Virüslerin
geçmişi ilk canlıların ortaya çıkışı öncesine kadar uzanırken, bugünkü toplumsal yaşamın ortaya
çıkışı ancak 200 bin yıl öncesine gidiyor.
Virüsün ormanda da görülebilecek olan kendi doğasını toplumda ortaya koyuşu,
günümüz kapitalizminin somut koşulları içinde gerçekleşiyor. Bu koşulları virüs
yaratmıyor, toplumsal yaşam biçimi ona bu olanağı sunuyor. Virüsün yolaçtığı
sonuçları, ona sunulan koşulların mimarları ve mağdurları arasında yer alan
özneler olarak yaşıyoruz. Virüs; zaten
baskıcı, sömürücü, eşitsiz toplum
kesimleri üreten ve onlar tarafından üretilen bir toplumsal yapı içinde
çalışıyor. Virüsün herkesi hasta edebilen niteliği, insanların eşitsizlik
içinde yaşamaları yüzünden, değişik biçimlerde sınırlandırılıyor. Böylece,
virüs ormandaki varoluş koşullarının bir benzerini toplumun belli alanlarında
bulabiliyor. Yazıda doğa-toplum ilişkisi, hastalığın işleyen bir düzenin içinde
yaşandığı gerçeği, yönetenlerin toplumun korkularını beslemesi, kimi solcuların onbinlerce emekçinin salgın
bahanesiyle işten atılması karşısındaki ilgisizliği gibi konularda görüşler
dile getiriyoruz. Teorik-akademik değil, siyasi özne yokluğunda gereksinimi en
çok duyulan şey olan bir siyaset ideolojisinin ne olabileceği kaygısıyla
yazıyoruz. Bu yönde düşünmek için gerekli kavramları hatırlatmaya çalışıyoruz.
-Hatırlatma
-Virüsle
karşılaşma ve doğa-toplum ilişkisi üzerine
-Virüsün
eşitlikçiliği saçmalığı
-Virüsü
düşmanlaştırmak
-Bilim
çare bulur, egemen sınıf kullanır
-Fiziksel
ve toplumsal mesafe
-Kısıtlamalar
ve özgürlük mücadelesi yorumları
-Eski
salgınlar üzerinden tarihselcilik yapmak
-Virüsün
ekonomiye etkileri
-Sonuç:
“Hapşırırken yüzünüzü kolunuzla kapatın”!
Hatırlatma
Doğanın bir
parçası olarak virüs ve yine doğanın
başka parçası olarak insan türünün biricik yaşama biçimi olan toplum, bu zamanda ve ortak mekânları
olan dünyada karşılaşıyorlar. Bunun sonucu küresel bir salgın hastalık
başlıyor. Bu olayı Demokritos gibi bir “etkinin
tepkiye yol açması” ile sınırlı kalarak ele almıyor, Epikuros gibi “atomların çarpışması sapmaya yol açar”
misali, bir dizi gelişmeyle ilintili olarak düşünüyoruz.[1] Ve bu
düşüncelerimizi de-Marks’ın ifade ettiği gibi-toplumsal varoluşumuzun belirlediğini
unutmuyoruz. Çünkü düşünmek de içinde, karşılaşmayı ve etkilerini toplumsal var
oluş koşullarının belirleyiciliği altında yaşıyoruz.
Virüs toplumla
ilişkilenmesinin ardından bağımsız değişken özelliğini yitiriyor ve
konjonktürün (= içinde bulunulan gerçeğin) bir parçası haline geliyor. Bundan
sonraki gelişmelerin belirleyicisi, yeterlilik ve yetersizlikleriyle toplumsal
pratik[2]
oluyor. Artık “virüs ve toplum” ilişkisi üzerine soyut akıl yürütmelerde
bulunamayız, yalnızca bu ilişkinin belli bir toplumsal pratik içinde nasıl
yaşandığından söz edebiliriz. Virüsün karşılaşma öncesinde de oralarda bir
yerde devam eden biyolojik varlığının anlamı, karşılaşmadan sonra yolaçtığı
toplumsal etkiler dolayımından geçerek yeniden üretilmiştir. Çünkü virüsün
canlı bir hücreye tutunarak çoğalması ve mutasyon geçirmesinin olanaklarını ona
artık orman değil, toplum vermektedir. Bu gerçeği göz ardı ederek biyoloji vb. üzerinden
fikir yürütmek bilim adına belki bir anlam taşıyabilir ama siyaset açısından
kesin olarak bir boş gösterendir.
Virüsün henüz yeterince tanınmamasını doğanın bilinemezlikleri arasına
katarak mitolojik bir özne gibi ele almanın ise, bizi Antik Dönem felsefî geleneklerine geri
döndürerek doğayı tanrılaştırmaktan başka sonucu olmayacaktır. Doğa, bir soyutlamadır;
biz her zaman çevreyi bilir, onunla ilişki içinde olur, doğanın sonsuzluğunu
çevre üzerinden ve hareketin sürekliliğinin tanığı olarak kabul ederiz.
Toplumun bir dış etkenle ilişkisi, bu etken
tarafından yok edilemediği sürece toplumsal işleyiş yasalarının belirleyiciliği
altında yaşanır. Öncelikle buradaki “dış” fiziksel anlamda değil, “bilinmeyen,
tanınmayan” olarak anlaşılmalıdır. İnsanlar toplumsal yaşam süreçlerinde
iradeleri dışında bilmedikleri şeylerle farkında olmadan ilişkiye girebilir ya
da farkında olarak ilişkiye girdikleri şeyi henüz tanımayabilirler. Bu tür
bağlantılar, toplumun olağan işleyiş düzeninin bir parçası olarak ve üretim
ilişkilerinin yeniden üretilmesi sürecinde kurulur. Bu çerçevede fiziksel
olarak da “uzak, yaban” nesnelerle ilişkiye geçilir. Nitekim önceden bilinmeyen
virüslerin olabileceği ortamlara girilmesi, Rob Wallace’ın da belirttiği üzere
bu biçimde gerçekleşmektedir.[3] Dolayısıyla bu tür ilişkileri materyalist bir
temelde ele alabilmek için virüsü biyoloji, tıp vb. açıdan bilmek yetmez;
ekonomi politik ve tarih de bilmek gerekir. İlişkinin değiştirilmesi ise bilim
ve bilmekten ayrı olup, siyasetin konusudur. Pratik olarak ortaya
konamıyorsa, söz düzeyinde tekrarlanıp
durmasının anlamı yoktur.
Dış etki olarak
yabancı bir nesnenin topluma teması, doğal
olarak toplumun kurulu düzeni içinde yaşanır. Bu sırada yabancı nesnenin kimi
olumsuz etkileri ortaya çıkarsa, bu öncelikle toplumun eskiden beri taşıdığı
varoluşsal çelişkilerini hatırlatıcı ve açığa çıkarıcı biçimde olacaktır.
Düzenin olağan zamanlarda da olan ama bir nedenle ortaya çıkmadıkları sürece
akla getirilmeyen yetersizlikleri, bir dış baskı ile göz önüne gelir. Bu da
yönetenlerin toplum adına dış etkene karşı alacakları tavrın “insanlık, ortak
çıkar” gibi soyut ve sözde gerekçelere göre değil; toplumun önceden beri var
olan çelişkilerinin yeni durumun üstbelirleyiciliği karşısında gösterdiği
değişim ve bunun taşıdığı eğilimlere göre belirlenmesine yol açar. Başka bir
ifadeyle, siyasal iktidar görünmez düşmanlara karşı savaşını, her zaman görünür
düşmanlar üzerinden sürdürür. Yeni durum, eskiden beri süren çelişkiler
ortamında yeniden üretilerek, yaşanmakta olan sorunlara eklenir.
Toplumun bir dış
etkenle ilişkisinde yetersiz kalıp yok olması her an için mümkündür. Bu da yine
“doğanın sonsuzluğu karşısında toplumun yetersizliği” gibi açıklanamaz, çünkü
doğa topluma dıştan sınır çizer gibi çalışan bir özne değildir; sınırı toplum
kendisi, maddi yaşamın yeniden üretimi sırasında, çeşitli nedenlerden ulaştığı
denge durumlarıyla çizer. Üretim ilişkilerinin irade dışı sürükleyiciliği
sonucu, her geçen gün doğanın üretken güçlerinin daha büyük bir bölümü
toplumsal üretici güçlere dönüştürülür. Ve bu gelişme yalnızca olumlu sonuçlar
yaratmaz; hastalık, çevre kirliliği, iklim değişikliği gibi yıkıcı sonuçlara da
yol açar. Nedeni “doğanın bilinemezliği” ya da bunun öznel açıdan ifadesinden
başka bir şey olmayan “yönetenlerin bilimi dışlaması” değildir, üretimin özel
mülkiyet/rekabet/kâr odaklı sürdürülmesi ve bunun dışında kalan konulara ait
bilgilerin elenmesidir. Kapitalist üretim sırasında başkalarının ödeyeceği ya
da faturası çok sonraları gelecek bedellerin hesaba katılmaması ahlâksızlık ya
da beceriksizlik değildir, olağan işleyiş düzenidir. Ancak toplumsal yaşam
açısından sınırsız görünen bu davranışlar er geç kapitalizmin genel amaçlarını
tehdit etmeye başlar ve bir sınır koymak gereği ortaya çıkar. Üretim ilişkilerinin peşi sıra yuvarlanarak genişleyen
toplumsal ilişkileri irade altına alarak disipline etme gereksinimi böyle
ortaya çıkar. Ama kapitalizm altında toplum düzeninin her derlenip toparlanışı,
yalnızca üretim ilişkilerinin yeni kaotik atılımlarına olanak sunar.
Dünyada bir
salgın hastalık dolaştığını duyurulardan öğreniyoruz. Bunun doğru olup
olmadığını ortaya çıkarabileceğimiz toplumsal pratikten yoksunuz. Bu yüzden
duyuruları geçerli kabul ediyor, buna ilişkin düzenlemelerin toplumsal
etkilerine ve bu etkileri kendi lehine kullanan egemen gücün eylemlerini ne
kadar sınırlandırabileceğimize odaklanıyoruz. Dolayısıyla ne Alain Badiou gibi[4] bazı
varsayımlarla ‘konunun çok abartıldığını’ düşünüyoruz, ne de Slavoj Zizek gibi “bulutsuz
gökyüzünde çakan şimşek” misali bir anlayışla salgını ‘büyük değişimlerin
habercisi’ gibi görüyoruz.[5]
Virüsün etkisiyle hayat değişmiyor, belli bir biçimde değişmekte olan hayata
virüsün etkileri ekleniyor. Bu anlamda toplumsal yaşamın bu hastalığa yol açan
suşla[6] karşılaşılabilecek
alanlara uzanması, virüsün mutasyon geçirerek toplumsal yaşama uyum göstermesi,
yayılarak bir salgına yol açması, hastalık gerekçesiyle yapılan tedavi
çalışmaları ve toplumsal düzenlemeleri; birbirleriyle ilintili olguların belli bir
işleyiş düzeni zemininde kaynaşıp bütünleşmesi olarak düşünüyoruz. Bu
bütünleşme (ki her bütünleşme bir ayrışmadır) üretim ilişkileri temelinde ve
sınıf mücadelesinin belirleyiciliği altında yaşanıyor. Gelişmeleri bu bütünlük
içinde görmeyip sonuçlarının egemen sınıf yararına kullanılmasına bakarak
ortada bir “komplo” olduğunun söylenmesini de, “olağan” karşılıyor ama ciddiye
almıyoruz.
Virüsle karşılaşma ve doğa-toplum ilişkisi üzerine
Virüsler,
bakteri gibi kendiliğinden üreyemiyor, bunun için başka canlılara tutunmaları
gerekiyor. Dolayısıyla canlı mı yoksa cansız mı oldukları tartışılıyor ve bazılarınca
cansız varlıklardan canlıya geçiş aşaması olarak kabul ediliyor. Dünyada birkaç milyon türü olduğu tahmin
edilen virüslerin bilimsel olarak ancak 5-6 bin kadarı tanımlanmış durumda. Şu an küresel salgına yolaçan virüs, 2003’de
Çin’de görülen SARS (Severe Acute Respiratory Syndrom- Ağır Akut Solunum
Yetmezliği Sendromu) hastalığındaki corona virüsüyle aynı türden ve yapısı
henüz yeni yeni anlaşılıyor. Şu anki virüsün bilimsel adı “SARS-CoV-2”, neden olduğu salgın hastalığın
adı ise “COVID-19”.
Konuyla ilgili
birçok yazıda, doğa ve toplumun ayrı varlıklar gibi ele alındığına tanık
oluyoruz. Toplum sanki doğaya dışından taşınarak gelmiş gibi, kapitalizm suçlamaları altında “toplumun doğanın
dengesini bozduğu” ve karşılığında “doğanın intikamını aldığı” belirtiliyor. Öte
yandan başka bir yanlış da, bu anlayışa karşı dile getirilen doğanın toplumu
belirlediği materyalist ilkesinin somut durumu açıklamakta kullanılmasıyla ortaya
çıkıyor. Daha önce bilinmeyen bir olgunun toplumla herhangi bir biçimde
ilişkilenmesinin konuyu toplumsal hale getirdiği gözardı edilerek, sonraki
toplumsal süreçlerde değişmez bir “doğa etkisi” işin içine sokuluyor. Biz doğa-toplum ilişkilerinde toplumun doğaya
ya da doğanın topluma dışarıdan sokulduğu bu tür görüşleri benimsemiyor ve
şöyle düşünüyoruz:
Doğa; kendini
yeniden üretebilen, madde, dolayısıyla hareket, bütün, sonsuz varlıktır. Diğer
varlıklar gibi toplum da doğanın devamı, bir parçası ve insan türünün biricik
varoluş biçimidir. Bu anlamda toplumun içinde ayrı bir doğa, kendi varoluş
biçiminden başka bir doğal varoluş biçimi yoktur. Bunun yansıması olarak,
doğanın içinde de doğadan ayrı bir varoluşa, dolayısıyla farklı işleyiş
yasalarına sahip bir toplum yoktur. Doğa tıpkı felsefî madde kavramı gibi
doğrudan ilişki kurulamayan ama varlığından şüphe etmediğimiz nesnel
gerçekliktir. Varlığını, merkezinde toplumsal yaşamın yeraldığı sonlu varlık
olan çevre aracılığıyla ve ilişki içinde olduğumuz nesnelerin sürekli değişim
göstermeleri üzerinden kabul ederiz. Toplum, maddi yaşamın yeniden üretimi
sürecinde irade dışı girilen üretim ilişkilerine yaslanan, hepsi de üstyapıya
ait toplumsal ilişkilerin genişlemesiyle bir “çevre” oluşturur. Doğa, toplumu,
toplumun çevresiyle üretim ilişkileri üzerinden kurduğu bağlantılar aracılığıyla
ve toplumun kendini yeniden üretişi sürecinde belirler. Bu belirleme ilişkisi
doğal bir gücün topluma dışarıdan fiziksel etkisi yoluyla değil, toplumun doğa
yasalarıyla organik bütünlük içindeki içsel işleyiş yasalarıyla kurulur.
Dolayısıyla “bir asteroidin dünyaya çarparak toplumsal yaşamı yok edebileceği,
güneşin patlayarak bütün sistemi ortadan kaldırabileceği” misali Antik Dönemden
kalma akıl yürütmelerle ve doğanın öngörülemezliğine ilişkin örnekler üzerinden
ifade edilemezler. “Belirleyicilik” gibi bilgimiz içindeki bir konunun bu tür
“doğanın beklenmedik mucizeleri” misali bilinmeyenlere dayandırılması, Antik
toplumlardaki gibi doğanın çeşitli güçlerinin tanrılaştırılmasına götürür.
Doğanın toplum
üzerindeki belirleyiciliği, insan türünün doğa tarihinde yerini almasıyla
başlamış ve toplumsal yaşam sürecinde yeniden üretilerek sürmektedir. Doğa
tarihi açısından doğa yasalarının işleyişinin insan türü ya da başka canlılar
üzerindeki etkileri arasında bir fark yoktur; örneğin kuraklık nedeniyle su
bulamayan bütün canlılar belli bir süre sonunda ölürler. Ancak somut koşullar
açısından her canlı kendini, bu ortak etkiye farklı biçimde karşı koyarak uyarlar ve yaşamını sürdürmenin değişik yollarını bulabilir. Bunlar
da yine değişmez davranış biçimleri değildir, genel değişime ayak uydurarak evrim
geçirirler. Bunu yapamayan canlı, bir dış güce “yenilmiş” olmaz; yalnızca
doğanın kuraklığa yolaçan işleyiş yasası devam ederken, canlının doğasının
temel özelliği olan değişim sürekliliği tükenmiş demektir ve varlığı biçim
değiştirerek inorganik bir nesneye dönüşür.
Kendini yeniden
üretebilme özelliği doğaya aittir, canlılar bu ortak özelliklerini doğanın
üretken güçlerini tüketerek sürdürürler. İnsan türü de diğer canlılar gibi
doğanın üretken güçlerinin bir bölümünü kendisi için kullanarak yaşamını
sürdürür, ilkesel olarak bu çerçevede canlılar arasında bir fark yoktur. Ancak
her canlı evrimsel gelişiminin ayrılmaz bir parçası olarak, bunu farklı bir
biçimde yapar. İnsan türü bunu, doğanın üretken güçlerinin bir bölümünü
toplumsal üretici güçler haline getirerek yerine getirir. Toplumsal yapı ve
insan türünün doğayla ilişkisi (siz bunu “çevresiyle ilişkisi” olarak okuyun),
toplumsal üretici güçlerin edinilmesi üzerinde yükselir. Böylece bir canlı türü
olarak insan, toplumsal yaşamın ortaya çıkışıyla birlikte doğanın kendini
yeniden üretiş sürecinde yer almış olur. Dolayısıyla doğa-toplum ilişkisini
doğanın kendini yeniden üretmesinin bir parçası olarak, toplumun kendini
yeniden üretişi çerçevesinde ele almak gerekir. Toplumun kendini yeniden
üretiminin belirleyicisi ise, toplumsal üretici güçlerle üretim ilişkileri
arasındaki çelişkilerdir. Üretici güçlerin kaçınılmaz gelişiminin dinamiği,
toplumsal gereksinimlerin karşılanmasının yeni gereksinimler doğurarak sürmesi
ve hepsinin de doğanın sınırsız olanakları aracılığıyla karşılanmasının mümkün
olmasının sonucudur. Doğa, toplumu beklenmedik etkileriyle değil; somut koşullarda
toplumun kendini yeniden üretim süreçlerinde belirler.
Bu çerçevede
bütün canlılar doğar, büyür, ölür ve bu sırada çevrelerinde yol açtıkları
değişikliklerin etkise altında, buna karşı koyabildikleri süre ve sınırlar
içinde yaşarlar. Bu anlamda toplumun işleyiş yasaları, doğanın işleyiş
yasalarından ayrı ele alınamaz. Toplumun doğayla ilişkisi, doğanın kendisiyle
ilişkisi gibidir. Doğa toplumu, toplumun kendi işleyiş yasaları çerçevesinde belirler.
Dolayısıyla toplumsal yaşamı şu ya da bu biçimde etkileyen herhangi bir “doğal
afetten” söz edemeyiz, yalnızca iki doğal etkenin karşılaşmasının sonuçlarından,
örneğin eğer güçlü olan depremse toplumun yok oluşundan, tersine hazırlıklı
olan toplumsa depremin fazla hasara yol açmadığından bahsedebiliriz. Farklı
olgular arasındaki bu tür karşılaşmaları belli bir toplumsal varoluş içindeyken
yaşadığımızdan dolayı, sanki öyle değilmiş ve toplumsal varoluşumuzun dışına
çıkarak bir etki-tepki hareketini gözlüyormuşuz gibi ele alamayız. Bu çerçevede
virüsün küresel bir salgına yol açmasını bir “doğa-toplum” ilişkisi olarak değil, içinde olduğumuz
toplumsal varoluş koşullarından hareketle “toplumsal bir sorun” olarak
görüyoruz.
***
Coronanın
geçmişi çok eskiye dayansa da onunla şu an, burada ve belli bir toplumsal yaşam
biçimi içinde karşılaşıyoruz. Bazılarının adeta bağışıklığı varmış gibi hastalıktan
etkilenmemesi, uzak bir geçmişte de benzer karşılaşmalar yaşanmış olabileceğini
ve oradan kalma direncin belki genetik olarak aktarıldığını düşündürtüyor. Ama elimizde
herhangi bir bilimsel veri olmadığı için bu akıl yürütme şimdilik
spekülasyondan öte geçmiyor. Virüsle karşılaşmamız, rastlantısal gibi görünen
belli bir toplumsal pratik sürecinde gerçekleşiyor.
Salgının ortaya
çıkışından bu yana aşı ve ilâç arayışları, tedavi çabaları, kısıtlamalar,
ekonomiyi canlandırma girişimleri vs. ile değişen günlük yaşamımıza bakıp,
virüse karşı özel bir önlem alınıyormuş gibi düşünüyoruz. Elbette hastalığın
etkili olduğu bugünlerde diğer zamanlardan farklı davranılıyor. Ama virüse
karşı takınılan bu tutumun başka canlılarınkinden ilkesel bir farkı bulunmuyor.
Yalnızca insan olmayan canlıların türsel davranışlarını biz toplumsal olarak
gösteriyoruz. Bu da doğa tarihi
açısından ilkesel bir fark oluşturmasa da, bu tarihin devamı ve bir parçası
olan toplum tarihi çerçevesinde, kendine
özgü bazı özellikler taşıyor. Çünkü sonuçta davranışlarımızı herhangi bir “öz”
etkisiyle değil, toplumsal varoluşun belirleyiciliği altında gösteriyoruz.
Bu çerçevede
canlıların herhangi bir hastalıktan ölmemesinin genel olarak iki yolu olduğunu
söyleyebiliriz: Birincisi bağışıklık kazanmaları, ikincisi hastalığa yolaçan
patojenle ilişkilenmemeleri. Aşı, hastalanıp iyileşerek bağışıklık kazanmanın
bir biçimidir ve eskiden beri bilinen bir yöntemdir. İzolasyon ise, hastalık
olasılığını azaltmanın en basit yolunu oluşturur ve bu da eskiden beri bilinir.
İlaç kullanmak da vücudun patojenden arındırılması yada ona karşı korunması
çerçevesinde bir tür izolasyon gibi düşünülebilir. Sürü hayvanları sürekli yer
değiştirerek ya da hasta ve ölü üyeleri ortamdan uzaklaştırarak izolasyon sağlarlar.
Davranış
ilkeleri bakımından toplumun ve başka canlıların bir patojen karşısındaki
tutumları arasında fark yoktur. Örneğin bedensel bakımdan güçlü olan canlının
hastalıklara karşı daha dirençli olması beklenir. İnsan olmayan canlılar için gücün belirleyicisi
doğal koşullarken, insan açısından bu koşullar toplumsal varoluşudur. Toplumsal
varoluş ise, altyapı-üstyapı, üretici güçler-üretim ilişkileri ve sınıflar gibi
hepsi de belli bir toplumsal yapı içinde yeralan bir dizi çelişki tarafından
belirlenir. Ormanda güç aslanın, toplumda ise üretim araçları ve iktidar
sahibinindir. Dolayısıyla belli bir alanda yaşayan bir türü az çok eşit biçimde
etkileyebilecek meteor düşmesi, deprem, salgın hastalık gibi olaylar toplumda
benzer biçimde çalışmaz ve sonuçları, önceden de var olan eşitsiz koşullara göre
dağılır. Elbette doğa belirleyicidir ve öngörülemeyen bir gelişme ezen-ezilen
ayrımı yapmaksızın toplumu tümüyle ortadan kaldırabilir. Ancak her ne olursa
olsun içinde yaşadığımız toplumsal varoluş gerçeği değişmez ve eğer bunun
sonucu yok olacaksak, bu doğa açısından tıpkı herhangi bir büyük gücün daha
zayıfı ezip geçmesine benzer. Ama toplum açısından böyle bir yok oluş ya da
zarar görme hali doğanın işleyiş yasalarını yeterince bilmemenin ya da bilindiği
halde uygun önlem almamanın ifadesidir. Eğer bu kendi kendini yöneten bir
toplumsa herkes, değilse yalnızca yönetenler bundan sorumludur. Dolayısıyla
bilmek, bilmemek, önlem almak, almamak vs. hep toplumsal yapıyı oluşturan
çelişkiler tarafından belirlenirler.
O güne dek
toplumsal yaşam içinde yer almayan bir etkenin yolaçtığı olaylar, Badiou’nun
ifade ettiği gibi[7]
“doğa ve toplumsal belirleyenlerin kesişme noktalarında” ortaya çıkmazlar;
doğanın, çoktan “çevre” kapsamına alınmış ve gidilmesi planlanan ama orada elde
edilecek belli bir (kapitalist) amaç dışındaki sonuçları dikkate alınmayan bir
parçasıyla, doğanın “toplum” olarak
bilinen diğer parçasının karşılaşması biçiminde ortaya çıkarlar. Her şeyden
önce tarafların ikisi de doğaya aittir. İkincisi, ilişki irade dışı ve üretim
ilişkileri temelinde kurulur. Üçüncüsü, bu karşılaşmaları her zaman somut,
toplumsal varoluş koşullarımız içinde yaşarız. Sonuç: hiçbir filozofun, olaylara
doğayı ve toplumu beraberce gözleyebileceği bir noktadan bakıyormuş gibi konuşması
mümkün değildir; her zaman önceden belirlenmiş toplumsal koşullar içinden ve
toplumsal bölünmüşlüklerin tarafı olarak konuşulur.
Virüs küresel
kapitalizmin yapısal krizinin etkisinin artan bir biçimde hissedildiği bir
sırada, sağladığı olanaklarla küresel sermaye dolaşımını rahatlatan Çin’de,
yalnızca bu ülkenin değil aynı zamanda dünyanın en önemli sanayi bölgelerinden
biri olan Wuhan’da, belki doğada
bulamayacağı kadar uygun bir mutasyon ortamında görülüyor. Büyük kalabalıkların
sürekli hareket halinde ve dünyanın geri kalanına kolayca ulaşabilmesi
nedeniyle hızlı yayılma olanağı buluyor. Böylece toplumsal ortama çabuk uyum
sağlıyor. Sorun ortak olsa bile, özel mülkiyete bağlı çıkarlar yüzünden ortak çare
aranamıyor. Bu da virüsün bulaştığı yerde daha uzun süreler kalarak yayılmasını
kolaylaştırıyor.
Bir yıl içinde
dünya nüfusunun yaklaşık yarısının virüsten etkileneceği belirtiliyor. Virüs
çok hızlı yayıldığı için hastanelerde yığılma yaşanmasın diye izolasyon
uygulanıyor. Bu süreçte bağışıklık kazananlar kurtuluyor. Hastalananlar yine
her zamanki gibi ikiye ayrılarak, zenginler tedaviye, yoksullar ölüme yakın
oluyor.
Toplumsal
sorunlar, toplumu var eden çelişkiler tarafından üretilir ve aynı zamanda bu
çelişkilerin yeniden üretimine etki ederler. Sorun ve çözümün aynı koşulların
ürünü olduğu ve insanların ancak çözebilecekleri sorunlarla uğraştıkları, bu
çerçevede söylenmiş sözlerdir. Çünkü bir sorunu anlamaya çalışırken, onun
varoluş koşullarını, dayandığı toplumsal çelişkileri ve bunların işleyiş
düzenini de öğreniriz. Bunlar da çözüm bulmayı kolaylaştırır.
Gerçek bir
çözüm, sorunu üreten koşulların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bugün hastalığa
çare arayanlar mutlaka çözüm yolları bulacaktır. Ancak hastalığa yolaçan ortam
değişmedikçe çözümler geçici olacak ve benzer hastalıklar tekrarlanacaktır. Çünkü
virüs ve bu düzenin sahipleri aynı ortamdan beslenip, aynı tarzda hareket
ediyor. Nasıl ki virüs canlı hücreyle karşılaştığında hayatta kalma şansı
yakalıyorsa, kapitalizm de bir soruna ancak ortaya çıktıktan sonra müdahalede
bulunduğu zaman kazanç elde edebiliyor. Kapitalizmin böyle davranmasının nedeni
elbette acımasız ya da aptal oluşu değil, yalnızca erken önlem almanın
getireceği ek maliyet yükünden kaçma gerekliliğidir. Siyasi bir çareyle bu
duruma son vermedikçe, gelecekte de bu tür salgınlarla karşılaşmamız
kaçınılmazdır.
Virüsün eşitlikçiliği saçmalığı
Salgının ilk
günlerinde Zizek’in[8]
ortaya attığı bu düşüncelerin kendi içinde bir mantığı olsa da, durumu anlamanın
çok uzağında olduğu ortadadır. Zaten her somut durum karşısında elinde çeşitli
genellemelerden oluşmuş hazır reçeteler bulunduran Zizek’in bunları dile
getirmesi için bir fırsat çıkması yeterlidir; ileri sürdüğü “felâket komünizmi” fikri de
böyle bir örnektir. Bütün bunlar ancak,
“komünizm ideasını” seslendirmekten öte faaliyeti bulunmayan sola iyi
gelebilir. Ama komünizmi “bugünün pratiği” olarak kabul eden Marksistler bu tür
reçeteleri ciddiye almayacaktır.
Kendi haline
bırakılsa bile virüsün herkesi aynı ölçüde etkilemediği ortadadır. Hastalık, savaş,
deprem gibi toplumun tamamını etkileyen olaylar “eşitlik” çağrışımı
yaptırmaktan çok; tersine yol açar. Her şeyden önce eşitliği elde etmekten uzak
koşullarda eşitsizlik ne kadar çok yaşanırsa, o kadar meşruiyet kazanır. Herkesin
ortak tehlikelerle yüz yüze geldiği anlarda atlıyla yaya, zenginle yoksul,
eşitle “daha eşit” hemen ayrışır. Kişisel çıkar ve rekabet kültürüyle yoğrulmuş
bir toplumun bireyleri böyle durumlarda ortak hareket etmekten çok, bir
ayrıcalık elde ederek paçasını kurtarma düşüncesine yakın olacaktır. Yalnızca,
geride kalan ve ayrıcalıklı bir konum elde etme şansı olmadığı gibi eşitsizliği
ortadan kaldırmaya da gücü yetmeyenler kendilerini “eşitlik” şarkılarıyla
avutabilirler.
Şirketlerin ve
ülkenin yöneticileri hastalık bulaşmasın diye telekonferans üzerinden toplantı
yaparken, her gün onbinlerce çalışan kalabalık servislere binip, kalabalık
işyerlerine gidiyor. Ve onbinlerce işsiz iş bulabilse, kendini bu kalabalığın
içine atmaya dünden razı. Virüs
yakalarsa elbette yukarıdakileri de hasta eder ama aşağıdakilere bulaşması daha
kolay. Bu durumda, yönetenlerin hastalığa karşı bir politikaları olmadığını kim
söyleyebilir!
Bütün felâketler
gibi hastalıklar da toplumsal eşitsizliklerin izinden yürür. Eşitlikten ancak
bir davranış ilkesi ya da amaç olarak söz edilebilir ve bunun uygulayıcısı
virüs değil, biziz. Bu da, şu an özel mülkiyet çerçevesinde ve kişisel çıkarlar
için kullanılan üretim araçlarının, toplum yararına kullanılabileceği koşullarda
mümkün olacaktır.
Virüsü düşmanlaştırmak
Peki, virüs Fransa
Devlet Başkanı Macron’un söylediği ve birçok muktedirin tekrarladığı gibi “
gizli” ya da “ortak” bir “düşman” mı? Macron bunu, sokağa çıkma yasağının ilk
günlerinde Paris caddelerine saldığı askerlerine gaz vermek ve ölümlerle
birlikte artan toplumsal tepkiler karşısında kendi sorumluluğunu küçültmek için
söyledi.[9] Eğer
gerçekten toplum sağlığıyla ilgilenecek kadar sorumlu olsaydı, bunları Renault
ve Peugeot şirketleri hastalığın çıktığı Çin’in Wuhan kentinde bir kamu kurumu
olan Dongfeng’le ortak fabrikalar açmadan önce söylerdi.[10] Ayrıca
buralardaki işçilerin çalışma koşullarını ve aldıkları ücretin sağlıklı
ortamlarda yaşamaya yetip yetmediğini de araştırırdı. (Ortalama işçi ücreti 650
dolar, 1+1 ev kirası 250 dolar)[11] Bunu
yalnızca Fransız şirketleri açısından değil, Çin’deki çalışma koşullarının
genel durumuyla ilgili olarak yapardı. Yoksa grev, devrim, salgın hastalık
yüzünden üretim aksayabilir ve riskli yatırım yapıldığı için Fransa gelir
kaybına uğrayabilirdi. Ama kârlar kasaya dolarken, paranın nereden geldiğinin
ne önemi var?
Çin, dünyanın en
büyük otomobil pazarı ve Fransa burada önemli bir paya sahip. Geçtiğimiz Kasım
başlarında Macron ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping arasında 15 milyar dolarlık
bir ticaret anlaşması imzalandı. Fransa’nın Çin’deki toplam yatırımları 17,5
milyar dolar. 2018 yılı ticaret hacmi 63 milyar dolar civarında. Fransız
şirketleri Çin emekçilerinin sırtından nasıl daha çok kazanacaklarını
hesaplarken, koltuğunu o şirketlere borçlu olan Macron’un kalkıp toplumsal
sorunlarla uğraşması gerçekçi olmaz. Üstelik bu gerçek yalnızca Çin ve Fransız egemenlerinin
kâr amacıyla el sıkışmasından ibaret değil; arkasında, bu aktörlerin
iradelerinden bağımsız işleyen küresel sermaye akışının belirleyiciliği yatıyor.
Dünyanın bütün sermayedarları, Çin’e yatırım yapmak için sıra bekliyorlar. Eğer
hızla yayılan bu virüsün hatırlattığı bir şey varsa, o da kapitalizmin küresel
ölçekte işleyen bir düzen olduğu gerçeğidir. Hastalığın seyrini izlemek için
Çin’in uluslararası ticaret haritasına bakmak yeterlidir. Hastalık önce Çin’le
yoğun ticaret, sanayi ve turizm ilişkisi olan ülkelere yayıldı. Bunlar
sırasıyla Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur İtalya ve Fransa’dır.
Virüs ne ortaya
çıkış koşulları, ne de yolaçtığı sorunlar bakımından “ortak” ya da “gizli”
düşman değildir. Virüse karşı küresel ölçekte mücadele edilmesi, onu ortak
düşman yapmaz. Gerçekler ortadadır: Çin, İpek Yolu projesi Avrupa’ya İtalya
üzerinden bağlanacağı için ticari çıkarları nedeniyle, Küba sosyalist amaçlarla,
Rusya AB ile gerginleşen ilişkilerinde İtalya ile müttefik olduğundan dolayı bu
ülkeye yardım ediyorlar. Birkaç önemsiz destek girişimini saymazsak AB ülkeleri
kılını bile kıpırdatmadılar. Bütün toplumsal sorunlardaki gibi burada da olay
eşitsiz ilişkilerin çelişik bütünlüğü çerçevesinde yaşanıyor.
Öte yandan virüsü
düşman gibi göstermek tehlikeli çağrışımlar yaptırıyor. Hastalık korkusunun bu denli beslendiği bir
ortamda, yabancılar başta olmak üzere
savunmasız toplum kesimleri ortak düşmana karşı yeterince duyarlı olmadıkları
gerekçesiyle hemen düşmanlaştırılıyor. Toplumu yönetenler ne tür olursa olsun
bir “düşman” ilan ettiğinde, bu anlayışın ayrılmaz parçası olarak din, ulus,
ırk farkına dayalı düşmanlıklar artıyor. Ve elbette bir sorun ne kadar çok
büyütülürse, iktidarların beceriksizlikleri göreli olarak o kadar küçülmüş
oluyor, bunu da unutmamak gerekiyor.
Bilim çare bulur, egemen sınıf kullanır
Aydınlanmacılığın
ve akademinin etkisi altındaki Marksizm ve genel olarak sol düşünce bilime önem
verir, doğru ve tarafsız olduğuna inanır. Ve bu nedenle siyasete bilimin yol
göstermesi gerektiğini düşünür. Nitekim virüsün yayılmaya başladığı ilk
günlerde değişik sol çevrelerin sanki hükümet sözcüsü gibi “bilime güvenelim, çare bulacaktır” içerikli
açıklamaları buna örnektir. Ve bu
çevreler, her fırsatta iktidarı Bilim Kurulu’nun önerilerine uymaya davet eden
TÜSİAD’ın da benzer çağrılar yaptığının farkında bile değildirler.
Solun bu tür
davranışlarının ardında reformizm ve cehaletin yattığını söylemek abartı olmaz.
Siyasi mücadele akademik bir çalışma değil, iktidarla girişilen bir güç rekabetidir.
Bu çerçevedeki bir siyasi propagandanın içeriğini belirleyen bilimsel doğrular
değil, ezilenleri birleştirip ortak hedefe yürütecek söylemler olmalıdır. Hedef
ve ona ulaşmak için yapılanlar her zaman siyasi niteliktedir. Küçük de olsa siyasi
eylem yapacak güç ve kararlılık taşımayanlar, “bilime güvenme” çağrılarıyla hem
ezilenlere “doğru” önderlik ettiklerini, hem de iktidarı “reddedilemez” önerilerle
sıkıştırdıklarını sanırlar. Nitekim bu doğrultuda hareket eden Aydınlanmacı bir
sol kesim, hastalıkla yeterince mücadele etmeyerek iktidar ve sermaye
çevrelerine hizmet ettiği gerekçesiyle “Bilim Kurulu”nun derhal istifasını isteyen
bir “açık mektup” yayınlamıştır.[12] Neden
hükümet vs. değil de yalnızca bu kurulun istifası istenmiştir? Demek ki yerine
gelecek başka bir kurulun beklentileri karşılayabileceğine ilişkin hâlâ umut
vardır. Ama hükümetin istifası istenirse yerine neyin geleceği, bunun mümkün
olup olamayacağı gibi umutsuz siyasi tartışmalara girmek zorunda kalınacaktır…
Siyaset pratiği
bilimsel gerekçelerden yola çıkarak kurgulanamaz, yalnızca içinde bulunulan
gerçekler çerçevesinde, karşılıklı güç dengeleri gözetilerek ve her zaman
iktidarı ele geçirmek amacıyla yapılır. Bu, siyaset pratiğinin herkes için geçerli
olan vazgeçilmez ilkesidir. Örneğin virüsün herkesi az ya da çok hasta
edilebileceği bilimsel bir doğrudur. Yaklaşık ne kadarının öleceği de
öngörülebilmektedir. Ama bu doğruya dayanarak ve “önemli olan insan, herkesi
yaşatmalıyız” gibi gerekçelerle siyaset belirlenemez. Bugün en güçlü devletler
bile yönettikleri toplumun tümünü korumaya kalkışmıyor, ancak riskli toplum
kesimlerini koruyarak hastalığın yayılmasını geciktirmeye çalışıyor. Her devlet
bu çerçevedeki bir siyaseti, içinde olduğu gerçekleri dikkate alarak uyguluyor.
Her birinin önceliği farklı ve genel bir tutumu buna göre esneterek
somutlaştırıyor. Bu çerçevede Trump, “doktorlara kalsa bütün dünyayı kapatmamız
gerekiyor” diyerek dalga geçmekte haklıdır. Bilim, doğası gereği genel ve soyut
tanımlarla konuşur ama siyaset pratiği sayısız etkenin hareket halinde olduğu
karmaşık toplum düzenini tek bir doğruya ve eylem biçimine bağlı kalarak
yapılamaz. Yoksa ortada toplum diye bir şey kalmazdı.
Bilime
gösterilen bu sadakatin cehalet boyutu ise, Marksizm’in bilimle ilişkisinin
yanlış anlaşılmasından kaynaklanıyor.
Marks ve Engels Alman İdeolojisinde, “biz tek bilim tanıyoruz, o da
tarih bilimidir” derler.[13]
Devamında doğa ve toplum tarihinin birbirinden ayrılmaması gerektiğini belirtirler.
Ama virüs konusu çıktığından beri, biyoloji, tıp, istatistik, ekonomi politik
vb. bilim dallarını toplum tarihinden kopararak ele almak moda olmuştur.
Marksist yayınlar, neredeyse akademik tez yayınlayan dergilere dönüştüler.
Marksizm’in politika ve felsefenin yanı sıra bir de bilim bileşeni vardır: Tarihsel materyalizm. Marksizm bunu, bütün
doğa ve toplum olaylarını tek bir materyalist temelde ele alarak ifade eder
Bilim, toplumsal
yaşamın yeniden üretimi sırasında karşılaşılan sorunlara çözümler önerir, buna
şüphe yok. Ancak bilim bağımsız bir özne gibi kendi belirlediği koşullarda
saptadığı sorunlara dilediği gibi çözüm arayıp, buluşlarını gerektiği biçimde
uygulayarak çalışmaz; toplumsal hiyerarşi ve işbölümü içinde işgörür. Üniversiteler,
laboratuvarlar gibi bilimsel çalışma ortamları ve kullanılan araç gereçler, devlet
ya da şirketlerin malıdır. Dolayısıyla bilim insanının hangi alanlarda
çalışacağı, neleri sorun edineceği, bir sorunu nereye kadar inceleyeceği,
varacağı sonuçların nasıl kullanılacağı hep mülkiyet ilişkileri çerçevesinde ve
siyasal iktidarın yönlendiriciliği altında belirlenir. Buluşlar bilim insanının
kafa çalışmasının eseri olsa bile, kullanım hakkı ve kararı egemen sınıfındır. Bu
nedenle “sorun herkesin sorunu” diyerek, hastalığa bulunacak çare herkese
bedavaya dağıtılmaz, mutlaka kâr ederek satılır. İş burada da kalmaz, siyasal
iktidar bunu kendi başarısı gibi gösterip, toplumsal desteğini arttırmak için kullanır. Kapitalizm
koşullarında eğer bir mal ya da hizmet para almadan dağıtılıyorsa, karşılığında
bilmeden bir şey veriyoruz demektir.
Bilim egemenler
açısından öncelikle para ve güç anlamına gelir. Sorunları en fazla yaşayan
ezilen kesimler açısından ise, bilim yol gösterici ve çaredir. Ancak bu rolünü
oynayabilmesi için iktidarın baskı ve denetiminden kurtulması gerekir. İktidarlar
bilimin içeriğini belirleyemez ama işine yarayabilecek sonuçlarını kullanmak
için çalışmaları baskı altına alır ve gizli tutarlar. Hem rakipleri tarafından
ele geçirilmesin diye, hem de toplumun araştırma içeriğinden haberdar olup
çeşitli taleplerde bulunmasını istemedikleri için. Nitekim virüs konusunda Almanya’da
yapılan çalışmalarla ilintili olarak böyle bir durum yaşanmıştır.
Basında, Trump’ın
covid-19’a karşı aşı geliştiren bir Alman şirketine büyük paralar teklif ederek,
çalışmalarını ABD’ye taşımalarını istediği haberi yer aldı.[14] Belirtildiğine
göre şirket ve Alman Dışişleri bu teklife şiddetle karşı çıkmışlar. Elbette bu
karşı çıkışın nedeni kamunun değil, Alman devleti ve şirketin çıkarlarını
korumaktır. Benzer durum Dünya Sağlık Örgütü için de geçerli, arada bir virüse
karşı bazı ilaçların kullanılmaması gerektiğini duyururken, bir şirkete ait
ilaç öneriyor. Oysa şirket ismi geçirmeden, yalnızca ilacın içeriğini
belirtmesi gerekir. Ama DSÖ kamu yararı gözeten tarafsız bir kurum değil, ilâç
şirketleri ve büyük devletler doğrultusunda hareket ediyor.
Bilimsel
düşünceler ve uygulanışları, düşünen ve uygulayan kişilerin somut varoluş
koşullarından ayrı ele alınamazlar. Sonuçta bilimsel düşüncenin sonuçlarını
kitlelere ulaştıran onlardır. Eğer elde edilen sonuçların toplumun geneli
yararına kullanılması yönünde toplumsal bir baskı, talep ve mücadele
verilmiyorsa; her şey egemen sınıf lehine tasarlanıp uygulanır. Bilim ne kadar
kısıtlansa da kendi dinamiğini sürdürerek çalışır. Ama bunun sonuçlarının nasıl
kullanılacağı, toplumsal çelişkilerin belirleyiciliği altında gerçekleşir.
Fiziksel ve toplumsal mesafe
Virüsün yayılmasını
önlemenin en etkili ve kolay yolunun fiziksel teması sınırlandırmak olduğu
herkesin kabulüdür. Ancak hükümetlerin bu yöndeki kararları otoriterlik tartışmalarına
yolaçıyor. Bir yandan “sosyal mesafeyi koruyun, evden çıkmayın” komutları verilirken,
diğer yandan topluca çalışılan işyerleri, hapishaneler, ülke sınırlarına
yığılan göçmenlerle ilgili önlem alınmıyor. Söylenenlere bakılırsa öncelik
hastalıkla mücadeleymiş gibi görünüyor ama siyasi ve ekonomik önceliklerden
asla vazgeçilmiyor. Doğal olarak bu uygulamaları faşist çevreler destekliyor ve
bunun da yolaçtığı tedirginlikle, hastalık, baskı, özgürlük, bireyin hakları vb.
konular etrafında bir tartışma yaşanıyor.
Hastalıkla
ilgili sınırlandırıcı komutlar bireyleri hedefliyor. İktidar, yükü kişilere
yıkarak asıl sorumlunun kendisi olduğu gerçeğini gizliyor. Sorunların
büyümesine karşı, “söyledik, dinlemediler” mazeretini hazır tutuyor. Komutlar
yağdırılan ve eleştiriye kapalı bir ortam, yalnızca gerçekleri gizlemeye
yarıyor. Devletler bu boyutlarda bir salgın hastalıkla ilk kez karşılaşıyor
olsalar bile, “düşmanla mücadele” adı altında geleneksel baskı araç ve
yöntemlerini kullanmakta tereddüt etmiyorlar. Bu arada, söylemlerinde fiziksel ve
toplumsal mesafe ayrımı yapmayarak, ikisini birden “sosyal mesafe” olarak adlandırıyorlar. [15]
Oysa birbirimizden
toplumsal nedenlerle değil, hastalığı yaymamak için uzak duruyoruz. Bunun adı
“fiziksel” mesafedir. Toplumsal mesafelenme;
ırk, cinsiyet, siyaset, inanç, ulus gibi farklılıklar üzerinden
ayrıştırılmış toplum kesimleri arasında görülür. Ülkemizde bunun örneklerini
yeterince yaşadığımız için anlamını biliyoruz. Yine de iktidarın fiziksel ve
toplumsal mesafe kavramlarını ayırt etmemesinin ideolojik bir anlamı var.
Bilindiği üzere salgının yayılmaması gerekçesiyle toplumsal eylem ve direnişler
yasaklandı. Böylece, önemli sorunlar varken direniş yapmanın “lüks” olduğu
algısı yaratılıyor. (Aynı durum, “evde kal” çağrısı yapılırken aile içi şiddet
yüzünden mağdur kadın sayısının artması olayında da görülüyor.) Eğer direniş hastalığın yayılmasını
kolaylaştırıyorsa, bunun önüne geçmek için yasaklamak yerine taleplerin kabul
edilmesi yoluna da gidilebilir. Ancak amaç yalnızca hastalıkla uğraşmak değil,
ekonomik ve siyasi sorunlarla zaten bunalmış bir iktidarın ‘çok ciddi işlerle
uğraşıyoruz, gerisi teferruat’ mesajı verebilmek için yasaklar getirmesi,
talimatlar duyurması ve virüsü düşmanlaştırmasıdır.
İktidarın eskiden
beri tanık olduğumuz ve artık kanıksadığımız tutumlarını şimdi hastalık gibi
nispeten ılımlı biçimde ele alınabilecek bir konuyla ilgili olarak tekrarlaması
tedirginlik yaratıyor. Liberal eğilimli
muhalefet çevreleri, sanki ülkeyi yıllardır aynı güçler bu tarzda yönetmiyormuş
gibi “kural-istisna” tartışmaları yaparak, geçici kısıtlamaların kalıcı hale
getirileceğini ve otoriter bir düzene geçiş için kullanılabileceğini ileri
sürüyorlar. Oysa her yeni durumun yeni bir süreç başlatmasına nadir, zaten
sürmekte olana yeni bir bahane oluşturmasına ise daha sık rastlanır. Bu
konulardaki karışıklığın nedeninin, iktidarın bilerek fiziksel ve toplumsal
mesafe kavramlarını ayırt etmemesinin yanı sıra solun da benzer bir fark üzerine
yeterince düşünmemesi olduğunu söyleyebiliriz.
Adeta “bütün
ineklerin siyah olduğu karanlık bir gecede” yol alıyormuş gibiyiz. Söylendiği kadar
ciddi bir salgın hastalık gerçekten var mı, varsa hangi ölçüde etkili oluyor,
toplumun hangi kesimleri için ne kadar tehdit ya da avantaj yaratıyor; kesin
olarak bilmiyoruz. Bu koşullarda iki davranış seçeneği ortaya çıkıyor:
Birincisi hastalığın gerçek olduğunu kabul edip, en kötü olasılıklara göre bir toplumsallaşma
(=sosyal mesafe) sürdürmek-ki bu zaten yaşanmakta olan toplumsal pratik çerçevesinde
genel olarak yapılan şeydir. İkincisi, hastalık gerçek olsa da buna ilişkin
davranışları başka bir toplumsal pratik içinde değerlendirmek-ki bu da nesnel
olarak kendini ifade edebilen bir durumdur, açıklanıp anlatılmasına gerek
duyurtmaz. Farklı bir toplumsal pratik için gereken toplumsal ilişkilere engel
olmamak kaydıyla, fiziksel mesafelere bu durumda da uyulabilir. Ya da farklı
toplumsal pratiği gerçekleştirmek amacıyla, özne kendi belirledikleri dışında
hiçbir kurala uymayabilir, bütün bunlar öznenin istemesinin ötesinde, içinde
bulunduğu koşulları değiştirme kapasitesiyle bağlantılı davranışlardır. Dolayısıyla
“kural-istisna” etrafındaki tartışma hastalıkla sınırlı değildir, hastalığa
bağlı davranışlar da içinde olmak üzere, asıl olarak toplumsal pratikle ilgilidir.
İktidar baskısının nasıl artıp azaldığı ve buna karşı mücadele, genel bir
tartışma konusudur. Hastalığa karşı tavır konusunu toplumsal pratik
çerçevesinde tartışmak gerekirken tersini yapıp bütün bir toplumsal pratiği hastalığa
karşı alınacak önlemler içine sıkıştırmak, karışıklık yaratmaktan başka sonuç
doğurmaz; nitekim yaşanan da budur…
Solda fiziksel
ve toplumsal mesafe kavramları arasında ayrım yapıyor gibi görünen liberal ve
reformist kesimler, genellikle verilen komutlara uyup toplumsallaşmaktan kaçınıyor
ve “komşuya yardım” misali, zaten iktidarın da onayladığı düzeniçi davranışlara
giriyorlar. Oysa ister devrimci olsun ister reformist, soldaki bir siyasi özne
için toplumsallaşmanın anlamı yardım kuruluşu gibi çalışmak ya da hastalığa
karşı “dikkatli olma” çağrıları yapmakla sınırlı kalamaz, bağımsız siyasi
amaçları doğrultusunda her zamanki işlerini,-elbette yeni koşulları da gözeterek-sürdürmesi
temeldir. Bu çerçevede fiziksel mesafe, kaçınılmaz olarak sorun haline gelir. Nitekim
bir sol kesim de bunu görerek gündeme getiriyor ama abartılı ve gerçeklikten
yoksun bir biçimde…[16] Konuyu,
sol sanki başka zamanlarda yapması gerekenleri yapıyormuş ama şimdi iktidarın
sınırlandırmaları yüzünden yapamıyormuş gibi ele alıyor ve tüm siyasi çalışmayı
fiziksel mesafeye karşı koymaya indirgiyor. Ne başka zamanlarda eksik
bırakılanların nedenleriyle, ne de şimdi önerdiklerinin nasıl uygulanacağıyla
ilgilenmiyor. Dolayısıyla her direnişte “genel grev”, her seçimde “boykot”
çağrısı yapan aşırıcı bir anlayış dile getirmekten öte geçemiyor. Yapılması
gereken bu ise yaparsın. Ama toplumsal bir eylem için istemekten fazlası
gerekir. Nitekim o da bu doğrultuda, ancak çağrı yapabiliyor.
İnsan toplumsal
varlıktır ve toplum, bireylerin ya da olguların aritmetik toplamıyla değil;
altyapı-üstyapı, üretici güçler-üretim ilişkileri ve sınıflar arasındaki gibi yapısal çelişkilerin
birliğinden oluşur. Olguların ve öznelerin içinde yeraldığı gerçek bir durum, bu
yapının sınırlarını çizdiği alanlarda ve her türlü değişime açık olarak yaşanır.
Ama bu, belli bir gerçeklik içinde herkesin her istediğini yapabileceği
anlamına gelmez; bunun için güç ve güçlü olmak için başka bir dizi çaba gerekir.
Özne gücünü, iradesini başka öznelere kabul ettirerek sağlar. Bunu yapabilmek
için de görüşlerini keyfî değil, nesnel
ölçüleri gözönünde tutarak ortaya koymalıdır. Siyasi amaçlarıyla birlikte özne,
her zaman bu gerçeğin değişmez bir parçasıdır. Yoksa koşullara reformistçe
boyun eğilir.
Ve özne
açısından geçerli olan bu işleyiş düzeni olgular açısından da geçerlidir. Yeni
bir olgunun görülmesinin, içinde yeraldığı koşulları etkilediği çok sık dile
getirilir. Ama genellikle, bunun ne nitelikte bir etki olduğu üzerinde durulmaz
ve bu yüzden yaygın bir akıl yürütmeyle,
benzerlerinden daha önemlice görünen olguların koşulları
değiştireceğinden bahsedildiğine çok sık tanık oluruz. Bir prensin
öldürülmesinin I. Dünya Savaşını başlattığı, Çernobil patlamasının SSCB’nin
yıkılışına yolaçtığı, Tunuslu seyyar
satıcı Buazizi’nin kendini yakmasının “Arap Baharı”nı tetiklediği vb. gibi,
şimdi de hastalık sonrasında dünyanın aynı olmayacağı söylenmektedir. Olgular, ancak
Mao’nun “bir kıvılcım bozkırın tutuşmasına yeter” sözündeki gibi gerekli koşullar varsa iş
görürler. Bunun için ya karşılaştıkları koşulları tümüyle değiştirebilecek
büyüklükte bir gücün parçası olmalı, ya da o sırada zaten belli bir
değişim eğilimi içindeki koşullara kolayca ayak uydurabilmelidirler. Fiziksel
ve toplumsal mesafeye ilişkin karar ve uygulamalar da bu çerçevede düşünülmelidir.
Hastalığı
yaymamak için fiziksel olarak mesafelenebiliriz ama iktidar karşıtı bir konumdayken,
toplumsal mesafelenmeyi kabul edemeyiz. Fiziksel mesafelenmeyi kabul etmek,
zamanla diğerinin de kabul edileceği anlamına gelmez. Bir davranışın başka
davranışları kendiliğinden içinde taşıdığı, peşin olarak söylenemez; her
davranış somut varoluş koşulları çerçevesinde değerlendirilmeli ve aralarındaki
bağlantılar, farklı koşulların somut ilişkileri üzerinden gösterilmelidir. Akıl
yürütmeler, geçmişte ya da başka yerlerdeki örneklere benzetmeler, yorumlar;
siyaset belirlemede somut bağlantı yerine kullanılamaz. Bugün fiziksel mesafeyi
koruyanlar, bunu birçok nedenle ilintili olarak yapıyor olabilir. Ama toplumsal
mesafelenmeyi kabul eden için aynı şey söylenemez, o iktidar uygulamalarına
zaten hiçbir itiraz ve eleştiri getirmeyerek, fiziksel mesafe gibi daha sınırlı
amaçlar için verilen komutları kabul etmeye dünden razıdır.
Fiziksel mesafenin,
hastalığın yayılmaması için yapılabilecek en basit davranış olduğunu
belirtmiştik. Uymazsak, bedelini canımızla ödeme olasılığı bir yana, hastalığı
düşmanlarımızdan önce yakınlarımıza bulaştırma olasılığı vardır. Bu anlamda
fiziksel mesafelenme, iktidarın toplumsal
düzeni sürdürme amacıyla kişinin kendini koruma amacının çakıştığı bir toplumsal
ilişki biçimi gibi düşünülebilir. Ama ilişkinin niteliğini belirleyen tarafların
ona atfettikleri anlamlar değildir; bu ilişkinin, toplumsal pratik içinde işgal
ettiği yerdir. (Bunun en yakın örneğini çalışanlarla ilgili olarak görüyoruz.
İktidar bir yandan herkese “sosyal mesafe” vaaz ediyor, ama sıra çalışanlara
geldiğinde bir yığın “istisna” açıklayarak kendi koyduğu kuralı çiğniyor.) Biz; yakınlarımızı korumak amacıyla, bilime
güvendiğimiz için, iktidara destek olmak ya da karşı çıkmak üzere vb. birçok
farklı gerekçeyle fiziksel mesafeyi kabullenmiş olabiliriz. Buna karşılık iktidar da zor duruma düştüğü,
toplumu baskı altına almak istediği, ilaç şirketlerine kazanç sağlamayı
amaçladığı, egemenlerin can güvenliği gibi birçok farklı gerekçeyle fiziksel
mesafeden yana olabilir. Ama somut olarak yapılmakta olan eylemin amacını bütün
bu öznel gerekçeler değil, nesnel olarak toplumsal pratik belirler. Şu an sınıf
mücadelesi düzeyinde iktidar eskisi gibi davranmaya devam etse bile ezilenlerin
mücadeleleri kısmen geri çekilmiş, bilimsel açıklamalar hastalığa karşı
önlemlerle meşgul ve üretim düşmüşken; hastalığın yayılmasına karşı mücadele en
önemli toplumsal pratik haline gelmiş demektir. Dolayısıyla tüm öznelerin eylemleri
ve aralarındaki ilişkiler, hastalıkla mücadele pratiğine katılıp katılmamalarına
göre anlam kazanmaktadır. Eğer somut eylemimiz bu pratiğe katılmaksa, fiziksel mesafeye uyarız. Buna karşılık, hastalığı
yayma riskini ve iktidarın baskısıyla yüzleşmeyi göze alarak böyle
davranmayabiliriz de. Eğer bu karşı çıkış yalnızca propaganda amaçlı basit bir
eylemse, üstünde durulmayacaktır. Ama toplumsal bir etki yaratması
düşünülüyorsa, herkesin anlayabileceği nesnel bir gerekçe ortaya konmalıdır. Bu
da zaten hastalık ortaya çıkmadan önce vardır ve hastalık sonrasında belki
yalnızca hatırlatılması gerekir.
Hastalık ya da
herhangi bir olgu karşısında tavır belirlerken, her zaman toplumsal pratiğin
hangi çelişkiler tarafından üretildiğini gözönünde tutmalı ve bunların ne
tarafında, nasıl konum alacağımızı bilerek davranmalıyız. Şu anki hastalığa
karşı mücadele pratiğini aşarak başka bir pratiğe geçmek ve toplumu bu yöne
çekmek, bir doğruluk/haklılık/cesaret vs. değil; güç sorunudur. Bu güç,
iktidarın topluma düzen verme baskısının üstüne çıkarak, hatırı sayılır bir
toplum kesimini farklı eylemlerde bulunmaya ikna edebilmelidir. Üstelik bu
sırada, hastalıkla iktidardan bağımsız olarak mücadele edilmesi de gerekir. Dünyada
bunu başarıp sürdürebilen muhalefet örgütlerinin yanı sıra, hastalık geçene
kadar mücadeleyi durdurduğunu belirtenler de var. Bu gibi durumlar karşısında bir tane davranış
biçimi olabilirmiş ve diğerleri yanlışmış gibi akıl yürütmek anlamsızdır.
Dolayısıyla
ister yürürlükteki toplumsal pratiğe katılarak olsun isterse buna karşı
koyarak, kerameti kendinden menkul
kararlarla hareket edilemez; davranışlar nesnel dayanaklara sahip olmalı ve
dışarıdan bir açıklayıcılığa gerek kalmaksızın kendi kendini ifade
edebilmelidir. Böyle bir gücü yokken başkalarını iktidarın söylemine boyun
eğdikleri gerekçesiyle eleştirmenin, iktidarın sol öznelerden esirgemeyeceği
liberal söz söyleme özgürlüğünden yararlanmaktan öte anlamı yoktur. Söylemleri
ne kadar keskin olursa olsun, konjonktürde “söz söyleme” dışında bir eylem
yerine getiremedikleri için liberaldirler.
Şu an toplumda
geçerli olan hastalıkla mücadele pratiği çerçevesinde fiziksel sınırlamalara
uymak ya da uymamak özne olarak bizi farklı biçimlerde etkilese de, hangi
eylemi tercih edersek edelim bunun toplumsal varoluş koşullarımız üzerinde
hiçbir etkisi olmayacaktır. Güçsüzlüğümüz, toplumsal varoluşumuzu etkileyecek
davranışları yapmanın önündeki en önemli engeldir. Yapılabileceklerin en
fazlası, verili durumu korumak olabilir. Ötesi uzun vadeli ve kapsayıcı bir
çalışma gerektirir. Ancak teorik bir konu hakkında değil, içinde bulunduğumuz
gerçeklik üzerine konuştuğumuzu da unutmamalıyız. Siyaset pratiğinde bazı genel
ilkeler gözetmek dışında gelecekte izlenecek yol hakkında kimse bir şey
söyleyemez. Çünkü somut durum, sonsuz
etkiye açıktır.
Kısıtlamalar ve özgürlük mücadelesi yorumları
Salgının
yaşandığı ülkelerde siyasal iktidarların getirdiği kısıtlamalar, özgürlük tartışmalarına
yolaçıyor. Genellikle tarihsel örnekler ve somut durum arasında
karşılaştırmalar yapılıyor ve bunların felsefî yorumları üzerinden yakın
gelecek tahmin edilmeye çalışılıyor. Tartışmaların içeriği bir yana, bu akıl
yürütme sırasında gerçek bir durumu
felsefi kategoriler ve teorik kavramlar aracılığıyla açıklamaya çalışmaktan
kaynaklı temel bir hata işleniyor. Düşünce süreçleri ile maddi süreçler ayrı
ilerler ama somut bir durum hakkında fikir yürütmekle ilgili olarak aynı şeyi
söyleyemeyiz. Gerçeklik içindeyken
gerçek hakkında konuşmak, gerçeğin bir parçasıdır. Böyle değilmiş gibi yaparak
ve felsefeye çekilerek gerçeğe dışarıdan bakıyormuş gibi konuşmak da yine
gerçeğin bir parçasıdır ve gerçek sorunlarla uğraşanlarca hoş
karşılanmayacaktır. Bu nedenle hastalıkla ilgili yasaklamaların özgürlüğü
kısıtlayıp kısıtlamadığına değil, böyle bir tartışma yapmanın anlamına
odaklanıyoruz.
Kural koymanın
özgürlüğü kısıtladığını ileri sürmek, özgürlükten “dilediğini yapmanın”
anlaşıldığını gösterir. Bu, özgürlüğü “bireylerin özgürlük alanları” olarak
hukuksal bir tanımlama içinde düşünmenin ifadesidir. Bizim özgürlükten
anladığımız bu değildir: “ Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir
bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu
yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.” [17]
Somut varoluş koşullarımıza baktığımızda, bilmemiz gereken yasaların, kapitalizmin
işleyiş yasaları olduğunu görürüz. Bunlar şu an içinde yaşadığımız kapitalizmin
ülkelere özgü ve küresel ölçekte nasıl işlediğini yeterince anlamamızı sağlar.
Küresel sermaye dolaşımı; yapısal kriz dinamiği etkisinde, çeşitli çıkar
çatışmalarının dağıtıcı ve tekelleşmenin baskıcılığı altında, inişli çıkışlı
süreçlerde gerçekleşiyor. Bu ortamda siyasal iktidarların aldıkları kararların
ve çeşitli siyasi çatışmaların arkasındaki nedenleri, ekonomi politik bilgisi
olmaksızın anlamak zordur. Somut siyasi
gelişmeleri açıklamak için gerçeklik içindeki siyasi güç dağılımlarına,
aralarındaki ilişkilere ve arkalarındaki nedenlerin bilimsel bilgisine yönelmek
gerekir. Bunun yerine tarihsel analojilere ve felsefî yorumlara başvurmak,
gericiliktir. Bu bağlamda Marksistler felsefeyle gerçeği yorumlamak için değil,
yalnızca bilim ve siyaset pratiğinin materyalist bir konumda sürdürülmesine
müdahale eden felsefi görüşlerin önünü kesmek için ilgilenirler.
Toplum ezen ve
ezilenlerin çeşitli düzeylerde birbirlerine bağımlı oldukları bütünlüklü bir
yapıdır. İktidar uygun gördüğünde yaşam alanını ezenler adına ve ezilenler
aleyhine genişletebilir. Ancak ezilenin buna katlanmasının sınırları vardır:
Bunlar, ezilenin yaşaması için gerekli asgari geçim araçlarına sahip olacağı ve
ezenin sömürüsünü mümkün kılacak biçimde çizilir. Dolayısıyla ezilen ister
kendi yaşamını sürdürmek, isterse ezene hizmet etmek için olsun; yaşamının
maddi sınırları her zaman ezenin müdahaleleriyle belirlenen biridir. Bu anlamda
iktidar yalnızca muhalefet üzerinde baskı kurmakla kalmaz, aynı zamanda onun
yaşamını sürdürerek kendine hizmet etmeye devam etmesi için gereken alanı
bırakmayı, onun muhalefetinin niteliğini belirleyerek mümkün kılar. Ezilenin egemene boyun eğişi, olağan yaşam
koşullarına rıza göstererek gerçekleşir. Dolayısıyla ezen-ezilen çelişkisinden
kaynaklı çatışmalar iki farklı nitelik içerir: İlki, günlük mücadeleler
çerçevesinde ve hem iktidara rıza gösterme, hem de sömürüyü sınırlandırma
amacıyla yapılan, bir anlamda egemenden onay almış direnişlerdir. İkincisi iktidarın
belirleyiciliğine son verme amaçlı, dolayısıyla
kendi varoluş koşullarını da reddeder nitelikteki siyasi mücadelelerdir. Her
iki mücadeleyi de “özgürlük” ve “bireyin
hakları” gibi ortak paydalara dayandırmaya kalkışmak, aralarındaki farkla birlikte siyasi mücadeleyi
de ortadan kaldırır.
Siyasal
iktidarın hangi gerekçeyle olursa olsun topluma dayattığı kurallar, ezilenlerin
yaşam alanlarını koruma ve genişletme mücadeleleriyle geriye itilebilir. Bu,
düzen içi bir mücadeledir. Zaten bu çerçevede egemenlerin koyduğu kurallar
sürekli değişir ve yasa kâğıt üzerinde yazılı olan değil, pratik olarak
uygulanan şey haline gelir. Ezilenler ve egemenler bu nitelikteki mücadelelerde
birbirlerini muhatap olarak alır ve uzlaşmaya açık davranırlar. Bu bir
“özgürlük mücadelesi” değildir, somut bir hak mücadelesidir. Ve böyle olduğu
sürece ezilenler yalnızca egemeni muhatap almakla kalmaz, aynı zamanda somut varoluş
koşullarını da kabullenirler. Dolayısıyla özgürlük mücadelesi yalnızca ezene
karşı verilmez, aynı zamanda ezilenin
kendi varoluş koşullarını reddederek dışına çıkması anlamı da taşır. Başka bir
yaşam, alışılmış olan tüketilmeden ya da dışına çıkılmadan gerçekleştirilemez.
İktidarların
yeni kurallar getirerek ezilenlerin yaşam alanlarını daraltmasına karşı günlük
mücadele vermenin siyasi bir anlam taşıması için, iktidara karşı siyasi bir
mücadeleye yardımcı olması, ona yer ve zaman kazandırmaya çalışması gerekir.
Yalnızca kendi çıkarını düşünen günlük mücadeleler, siyasi iktidarı tehdit
etmezler. Öte yandan toplumda açığa çıkmış siyasi bir mücadele yokken verilen
günlük mücadeleler de, siyasi mücadele eksiğini kendiliğinden gideremez ya da
zamanla siyasi nitelik kazanamazlar. Bu çerçevede:
Salgın hastalığa
karşı otoriter davranmaktan başka çıkar yolu olmayan devletlerin bu sırada geliştirdikleri
yol ve yöntemleri yarın faşist bir yapı inşa etmek için kullanacaklarını, somut bir gerekçe ortaya koymaksızın ileri
süremeyiz. Öncelikle salgınla başetmenin bu koşullarda başka yolu yoktur, her
otoriterliği “faşizm geliyor” diye yorumlamak bu yüzden anlamsızdır. İkincisi kendini
dizginleyecek bir muhalif gücün olmadığı yerde iktidarın baskı uygulamak için bahaneye
ihtiyacı olmaz, zaten istediği zaman uygulayabilir. Ama ortada dikkate değer
bir muhalefet olmadığına göre, böyle bir baskı uygulamaya kalkışması da
akılsızlık olur. Bu nedenlerle, teslim alınmış bir alanda iktidarın meşru kabul
ettiği hak arayışlarını “özgürlük mücadelesi” gibi sunmak yanıltıcıdır.
Eski salgınlar üzerinden tarihselcilik yapmak
Virüsün hızla
yayıldığı günlerde hemen eskiden yaşanmış salgın hastalıklar hatırlatılarak,
İspanyol gribi ve vebadan söz edildi. Hastalıkların ayrıntılarını içeren ve ancak
tıp tarihçilerini ilgilendirecek konular sakız çiğner gibi tekrarlandı durdu. Daha
çok, kitlesel ölümlerin ardından ortaya çıkan toplumsal değişiklikler üzerinde
duruluyor ve bugün de benzer bir olasılığın geçerli olduğu düşüncesiyle
varsayımlarda bulunuluyordu.
Dolayısıyla amaç
hastalığı tanımak ya da tarih anlatmaktan çok, yaşadığımız durumun olası
sonuçları hakkında kestirimlerde bulunmaktı. Bu da yine nesnel bir bakış
açısıyla yapılmıyor, genellikle Batı ülkelerinde fazlaca tahribata yol açmış ve
çok sözü edilen hastalıklar hatırlatılıyordu. Bu sırada eskiden sömürge olan
Haiti, Hindistan gibi ülkelerdeki ve yakın zamanlarda Afrika, Asya
kıtalarındaki birçok grip, sarıhumma, kolera gibi salgınlardan ya da önemli
toplumsal sonuçlar doğurmuş sığır vebası gibi hastalıklardan pek
bahsedilmiyordu.[18]
Çünkü bugünden geçmişe bakışın belirleyicisi geçmişte yaşananlar ya da farklı
dönemlerde görülen hastalıklar değil, bugünün toplumsal varoluş koşullarıydı.
Nitekim konuyu geçmişten bugüne gelerek nesnel bir biçimde ele aldıklarını
sananlar da, geçmişten örnek seçmeyi Avrupa merkezli bir bakış açısıyla yapıyor,
İspanyol gribini konu edinirken Avrupa’nın sömürgelerinde görülen salgınlarla
ilgilenmiyorlardı. Yapılması gereken bugünden geçmişe gitmek ve eğer eskiyle
yeni karşılaştırılacaksa da, bunu tarih bilimi çerçevesinde yapmaktı. Bunun yerine günümüzdeki hastalık olgusunun
geçmişteki bir benzeri ele alınarak karşılaştırılıyor ve bu çerçevede
tarihselciliğe düşülüyordu.
Tarihselcilik,
gerçeği gerçekliğinden kopararak ve soyutlamalar aracılığıyla açıklamaya
çalıştığı için, olup biteni anlamayı olanaksız kılar. Son salgınla ilgili
olarak İspanyol gribine yapılan göndermeler bunun örneğidir. 1918-1920 yılları
arası üç dalga halinde yaşanan grip salgınında yaklaşık 500 milyon kişinin
hastalandığı ve 50 milyondan fazla kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Örneğin bugün
sık sık hatırlatılmasının nedeni, virüs
salgınlarının ne kadar etkili olabileceğini, korku salarak anlatmak. Oysa gribe
yolaçan virüsün doğrudan öldürücü bir etkisi yok, vücudu zayıf düşürerek başka
enfeksiyonlara açık hale getirdiği için dolaylı yoldan ölüme neden oluyor. Salgının
görüldüğü yıllarda dünya savaşı yaşandığından, genellikle cephedeki genç
insanlar hastalanarak, kötü yaşam koşulları yüzünden ölüyorlar. Ama salgının
hangi toplumsal koşullarda görüldüğü üzerinde durulmuyor ve yalnızca “salgın,
virüs, ölüm” vb. sözcüklerin geçtiği analojilere dayalı yorumlar yapılıyor. Bu
ise, şu an salgınla ilgili korkuyu arttırarak kendi lehine toplumsal
düzenlemeler yapmayı amaçlayan siyasal iktidarların işine geliyor.
Tarihselciliğin
gerçeklerden uzaklaştırıcı etkisi, virüsten korkutucu bir hayalet yaratma
girişimlerini kolaylaştırıyor. Oysa virüslerin etkisi insan türünü tümüyle
ortadan kaldıracak denli güçlü değil, toplumun bir kısmının bağışıklık
göstermesi zaten bu durumun geçerliliğini kanıtlıyor. Kaldı ki toplumsal
gelişmişlik düzeyi ve eldeki bilgiler, toplumsal yaşam sürecinde virüslerle
karşılaşmanın olası biçimleri ve sonuçlarını bilmeye yeterli. Nitekim bu
hastalıkla ilgili böyle bir bilgi 2012’de Almanya’da Robert Koch Enstitüsü tarafından
hükümete sunulan “Halkı Koruma Risk Analizi Raporu”nda yer alıyor.[19]
Hükümet, olası bir salgına karşı hazırlanıyor. Şu an için hastalığın diğer
Avrupa ülkelerine göre Almanya’da daha az etkili olmasında bunun da payı
olduğu düşünülebilir. Elbette bunda, geçen yıl Almanya'nın 228 milyar Euro dış
ticaret fazlası vermesine karşılık diğer ülkelerin açıklar vermesinin de payı olduğu
unutulmamalıdır.
Dikkatler
genellikle hastalığa odaklandığı için komplo teorileri, gelecek varsayımları,
doğanın bilinemezlikleri hakkında uydurulan öyküler ilgi çekiyor. Oysa Rob
Wallace gibi bilim insanları yıllardır bu konuda uyarılar yapıyor ve bu tür
salgınların kapitalizmin küresel işleyişiyle nasıl iç içe geçtiğini anlatıyor.[20] Bize gerekli olan felsefî yorumlar, yanıltıcı
öyküler değil; gerçeğin bilgisidir.
Virüsün ekonomiye etkileri
Birkaç ay
öncesine kadar ülke ya da dünya ekonomisinin krizde olduğunu ve düzenin
batacağını söyleyenler, bugün durgunluğun tavan yaptığı bir anda bu tezlerinden
vazgeçmiş görünüyorlar. Çünkü devletler olaya el koydu ve yönetenler hiç de
yönetemiyormuş gibi görünmüyor. Şimdilik yönetilenlerin en büyük endişesinin de
eskisi gibi yönetilmemek olduğu söylenemez. Her toplumsal dalgalanmadan en çok
zarar gören ezilenler, bir kez daha bu kara kadere karşı mücadele edebilecek
yetenekler biriktirememiş olmanın acısını çekiyorlar. İstatistiklere bakarak
konuşmayı seven-siyasî ve meslekî anlamda-ekonomistler ise kapitalizmin içinde
olduğu durumla ilgili şu tür saptamalarda bulunuyorlar: Devletçiliğe geri
dönüldü, küreselleşme sona erdi, salgın hastalık durgunluğu arttırdı. Salgının
ekonomiye etkisi çerçevesinde tartışılan bu konulara sırasıyla değinelim.
Devletçilik,
neoliberalizm, ulus devlet:
Konjonktürde toplumsal
yaşamı ekonomi değil, siyaset pratiği yönlendiriyor. Bu elbette ekonomiye ait
etkenlerin konjonktürde yer almadığı anlamına gelmiyor; hükümetler, ekonominin
gündelik taleplerini siyasi karara dönüştürüp uygulayarak bu gerekliliği yerine
getiriyorlar. Öte yandan devlet, hükümetler, siyasi partiler, bunların
kadrolarının gündelik gereksinimleri ve genel olarak kurumsal işleyişlerinin
devamlılığı açısından; siyasi yapının kendisinin de tıpkı kapitalist bir
işletme gibi düzenli gelire, toplumsal istikrara, sömürü kaynaklarına gereksinimi
var. Bu nedenle siyasi iktidarın ekonomiye müdahaleleri kısa dönemlerde çelişir
gibi görünse de, uzun dönemde ekonomik iktidarın çıkarlarıyla örtüşmek
zorundadır. Bu konuda göstereceği her basiretsizlik, kendi zararına olur. Bu
yalnızca siyasetten ekonomiye uzanan bir gerekliliğin sonucu değildir, aynı
zamanda kapitalizmin bir devlet zırhına bürünmeden işleyemiyor oluşu
nedeniyledir. Toplumsal sınıfların ortaya çıkış döneminin mirası devletle
kapitalist ekonomi arasındaki bu simbiyotik ilişki, feodalizmin tarih
sahnesinden çekilişi sırasında kurulmuştur.
Devletin ekonomiye müdahalesinin en az görüldüğü Anglosakson coğrafyasında
bile bu işleyiş devlet tarafından korunup yönetilir.
Devletçiliğe
geri dönüldüğü söylenirken, önce devletin ekonomiye düzen vermekten hiçbir
zaman uzak olmadığını saptamak gerekir. Öte yandan ekonomiye müdahalelerin
amacı ekonomiyle sınırlı değildir; daha çok, devletin toplumsal otoritesini
tartışmasız biçimde sürdürmesiyle ilgilidir. Devlet, her somut durumda bu
niteliğini göstermek zorundadır. Dolayısıyla müdahale ederken öncelik
“kapitalizmin kurtarılması” değil, kapitalizmi kurtaracak olan devletin ayakta
tutulmasıdır. Üretimden pay alma sırası devlet, zengin sınıf ve toplum
biçimindedir. Buna siyasal iktidar karar verir, hükümetler uygular.
Buna karşılık
burjuvazi, uzun vadeli çıkarlarının korunması açısından kısa vadeli çıkarlarını
terk edebilir. Bu, devletin düzeni koruyup sürdürmesi için yapılır. Herhangi bir
bunalımlı dönemde zengin sınıftan servet vergisi ve bağış alınması, bazı
kapitalist işletmelerin devlet tarafından yönetilmesi gibi uygulamalar; kamu otoritesinin sürekliliği ile
kapitalizmin uzun vadeli çıkarlarının çakışması örnekleri olarak
yorumlanmalıdır.
Neoliberalizmin
sona erdiği fikri ise, bir saptamadan çok temenni olarak okunmalı. Daha önce düzene
karşı mücadeleyi neoliberalizme karşı mücadeleye indirgeyen orta sınıf-aydın
temsilcisi reformist kesimler hükümetlerden sürekli kamu yararına çalışmalarını
talep ederlerdi, bugün de neoliberalizmin sona erdiği fikriyle benzer çağrılar
yapıyorlar.[21] Neoliberalizm, sermayenin yeniden üretim
sürecinde 1970’lerde başlayan tıkanmanın, kamu yararının terk edilmesiyle
giderilmesinin adıdır. Uygulamayı, başlatanlar bitirmişlerdir.
II. Dünya Savaşı
sonrası Avrupa ve bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler yükselen sosyalizme
yönelmesinler diye, ABD öncülüğünde bütün kapitalist ülkelerde kamu yararı
gözeten politikalar uygulanmaya başlandı. Çeşitli yardım paketleri ve Dünya
Bankası projeleriyle herkese ABD doları dağıtıldı. Bu politikalar kapitalizmin
küresel ölçekte gelişerek yeni pazarlar oluşturmasına da elverişliydi. Ancak
kapitalizmin her gelişme evresinde olduğu gibi bir süre sonra sermayenin
yeniden üretim süreçleri tıkandığı için bunun da sonuna gelindi. Kamusal birikimlere el konularak ve kamu
hizmeti ortadan kaldırılıp kâr amaçlı hizmet satışına dönüştürülerek,
tıkanıklığın önüne geçildi. Aynı yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti’nde Deng Siao
Ping’in öncülüğünde başlatılan kapitalist dünyaya açılma politikalarının da,
küresel kapitalizmin 70’li yıllarda girdiği dönemsel bunalımını atlatmasına
büyük katkısı oldu.
Şimdi bir kez
daha kapitalizmin bir başka gelişme evresinin sonuna gelinmiş görünüyor. Daha
öncekiler gibi buradan çıkış da yine küresel ölçekte belirlenecek politikaların
kapitalist devletlerce uygulanması yoluyla olacak. Ama kapitalist ekonominin
küresel işleyişine karşılık toplumsal düzenlemelerin hâlâ ulus ve ülke
ölçeğinde yapılması kafa karıştırıyor. Oysa bu, kapitalizmin başlıca
çelişkilerinden biri olan üretimin toplumsal niteliğine karşı mülkiyetin özel
olmasının benzeri bir durumdur. Devletlerin şu an tarihsel rolü doğrultusunda
düzenleyici girişimlerde bulunmasını bir tür “içe kapanma” gibi yorumlamak ve
ülke kapitalizmleri arasındaki ilişkiyi sanki merkantilist dönemdeymişiz gibi
rekabetten ibaret görmek, yanıltıcıdır. Kararlar ülkeler düzeyinde alınıp
uygulansa da, aynı anda ve küresel finans kurumlarının önerileri doğrultusunda
hareket ediliyor. Nedeni herhalde yalnızca salgının küresel yayılma eğilimi
göstermesi değil; kapitalizmin küresel niteliğidir. Devletler ulus, ülke,
şirket çıkarlarını dünyaya egemen kılmak amacıyla değil; küresel sermaye
dolaşımının kendi egemenlik alanlarında gerektirdiği işleri düzenlemek için
çalışıyorlar. Çünkü küresel düzen bir hiyerarşi ve işbölümü temelinde işliyor.
Hiç kimse genel çıkarları gözetmeksizin konumunu sürdürme ve geliştirme
olanağına sahip olamıyor.
Küreselleşmenin sona erdiği fikri:
Bugüne dek
kapitalizm hep ülke ve ulus ölçeğinde yönetildiği için, küresel işleyişin
siyasal iktidarların iradesiyle her an geriye alınabileceği sanılıyor. Bu
yüzden her çalkantıda kapitalizmin batacağı, küreselleşmenin sona ereceği
söyleniyor. Oysa kapitalizm ortaya çıktığı andan itibaren sınır tanımaz bir
işleyiş düzenine sahiptir. Nitekim hastalığın bu kadar kısa sürede bu denli
geniş bir alana yayılmasının nedeni de budur.
Küreselleşme
burjuvazinin kapitalizmi dünyaya yayma arzusunun sonucu ortaya çıkmış ve istenildiğinde
ya da sıkıntılar yaşamaya başladığında buradan geri döndürülebilecek bir süreç
gibi görülüyor. [22]
Küreselleşme kapitalizmin bir amaç doğrultusunda, coğrafya ya da belli bir
dönemle sınırlı, geçici bir özelliği değildir; üretim ilişkilerinin iradelerden
bağımsız olarak, sınırsız biçimde işlemesinin yolaçtığı bir olgudur. Ücretli
emek ve sermaye ilişkisinin ekonomide belirleyici hale gelmesinden bu yana
kapitalizm durdurulamaz bir gelişme dinamiğiyle ülke, kıta, dünya ölçeğinde
yayılıyor. Uzay madenciliğiyle ilgili projeler ve yasal düzenlemeler yapılması
bunun yalnızca son örneğidir.
Kapitalizmin
çeşitli nedenlerle girdiği her bunalımlı anda küreselleşmenin bitip
bitmediğinin sorgulanması, küçük ilerlemelerin birikerek büyük sıçramalara ve nitelik
değişimlerine yol açtığının düşünülmesine benzer bir akıl yürütmenin sonucudur.
Buna göre; ‘kapitalizm yeni enerji kaynakları bulunması, teknolojik ilerlemeler
sağlanması, üretim artışları yaşanması gibi olumlu özellikleri biriktirerek,
daha büyük sıçramalar yapabileceği düzeylere ulaşır ve küreselleşme de bunun
sonucu ortaya çıkar’ diye düşünülüyor. Bu nedenle bunalımlı dönemlerde böyle
gelişme fırsatları yakalanamayacağı varsayılarak, ulaşılan düzeylerden geriye
düşüleceği söyleniliyor. Oysa kapitalizmi ileri doğru iten özneler ya da
olgular değil, taşıdığı çelişkilerdir. Ve bunlar düzenin yalnızca olumlu
dönemlerinde çalışmaz, belki bundan daha fazla, olumsuz dönemlerinde iş görür.
Toplum için felâket olan, kapitalizm açısından bir sıçrama fırsatı olabilir. Bu
yüzden bunalımlı anlar bazı kapitalistleri yok ederken, bazılarının
yükselmesine ve onlarla birlikte düzenin kendini daha güçlü hale geleceği
biçimde yenilemesine yol açabilir.
Kapitalizmin zor
dönemleri toplumların öfkesini arttırsa da, ortada örgütlü bir siyasi mücadele
olmadığı sürece bu tür tepkiler düzen açısından tehlike yaratmaz. Buna karşılık
kapitalist özel mülkiyet, rekabet ve eşitsiz gelişim yasası; bir bütün olarak
kapitalizmin ekonomik bunalımlar, savaşlar, salgınlar, depremler gibi
olumsuzluklardan bile toparlanarak çıkmasını mümkün kılar. Böyle dönemlerde,
daha önceden kullanıma sokulmamış olan üretim araçları devreye girer. Normal
zamanların rehavetine kapılanlar elenirken, uzun yıllardır fırsat bekleyenler
hırsla atılım yaparlar. Eldeki atıl potansiyeller hareke geçirilir.
Kapitalizmin her
koşula uyum gösterebilecek kadar esnek olmasının nedeni kapitalist akılcılık ve
bireysel kazanma hırsı değildir, yaşamak için ücretli emekçi olmak dışında
seçeneği bulunmayan milyonlarca proleterin varlığıdır. Kapitalizm bütün kaotik,
akıl dışı ve bunalımlı işleyişine rağmen her türlü kötü yaşam koşuluna
katlanmaya razı proleter kitleleri sayesinde varlığını sürdürebiliyor. Köleler,
hayatta kalabilmek için kölelik düzenini sürekli yeniden inşa ediyor. Siyasi
mücadeleyle ortadan kaldırılmadıkça bu durum sürüyor. Yaşanılan küresel salgın
sorununu da bu çerçevede anlamak gerekiyor.
Durgunluk ve salgın ilişkisi:
Virüsün küresel
ekonomide durgunluğa yol açtığını kimi muhalif çevreler gibi, küresel sermaye
sözcüleri de dile getirdiler. Bu doğru değildir, küresel kapitalizm zaten durgunluk
içindeydi, salgın yalnızca var olanı hızlandırdı. Elbette durgunluğa karşı
alınan önlemler de salgınla aynı oranda arttı.
Gelişmiş ülkelerde faizler uzun süredir
sıfıra yakın, Japonya’da eksi, dünya ticaretinde ise gerileme görülüyordu.
Küresel sanayinin lokomotifi Çin’de bile bu yıl başında açıklanan 2018 büyüme
oranı 6.6 olmuş ve 2017’deki 6.8’lik büyüme oranının gerisinde kalmıştı. Bunun,
son 28 yılın en düşük büyümesi olduğu belirtiliyordu. Ekonomileri düşük
ücretler ve sıcak para girişine dayalı Güney Kore ve Türkiye gibi ülkeler de
Çin’le aynı durumdaydı. Dünya ekonomisinin 90’lı yıllardan bu yana süregelen
gelişme evresinin sonuna gelinmiş görünüyordu.
Faizler daha aşağı çekilerek ve büyük inşaat yatırımları gibi piyasaya
para girişini sağlayıcı projelerle, ekonomi canlandırılmaya çalışılıyordu.
Hastalık, söylenenlerin tersine hükümetlerin bu yöndeki politikalarını daha
pervasız uygulamalarını sağladı. Çalkantılarda her zaman küçükler batar,
büyükler güçlenir. Nitekim şirketlere para aktarılırken, piyasadaki nakit akışı
sürsün ve zincirleme iflas yaşanmasın isteniyor. Bu nakit akışından en çok
büyük işletmeler yararlanıyor. Öte yandan şirket kârlarının düşmesi, ücretler
aşağı çekilmeden dengelenemezdi; bugün işten çıkartmalar ve düşük ücret
uygulamaları neredeyse sınırsız biçimde yürürlüğe sokulmuş durumda.
Aşağı yukarı tüm
kapitalist hükümetler son 30 yıldır IMF başta olmak üzere küresel finansın öncülerinden
aldıkları eğitimler sayesinde, bu tür ekonomik çalkantılarla nasıl başa
çıkabileceklerini biliyorlar. Böyle dönemlerde ne yapacağını bilemeyen,
ezilenler. Virüs salgını, toplumun fazla
talepkâr olamadığı bir anda hükümetlerin diledikleri önlemleri alarak
durgunluğun aşılmasını sağlamaları için ortaya çıkmış önemli bir fırsattır.
Kapitalizmin elinde bu tür sorunları çözmesine yeterli araç-gereci var. Bu
çerçevede iki tür politika izleniyor; birincisi parasal araçları kullanarak
işletmelere kepçeyle, çalışanlara kaşıkla para dağıtılmasıdır. İkincisi
vergilerin azaltılması ya da ertelenmesidir. İstisnasız bütün ülkelerde sermaye
sahiplerine kaynak tahsis ediliyor. Hükümetler toplumda güvensizlik oluşmaması
için temel hizmet veren kimi işletmelerin kamulaştırabileceğini duyuruyorlar.
Bunu kapitalizmin zayıflayarak geri adım atması gibi görmemek gerekiyor; sonuçta
kamu ve özel sektör birbirlerinin alternatifi ya da birbirlerini dışlayan
sermaye biçimleri değil, duruma göre sermaye akışına daha uygun olan sektör ve
bunun gerektirdiği ekonomi politikaları öne çıkıyor. Bu süreçte kapitalizm
değil, çalkantıya dayanacak sermaye birikimi olmayan işletmeler ve bu dönemin
maliyetini kaldıramayan sektörler batacaktır.
Süreç sona erip
dönem kapandığında, hemen tüm ülkelerde tekelleşmenin arttığına ve birçok küçük
işletmenin iflas ettiğine tanık olacağız. Salgın hastalık bahanesiyle büyük
sermaye çevreleri ve onların temsilini üstlenen siyasal iktidarların, toplumun
alt kesimlerinin örgütsüzlüğünden yararlanarak büyük bir saldırı dalgası
başlattıkları düşünülebilir. 80’lerde özelleştirme adı altında tüm ülkelerdeki
kamu kaynaklarının büyük sermaye çevrelerine aktarılmasına benzer bir durum,
bugün küçük sermayenin erimesiyle tekrarlanacaktır. Batanların bazıları bir
süre sonra geri dönse bile, bıraktıkları yerden başlayamayacaklar. Bu süreçte
yitirdikleri her ne varsa elbette buhar olmayacak, büyük sermayenin hanesine
geçecek.
Gelişmiş ülkeler
zor durumdaki şirketlere büyük kaynaklar ayırıyor. Bu sırada kapatılan
işyerlerinin çalışanlarına ücretleri önemli ölçüde ödeniyor. İngiltere,
Almanya, ABD gibi ülkelerdeki bu tür uygulamaları çoğunlukla “sosyal devlet”
politikası gibi yorumlayanlar çıkıyor. Bu yanıltıcı bir değerlendirmedir,
emperyalizm döneminde gelişmiş ülkeler birçok sektörde tekel konumundaki
şirketler aracılığıyla ve finans üzerindeki kontrolleri sayesinde aşırı kârlar
elde ediyor ve bunların bir bölümünü kendi ülkelerinde zaten sürekli
dağıtıyorlar. Şimdi olası toplumsal patlamalara karşı önlem olarak biraz daha
fazla dağıtmalarının çalışanlar açısından “sosyal”, iktidarlar açısından
emperyalist anlamı olduğu unutulmamalı. Eğer Almanya birilerine para dağıtarak
sosyal devlet olacaksa, işe sömürdüğü toplumların yoksullarından başlamalıdır.
IMF ve Dünya Bankası
raporlarında, bu çalkantının yaklaşık bir yıl süreceği ve bu yıl dünyada genel
olarak ekonominin gerileyeceği öngörülüyor. IMF 2020 yılında Türkiye’de
ekonominin yüzde 5 küçüleceğini ve işsizlik oranının yüzde 17.2’ye
yükseleceğini belirtiyor. Buna göre ABD ekonomisi yüzde 5.9, Avrupa yüzde 7. 5
küçülecek. Çin ise bu yıl yüzde 1.2 büyüyecek. Ekonomilerin ancak önümüzdeki
yıldan itibaren büyümeye geçeceği belirtiliyor.
Elbette bütün
bunlar yaşanırken emperyalizm eli kolu bağlı beklemiyor, ABD II. Dünya Savaşı
sonrasında dünya hegemonyası kurarken izlediğine benzer bir yolla, tekrar
dünyaya dolar dağıtarak, başlıca rakibi olan Çin karşısındaki konumunu
güçlendirmek istiyor. FED (ABD Merkez Bankası) -IMF işbirliği ve Dünya Bankası
desteğiyle, ekonomileri durma noktasına gelen az gelişmiş ülkelerin nakit
gereksinimini karşılayacağını duyuruyor. ABD bunu ilk yaptığında karşısında
sosyalist bir ülke olan ve yoksul halklara devrim yapmaktan başka önerisi
bulunmayan SSCB vardı, bugün ise ekonomik bakımdan ABD ile birçok alanda boy
ölçüşebilecek durumda ve devlet kapitalizminin yürürlükte olduğu Çin var. Bu
koşullarda ABD tarihteki bir olayı tekrarlamaya çalışıyor…
Sonuç: “Hapşırırken yüzünüzü kolunuzla kapatın”!
Hastalıklara yol
açan diğer virüsler gibi bu da varlığını ancak canlı hücrelere bağlanarak ve
kendini bu yolla çoğaltarak sürdürebiliyor. Dolayısıyla bir kez toplumda
görüldükten sonra ancak insandan insana bulaşarak yayılabiliyor. Virüslerin
bilinen özelliği, hastalığa yolaçtığı kişiyi öldürmesi durumunda yayılmasının
durmasıdır. Bu yüzden ebola gibi öldürücü etkisi yüksek virüsler, grip gibi doğrudan böyle bir etkisi
bulunmayanlara göre çok yavaş yayılıyorlar. Bu virüsün en önemli özelliği çok
hızlı yayılması. Ne kadar çok yayılırsa, o kadar geniş bir nüfus bağışıklık
kazanacak. Eğer virüs bu sırada daha zararlı özellikler geliştirerek mutasyon
geçirirse, önemli bir sağlık sorunu olarak yaşamımızın bir parçası haline
gelecek. Ya da etkisi zayıflayarak kaybolup gidecek. Şu an öldürücü etkisini
daha çok yaşlılık ve kronik hastalık gibi nedenlerle bağışıklığı düşük
olanların bedenlerini zayıflatıp başka hastalıklara açık hale getirerek
gösteriyor.
Virüse karşı
herhangi bir tedavi yöntemi ya da aşı geliştirilirse, virüs de bu engeli aşmak
üzere mutasyon geliştiriyor. Bu virüs için henüz böyle bir mutasyon sözkonusu
değil, ancak uzmanların saptayabileceği küçük değişimler gösteriyor. Cambridge
Üniversitesi’nin bu yönde yaptığı bir araştırmaya göre şu an dünyada üç tip
yeni corona virüsü olduğu belirtiliyor.[23] İlk örnek geçtiğimiz Eylül Ayında Çin’in
Wuhan kentinde ortaya çıkıyor. Ama Çin’de A tipi olarak adlandırılan bu örnek
yayılmıyor, bunun değişik bir biçimi olan B tipi yayılıyor. A tipi ise, şu an en yaygın biçimde ABD ve Avustralya’da
görülüyor. B tipi genel olarak Doğu Asya’da, onun biraz daha değişmişi olan C tipi ise Avrupa’da
görülüyor.
Virüsle ilgili
yürütülen çalışmalar henüz yolun başında olunduğunu gösteriyor. Harvard
Üniversitesinden yapılan bir açıklamaya göre şu an uygulanan fiziksel mesafe ve
karantina önlemlerinin en azından önümüzdeki yılın başına kadar sürdürülmesi
gerekebileceğinden bahsediliyor.[24] Bu
süre boyunca bağışıklık kazananların tekrar hastalanıp hastalanmayacağı,
virüsün olası bir mutasyonuna karşı ne yapılacağı henüz belli değil. Bu yüzden
sorunun 2025 yılına kadar sürebileceği hatırlatılıyor.
Devletlerin virüse
karşı aldığı önlemler bazı farklılıklar gösterse de, temelde izledikleri
politika virüsün kontrollü biçimde yayılarak toplumun bağışıklık kazanmasını
sağlamak ve salgın sonrasına, dünya
düzeni içindeki konumlarını koruyarak katılmak. Genel olarak devlet
politikalarının bu doğrultuda yürütüldüğü söylenebilir. Bu anlamda, siyasal
iktidarların politikalarının olmadığını söylemek gerçeği ifade etmiyor. Yönetenler
öncelikle kendilerini korumaya dayalı bir politika izliyorlar. İlk günden
başlayarak telekonferans toplantıları yapmaları ve fiziksel mesafe gözetmeleri
bunu yeterince anlatıyor. (Bunun bir istisnası olarak “sürü bağışıklığını” ampirist
İngiliz düşünüş tarzına uygun biçimde kendisi denemeye kalkışan Boris Johnson,
herkesle el sıkışmayı sürdürürken hastalandı ve genellikle üst tabaka
hastalarda görüldüğü gibi çabuk iyileştirildi.)
İkincisi, bir yılı geçkin bir sürede ancak hazırlanabileceği söylenen
ilaç ve aşı gibi çareler bulunana kadar zaman kazanmaya çalışıyorlar. Üçüncüsü,
hastalık hızla yayılıp hastanelere yığılma olmasın diye karantina ve sokağa
çıkma yasakları uyguluyorlar. Ayrıca bulunacak tedavi yolları sonrasında
virüsün mutasyonunun nasıl ilerleyeceği de bilinmiyor. Bütün bunlar bir araya
geldiğinde, devletler öncelikle yönetici eliti ve yanı sıra kurulu düzenin
temel direklerini korumakta titizlik gösteriyor. Toplum sağlığıyla ilgili
önlemler, bu belirleyenler etrafında biçimleniyor. Her ülke önceki dönemlerden
miras aldığı koşullar çerçevesinde, böyle bir yol izliyor.
Dünyada salgına
karşı mücadelede üç farklı yolun olduğunu söyleyebiliriz: İlki Çin’dekidir;
salgının saptanması sonrası Wuhan’da katı bir sokağa çıkma yasağı uygulandı,
işyerleri kapatıldı ve ülke genelinde çeşitli kısıtlamalar getirildi. Bu Çin’in
yalnızca 2003 SARS deneyimiyle değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi
özellikleriyle de bağlantılı bir uygulama olarak düşünülmeli ve bu nedenle Çin
dışında tekrarlanamadığı gözönünde tutulmalı. Çin ekonomisi, önemli bir sanayi
bölgesiyle birlikte 12 milyon nüfuslu Wuhan kentini tümüyle kapatmanın yükünü
kaldırabilecek büyüklüktedir. Ayrıca toplum, kültürel ve siyasi bakımlardan
bunu uygulamaya hazır sayılır. İkinci uygulama türü Çin’le birlikte
2003 SARS salgınından deneyim kazanmış olan Singapur, Hong Kong, Güney Kore,
Tayvan, Japonya gibi Doğu Asya ülkelerinde görülendir. Deneyimin, hızlı
harekete geçmelerine yardımı olduğu söylenebilir. Batılı ülkeler de, bundan sonraki olası salgınlara
karşı benzer bir deneyim kazanmış olmalıdır. Çin kendine özgü uygulamaları
nedeniyle dışarıda tutulacak olursa, bu gruptaki ülkeler riskli kimseleri hemen
karantinaya alarak ve yaygın taramayla hastaları saptayıp toplumdan yalıtarak,
şu ana kadar başarılı sayılabilecek bir yol izlemişlerdir. Ayrıca, benzer bir
çalışmanın yapıldığı Almanya da bu gruba katılabilir, o da Batı’daki en
başarılı ülke konumundadır. Eldeki veriler, tıpkı SARS deneyimi yaşamış Asya
ülkeleri gibi Almanya’nın da sürece hazırlıklı girdiğini gösteriyor. Bu gruptaki ülkelerin ortak yanı, yüksek milli
gelire sahip olmaları ve sağlık harcamalarına kaynak ayırma sıkıntısı
çekmemeleridir. Üçüncü tür uygulama ise geri kalan ülkelerde yapılandır.
Genellikle eldeki olanaklar çerçevesinde mücadele ediliyor ve toplumla fazla
bilgi paylaşılmıyor.
Tüm devletler
gibi Türkiye’de de yönetenlerin elinde hastalığa karşı nasıl bir yol
izleyecekleri konusunda bir şema var. Ancak salgın öncesi 5 milyona doğru
ilerleyen işsiz sayısının çığ gibi büyüyerek şu an 10 milyona dayanması[25] ve
buna bağlı sorunlarla, yine hastalıktan önce “S 400” tartışmalarının sembolünü
oluşturduğu uluslararası sorunların; bu şemaya uymaya ne kadar izin vereceği
belirsiz görünüyor. Eğer salgın sözkonusu olmasaydı, bugünlerde S 400’lerin
aktif hale getirilmesinden kaynaklı tartışmalara tanıklık ediyor olabilirdik. Bu
sorun, turizm gelirlerinin sıfırlandığı ve ihracat gelirlerinin düştüğü
gözönünde tutulursa, kredi aramaya çıkıldığında gündeme gelecektir. Sonuçta
para piyasalarında söz sahibi ülke, ABD emperyalizmidir.
İktidarın
salgınla ilgili planlarını bu durumun kısa sürede sona ermesine, süreci en az ekonomik kayıpla atlatmaya, sonrasında bölgede hızla Çin ve Avrupa’dan
boşalabilecek sektörlere girilmesine göre yaptığını söyleyebiliriz. Bunun
temelinde, küresel ekonomideki konumun korunması yatıyor. Dolayısıyla birçok
çevrenin söylediği gibi “para basıp dağıtmak” o kadar kolay görünmüyor, bunun
TL’ye olan güveni yok ederek dövize yönelmeye neden olması ve ona ilişkin başka
düzenlemeler yapmak zorunda kalınması vs. zaten kırılgan durumdaki ekonomik
dengeleri iyice bozacaktır. Bu yüzden devlet harcamalarında tasarruflu davranılıyor,
ücretli izin ve yurttaşlara gelir desteği gibi uygulamalara çok az yer
veriliyor. Örneğin hastalığın en yoğun görüldüğü yer olan İstanbul’da,
ekonominin zarar göreceği endişesiyle sokağa çıkma yasağı ancak hafta sonları
uygulanabiliyor. Önce 20 yaş altındakilerin sokağa çıkması yasaklanıyor,
ardından çalışanlar bunun dışında tutuluyor. Çünkü iktidar onların ücretlerini
karşılamak istemiyor ve bu kesimin ölüm riski yaşlılara göre daha düşük olduğu
için çalışmalarına izin veriyor. Ve belki bu nedenle, başka ülkelere göre
Türkiye’de ölenler arasında gençlerin oranı daha yüksek çıkıyor.
Ücretli izin,
maske ve dezenfekten dağıtımı, yoksul kesimlerin desteklenmesi, yaygın tarama
yapılması gibi sağlık önlemleri yerine getirilmeyince, geriye belki bu dönemin
sloganı olarak hatırlanacak olan “hapşırırken yüzünüzü kolunuzla kapatın”
kalacaktır. Elbette kapitalizm ve siyasal iktidarlar bir hastalıkla yıkılacak
kadar zayıf değildir. Ancak toplumun önemli bir kesiminin gelirden yoksun halde
uzun zaman evde oturacağını kimse beklememelidir. Para cezası bir yere kadar
uygulanabilir. Ardından geleneksel idarî yöntemlere geçilmesi ve bunun da hem
iktidar katında, hem de yönetenlerle yönetilenler arasında başka sorunlara yol
açması beklenebilir. Elbette bütün bunların bedelini en ağır biçimde
ödeyecekler, yaşamak için çalışmak zorunda olanlardır. İşsizlik, yokluk ve
baskı kimseyi umutsuzluğa düşürmemeli. Şu an bizim açımızdan en büyük düşman,
dayanışma duygusunu kaybederek bencilce davranmaktır. Ezilenler her zaman ekmeğini,
derdini, umudunu ve mücadelesini paylaşmak zorundadır. Bu dar boğazdan mutlaka
çıkacağız; ama dilenerek değil, direnerek!
[1]
Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri, Karl Marks, Sol Yayınları
[2]
“Pratik” derken, her zaman toplumsal pratiği kastediyoruz. Bu kavramı Mao’nun
1937’de “Pratik Üzerine” ve 1963’de “Doğru Fikirler Nereden Gelir”
makalelerinde ifade ettiği doğrultuda ve ayrıca Lenin’in Materyalizm ve
Ampriokritisizm’de (Sol Yayınları, s. 183) fikirlerin doğruluğunun ölçütü
olarak dile getirdiği gibi “sınıf mücadelesi, bilimsel deney ve sanayi üretimi”
anlamında kullanıyoruz. Bunu, çoğu zaman aynı sözcüklerle anılan “toplumsal
pratik” ve “belli bir öznenin somut eylemi” ifadelerindeki “pratik” ve “eylem”
sözcüklerinin birbirleri yerine kullanılmasının yolaçtığı karışıklığa düşmemek
için yapıyoruz. Ve bu yazıda “toplum”
derken, genellikle kapitalist toplumu ve yerine göre onu temsilen hareket eden
siyasal iktidarı kastediyoruz.
[3]
“Koronavirüs Nereden Geldi ve Bizi Nereye Sürükleyecek?”, https://www.polenekoloji.org/tag/salgin/
[4]
Bu yazıda geçen Badiou ile ilgili göndermeler “Salgın Durumu Üzerine”
makalesine yapılıyor. https://www.teorivepolitika.net/index.php/component/k2/item/696-salgin-durumu-uzerine
[5]
https://medyascope.tv/2020/04/05/slavoj-zizek-devrimlerin-sembolik-bir-kirilis-ani-vardir-koronavirus-salgini-nedeniyle-boyle-bir-siyasal-andayiz/
[6]
Bir bakteri veya virüsün farklı alt türlerinin, aralarında genetik farklılıklar
bulunan grupları (TDK sözlük)
[7]
Badiou: “Bir salgın, doğal ve toplumsal belirlenimler arasında her zaman bir
bağlantı noktası olması gerçeği nedeniyle karmaşıktır. Kapsamlı analizi
çaprazlamadır; kişi iki belirlemenin kesiştiği noktaları kavramalı ve sonuçları
buna göre çıkarmalıdır.” Age
[8]
https://sendika63.org/2020/03/zizek-koronavirusu-kapitalizme-kill-bill-vari-bir-darbedir-komunizmin-yeniden-icat-edilmesine-yol-acabilir-579917/
[9]
https://www.nytimes.com/2020/03/16/world/europe/coronavirus-france-macron-travel-ban.html
[10]
https://tr.linkedin.com/company/dongfeng-renault-automotive-co-
[11]
https://yasammaliyeti.com/wuhanda-fiyatlar-ve-maaslar/
[12]
http://bilimveaydinlanma.org/bilim-kuruluna-acik-mektup-derhal-istifa-etmelisiniz/
[13]
Alman İdeolojisi, Karl Marx, Friedrich Engels, Evrensel Basımevi, s. 28
[14]
https://tr.euronews.com/2020/03/16/trump-covid-19-as-s-n-gelistirmeye-cal-san-alman-bilim-insanlar-na-para-teklif-etti-mi
[15]
Bu konuda bilgi edinmek için şu röportaja bakılabilir: https://www.evrensel.net/haber/400472/prof-dr-melek-goregenli-salgindan-once-de-esit-degildik-salginda-da-esit-degiliz
[16]
Korona Yayılırken Devrimci ve Reformist Siyaset, Köz, 20 Mart 2020
[17]
Feriedrcich Engels, Anti-Dühring, Sol yayınları, s. 193
[18]
Bu konularda ve salgınla ilgili bilgi edinmek için şuraya bakılabilir: http://genclikkomiteleri.org/2020/04/sosyal-bir-hastalik-cindeki-mikrobiyolojik-sinif-savasi-ceviri-chuang/
[19]
https://t24.com.tr/haber/merkel-e-8-yil-once-sunulan-rapordan-sars-koronavirus-mutasyona-ugrayacak-asya-da-bir-hayvan-pazarinda-cikacak-tum-dunyayi-saracak-uc-yil-surecek,868566
[20]
https://www.polenekoloji.org/tag/salgin/
[21]
https://sosyalbilimcilerincagrisi.com/
[22]
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51955474
[23]
Makalenin aslı için şu linke bakılabilir: https://www.cam.ac.uk/research/news/covid-19-genetic-network-analysis-provides-snapshot-of-pandemic-origins
Ayrıca çevirisi için şuraya bakılabilir: https://yenidemokrasi.blogspot.com/2020/04/uc-tip-corona-virus-orijinali-abd-den.html?fbclid=IwAR3MTrh3TlsrmkP5QeLXUjLoDteCTYu5aJnSk_adxvfxqdKfKyMPg1IFuz0
[24]
https://www.gazeteduvar.com.tr/bilim/2020/04/15/harvard-universitesi-tarih-verdi-salgin-sarmala-donusebilir-2025e-kadar-surebilir/
[25]
Bu konuda Mustafa Sönmez’in işsiz sayısı ve kapatılan işyerleriyle ilgili
hesaplamalar içeren şu yazısına bakılabilir: https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2020/04/turkey-coronavirus-crisis-threatens-to-double-unemployment.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.