Üretimin toplumsal, mülkiyetin ise özel olduğu bir yaşam düzeni baş aşağı duruyor demektir. Ezici çoğunluğu oluşturan çalışanlar ölmeyecek kadar kazanabiliyorken; fabrika, tarla, gemi, maden gibi üretim araçlarına sahip olmaktan başka özelliği bulunmayanlar zenginliklerine zenginlik katıyor. Bunun sonucu toplumun ortak emeğiyle üretilen nimetler zengine, felâketler ise yoksula düşüyor. Virüs salgını bir kez daha bizi bu gerçekle yüzyüze getiriyor. Dünyanın sayılı zenginleri hastalığa yakalanmamak için özel doktorlarıyla birlikte özel jetlerine binip, sığınaklarına doğru uçuyor. Yoksula ise nasihat dinlemek düşüyor. Sahibinin sesi televizyonlar, yoksula sahip çıkar gibi yaparak durmadan akıl veriyor:
“Dengeli
beslenin, ellerinizi yıkayın, kalabalıkta durmayın, öpüşmeyin, iyi uyuyun”… Resmî
yalanlardan başka bir şey olmayan istatistikler bile nüfusun beşte birinin
“yoksulluk sınırı altında” yaşadığını söylerken nasıl dengeli beslenilecek? Sabahın
köründe toplu taşım araçlarına binip, işe ya da okula keyfimizden mi gidiyoruz?
Hayattaki her
şey gibi hastalıklar da toplumsaldır, dolayısıyla çaresi de toplumsal olmalı. Ama
yapmamızı istedikleri her şey, sorumluluğu bizim sırtımıza yıkıyor. Anne
babalar çalışıyor, okullar kapatılıyor ve çocuklara kimin bakacağı
düşünülmüyor. Yurtlar boşaltılıyor, binlerce öğrenci sokağa yığılıyor, “paran
ve gidecek yerin var mı” diye soran olmuyor. Toplumsal bir sorundan bireyler
sorumluysa, devlet niye var?
Corona virüsünün
etkisi ilk kez Çin’in Wuhan kentinde Ocak Ayı başlarında görüldü. Nüfusu 12
milyona yakın olan Wuhan, ülkenin orta bölgesinde önemli bir sanayi kenti. Demir
çelik, otomotiv, ileri teknoloji işletmeleri var. Nissan, Honda, Peugeot, Renault gibi
markaların buradaki fabrikalarında binlerce işçi çalışıyor. Kentte yalnızca
Japonlara ait 160 şirket bulunuyor. Bu da salgının Çin’den sonra en yaygın görüldüğü
yerin neden Japonya olduğunu ve ardından Avrupa’ya nasıl yayıldığını anlamamızı
kolaylaştırıyor. Hastalık Çin’in en çok ithalat yaptığı ülke olan Güney Kore’de
de görüldü ama burada yoğun önlemler sonucu fazla can kaybı yaşanmadı. Benzer
biçimde, Çin’deki önlemler de etkili oldu ve hastalık gerilediği için
Wuhan’daki 10 bin kişilik sahra hastanesi geçen hafta kaldırıldı. 20 Mart’tan
itibaren sanayi üretiminin yeniden başlatılması düşünülüyor.
Malum, bugünkü
Çin Mao’nun Çin’i değil, artık küresel sermayenin gözde yatırım ülkesi. Bu
yüzden önlem alınırken eskinin sosyalist alışkanlıkları mı, yoksa bugünün “kaz
gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığı mı etkili, anlamak zor. Nitekim Çin
hükümetinin hastalıktan en çok zarar gören ülkelerden biri olan İtalya’ya 30
ton tıbbi malzeme ve çok sayıda sağlıkçı göndermesi de buna örnek. Önce “ne
güzel dayanışma gösteriyor” diye düşünürken, bir de öğreniyoruz ki İtalya ve
Çin arasında geçen yıl “Yeni İpek Yolu” projesi için bir anlaşma yapılmış ve
İtalya, Çin’den yola çıkan kargoların Avrupa’ya giriş noktası olacakmış. ABD şiddetle buna karşı çıkmış. Yani Çin yardımı babasının hayrına yapmıyor.
Çin’den yapılan
ilk resmî açıklamada hastalığın bir hayvan pazarından yayıldığı belirtiliyordu.
Her ne kadar Dışişleri sözcüsü bugün ABD’nin bulaştırmış olabileceğini söylese
de, daha önce SARS, kuş ve domuz gribi gibi salgınların da yine benzer biçimde
başladığı biliniyor. Hastalık bir
komplo, rastlantı, kaza, kader vs. sonucu ortaya çıkmış olsa bile; bütün bunlar
bir işleyiş yasası olmadığı anlamına gelmez. Somut bir sorunun çaresi, ancak onun
işleyiş düzeni bilinirse bulunabilir. Yoksa Slovaj Zizek’in bu tür
felâketlerden bir komünizm bilinci türetmeye kalkışması gibi, ayaküstü kurtuluş
reçeteleri yazılır. Bu tür salgınların ve “doğal afet” sınıfına giren tüm olayların
biri güncel, diğeri temel iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Örneğimiz Çin ve
soruyoruz: neden bu hastalıklar orada
çıkıyor?
Çin Halk
Cumhuriyeti, emperyalizme karşı verilen uzun bir kurtuluş savaşının ardından
1949’da kurulduğunda sanayisi yok denecek kadardı ve 600 milyonluk nüfusun
ezici çoğunluğunu yoksul köylüler oluşturuyordu. Bir devrim geçirmiş ülkeler,
bizim gibi sömürü ve zulmün kanıksandığı yerlere benzemez; sürekli toplumsal
bir devinim içindedir. Çin’de de böyle oldu ve ülkede inişli çıkışlı
gelişmelerin sonunda kendine yeterli bir ekonomi oluştu. Ancak 1976’da Mao’nun
ölümünün ardından başlayan parti içi tartışmalarda, bugünkü gelişmelere kadar
uzanan bir politika değişikliğinden yana olanlar galip geldiler. Önce 1978’de
planlı ekonomiden vazgeçildi. Ardından Japonya ile 60 milyar dolarlık bir
ticaret anlaşması imzalandı ve 1979’da ABD ile barışıldı. Ülke yabancı sermaye
yatırımlarına açıldı. 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne girerek, küresel
kapitalizmin kurallarına uyulacağı garantisi verildi. Ve 2019 yılında Çin 2.5
trilyon dolarlık ihracatla dünyada ilk sırayı alırken, 2.08 trilyon dolarlık
ithalat yaptı. Dünyanın en büyük şirketleri sıralamasında Çin ve ABD yarışıyor.
Bu şirketlerin hisselerinin yüzde 60’ı devlete ait, bu nedenle Çin’de bir tür
devlet kapitalizmi uygulandığını söyleyebiliriz.
Elbette tarihte
başka örneği bulunmayan bu hızlı kapitalistleşmenin bir bedeli oldu ve bunu her
zamanki gibi yoksullar ödedi. Kırdan kente sonu gelmez göçler sonucu, milyonlarca
insanın üst üste yığıldığı büyük sanayi kentleri ortaya çıktı. Böylece geçmişin
kır-kent dengesi gözeten yapısı yıkıldı. Küresel sermaye, ucuz işgücü ve
hammadde kaynaklarından yararlanmak için Çin’e aktı. Çin Komünist Partisi,
ülkenin en büyük kapitalistlerinin toplandığı bir kulübe dönüştü. Ülkeyi
kalkındırmak amacıyla başlayan politika değişiklikleri, yapısal kriziyle
boğuşan küresel kapitalizme rahat nefes almasını sağladı. Hava kirliliği, düşük ücretler,
barınma/beslenme/sağlık koşullarının yetersizliği; hep maliyeti düşürüp kârı en
üst düzeye çıkartma amacının sonucudur. Dar gelirli milyonlarca çalışana ucuz
protein kaynağı sağlamak amacıyla, sanayi kentleriyle devasa hayvan çiftlikleri
ve pazarları iç içe geçtiler. Bu koşullarda sıradan bir virüs belki 100 yılda
geçirebileceği mutasyonu, birkaç yılda tamamlayacak hale geldi. Ama insan türü böyle bir hastalığa karşı ancak
uzun sürede geliştirebileceği bağışıklığı aynı çabuklukta tamamlayamadı ve ardı
ardına salgınlar ortaya çıktı. Daha şiddetlilerinin görülmesi de kaçınılmazdır.
Bu durumdan yalnızca Çin’i yönetenler değil, bu ülkeye yatırım yapan tüm
sermaye sahipleri de sorumludur. Kendi ülkelerinde toplumsal tepki yüzünden
yapamayacaklarını başka ülkelerde yapıyorlar. Ancak bütün bu gelişmeler yine de
yaşanan felâketlerin güncel, ya da yakın nedenidir. Asıl neden daha derindedir
ve toplumun kendini doğadan üstün görmesi ve doğaya uyumlu yaşamamasıdır.
Toplum, doğanın
parçasıdır. Birey olarak insan türü toplumun dışında yaşayamaz; dolayısıyla
doğal yaşama biçimimiz toplumsal yaşamın kendisidir. Bir tane türün sürü biçiminde
yaşamasından farklı olarak, toplumsal yaşam çok türlüdür. Eğer doğayla uyumlu
olmazsa, toplumsal yaşam sürdürülemez. Son 150 yıla dek toplumsal yaşamın
doğaya fazlaca ters düşmemesi sayesinde kendiliğinden bir uyum gerçekleşiyordu;
bugün uymaya zorlandığımız tek şey, kapitalizmin işleyiş yasalarıdır. Milyonlarca
insanı bir araya toplayarak üretim maliyetini azaltmayı, verimliliği arttırmayı ve pazara yakın olmayı
düşünenler; bu kalabalıklarla birlikte gelecek olan olumsuzlukların da aynı
biçimde katlanarak artacağını hesaplayamıyor. Çünkü toplumu insan türünün
biricik yaşama biçimi ve doğası olarak değil de, kendi egemenlikleri altında
nasıl olsa diledikleri biçimde yönetebilecekleri yapay bir varlık gibi düşünüyorlar.
Sosyalizmi bir kalkınma modeli ya da üretim biçimi gibi görenler ve sermayedarlar,
bu noktada buluşarak uzlaşıyor. Dertler ve çareler toplumsal olduğuna göre; er
geç ayakların baş, başların ayak olmasıyla bu karmaşa sona erecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.