Blog Arşivi

14 Mart 2020 Cumartesi

VİRÜS, TOPLUM, DOĞA, KAPİTALİZM, KOMÜNİZM…


Üretimin toplumsal, mülkiyetin ise özel olduğu bir yaşam düzeni baş aşağı duruyor demektir. Ezici çoğunluğu oluşturan çalışanlar ölmeyecek kadar kazanabiliyorken; fabrika, tarla, gemi, maden gibi üretim araçlarına sahip olmaktan başka özelliği bulunmayanlar zenginliklerine zenginlik katıyor. Bunun sonucu toplumun ortak emeğiyle üretilen nimetler zengine, felâketler ise yoksula düşüyor. Virüs salgını bir kez daha bizi bu gerçekle yüzyüze getiriyor. Dünyanın sayılı zenginleri hastalığa yakalanmamak için özel doktorlarıyla birlikte özel jetlerine binip, sığınaklarına doğru uçuyor. Yoksula ise nasihat dinlemek düşüyor. Sahibinin sesi televizyonlar, yoksula sahip çıkar gibi yaparak durmadan akıl veriyor:


“Dengeli beslenin, ellerinizi yıkayın, kalabalıkta durmayın, öpüşmeyin, iyi uyuyun”… Resmî yalanlardan başka bir şey olmayan istatistikler bile nüfusun beşte birinin “yoksulluk sınırı altında” yaşadığını söylerken nasıl dengeli beslenilecek? Sabahın köründe toplu taşım araçlarına binip, işe ya da okula keyfimizden mi gidiyoruz?

Hayattaki her şey gibi hastalıklar da toplumsaldır, dolayısıyla çaresi de toplumsal olmalı. Ama yapmamızı istedikleri her şey, sorumluluğu bizim sırtımıza yıkıyor. Anne babalar çalışıyor, okullar kapatılıyor ve çocuklara kimin bakacağı düşünülmüyor. Yurtlar boşaltılıyor, binlerce öğrenci sokağa yığılıyor, “paran ve gidecek yerin var mı” diye soran olmuyor. Toplumsal bir sorundan bireyler sorumluysa, devlet niye var?

Corona virüsünün etkisi ilk kez Çin’in Wuhan kentinde Ocak Ayı başlarında görüldü. Nüfusu 12 milyona yakın olan Wuhan, ülkenin orta bölgesinde önemli bir sanayi kenti. Demir çelik, otomotiv, ileri teknoloji işletmeleri var. Nissan, Honda, Peugeot, Renault gibi markaların buradaki fabrikalarında binlerce işçi çalışıyor. Kentte yalnızca Japonlara ait 160 şirket bulunuyor. Bu da salgının Çin’den sonra en yaygın görüldüğü yerin neden Japonya olduğunu ve ardından Avrupa’ya nasıl yayıldığını anlamamızı kolaylaştırıyor. Hastalık Çin’in en çok ithalat yaptığı ülke olan Güney Kore’de de görüldü ama burada yoğun önlemler sonucu fazla can kaybı yaşanmadı. Benzer biçimde, Çin’deki önlemler de etkili oldu ve hastalık gerilediği için Wuhan’daki 10 bin kişilik sahra hastanesi geçen hafta kaldırıldı. 20 Mart’tan itibaren sanayi üretiminin yeniden başlatılması düşünülüyor.

Malum, bugünkü Çin Mao’nun Çin’i değil, artık küresel sermayenin gözde yatırım ülkesi. Bu yüzden önlem alınırken eskinin sosyalist alışkanlıkları mı, yoksa bugünün “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığı mı etkili, anlamak zor. Nitekim Çin hükümetinin hastalıktan en çok zarar gören ülkelerden biri olan İtalya’ya 30 ton tıbbi malzeme ve çok sayıda sağlıkçı göndermesi de buna örnek. Önce “ne güzel dayanışma gösteriyor” diye düşünürken, bir de öğreniyoruz ki İtalya ve Çin arasında geçen yıl “Yeni İpek Yolu” projesi için bir anlaşma yapılmış ve İtalya, Çin’den yola çıkan kargoların Avrupa’ya giriş noktası olacakmış.  ABD şiddetle buna karşı çıkmış.  Yani Çin yardımı babasının hayrına yapmıyor.

Çin’den yapılan ilk resmî açıklamada hastalığın bir hayvan pazarından yayıldığı belirtiliyordu. Her ne kadar Dışişleri sözcüsü bugün ABD’nin bulaştırmış olabileceğini söylese de, daha önce SARS, kuş ve domuz gribi gibi salgınların da yine benzer biçimde başladığı biliniyor.  Hastalık bir komplo, rastlantı, kaza, kader vs. sonucu ortaya çıkmış olsa bile; bütün bunlar bir işleyiş yasası olmadığı anlamına gelmez. Somut bir sorunun çaresi, ancak onun işleyiş düzeni bilinirse bulunabilir. Yoksa Slovaj Zizek’in bu tür felâketlerden bir komünizm bilinci türetmeye kalkışması gibi, ayaküstü kurtuluş reçeteleri yazılır. Bu tür salgınların ve “doğal afet” sınıfına giren tüm olayların biri güncel, diğeri temel iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Örneğimiz Çin ve soruyoruz:  neden bu hastalıklar orada çıkıyor?

Çin Halk Cumhuriyeti, emperyalizme karşı verilen uzun bir kurtuluş savaşının ardından 1949’da kurulduğunda sanayisi yok denecek kadardı ve 600 milyonluk nüfusun ezici çoğunluğunu yoksul köylüler oluşturuyordu. Bir devrim geçirmiş ülkeler, bizim gibi sömürü ve zulmün kanıksandığı yerlere benzemez; sürekli toplumsal bir devinim içindedir. Çin’de de böyle oldu ve ülkede inişli çıkışlı gelişmelerin sonunda kendine yeterli bir ekonomi oluştu. Ancak 1976’da Mao’nun ölümünün ardından başlayan parti içi tartışmalarda, bugünkü gelişmelere kadar uzanan bir politika değişikliğinden yana olanlar galip geldiler. Önce 1978’de planlı ekonomiden vazgeçildi. Ardından Japonya ile 60 milyar dolarlık bir ticaret anlaşması imzalandı ve 1979’da ABD ile barışıldı. Ülke yabancı sermaye yatırımlarına açıldı. 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne girerek, küresel kapitalizmin kurallarına uyulacağı garantisi verildi. Ve 2019 yılında Çin 2.5 trilyon dolarlık ihracatla dünyada ilk sırayı alırken, 2.08 trilyon dolarlık ithalat yaptı. Dünyanın en büyük şirketleri sıralamasında Çin ve ABD yarışıyor. Bu şirketlerin hisselerinin yüzde 60’ı devlete ait, bu nedenle Çin’de bir tür devlet kapitalizmi uygulandığını söyleyebiliriz.

Elbette tarihte başka örneği bulunmayan bu hızlı kapitalistleşmenin bir bedeli oldu ve bunu her zamanki gibi yoksullar ödedi. Kırdan kente sonu gelmez göçler sonucu, milyonlarca insanın üst üste yığıldığı büyük sanayi kentleri ortaya çıktı. Böylece geçmişin kır-kent dengesi gözeten yapısı yıkıldı. Küresel sermaye, ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarından yararlanmak için Çin’e aktı. Çin Komünist Partisi, ülkenin en büyük kapitalistlerinin toplandığı bir kulübe dönüştü. Ülkeyi kalkındırmak amacıyla başlayan politika değişiklikleri, yapısal kriziyle boğuşan küresel kapitalizme rahat nefes almasını sağladı.  Hava kirliliği, düşük ücretler, barınma/beslenme/sağlık koşullarının yetersizliği; hep maliyeti düşürüp kârı en üst düzeye çıkartma amacının sonucudur. Dar gelirli milyonlarca çalışana ucuz protein kaynağı sağlamak amacıyla, sanayi kentleriyle devasa hayvan çiftlikleri ve pazarları iç içe geçtiler. Bu koşullarda sıradan bir virüs belki 100 yılda geçirebileceği mutasyonu, birkaç yılda tamamlayacak hale geldi.  Ama insan türü böyle bir hastalığa karşı ancak uzun sürede geliştirebileceği bağışıklığı aynı çabuklukta tamamlayamadı ve ardı ardına salgınlar ortaya çıktı. Daha şiddetlilerinin görülmesi de kaçınılmazdır. Bu durumdan yalnızca Çin’i yönetenler değil, bu ülkeye yatırım yapan tüm sermaye sahipleri de sorumludur. Kendi ülkelerinde toplumsal tepki yüzünden yapamayacaklarını başka ülkelerde yapıyorlar. Ancak bütün bu gelişmeler yine de yaşanan felâketlerin güncel, ya da yakın nedenidir. Asıl neden daha derindedir ve toplumun kendini doğadan üstün görmesi ve doğaya uyumlu yaşamamasıdır.

Toplum, doğanın parçasıdır. Birey olarak insan türü toplumun dışında yaşayamaz; dolayısıyla doğal yaşama biçimimiz toplumsal yaşamın kendisidir. Bir tane türün sürü biçiminde yaşamasından farklı olarak, toplumsal yaşam çok türlüdür. Eğer doğayla uyumlu olmazsa, toplumsal yaşam sürdürülemez. Son 150 yıla dek toplumsal yaşamın doğaya fazlaca ters düşmemesi sayesinde kendiliğinden bir uyum gerçekleşiyordu; bugün uymaya zorlandığımız tek şey, kapitalizmin işleyiş yasalarıdır. Milyonlarca insanı bir araya toplayarak üretim maliyetini azaltmayı,  verimliliği arttırmayı ve pazara yakın olmayı düşünenler; bu kalabalıklarla birlikte gelecek olan olumsuzlukların da aynı biçimde katlanarak artacağını hesaplayamıyor. Çünkü toplumu insan türünün biricik yaşama biçimi ve doğası olarak değil de, kendi egemenlikleri altında nasıl olsa diledikleri biçimde yönetebilecekleri yapay bir varlık gibi düşünüyorlar. Sosyalizmi bir kalkınma modeli ya da üretim biçimi gibi görenler ve sermayedarlar, bu noktada buluşarak uzlaşıyor. Dertler ve çareler toplumsal olduğuna göre; er geç ayakların baş, başların ayak olmasıyla bu karmaşa sona erecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi