yüzünden, bu önyargıların da aşılması mümkün görünüyor. Artık ezilenlerin mücadelesi kendine dayatılan sınırları aşmanın eşiğindedir. Şimdiye dek böyle olması gerektiğini söyleyen ama nasıl olacağını somut olarak gösteremeyenler için, yeni bir yol açılıyor…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi