Blog Arşivi

15 Nisan 2020 Çarşamba

HASTALIK TOPLUMSAL BİR SORUNDUR

Virüslerin geçmişi ilk canlıların ortaya çıkışı öncesine kadar uzanırken, bugünkü toplumsal yaşamın ortaya çıkışı ancak 200 bin yıl öncesine gidiyor.  Virüsün ormanda da görülebilecek olan kendi doğasını toplumda ortaya koyuşu, günümüz kapitalizminin somut koşulları içinde gerçekleşiyor. Bu koşulları virüs yaratmıyor, toplumsal yaşam biçimi ona bu olanağı sunuyor. Virüsün yolaçtığı sonuçları, ona sunulan koşulların mimarları ve mağdurları arasında yer alan özneler olarak yaşıyoruz. Virüs;  zaten baskıcı, sömürücü,  eşitsiz toplum kesimleri üreten ve onlar tarafından üretilen bir toplumsal yapı içinde çalışıyor. Virüsün herkesi hasta edebilen niteliği, insanların eşitsizlik içinde yaşamaları yüzünden, değişik biçimlerde sınırlandırılıyor. Böylece, virüs ormandaki varoluş koşullarının bir benzerini toplumun belli alanlarında bulabiliyor. Yazıda doğa-toplum ilişkisi, hastalığın işleyen bir düzenin içinde yaşandığı gerçeği, yönetenlerin toplumun korkularını beslemesi,  kimi solcuların onbinlerce emekçinin salgın bahanesiyle işten atılması karşısındaki ilgisizliği gibi konularda görüşler dile getiriyoruz. Teorik-akademik değil, siyasi özne yokluğunda gereksinimi en çok duyulan şey olan bir siyaset ideolojisinin ne olabileceği kaygısıyla yazıyoruz. Bu yönde düşünmek için gerekli kavramları hatırlatmaya çalışıyoruz.

-Hatırlatma
-Virüsle karşılaşma ve doğa-toplum ilişkisi üzerine
-Virüsün eşitlikçiliği saçmalığı
-Virüsü düşmanlaştırmak
-Bilim çare bulur, egemen sınıf kullanır
-Fiziksel ve toplumsal mesafe
-Kısıtlamalar ve özgürlük mücadelesi yorumları
-Eski salgınlar üzerinden tarihselcilik yapmak
-Virüsün ekonomiye etkileri
-Sonuç: “Hapşırırken yüzünüzü kolunuzla kapatın”!


Hatırlatma

Doğanın bir parçası olarak virüs ve yine doğanın başka parçası olarak insan türünün biricik yaşama biçimi olan toplum, bu zamanda ve ortak mekânları olan dünyada karşılaşıyorlar. Bunun sonucu küresel bir salgın hastalık başlıyor. Bu olayı Demokritos gibi bir “etkinin tepkiye yol açması” ile sınırlı kalarak ele almıyor, Epikuros gibi “atomların çarpışması sapmaya yol açar” misali, bir dizi gelişmeyle ilintili olarak düşünüyoruz.[1] Ve bu düşüncelerimizi de-Marks’ın ifade ettiği gibi-toplumsal varoluşumuzun belirlediğini unutmuyoruz. Çünkü düşünmek de içinde, karşılaşmayı ve etkilerini toplumsal var oluş koşullarının belirleyiciliği altında yaşıyoruz.

Virüs toplumla ilişkilenmesinin ardından bağımsız değişken özelliğini yitiriyor ve konjonktürün (= içinde bulunulan gerçeğin) bir parçası haline geliyor. Bundan sonraki gelişmelerin belirleyicisi, yeterlilik ve yetersizlikleriyle toplumsal pratik[2] oluyor. Artık “virüs ve toplum” ilişkisi üzerine soyut akıl yürütmelerde bulunamayız, yalnızca bu ilişkinin belli bir toplumsal pratik içinde nasıl yaşandığından söz edebiliriz. Virüsün karşılaşma öncesinde de oralarda bir yerde devam eden biyolojik varlığının anlamı, karşılaşmadan sonra yolaçtığı toplumsal etkiler dolayımından geçerek yeniden üretilmiştir. Çünkü virüsün canlı bir hücreye tutunarak çoğalması ve mutasyon geçirmesinin olanaklarını ona artık orman değil, toplum vermektedir. Bu gerçeği göz ardı ederek biyoloji vb. üzerinden fikir yürütmek bilim adına belki bir anlam taşıyabilir ama siyaset açısından kesin olarak bir boş gösterendir.  Virüsün henüz yeterince tanınmamasını doğanın bilinemezlikleri arasına katarak mitolojik bir özne gibi ele almanın ise,  bizi Antik Dönem felsefî geleneklerine geri döndürerek doğayı tanrılaştırmaktan başka sonucu olmayacaktır. Doğa, bir soyutlamadır; biz her zaman çevreyi bilir, onunla ilişki içinde olur, doğanın sonsuzluğunu çevre üzerinden ve hareketin sürekliliğinin tanığı olarak kabul ederiz.

 Toplumun bir dış etkenle ilişkisi, bu etken tarafından yok edilemediği sürece toplumsal işleyiş yasalarının belirleyiciliği altında yaşanır. Öncelikle buradaki “dış” fiziksel anlamda değil, “bilinmeyen, tanınmayan” olarak anlaşılmalıdır. İnsanlar toplumsal yaşam süreçlerinde iradeleri dışında bilmedikleri şeylerle farkında olmadan ilişkiye girebilir ya da farkında olarak ilişkiye girdikleri şeyi henüz tanımayabilirler. Bu tür bağlantılar, toplumun olağan işleyiş düzeninin bir parçası olarak ve üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi sürecinde kurulur. Bu çerçevede fiziksel olarak da “uzak, yaban” nesnelerle ilişkiye geçilir. Nitekim önceden bilinmeyen virüslerin olabileceği ortamlara girilmesi, Rob Wallace’ın da belirttiği üzere bu biçimde gerçekleşmektedir.[3]  Dolayısıyla bu tür ilişkileri materyalist bir temelde ele alabilmek için virüsü biyoloji, tıp vb. açıdan bilmek yetmez; ekonomi politik ve tarih de bilmek gerekir. İlişkinin değiştirilmesi ise bilim ve bilmekten ayrı olup, siyasetin konusudur. Pratik olarak ortaya konamıyorsa,  söz düzeyinde tekrarlanıp durmasının anlamı yoktur.

Dış etki olarak yabancı bir nesnenin topluma teması,  doğal olarak toplumun kurulu düzeni içinde yaşanır. Bu sırada yabancı nesnenin kimi olumsuz etkileri ortaya çıkarsa, bu öncelikle toplumun eskiden beri taşıdığı varoluşsal çelişkilerini hatırlatıcı ve açığa çıkarıcı biçimde olacaktır. Düzenin olağan zamanlarda da olan ama bir nedenle ortaya çıkmadıkları sürece akla getirilmeyen yetersizlikleri, bir dış baskı ile göz önüne gelir. Bu da yönetenlerin toplum adına dış etkene karşı alacakları tavrın “insanlık, ortak çıkar” gibi soyut ve sözde gerekçelere göre değil; toplumun önceden beri var olan çelişkilerinin yeni durumun üstbelirleyiciliği karşısında gösterdiği değişim ve bunun taşıdığı eğilimlere göre belirlenmesine yol açar. Başka bir ifadeyle, siyasal iktidar görünmez düşmanlara karşı savaşını, her zaman görünür düşmanlar üzerinden sürdürür. Yeni durum, eskiden beri süren çelişkiler ortamında yeniden üretilerek, yaşanmakta olan sorunlara eklenir.

Toplumun bir dış etkenle ilişkisinde yetersiz kalıp yok olması her an için mümkündür. Bu da yine “doğanın sonsuzluğu karşısında toplumun yetersizliği” gibi açıklanamaz, çünkü doğa topluma dıştan sınır çizer gibi çalışan bir özne değildir; sınırı toplum kendisi, maddi yaşamın yeniden üretimi sırasında, çeşitli nedenlerden ulaştığı denge durumlarıyla çizer. Üretim ilişkilerinin irade dışı sürükleyiciliği sonucu, her geçen gün doğanın üretken güçlerinin daha büyük bir bölümü toplumsal üretici güçlere dönüştürülür. Ve bu gelişme yalnızca olumlu sonuçlar yaratmaz; hastalık, çevre kirliliği, iklim değişikliği gibi yıkıcı sonuçlara da yol açar. Nedeni “doğanın bilinemezliği” ya da bunun öznel açıdan ifadesinden başka bir şey olmayan “yönetenlerin bilimi dışlaması” değildir, üretimin özel mülkiyet/rekabet/kâr odaklı sürdürülmesi ve bunun dışında kalan konulara ait bilgilerin elenmesidir. Kapitalist üretim sırasında başkalarının ödeyeceği ya da faturası çok sonraları gelecek bedellerin hesaba katılmaması ahlâksızlık ya da beceriksizlik değildir, olağan işleyiş düzenidir. Ancak toplumsal yaşam açısından sınırsız görünen bu davranışlar er geç kapitalizmin genel amaçlarını tehdit etmeye başlar ve bir sınır koymak gereği ortaya çıkar.  Üretim ilişkilerinin peşi sıra yuvarlanarak genişleyen toplumsal ilişkileri irade altına alarak disipline etme gereksinimi böyle ortaya çıkar. Ama kapitalizm altında toplum düzeninin her derlenip toparlanışı, yalnızca üretim ilişkilerinin yeni kaotik atılımlarına olanak sunar.

Dünyada bir salgın hastalık dolaştığını duyurulardan öğreniyoruz. Bunun doğru olup olmadığını ortaya çıkarabileceğimiz toplumsal pratikten yoksunuz. Bu yüzden duyuruları geçerli kabul ediyor, buna ilişkin düzenlemelerin toplumsal etkilerine ve bu etkileri kendi lehine kullanan egemen gücün eylemlerini ne kadar sınırlandırabileceğimize odaklanıyoruz. Dolayısıyla ne Alain Badiou gibi[4] bazı varsayımlarla ‘konunun çok abartıldığını’ düşünüyoruz, ne de Slavoj Zizek gibi “bulutsuz gökyüzünde çakan şimşek” misali bir anlayışla salgını ‘büyük değişimlerin habercisi’ gibi görüyoruz.[5] Virüsün etkisiyle hayat değişmiyor, belli bir biçimde değişmekte olan hayata virüsün etkileri ekleniyor. Bu anlamda toplumsal yaşamın bu hastalığa yol açan suşla[6] karşılaşılabilecek alanlara uzanması, virüsün mutasyon geçirerek toplumsal yaşama uyum göstermesi, yayılarak bir salgına yol açması, hastalık gerekçesiyle yapılan tedavi çalışmaları ve toplumsal düzenlemeleri; birbirleriyle ilintili olguların belli bir işleyiş düzeni zemininde kaynaşıp bütünleşmesi olarak düşünüyoruz. Bu bütünleşme (ki her bütünleşme bir ayrışmadır) üretim ilişkileri temelinde ve sınıf mücadelesinin belirleyiciliği altında yaşanıyor. Gelişmeleri bu bütünlük içinde görmeyip sonuçlarının egemen sınıf yararına kullanılmasına bakarak ortada bir “komplo” olduğunun söylenmesini de, “olağan” karşılıyor ama ciddiye almıyoruz.

Virüsle karşılaşma ve doğa-toplum ilişkisi üzerine

Virüsler, bakteri gibi kendiliğinden üreyemiyor, bunun için başka canlılara tutunmaları gerekiyor. Dolayısıyla canlı mı yoksa cansız mı oldukları tartışılıyor ve bazılarınca cansız varlıklardan canlıya geçiş aşaması olarak kabul ediliyor.  Dünyada birkaç milyon türü olduğu tahmin edilen virüslerin bilimsel olarak ancak 5-6 bin kadarı tanımlanmış durumda.  Şu an küresel salgına yolaçan virüs, 2003’de Çin’de görülen SARS (Severe Acute Respiratory Syndrom- Ağır Akut Solunum Yetmezliği Sendromu) hastalığındaki corona virüsüyle aynı türden ve yapısı henüz yeni yeni anlaşılıyor. Şu anki virüsün bilimsel adı  “SARS-CoV-2”, neden olduğu salgın hastalığın adı ise “COVID-19”.

Konuyla ilgili birçok yazıda, doğa ve toplumun ayrı varlıklar gibi ele alındığına tanık oluyoruz. Toplum sanki doğaya dışından taşınarak gelmiş gibi,  kapitalizm suçlamaları altında “toplumun doğanın dengesini bozduğu” ve karşılığında “doğanın intikamını aldığı” belirtiliyor. Öte yandan başka bir yanlış da, bu anlayışa karşı dile getirilen doğanın toplumu belirlediği materyalist ilkesinin somut durumu açıklamakta kullanılmasıyla ortaya çıkıyor. Daha önce bilinmeyen bir olgunun toplumla herhangi bir biçimde ilişkilenmesinin konuyu toplumsal hale getirdiği gözardı edilerek, sonraki toplumsal süreçlerde değişmez bir “doğa etkisi” işin içine sokuluyor.  Biz doğa-toplum ilişkilerinde toplumun doğaya ya da doğanın topluma dışarıdan sokulduğu bu tür görüşleri benimsemiyor ve şöyle düşünüyoruz:

Doğa; kendini yeniden üretebilen, madde, dolayısıyla hareket, bütün, sonsuz varlıktır. Diğer varlıklar gibi toplum da doğanın devamı, bir parçası ve insan türünün biricik varoluş biçimidir. Bu anlamda toplumun içinde ayrı bir doğa, kendi varoluş biçiminden başka bir doğal varoluş biçimi yoktur. Bunun yansıması olarak, doğanın içinde de doğadan ayrı bir varoluşa, dolayısıyla farklı işleyiş yasalarına sahip bir toplum yoktur. Doğa tıpkı felsefî madde kavramı gibi doğrudan ilişki kurulamayan ama varlığından şüphe etmediğimiz nesnel gerçekliktir. Varlığını, merkezinde toplumsal yaşamın yeraldığı sonlu varlık olan çevre aracılığıyla ve ilişki içinde olduğumuz nesnelerin sürekli değişim göstermeleri üzerinden kabul ederiz. Toplum, maddi yaşamın yeniden üretimi sürecinde irade dışı girilen üretim ilişkilerine yaslanan, hepsi de üstyapıya ait toplumsal ilişkilerin genişlemesiyle bir “çevre” oluşturur. Doğa, toplumu, toplumun çevresiyle üretim ilişkileri üzerinden kurduğu bağlantılar aracılığıyla ve toplumun kendini yeniden üretişi sürecinde belirler. Bu belirleme ilişkisi doğal bir gücün topluma dışarıdan fiziksel etkisi yoluyla değil, toplumun doğa yasalarıyla organik bütünlük içindeki içsel işleyiş yasalarıyla kurulur. Dolayısıyla “bir asteroidin dünyaya çarparak toplumsal yaşamı yok edebileceği, güneşin patlayarak bütün sistemi ortadan kaldırabileceği” misali Antik Dönemden kalma akıl yürütmelerle ve doğanın öngörülemezliğine ilişkin örnekler üzerinden ifade edilemezler. “Belirleyicilik” gibi bilgimiz içindeki bir konunun bu tür “doğanın beklenmedik mucizeleri” misali bilinmeyenlere dayandırılması, Antik toplumlardaki gibi doğanın çeşitli güçlerinin tanrılaştırılmasına götürür.

Doğanın toplum üzerindeki belirleyiciliği, insan türünün doğa tarihinde yerini almasıyla başlamış ve toplumsal yaşam sürecinde yeniden üretilerek sürmektedir. Doğa tarihi açısından doğa yasalarının işleyişinin insan türü ya da başka canlılar üzerindeki etkileri arasında bir fark yoktur; örneğin kuraklık nedeniyle su bulamayan bütün canlılar belli bir süre sonunda ölürler. Ancak somut koşullar açısından her canlı kendini, bu ortak etkiye farklı biçimde karşı koyarak uyarlar ve yaşamını sürdürmenin değişik yollarını bulabilir. Bunlar da yine değişmez davranış biçimleri değildir, genel değişime ayak uydurarak evrim geçirirler. Bunu yapamayan canlı, bir dış güce “yenilmiş” olmaz; yalnızca doğanın kuraklığa yolaçan işleyiş yasası devam ederken, canlının doğasının temel özelliği olan değişim sürekliliği tükenmiş demektir ve varlığı biçim değiştirerek inorganik bir nesneye dönüşür.

Kendini yeniden üretebilme özelliği doğaya aittir, canlılar bu ortak özelliklerini doğanın üretken güçlerini tüketerek sürdürürler. İnsan türü de diğer canlılar gibi doğanın üretken güçlerinin bir bölümünü kendisi için kullanarak yaşamını sürdürür, ilkesel olarak bu çerçevede canlılar arasında bir fark yoktur. Ancak her canlı evrimsel gelişiminin ayrılmaz bir parçası olarak, bunu farklı bir biçimde yapar. İnsan türü bunu, doğanın üretken güçlerinin bir bölümünü toplumsal üretici güçler haline getirerek yerine getirir. Toplumsal yapı ve insan türünün doğayla ilişkisi (siz bunu “çevresiyle ilişkisi” olarak okuyun), toplumsal üretici güçlerin edinilmesi üzerinde yükselir. Böylece bir canlı türü olarak insan, toplumsal yaşamın ortaya çıkışıyla birlikte doğanın kendini yeniden üretiş sürecinde yer almış olur. Dolayısıyla doğa-toplum ilişkisini doğanın kendini yeniden üretmesinin bir parçası olarak, toplumun kendini yeniden üretişi çerçevesinde ele almak gerekir. Toplumun kendini yeniden üretiminin belirleyicisi ise, toplumsal üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerdir. Üretici güçlerin kaçınılmaz gelişiminin dinamiği, toplumsal gereksinimlerin karşılanmasının yeni gereksinimler doğurarak sürmesi ve hepsinin de doğanın sınırsız olanakları aracılığıyla karşılanmasının mümkün olmasının sonucudur. Doğa, toplumu beklenmedik etkileriyle değil; somut koşullarda toplumun kendini yeniden üretim süreçlerinde belirler.  

Bu çerçevede bütün canlılar doğar, büyür, ölür ve bu sırada çevrelerinde yol açtıkları değişikliklerin etkise altında, buna karşı koyabildikleri süre ve sınırlar içinde yaşarlar. Bu anlamda toplumun işleyiş yasaları, doğanın işleyiş yasalarından ayrı ele alınamaz. Toplumun doğayla ilişkisi, doğanın kendisiyle ilişkisi gibidir. Doğa toplumu, toplumun kendi işleyiş yasaları çerçevesinde belirler. Dolayısıyla toplumsal yaşamı şu ya da bu biçimde etkileyen herhangi bir “doğal afetten” söz edemeyiz, yalnızca iki doğal etkenin karşılaşmasının sonuçlarından, örneğin eğer güçlü olan depremse toplumun yok oluşundan, tersine hazırlıklı olan toplumsa depremin fazla hasara yol açmadığından bahsedebiliriz. Farklı olgular arasındaki bu tür karşılaşmaları belli bir toplumsal varoluş içindeyken yaşadığımızdan dolayı, sanki öyle değilmiş ve toplumsal varoluşumuzun dışına çıkarak bir etki-tepki hareketini gözlüyormuşuz gibi ele alamayız. Bu çerçevede virüsün küresel bir salgına yol açmasını bir “doğa-toplum”  ilişkisi olarak değil, içinde olduğumuz toplumsal varoluş koşullarından hareketle “toplumsal bir sorun” olarak görüyoruz.

                                                      ***

Coronanın geçmişi çok eskiye dayansa da onunla şu an, burada ve belli bir toplumsal yaşam biçimi içinde karşılaşıyoruz. Bazılarının adeta bağışıklığı varmış gibi hastalıktan etkilenmemesi, uzak bir geçmişte de benzer karşılaşmalar yaşanmış olabileceğini ve oradan kalma direncin belki genetik olarak aktarıldığını düşündürtüyor. Ama elimizde herhangi bir bilimsel veri olmadığı için bu akıl yürütme şimdilik spekülasyondan öte geçmiyor. Virüsle karşılaşmamız, rastlantısal gibi görünen belli bir toplumsal pratik sürecinde gerçekleşiyor.

Salgının ortaya çıkışından bu yana aşı ve ilâç arayışları, tedavi çabaları, kısıtlamalar, ekonomiyi canlandırma girişimleri vs. ile değişen günlük yaşamımıza bakıp, virüse karşı özel bir önlem alınıyormuş gibi düşünüyoruz. Elbette hastalığın etkili olduğu bugünlerde diğer zamanlardan farklı davranılıyor. Ama virüse karşı takınılan bu tutumun başka canlılarınkinden ilkesel bir farkı bulunmuyor. Yalnızca insan olmayan canlıların türsel davranışlarını biz toplumsal olarak gösteriyoruz.  Bu da doğa tarihi açısından ilkesel bir fark oluşturmasa da, bu tarihin devamı ve bir parçası olan toplum tarihi çerçevesinde,  kendine özgü bazı özellikler taşıyor. Çünkü sonuçta davranışlarımızı herhangi bir “öz” etkisiyle değil, toplumsal varoluşun belirleyiciliği altında gösteriyoruz.

Bu çerçevede canlıların herhangi bir hastalıktan ölmemesinin genel olarak iki yolu olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi bağışıklık kazanmaları, ikincisi hastalığa yolaçan patojenle ilişkilenmemeleri. Aşı, hastalanıp iyileşerek bağışıklık kazanmanın bir biçimidir ve eskiden beri bilinen bir yöntemdir. İzolasyon ise, hastalık olasılığını azaltmanın en basit yolunu oluşturur ve bu da eskiden beri bilinir. İlaç kullanmak da vücudun patojenden arındırılması yada ona karşı korunması çerçevesinde bir tür izolasyon gibi düşünülebilir. Sürü hayvanları sürekli yer değiştirerek ya da hasta ve ölü üyeleri ortamdan uzaklaştırarak izolasyon sağlarlar.

Davranış ilkeleri bakımından toplumun ve başka canlıların bir patojen karşısındaki tutumları arasında fark yoktur. Örneğin bedensel bakımdan güçlü olan canlının hastalıklara karşı daha dirençli olması beklenir.  İnsan olmayan canlılar için gücün belirleyicisi doğal koşullarken, insan açısından bu koşullar toplumsal varoluşudur. Toplumsal varoluş ise, altyapı-üstyapı, üretici güçler-üretim ilişkileri ve sınıflar gibi hepsi de belli bir toplumsal yapı içinde yeralan bir dizi çelişki tarafından belirlenir. Ormanda güç aslanın, toplumda ise üretim araçları ve iktidar sahibinindir. Dolayısıyla belli bir alanda yaşayan bir türü az çok eşit biçimde etkileyebilecek meteor düşmesi, deprem, salgın hastalık gibi olaylar toplumda benzer biçimde çalışmaz ve sonuçları,  önceden de var olan eşitsiz koşullara göre dağılır. Elbette doğa belirleyicidir ve öngörülemeyen bir gelişme ezen-ezilen ayrımı yapmaksızın toplumu tümüyle ortadan kaldırabilir. Ancak her ne olursa olsun içinde yaşadığımız toplumsal varoluş gerçeği değişmez ve eğer bunun sonucu yok olacaksak, bu doğa açısından tıpkı herhangi bir büyük gücün daha zayıfı ezip geçmesine benzer. Ama toplum açısından böyle bir yok oluş ya da zarar görme hali doğanın işleyiş yasalarını yeterince bilmemenin ya da bilindiği halde uygun önlem almamanın ifadesidir. Eğer bu kendi kendini yöneten bir toplumsa herkes, değilse yalnızca yönetenler bundan sorumludur. Dolayısıyla bilmek, bilmemek, önlem almak, almamak vs. hep toplumsal yapıyı oluşturan çelişkiler tarafından belirlenirler.

O güne dek toplumsal yaşam içinde yer almayan bir etkenin yolaçtığı olaylar, Badiou’nun ifade ettiği gibi[7] “doğa ve toplumsal belirleyenlerin kesişme noktalarında” ortaya çıkmazlar; doğanın, çoktan “çevre” kapsamına alınmış ve gidilmesi planlanan ama orada elde edilecek belli bir (kapitalist) amaç dışındaki sonuçları dikkate alınmayan bir parçasıyla,  doğanın “toplum” olarak bilinen diğer parçasının karşılaşması biçiminde ortaya çıkarlar. Her şeyden önce tarafların ikisi de doğaya aittir. İkincisi, ilişki irade dışı ve üretim ilişkileri temelinde kurulur. Üçüncüsü, bu karşılaşmaları her zaman somut, toplumsal varoluş koşullarımız içinde yaşarız. Sonuç: hiçbir filozofun, olaylara doğayı ve toplumu beraberce gözleyebileceği bir noktadan bakıyormuş gibi konuşması mümkün değildir; her zaman önceden belirlenmiş toplumsal koşullar içinden ve toplumsal bölünmüşlüklerin tarafı olarak konuşulur.

Virüs küresel kapitalizmin yapısal krizinin etkisinin artan bir biçimde hissedildiği bir sırada, sağladığı olanaklarla küresel sermaye dolaşımını rahatlatan Çin’de, yalnızca bu ülkenin değil aynı zamanda dünyanın en önemli sanayi bölgelerinden biri olan Wuhan’da,  belki doğada bulamayacağı kadar uygun bir mutasyon ortamında görülüyor. Büyük kalabalıkların sürekli hareket halinde ve dünyanın geri kalanına kolayca ulaşabilmesi nedeniyle hızlı yayılma olanağı buluyor. Böylece toplumsal ortama çabuk uyum sağlıyor. Sorun ortak olsa bile, özel mülkiyete bağlı çıkarlar yüzünden ortak çare aranamıyor. Bu da virüsün bulaştığı yerde daha uzun süreler kalarak yayılmasını kolaylaştırıyor.

Bir yıl içinde dünya nüfusunun yaklaşık yarısının virüsten etkileneceği belirtiliyor. Virüs çok hızlı yayıldığı için hastanelerde yığılma yaşanmasın diye izolasyon uygulanıyor. Bu süreçte bağışıklık kazananlar kurtuluyor. Hastalananlar yine her zamanki gibi ikiye ayrılarak, zenginler tedaviye, yoksullar ölüme yakın oluyor.

Toplumsal sorunlar, toplumu var eden çelişkiler tarafından üretilir ve aynı zamanda bu çelişkilerin yeniden üretimine etki ederler. Sorun ve çözümün aynı koşulların ürünü olduğu ve insanların ancak çözebilecekleri sorunlarla uğraştıkları, bu çerçevede söylenmiş sözlerdir. Çünkü bir sorunu anlamaya çalışırken, onun varoluş koşullarını, dayandığı toplumsal çelişkileri ve bunların işleyiş düzenini de öğreniriz. Bunlar da çözüm bulmayı kolaylaştırır.

Gerçek bir çözüm, sorunu üreten koşulların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bugün hastalığa çare arayanlar mutlaka çözüm yolları bulacaktır. Ancak hastalığa yolaçan ortam değişmedikçe çözümler geçici olacak ve benzer hastalıklar tekrarlanacaktır. Çünkü virüs ve bu düzenin sahipleri aynı ortamdan beslenip, aynı tarzda hareket ediyor. Nasıl ki virüs canlı hücreyle karşılaştığında hayatta kalma şansı yakalıyorsa, kapitalizm de bir soruna ancak ortaya çıktıktan sonra müdahalede bulunduğu zaman kazanç elde edebiliyor. Kapitalizmin böyle davranmasının nedeni elbette acımasız ya da aptal oluşu değil, yalnızca erken önlem almanın getireceği ek maliyet yükünden kaçma gerekliliğidir. Siyasi bir çareyle bu duruma son vermedikçe, gelecekte de bu tür salgınlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır.

Virüsün eşitlikçiliği saçmalığı

Salgının ilk günlerinde Zizek’in[8] ortaya attığı bu düşüncelerin kendi içinde bir mantığı olsa da, durumu anlamanın çok uzağında olduğu ortadadır. Zaten her somut durum karşısında elinde çeşitli genellemelerden oluşmuş hazır reçeteler bulunduran Zizek’in bunları dile getirmesi için bir fırsat çıkması yeterlidir;  ileri sürdüğü “felâket komünizmi” fikri de böyle bir örnektir. Bütün bunlar ancak,  “komünizm ideasını” seslendirmekten öte faaliyeti bulunmayan sola iyi gelebilir. Ama komünizmi “bugünün pratiği” olarak kabul eden Marksistler bu tür reçeteleri ciddiye almayacaktır.

Kendi haline bırakılsa bile virüsün herkesi aynı ölçüde etkilemediği ortadadır. Hastalık, savaş, deprem gibi toplumun tamamını etkileyen olaylar “eşitlik” çağrışımı yaptırmaktan çok; tersine yol açar. Her şeyden önce eşitliği elde etmekten uzak koşullarda eşitsizlik ne kadar çok yaşanırsa, o kadar meşruiyet kazanır. Herkesin ortak tehlikelerle yüz yüze geldiği anlarda atlıyla yaya, zenginle yoksul, eşitle “daha eşit” hemen ayrışır. Kişisel çıkar ve rekabet kültürüyle yoğrulmuş bir toplumun bireyleri böyle durumlarda ortak hareket etmekten çok, bir ayrıcalık elde ederek paçasını kurtarma düşüncesine yakın olacaktır. Yalnızca, geride kalan ve ayrıcalıklı bir konum elde etme şansı olmadığı gibi eşitsizliği ortadan kaldırmaya da gücü yetmeyenler kendilerini “eşitlik” şarkılarıyla avutabilirler.

Şirketlerin ve ülkenin yöneticileri hastalık bulaşmasın diye telekonferans üzerinden toplantı yaparken, her gün onbinlerce çalışan kalabalık servislere binip, kalabalık işyerlerine gidiyor. Ve onbinlerce işsiz iş bulabilse, kendini bu kalabalığın içine atmaya dünden razı.  Virüs yakalarsa elbette yukarıdakileri de hasta eder ama aşağıdakilere bulaşması daha kolay. Bu durumda, yönetenlerin hastalığa karşı bir politikaları olmadığını kim söyleyebilir!

Bütün felâketler gibi hastalıklar da toplumsal eşitsizliklerin izinden yürür. Eşitlikten ancak bir davranış ilkesi ya da amaç olarak söz edilebilir ve bunun uygulayıcısı virüs değil, biziz. Bu da, şu an özel mülkiyet çerçevesinde ve kişisel çıkarlar için kullanılan üretim araçlarının, toplum yararına kullanılabileceği koşullarda mümkün olacaktır.

Virüsü düşmanlaştırmak

Peki, virüs Fransa Devlet Başkanı Macron’un söylediği ve birçok muktedirin tekrarladığı gibi “ gizli” ya da “ortak” bir “düşman” mı? Macron bunu, sokağa çıkma yasağının ilk günlerinde Paris caddelerine saldığı askerlerine gaz vermek ve ölümlerle birlikte artan toplumsal tepkiler karşısında kendi sorumluluğunu küçültmek için söyledi.[9] Eğer gerçekten toplum sağlığıyla ilgilenecek kadar sorumlu olsaydı, bunları Renault ve Peugeot şirketleri hastalığın çıktığı Çin’in Wuhan kentinde bir kamu kurumu olan Dongfeng’le ortak fabrikalar açmadan önce söylerdi.[10] Ayrıca buralardaki işçilerin çalışma koşullarını ve aldıkları ücretin sağlıklı ortamlarda yaşamaya yetip yetmediğini de araştırırdı. (Ortalama işçi ücreti 650 dolar, 1+1 ev kirası 250 dolar)[11] Bunu yalnızca Fransız şirketleri açısından değil, Çin’deki çalışma koşullarının genel durumuyla ilgili olarak yapardı. Yoksa grev, devrim, salgın hastalık yüzünden üretim aksayabilir ve riskli yatırım yapıldığı için Fransa gelir kaybına uğrayabilirdi. Ama kârlar kasaya dolarken, paranın nereden geldiğinin ne önemi var?

Çin, dünyanın en büyük otomobil pazarı ve Fransa burada önemli bir paya sahip. Geçtiğimiz Kasım başlarında Macron ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping arasında 15 milyar dolarlık bir ticaret anlaşması imzalandı. Fransa’nın Çin’deki toplam yatırımları 17,5 milyar dolar. 2018 yılı ticaret hacmi 63 milyar dolar civarında. Fransız şirketleri Çin emekçilerinin sırtından nasıl daha çok kazanacaklarını hesaplarken, koltuğunu o şirketlere borçlu olan Macron’un kalkıp toplumsal sorunlarla uğraşması gerçekçi olmaz. Üstelik bu gerçek yalnızca Çin ve Fransız egemenlerinin kâr amacıyla el sıkışmasından ibaret değil; arkasında, bu aktörlerin iradelerinden bağımsız işleyen küresel sermaye akışının belirleyiciliği yatıyor. Dünyanın bütün sermayedarları, Çin’e yatırım yapmak için sıra bekliyorlar. Eğer hızla yayılan bu virüsün hatırlattığı bir şey varsa, o da kapitalizmin küresel ölçekte işleyen bir düzen olduğu gerçeğidir. Hastalığın seyrini izlemek için Çin’in uluslararası ticaret haritasına bakmak yeterlidir. Hastalık önce Çin’le yoğun ticaret, sanayi ve turizm ilişkisi olan ülkelere yayıldı. Bunlar sırasıyla Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur İtalya ve Fransa’dır.

Virüs ne ortaya çıkış koşulları, ne de yolaçtığı sorunlar bakımından “ortak” ya da “gizli” düşman değildir. Virüse karşı küresel ölçekte mücadele edilmesi, onu ortak düşman yapmaz. Gerçekler ortadadır: Çin, İpek Yolu projesi Avrupa’ya İtalya üzerinden bağlanacağı için ticari çıkarları nedeniyle, Küba sosyalist amaçlarla, Rusya AB ile gerginleşen ilişkilerinde İtalya ile müttefik olduğundan dolayı bu ülkeye yardım ediyorlar. Birkaç önemsiz destek girişimini saymazsak AB ülkeleri kılını bile kıpırdatmadılar. Bütün toplumsal sorunlardaki gibi burada da olay eşitsiz ilişkilerin çelişik bütünlüğü çerçevesinde yaşanıyor.

Öte yandan virüsü düşman gibi göstermek tehlikeli çağrışımlar yaptırıyor.  Hastalık korkusunun bu denli beslendiği bir ortamda,  yabancılar başta olmak üzere savunmasız toplum kesimleri ortak düşmana karşı yeterince duyarlı olmadıkları gerekçesiyle hemen düşmanlaştırılıyor. Toplumu yönetenler ne tür olursa olsun bir “düşman” ilan ettiğinde, bu anlayışın ayrılmaz parçası olarak din, ulus, ırk farkına dayalı düşmanlıklar artıyor. Ve elbette bir sorun ne kadar çok büyütülürse, iktidarların beceriksizlikleri göreli olarak o kadar küçülmüş oluyor, bunu da unutmamak gerekiyor.

Bilim çare bulur, egemen sınıf kullanır

Aydınlanmacılığın ve akademinin etkisi altındaki Marksizm ve genel olarak sol düşünce bilime önem verir, doğru ve tarafsız olduğuna inanır. Ve bu nedenle siyasete bilimin yol göstermesi gerektiğini düşünür. Nitekim virüsün yayılmaya başladığı ilk günlerde değişik sol çevrelerin sanki hükümet sözcüsü gibi  “bilime güvenelim, çare bulacaktır” içerikli açıklamaları buna örnektir.  Ve bu çevreler, her fırsatta iktidarı Bilim Kurulu’nun önerilerine uymaya davet eden TÜSİAD’ın da benzer çağrılar yaptığının farkında bile değildirler.

Solun bu tür davranışlarının ardında reformizm ve cehaletin yattığını söylemek abartı olmaz. Siyasi mücadele akademik bir çalışma değil, iktidarla girişilen bir güç rekabetidir. Bu çerçevedeki bir siyasi propagandanın içeriğini belirleyen bilimsel doğrular değil, ezilenleri birleştirip ortak hedefe yürütecek söylemler olmalıdır. Hedef ve ona ulaşmak için yapılanlar her zaman siyasi niteliktedir. Küçük de olsa siyasi eylem yapacak güç ve kararlılık taşımayanlar, “bilime güvenme” çağrılarıyla hem ezilenlere “doğru” önderlik ettiklerini, hem de iktidarı “reddedilemez” önerilerle sıkıştırdıklarını sanırlar. Nitekim bu doğrultuda hareket eden Aydınlanmacı bir sol kesim, hastalıkla yeterince mücadele etmeyerek iktidar ve sermaye çevrelerine hizmet ettiği gerekçesiyle “Bilim Kurulu”nun derhal istifasını isteyen bir “açık mektup” yayınlamıştır.[12] Neden hükümet vs. değil de yalnızca bu kurulun istifası istenmiştir? Demek ki yerine gelecek başka bir kurulun beklentileri karşılayabileceğine ilişkin hâlâ umut vardır. Ama hükümetin istifası istenirse yerine neyin geleceği, bunun mümkün olup olamayacağı gibi umutsuz siyasi tartışmalara girmek zorunda kalınacaktır…

Siyaset pratiği bilimsel gerekçelerden yola çıkarak kurgulanamaz, yalnızca içinde bulunulan gerçekler çerçevesinde, karşılıklı güç dengeleri gözetilerek ve her zaman iktidarı ele geçirmek amacıyla yapılır. Bu, siyaset pratiğinin herkes için geçerli olan vazgeçilmez ilkesidir. Örneğin virüsün herkesi az ya da çok hasta edilebileceği bilimsel bir doğrudur. Yaklaşık ne kadarının öleceği de öngörülebilmektedir. Ama bu doğruya dayanarak ve “önemli olan insan, herkesi yaşatmalıyız” gibi gerekçelerle siyaset belirlenemez. Bugün en güçlü devletler bile yönettikleri toplumun tümünü korumaya kalkışmıyor, ancak riskli toplum kesimlerini koruyarak hastalığın yayılmasını geciktirmeye çalışıyor. Her devlet bu çerçevedeki bir siyaseti, içinde olduğu gerçekleri dikkate alarak uyguluyor. Her birinin önceliği farklı ve genel bir tutumu buna göre esneterek somutlaştırıyor. Bu çerçevede Trump, “doktorlara kalsa bütün dünyayı kapatmamız gerekiyor” diyerek dalga geçmekte haklıdır. Bilim, doğası gereği genel ve soyut tanımlarla konuşur ama siyaset pratiği sayısız etkenin hareket halinde olduğu karmaşık toplum düzenini tek bir doğruya ve eylem biçimine bağlı kalarak yapılamaz. Yoksa ortada toplum diye bir şey kalmazdı.

Bilime gösterilen bu sadakatin cehalet boyutu ise, Marksizm’in bilimle ilişkisinin yanlış anlaşılmasından kaynaklanıyor.  Marks ve Engels Alman İdeolojisinde, “biz tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir” derler.[13] Devamında doğa ve toplum tarihinin birbirinden ayrılmaması gerektiğini belirtirler. Ama virüs konusu çıktığından beri, biyoloji, tıp, istatistik, ekonomi politik vb. bilim dallarını toplum tarihinden kopararak ele almak moda olmuştur. Marksist yayınlar, neredeyse akademik tez yayınlayan dergilere dönüştüler. Marksizm’in politika ve felsefenin yanı sıra bir de bilim bileşeni vardır:  Tarihsel materyalizm. Marksizm bunu, bütün doğa ve toplum olaylarını tek bir materyalist temelde ele alarak ifade eder

Bilim, toplumsal yaşamın yeniden üretimi sırasında karşılaşılan sorunlara çözümler önerir, buna şüphe yok. Ancak bilim bağımsız bir özne gibi kendi belirlediği koşullarda saptadığı sorunlara dilediği gibi çözüm arayıp, buluşlarını gerektiği biçimde uygulayarak çalışmaz; toplumsal hiyerarşi ve işbölümü içinde işgörür. Üniversiteler, laboratuvarlar gibi bilimsel çalışma ortamları ve kullanılan araç gereçler, devlet ya da şirketlerin malıdır. Dolayısıyla bilim insanının hangi alanlarda çalışacağı, neleri sorun edineceği, bir sorunu nereye kadar inceleyeceği, varacağı sonuçların nasıl kullanılacağı hep mülkiyet ilişkileri çerçevesinde ve siyasal iktidarın yönlendiriciliği altında belirlenir. Buluşlar bilim insanının kafa çalışmasının eseri olsa bile, kullanım hakkı ve kararı egemen sınıfındır. Bu nedenle “sorun herkesin sorunu” diyerek, hastalığa bulunacak çare herkese bedavaya dağıtılmaz, mutlaka kâr ederek satılır. İş burada da kalmaz, siyasal iktidar bunu kendi başarısı gibi gösterip,  toplumsal desteğini arttırmak için kullanır. Kapitalizm koşullarında eğer bir mal ya da hizmet para almadan dağıtılıyorsa, karşılığında bilmeden bir şey veriyoruz demektir.

Bilim egemenler açısından öncelikle para ve güç anlamına gelir. Sorunları en fazla yaşayan ezilen kesimler açısından ise, bilim yol gösterici ve çaredir. Ancak bu rolünü oynayabilmesi için iktidarın baskı ve denetiminden kurtulması gerekir. İktidarlar bilimin içeriğini belirleyemez ama işine yarayabilecek sonuçlarını kullanmak için çalışmaları baskı altına alır ve gizli tutarlar. Hem rakipleri tarafından ele geçirilmesin diye, hem de toplumun araştırma içeriğinden haberdar olup çeşitli taleplerde bulunmasını istemedikleri için. Nitekim virüs konusunda Almanya’da yapılan çalışmalarla ilintili olarak böyle bir durum yaşanmıştır.

Basında, Trump’ın covid-19’a karşı aşı geliştiren bir Alman şirketine büyük paralar teklif ederek, çalışmalarını ABD’ye taşımalarını istediği haberi yer aldı.[14] Belirtildiğine göre şirket ve Alman Dışişleri bu teklife şiddetle karşı çıkmışlar. Elbette bu karşı çıkışın nedeni kamunun değil, Alman devleti ve şirketin çıkarlarını korumaktır. Benzer durum Dünya Sağlık Örgütü için de geçerli, arada bir virüse karşı bazı ilaçların kullanılmaması gerektiğini duyururken, bir şirkete ait ilaç öneriyor. Oysa şirket ismi geçirmeden, yalnızca ilacın içeriğini belirtmesi gerekir. Ama DSÖ kamu yararı gözeten tarafsız bir kurum değil, ilâç şirketleri ve büyük devletler doğrultusunda hareket ediyor.

Bilimsel düşünceler ve uygulanışları, düşünen ve uygulayan kişilerin somut varoluş koşullarından ayrı ele alınamazlar. Sonuçta bilimsel düşüncenin sonuçlarını kitlelere ulaştıran onlardır. Eğer elde edilen sonuçların toplumun geneli yararına kullanılması yönünde toplumsal bir baskı, talep ve mücadele verilmiyorsa; her şey egemen sınıf lehine tasarlanıp uygulanır. Bilim ne kadar kısıtlansa da kendi dinamiğini sürdürerek çalışır. Ama bunun sonuçlarının nasıl kullanılacağı, toplumsal çelişkilerin belirleyiciliği altında gerçekleşir.

Fiziksel ve toplumsal mesafe

Virüsün yayılmasını önlemenin en etkili ve kolay yolunun fiziksel teması sınırlandırmak olduğu herkesin kabulüdür. Ancak hükümetlerin bu yöndeki kararları otoriterlik tartışmalarına yolaçıyor. Bir yandan “sosyal mesafeyi koruyun, evden çıkmayın” komutları verilirken, diğer yandan topluca çalışılan işyerleri, hapishaneler, ülke sınırlarına yığılan göçmenlerle ilgili önlem alınmıyor. Söylenenlere bakılırsa öncelik hastalıkla mücadeleymiş gibi görünüyor ama siyasi ve ekonomik önceliklerden asla vazgeçilmiyor. Doğal olarak bu uygulamaları faşist çevreler destekliyor ve bunun da yolaçtığı tedirginlikle,  hastalık, baskı, özgürlük, bireyin hakları vb. konular etrafında bir tartışma yaşanıyor.

Hastalıkla ilgili sınırlandırıcı komutlar bireyleri hedefliyor. İktidar, yükü kişilere yıkarak asıl sorumlunun kendisi olduğu gerçeğini gizliyor. Sorunların büyümesine karşı, “söyledik, dinlemediler” mazeretini hazır tutuyor. Komutlar yağdırılan ve eleştiriye kapalı bir ortam, yalnızca gerçekleri gizlemeye yarıyor. Devletler bu boyutlarda bir salgın hastalıkla ilk kez karşılaşıyor olsalar bile, “düşmanla mücadele” adı altında geleneksel baskı araç ve yöntemlerini kullanmakta tereddüt etmiyorlar. Bu arada, söylemlerinde fiziksel ve toplumsal mesafe ayrımı yapmayarak, ikisini birden  “sosyal mesafe” olarak adlandırıyorlar. [15]

Oysa birbirimizden toplumsal nedenlerle değil, hastalığı yaymamak için uzak duruyoruz. Bunun adı “fiziksel” mesafedir. Toplumsal mesafelenme;  ırk, cinsiyet, siyaset, inanç, ulus gibi farklılıklar üzerinden ayrıştırılmış toplum kesimleri arasında görülür. Ülkemizde bunun örneklerini yeterince yaşadığımız için anlamını biliyoruz. Yine de iktidarın fiziksel ve toplumsal mesafe kavramlarını ayırt etmemesinin ideolojik bir anlamı var. Bilindiği üzere salgının yayılmaması gerekçesiyle toplumsal eylem ve direnişler yasaklandı. Böylece, önemli sorunlar varken direniş yapmanın “lüks” olduğu algısı yaratılıyor. (Aynı durum, “evde kal” çağrısı yapılırken aile içi şiddet yüzünden mağdur kadın sayısının artması olayında da görülüyor.)  Eğer direniş hastalığın yayılmasını kolaylaştırıyorsa, bunun önüne geçmek için yasaklamak yerine taleplerin kabul edilmesi yoluna da gidilebilir. Ancak amaç yalnızca hastalıkla uğraşmak değil, ekonomik ve siyasi sorunlarla zaten bunalmış bir iktidarın ‘çok ciddi işlerle uğraşıyoruz, gerisi teferruat’ mesajı verebilmek için yasaklar getirmesi, talimatlar duyurması ve virüsü düşmanlaştırmasıdır.

İktidarın eskiden beri tanık olduğumuz ve artık kanıksadığımız tutumlarını şimdi hastalık gibi nispeten ılımlı biçimde ele alınabilecek bir konuyla ilgili olarak tekrarlaması tedirginlik yaratıyor.  Liberal eğilimli muhalefet çevreleri, sanki ülkeyi yıllardır aynı güçler bu tarzda yönetmiyormuş gibi “kural-istisna” tartışmaları yaparak, geçici kısıtlamaların kalıcı hale getirileceğini ve otoriter bir düzene geçiş için kullanılabileceğini ileri sürüyorlar. Oysa her yeni durumun yeni bir süreç başlatmasına nadir, zaten sürmekte olana yeni bir bahane oluşturmasına ise daha sık rastlanır. Bu konulardaki karışıklığın nedeninin, iktidarın bilerek fiziksel ve toplumsal mesafe kavramlarını ayırt etmemesinin yanı sıra solun da benzer bir fark üzerine yeterince düşünmemesi olduğunu söyleyebiliriz.

Adeta “bütün ineklerin siyah olduğu karanlık bir gecede” yol alıyormuş gibiyiz. Söylendiği kadar ciddi bir salgın hastalık gerçekten var mı, varsa hangi ölçüde etkili oluyor, toplumun hangi kesimleri için ne kadar tehdit ya da avantaj yaratıyor; kesin olarak bilmiyoruz. Bu koşullarda iki davranış seçeneği ortaya çıkıyor: Birincisi hastalığın gerçek olduğunu kabul edip, en kötü olasılıklara göre bir toplumsallaşma (=sosyal mesafe) sürdürmek-ki bu zaten yaşanmakta olan toplumsal pratik çerçevesinde genel olarak yapılan şeydir. İkincisi, hastalık gerçek olsa da buna ilişkin davranışları başka bir toplumsal pratik içinde değerlendirmek-ki bu da nesnel olarak kendini ifade edebilen bir durumdur, açıklanıp anlatılmasına gerek duyurtmaz. Farklı bir toplumsal pratik için gereken toplumsal ilişkilere engel olmamak kaydıyla, fiziksel mesafelere bu durumda da uyulabilir. Ya da farklı toplumsal pratiği gerçekleştirmek amacıyla, özne kendi belirledikleri dışında hiçbir kurala uymayabilir, bütün bunlar öznenin istemesinin ötesinde, içinde bulunduğu koşulları değiştirme kapasitesiyle bağlantılı davranışlardır. Dolayısıyla “kural-istisna” etrafındaki tartışma hastalıkla sınırlı değildir, hastalığa bağlı davranışlar da içinde olmak üzere, asıl olarak toplumsal pratikle ilgilidir. İktidar baskısının nasıl artıp azaldığı ve buna karşı mücadele, genel bir tartışma konusudur. Hastalığa karşı tavır konusunu toplumsal pratik çerçevesinde tartışmak gerekirken tersini yapıp bütün bir toplumsal pratiği hastalığa karşı alınacak önlemler içine sıkıştırmak, karışıklık yaratmaktan başka sonuç doğurmaz; nitekim yaşanan da budur…

Solda fiziksel ve toplumsal mesafe kavramları arasında ayrım yapıyor gibi görünen liberal ve reformist kesimler, genellikle verilen komutlara uyup toplumsallaşmaktan kaçınıyor ve “komşuya yardım” misali, zaten iktidarın da onayladığı düzeniçi davranışlara giriyorlar. Oysa ister devrimci olsun ister reformist, soldaki bir siyasi özne için toplumsallaşmanın anlamı yardım kuruluşu gibi çalışmak ya da hastalığa karşı “dikkatli olma” çağrıları yapmakla sınırlı kalamaz, bağımsız siyasi amaçları doğrultusunda her zamanki işlerini,-elbette yeni koşulları da gözeterek-sürdürmesi temeldir. Bu çerçevede fiziksel mesafe, kaçınılmaz olarak sorun haline gelir. Nitekim bir sol kesim de bunu görerek gündeme getiriyor ama abartılı ve gerçeklikten yoksun bir biçimde…[16] Konuyu, sol sanki başka zamanlarda yapması gerekenleri yapıyormuş ama şimdi iktidarın sınırlandırmaları yüzünden yapamıyormuş gibi ele alıyor ve tüm siyasi çalışmayı fiziksel mesafeye karşı koymaya indirgiyor. Ne başka zamanlarda eksik bırakılanların nedenleriyle, ne de şimdi önerdiklerinin nasıl uygulanacağıyla ilgilenmiyor. Dolayısıyla her direnişte “genel grev”, her seçimde “boykot” çağrısı yapan aşırıcı bir anlayış dile getirmekten öte geçemiyor. Yapılması gereken bu ise yaparsın. Ama toplumsal bir eylem için istemekten fazlası gerekir. Nitekim o da bu doğrultuda, ancak çağrı yapabiliyor.

İnsan toplumsal varlıktır ve toplum, bireylerin ya da olguların aritmetik toplamıyla değil; altyapı-üstyapı, üretici güçler-üretim ilişkileri ve sınıflar arasındaki gibi yapısal çelişkilerin birliğinden oluşur. Olguların ve öznelerin içinde yeraldığı gerçek bir durum, bu yapının sınırlarını çizdiği alanlarda ve her türlü değişime açık olarak yaşanır. Ama bu, belli bir gerçeklik içinde herkesin her istediğini yapabileceği anlamına gelmez; bunun için güç ve güçlü olmak için başka bir dizi çaba gerekir. Özne gücünü, iradesini başka öznelere kabul ettirerek sağlar. Bunu yapabilmek için de görüşlerini keyfî değil,  nesnel ölçüleri gözönünde tutarak ortaya koymalıdır. Siyasi amaçlarıyla birlikte özne, her zaman bu gerçeğin değişmez bir parçasıdır. Yoksa koşullara reformistçe boyun eğilir.

Ve özne açısından geçerli olan bu işleyiş düzeni olgular açısından da geçerlidir. Yeni bir olgunun görülmesinin, içinde yeraldığı koşulları etkilediği çok sık dile getirilir. Ama genellikle, bunun ne nitelikte bir etki olduğu üzerinde durulmaz ve bu yüzden yaygın bir akıl yürütmeyle,  benzerlerinden daha önemlice görünen olguların koşulları değiştireceğinden bahsedildiğine çok sık tanık oluruz. Bir prensin öldürülmesinin I. Dünya Savaşını başlattığı, Çernobil patlamasının SSCB’nin yıkılışına yolaçtığı,  Tunuslu seyyar satıcı Buazizi’nin kendini yakmasının “Arap Baharı”nı tetiklediği vb. gibi, şimdi de hastalık sonrasında dünyanın aynı olmayacağı söylenmektedir. Olgular, ancak Mao’nun “bir kıvılcım bozkırın tutuşmasına yeter”  sözündeki gibi gerekli koşullar varsa iş görürler. Bunun için ya karşılaştıkları koşulları tümüyle değiştirebilecek büyüklükte bir gücün parçası olmalı, ya da o sırada zaten belli bir değişim eğilimi içindeki koşullara kolayca ayak uydurabilmelidirler. Fiziksel ve toplumsal mesafeye ilişkin karar ve uygulamalar da bu çerçevede düşünülmelidir.

Hastalığı yaymamak için fiziksel olarak mesafelenebiliriz ama iktidar karşıtı bir konumdayken, toplumsal mesafelenmeyi kabul edemeyiz. Fiziksel mesafelenmeyi kabul etmek, zamanla diğerinin de kabul edileceği anlamına gelmez. Bir davranışın başka davranışları kendiliğinden içinde taşıdığı, peşin olarak söylenemez; her davranış somut varoluş koşulları çerçevesinde değerlendirilmeli ve aralarındaki bağlantılar, farklı koşulların somut ilişkileri üzerinden gösterilmelidir. Akıl yürütmeler, geçmişte ya da başka yerlerdeki örneklere benzetmeler, yorumlar; siyaset belirlemede somut bağlantı yerine kullanılamaz. Bugün fiziksel mesafeyi koruyanlar, bunu birçok nedenle ilintili olarak yapıyor olabilir. Ama toplumsal mesafelenmeyi kabul eden için aynı şey söylenemez, o iktidar uygulamalarına zaten hiçbir itiraz ve eleştiri getirmeyerek, fiziksel mesafe gibi daha sınırlı amaçlar için verilen komutları kabul etmeye dünden razıdır.

Fiziksel mesafenin, hastalığın yayılmaması için yapılabilecek en basit davranış olduğunu belirtmiştik. Uymazsak, bedelini canımızla ödeme olasılığı bir yana, hastalığı düşmanlarımızdan önce yakınlarımıza bulaştırma olasılığı vardır. Bu anlamda fiziksel mesafelenme,  iktidarın toplumsal düzeni sürdürme amacıyla kişinin kendini koruma amacının çakıştığı bir toplumsal ilişki biçimi gibi düşünülebilir. Ama ilişkinin niteliğini belirleyen tarafların ona atfettikleri anlamlar değildir; bu ilişkinin, toplumsal pratik içinde işgal ettiği yerdir. (Bunun en yakın örneğini çalışanlarla ilgili olarak görüyoruz. İktidar bir yandan herkese “sosyal mesafe” vaaz ediyor, ama sıra çalışanlara geldiğinde bir yığın “istisna” açıklayarak kendi koyduğu kuralı çiğniyor.)  Biz; yakınlarımızı korumak amacıyla, bilime güvendiğimiz için, iktidara destek olmak ya da karşı çıkmak üzere vb. birçok farklı gerekçeyle fiziksel mesafeyi kabullenmiş olabiliriz.  Buna karşılık iktidar da zor duruma düştüğü, toplumu baskı altına almak istediği, ilaç şirketlerine kazanç sağlamayı amaçladığı, egemenlerin can güvenliği gibi birçok farklı gerekçeyle fiziksel mesafeden yana olabilir. Ama somut olarak yapılmakta olan eylemin amacını bütün bu öznel gerekçeler değil, nesnel olarak toplumsal pratik belirler. Şu an sınıf mücadelesi düzeyinde iktidar eskisi gibi davranmaya devam etse bile ezilenlerin mücadeleleri kısmen geri çekilmiş, bilimsel açıklamalar hastalığa karşı önlemlerle meşgul ve üretim düşmüşken; hastalığın yayılmasına karşı mücadele en önemli toplumsal pratik haline gelmiş demektir. Dolayısıyla tüm öznelerin eylemleri ve aralarındaki ilişkiler, hastalıkla mücadele pratiğine katılıp katılmamalarına göre anlam kazanmaktadır. Eğer somut eylemimiz bu pratiğe katılmaksa,  fiziksel mesafeye uyarız. Buna karşılık, hastalığı yayma riskini ve iktidarın baskısıyla yüzleşmeyi göze alarak böyle davranmayabiliriz de. Eğer bu karşı çıkış yalnızca propaganda amaçlı basit bir eylemse, üstünde durulmayacaktır. Ama toplumsal bir etki yaratması düşünülüyorsa, herkesin anlayabileceği nesnel bir gerekçe ortaya konmalıdır. Bu da zaten hastalık ortaya çıkmadan önce vardır ve hastalık sonrasında belki yalnızca hatırlatılması gerekir.

Hastalık ya da herhangi bir olgu karşısında tavır belirlerken, her zaman toplumsal pratiğin hangi çelişkiler tarafından üretildiğini gözönünde tutmalı ve bunların ne tarafında, nasıl konum alacağımızı bilerek davranmalıyız. Şu anki hastalığa karşı mücadele pratiğini aşarak başka bir pratiğe geçmek ve toplumu bu yöne çekmek, bir doğruluk/haklılık/cesaret vs. değil; güç sorunudur. Bu güç, iktidarın topluma düzen verme baskısının üstüne çıkarak, hatırı sayılır bir toplum kesimini farklı eylemlerde bulunmaya ikna edebilmelidir. Üstelik bu sırada, hastalıkla iktidardan bağımsız olarak mücadele edilmesi de gerekir. Dünyada bunu başarıp sürdürebilen muhalefet örgütlerinin yanı sıra, hastalık geçene kadar mücadeleyi durdurduğunu belirtenler de var.  Bu gibi durumlar karşısında bir tane davranış biçimi olabilirmiş ve diğerleri yanlışmış gibi akıl yürütmek anlamsızdır.

Dolayısıyla ister yürürlükteki toplumsal pratiğe katılarak olsun isterse buna karşı koyarak,  kerameti kendinden menkul kararlarla hareket edilemez; davranışlar nesnel dayanaklara sahip olmalı ve dışarıdan bir açıklayıcılığa gerek kalmaksızın kendi kendini ifade edebilmelidir. Böyle bir gücü yokken başkalarını iktidarın söylemine boyun eğdikleri gerekçesiyle eleştirmenin, iktidarın sol öznelerden esirgemeyeceği liberal söz söyleme özgürlüğünden yararlanmaktan öte anlamı yoktur. Söylemleri ne kadar keskin olursa olsun, konjonktürde “söz söyleme” dışında bir eylem yerine getiremedikleri için liberaldirler.

Şu an toplumda geçerli olan hastalıkla mücadele pratiği çerçevesinde fiziksel sınırlamalara uymak ya da uymamak özne olarak bizi farklı biçimlerde etkilese de, hangi eylemi tercih edersek edelim bunun toplumsal varoluş koşullarımız üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır. Güçsüzlüğümüz, toplumsal varoluşumuzu etkileyecek davranışları yapmanın önündeki en önemli engeldir. Yapılabileceklerin en fazlası, verili durumu korumak olabilir. Ötesi uzun vadeli ve kapsayıcı bir çalışma gerektirir. Ancak teorik bir konu hakkında değil, içinde bulunduğumuz gerçeklik üzerine konuştuğumuzu da unutmamalıyız. Siyaset pratiğinde bazı genel ilkeler gözetmek dışında gelecekte izlenecek yol hakkında kimse bir şey söyleyemez.  Çünkü somut durum, sonsuz etkiye açıktır.  

Kısıtlamalar ve özgürlük mücadelesi yorumları

Salgının yaşandığı ülkelerde siyasal iktidarların getirdiği kısıtlamalar, özgürlük tartışmalarına yolaçıyor. Genellikle tarihsel örnekler ve somut durum arasında karşılaştırmalar yapılıyor ve bunların felsefî yorumları üzerinden yakın gelecek tahmin edilmeye çalışılıyor. Tartışmaların içeriği bir yana, bu akıl yürütme sırasında gerçek bir durumu felsefi kategoriler ve teorik kavramlar aracılığıyla açıklamaya çalışmaktan kaynaklı temel bir hata işleniyor. Düşünce süreçleri ile maddi süreçler ayrı ilerler ama somut bir durum hakkında fikir yürütmekle ilgili olarak aynı şeyi söyleyemeyiz.  Gerçeklik içindeyken gerçek hakkında konuşmak, gerçeğin bir parçasıdır. Böyle değilmiş gibi yaparak ve felsefeye çekilerek gerçeğe dışarıdan bakıyormuş gibi konuşmak da yine gerçeğin bir parçasıdır ve gerçek sorunlarla uğraşanlarca hoş karşılanmayacaktır. Bu nedenle hastalıkla ilgili yasaklamaların özgürlüğü kısıtlayıp kısıtlamadığına değil, böyle bir tartışma yapmanın anlamına odaklanıyoruz.

Kural koymanın özgürlüğü kısıtladığını ileri sürmek, özgürlükten “dilediğini yapmanın” anlaşıldığını gösterir. Bu, özgürlüğü “bireylerin özgürlük alanları” olarak hukuksal bir tanımlama içinde düşünmenin ifadesidir. Bizim özgürlükten anladığımız bu değildir: “ Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.” [17] Somut varoluş koşullarımıza baktığımızda, bilmemiz gereken yasaların, kapitalizmin işleyiş yasaları olduğunu görürüz. Bunlar şu an içinde yaşadığımız kapitalizmin ülkelere özgü ve küresel ölçekte nasıl işlediğini yeterince anlamamızı sağlar. Küresel sermaye dolaşımı; yapısal kriz dinamiği etkisinde, çeşitli çıkar çatışmalarının dağıtıcı ve tekelleşmenin baskıcılığı altında, inişli çıkışlı süreçlerde gerçekleşiyor. Bu ortamda siyasal iktidarların aldıkları kararların ve çeşitli siyasi çatışmaların arkasındaki nedenleri, ekonomi politik bilgisi olmaksızın anlamak zordur.  Somut siyasi gelişmeleri açıklamak için gerçeklik içindeki siyasi güç dağılımlarına, aralarındaki ilişkilere ve arkalarındaki nedenlerin bilimsel bilgisine yönelmek gerekir. Bunun yerine tarihsel analojilere ve felsefî yorumlara başvurmak, gericiliktir. Bu bağlamda Marksistler felsefeyle gerçeği yorumlamak için değil, yalnızca bilim ve siyaset pratiğinin materyalist bir konumda sürdürülmesine müdahale eden felsefi görüşlerin önünü kesmek için ilgilenirler.

Toplum ezen ve ezilenlerin çeşitli düzeylerde birbirlerine bağımlı oldukları bütünlüklü bir yapıdır. İktidar uygun gördüğünde yaşam alanını ezenler adına ve ezilenler aleyhine genişletebilir. Ancak ezilenin buna katlanmasının sınırları vardır: Bunlar, ezilenin yaşaması için gerekli asgari geçim araçlarına sahip olacağı ve ezenin sömürüsünü mümkün kılacak biçimde çizilir. Dolayısıyla ezilen ister kendi yaşamını sürdürmek, isterse ezene hizmet etmek için olsun; yaşamının maddi sınırları her zaman ezenin müdahaleleriyle belirlenen biridir. Bu anlamda iktidar yalnızca muhalefet üzerinde baskı kurmakla kalmaz, aynı zamanda onun yaşamını sürdürerek kendine hizmet etmeye devam etmesi için gereken alanı bırakmayı, onun muhalefetinin niteliğini belirleyerek mümkün kılar.  Ezilenin egemene boyun eğişi, olağan yaşam koşullarına rıza göstererek gerçekleşir. Dolayısıyla ezen-ezilen çelişkisinden kaynaklı çatışmalar iki farklı nitelik içerir: İlki, günlük mücadeleler çerçevesinde ve hem iktidara rıza gösterme, hem de sömürüyü sınırlandırma amacıyla yapılan, bir anlamda egemenden onay almış direnişlerdir. İkincisi iktidarın belirleyiciliğine son verme amaçlı,  dolayısıyla kendi varoluş koşullarını da reddeder nitelikteki siyasi mücadelelerdir. Her iki mücadeleyi de  “özgürlük” ve “bireyin hakları” gibi ortak paydalara dayandırmaya kalkışmak,  aralarındaki farkla birlikte siyasi mücadeleyi de ortadan kaldırır.

Siyasal iktidarın hangi gerekçeyle olursa olsun topluma dayattığı kurallar, ezilenlerin yaşam alanlarını koruma ve genişletme mücadeleleriyle geriye itilebilir. Bu, düzen içi bir mücadeledir. Zaten bu çerçevede egemenlerin koyduğu kurallar sürekli değişir ve yasa kâğıt üzerinde yazılı olan değil, pratik olarak uygulanan şey haline gelir. Ezilenler ve egemenler bu nitelikteki mücadelelerde birbirlerini muhatap olarak alır ve uzlaşmaya açık davranırlar. Bu bir “özgürlük mücadelesi” değildir, somut bir hak mücadelesidir. Ve böyle olduğu sürece ezilenler yalnızca egemeni muhatap almakla kalmaz, aynı zamanda somut varoluş koşullarını da kabullenirler. Dolayısıyla özgürlük mücadelesi yalnızca ezene karşı verilmez,  aynı zamanda ezilenin kendi varoluş koşullarını reddederek dışına çıkması anlamı da taşır. Başka bir yaşam, alışılmış olan tüketilmeden ya da dışına çıkılmadan gerçekleştirilemez.

İktidarların yeni kurallar getirerek ezilenlerin yaşam alanlarını daraltmasına karşı günlük mücadele vermenin siyasi bir anlam taşıması için, iktidara karşı siyasi bir mücadeleye yardımcı olması, ona yer ve zaman kazandırmaya çalışması gerekir. Yalnızca kendi çıkarını düşünen günlük mücadeleler, siyasi iktidarı tehdit etmezler. Öte yandan toplumda açığa çıkmış siyasi bir mücadele yokken verilen günlük mücadeleler de, siyasi mücadele eksiğini kendiliğinden gideremez ya da zamanla siyasi nitelik kazanamazlar. Bu çerçevede:

Salgın hastalığa karşı otoriter davranmaktan başka çıkar yolu olmayan devletlerin bu sırada geliştirdikleri yol ve yöntemleri yarın faşist bir yapı inşa etmek için kullanacaklarını,  somut bir gerekçe ortaya koymaksızın ileri süremeyiz. Öncelikle salgınla başetmenin bu koşullarda başka yolu yoktur, her otoriterliği “faşizm geliyor” diye yorumlamak bu yüzden anlamsızdır. İkincisi kendini dizginleyecek bir muhalif gücün olmadığı yerde iktidarın baskı uygulamak için bahaneye ihtiyacı olmaz, zaten istediği zaman uygulayabilir. Ama ortada dikkate değer bir muhalefet olmadığına göre, böyle bir baskı uygulamaya kalkışması da akılsızlık olur. Bu nedenlerle, teslim alınmış bir alanda iktidarın meşru kabul ettiği hak arayışlarını “özgürlük mücadelesi” gibi sunmak yanıltıcıdır.

Eski salgınlar üzerinden tarihselcilik yapmak

Virüsün hızla yayıldığı günlerde hemen eskiden yaşanmış salgın hastalıklar hatırlatılarak, İspanyol gribi ve vebadan söz edildi. Hastalıkların ayrıntılarını içeren ve ancak tıp tarihçilerini ilgilendirecek konular sakız çiğner gibi tekrarlandı durdu. Daha çok, kitlesel ölümlerin ardından ortaya çıkan toplumsal değişiklikler üzerinde duruluyor ve bugün de benzer bir olasılığın geçerli olduğu düşüncesiyle varsayımlarda bulunuluyordu.

Dolayısıyla amaç hastalığı tanımak ya da tarih anlatmaktan çok, yaşadığımız durumun olası sonuçları hakkında kestirimlerde bulunmaktı. Bu da yine nesnel bir bakış açısıyla yapılmıyor, genellikle Batı ülkelerinde fazlaca tahribata yol açmış ve çok sözü edilen hastalıklar hatırlatılıyordu. Bu sırada eskiden sömürge olan Haiti, Hindistan gibi ülkelerdeki ve yakın zamanlarda Afrika, Asya kıtalarındaki birçok grip, sarıhumma, kolera gibi salgınlardan ya da önemli toplumsal sonuçlar doğurmuş sığır vebası gibi hastalıklardan pek bahsedilmiyordu.[18] Çünkü bugünden geçmişe bakışın belirleyicisi geçmişte yaşananlar ya da farklı dönemlerde görülen hastalıklar değil, bugünün toplumsal varoluş koşullarıydı. Nitekim konuyu geçmişten bugüne gelerek nesnel bir biçimde ele aldıklarını sananlar da, geçmişten örnek seçmeyi Avrupa merkezli bir bakış açısıyla yapıyor, İspanyol gribini konu edinirken Avrupa’nın sömürgelerinde görülen salgınlarla ilgilenmiyorlardı. Yapılması gereken bugünden geçmişe gitmek ve eğer eskiyle yeni karşılaştırılacaksa da, bunu tarih bilimi çerçevesinde yapmaktı.  Bunun yerine günümüzdeki hastalık olgusunun geçmişteki bir benzeri ele alınarak karşılaştırılıyor ve bu çerçevede tarihselciliğe düşülüyordu.

Tarihselcilik, gerçeği gerçekliğinden kopararak ve soyutlamalar aracılığıyla açıklamaya çalıştığı için, olup biteni anlamayı olanaksız kılar. Son salgınla ilgili olarak İspanyol gribine yapılan göndermeler bunun örneğidir. 1918-1920 yılları arası üç dalga halinde yaşanan grip salgınında yaklaşık 500 milyon kişinin hastalandığı ve 50 milyondan fazla kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Örneğin bugün sık sık hatırlatılmasının nedeni,  virüs salgınlarının ne kadar etkili olabileceğini, korku salarak anlatmak. Oysa gribe yolaçan virüsün doğrudan öldürücü bir etkisi yok, vücudu zayıf düşürerek başka enfeksiyonlara açık hale getirdiği için dolaylı yoldan ölüme neden oluyor. Salgının görüldüğü yıllarda dünya savaşı yaşandığından, genellikle cephedeki genç insanlar hastalanarak, kötü yaşam koşulları yüzünden ölüyorlar. Ama salgının hangi toplumsal koşullarda görüldüğü üzerinde durulmuyor ve yalnızca “salgın, virüs, ölüm” vb. sözcüklerin geçtiği analojilere dayalı yorumlar yapılıyor. Bu ise, şu an salgınla ilgili korkuyu arttırarak kendi lehine toplumsal düzenlemeler yapmayı amaçlayan siyasal iktidarların işine geliyor.

Tarihselciliğin gerçeklerden uzaklaştırıcı etkisi, virüsten korkutucu bir hayalet yaratma girişimlerini kolaylaştırıyor. Oysa virüslerin etkisi insan türünü tümüyle ortadan kaldıracak denli güçlü değil, toplumun bir kısmının bağışıklık göstermesi zaten bu durumun geçerliliğini kanıtlıyor. Kaldı ki toplumsal gelişmişlik düzeyi ve eldeki bilgiler, toplumsal yaşam sürecinde virüslerle karşılaşmanın olası biçimleri ve sonuçlarını bilmeye yeterli. Nitekim bu hastalıkla ilgili böyle bir bilgi 2012’de Almanya’da Robert Koch Enstitüsü tarafından hükümete sunulan “Halkı Koruma Risk Analizi Raporu”nda yer alıyor.[19] Hükümet, olası bir salgına karşı hazırlanıyor. Şu an için hastalığın diğer Avrupa ülkelerine göre Almanya’da daha az etkili olmasında bunun da payı olduğu düşünülebilir. Elbette bunda, geçen yıl Almanya'nın 228 milyar Euro dış ticaret fazlası vermesine karşılık diğer ülkelerin açıklar vermesinin de payı olduğu unutulmamalıdır.

Dikkatler genellikle hastalığa odaklandığı için komplo teorileri, gelecek varsayımları, doğanın bilinemezlikleri hakkında uydurulan öyküler ilgi çekiyor. Oysa Rob Wallace gibi bilim insanları yıllardır bu konuda uyarılar yapıyor ve bu tür salgınların kapitalizmin küresel işleyişiyle nasıl iç içe geçtiğini anlatıyor.[20]  Bize gerekli olan felsefî yorumlar, yanıltıcı öyküler değil; gerçeğin bilgisidir.

Virüsün ekonomiye etkileri

Birkaç ay öncesine kadar ülke ya da dünya ekonomisinin krizde olduğunu ve düzenin batacağını söyleyenler, bugün durgunluğun tavan yaptığı bir anda bu tezlerinden vazgeçmiş görünüyorlar. Çünkü devletler olaya el koydu ve yönetenler hiç de yönetemiyormuş gibi görünmüyor. Şimdilik yönetilenlerin en büyük endişesinin de eskisi gibi yönetilmemek olduğu söylenemez. Her toplumsal dalgalanmadan en çok zarar gören ezilenler, bir kez daha bu kara kadere karşı mücadele edebilecek yetenekler biriktirememiş olmanın acısını çekiyorlar. İstatistiklere bakarak konuşmayı seven-siyasî ve meslekî anlamda-ekonomistler ise kapitalizmin içinde olduğu durumla ilgili şu tür saptamalarda bulunuyorlar: Devletçiliğe geri dönüldü, küreselleşme sona erdi, salgın hastalık durgunluğu arttırdı. Salgının ekonomiye etkisi çerçevesinde tartışılan bu konulara sırasıyla değinelim.

 Devletçilik, neoliberalizm, ulus devlet:

Konjonktürde toplumsal yaşamı ekonomi değil, siyaset pratiği yönlendiriyor. Bu elbette ekonomiye ait etkenlerin konjonktürde yer almadığı anlamına gelmiyor; hükümetler, ekonominin gündelik taleplerini siyasi karara dönüştürüp uygulayarak bu gerekliliği yerine getiriyorlar. Öte yandan devlet, hükümetler, siyasi partiler, bunların kadrolarının gündelik gereksinimleri ve genel olarak kurumsal işleyişlerinin devamlılığı açısından; siyasi yapının kendisinin de tıpkı kapitalist bir işletme gibi düzenli gelire, toplumsal istikrara, sömürü kaynaklarına gereksinimi var. Bu nedenle siyasi iktidarın ekonomiye müdahaleleri kısa dönemlerde çelişir gibi görünse de, uzun dönemde ekonomik iktidarın çıkarlarıyla örtüşmek zorundadır. Bu konuda göstereceği her basiretsizlik, kendi zararına olur. Bu yalnızca siyasetten ekonomiye uzanan bir gerekliliğin sonucu değildir, aynı zamanda kapitalizmin bir devlet zırhına bürünmeden işleyemiyor oluşu nedeniyledir. Toplumsal sınıfların ortaya çıkış döneminin mirası devletle kapitalist ekonomi arasındaki bu simbiyotik ilişki, feodalizmin tarih sahnesinden çekilişi sırasında kurulmuştur.  Devletin ekonomiye müdahalesinin en az görüldüğü Anglosakson coğrafyasında bile bu işleyiş devlet tarafından korunup yönetilir.

Devletçiliğe geri dönüldüğü söylenirken, önce devletin ekonomiye düzen vermekten hiçbir zaman uzak olmadığını saptamak gerekir. Öte yandan ekonomiye müdahalelerin amacı ekonomiyle sınırlı değildir; daha çok, devletin toplumsal otoritesini tartışmasız biçimde sürdürmesiyle ilgilidir. Devlet, her somut durumda bu niteliğini göstermek zorundadır. Dolayısıyla müdahale ederken öncelik “kapitalizmin kurtarılması” değil, kapitalizmi kurtaracak olan devletin ayakta tutulmasıdır. Üretimden pay alma sırası devlet, zengin sınıf ve toplum biçimindedir. Buna siyasal iktidar karar verir, hükümetler uygular.

Buna karşılık burjuvazi, uzun vadeli çıkarlarının korunması açısından kısa vadeli çıkarlarını terk edebilir. Bu, devletin düzeni koruyup sürdürmesi için yapılır. Herhangi bir bunalımlı dönemde zengin sınıftan servet vergisi ve bağış alınması, bazı kapitalist işletmelerin devlet tarafından yönetilmesi gibi uygulamalar;  kamu otoritesinin sürekliliği ile kapitalizmin uzun vadeli çıkarlarının çakışması örnekleri olarak yorumlanmalıdır.

Neoliberalizmin sona erdiği fikri ise, bir saptamadan çok temenni olarak okunmalı. Daha önce düzene karşı mücadeleyi neoliberalizme karşı mücadeleye indirgeyen orta sınıf-aydın temsilcisi reformist kesimler hükümetlerden sürekli kamu yararına çalışmalarını talep ederlerdi, bugün de neoliberalizmin sona erdiği fikriyle benzer çağrılar yapıyorlar.[21]  Neoliberalizm, sermayenin yeniden üretim sürecinde 1970’lerde başlayan tıkanmanın, kamu yararının terk edilmesiyle giderilmesinin adıdır. Uygulamayı, başlatanlar bitirmişlerdir.

II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler yükselen sosyalizme yönelmesinler diye, ABD öncülüğünde bütün kapitalist ülkelerde kamu yararı gözeten politikalar uygulanmaya başlandı. Çeşitli yardım paketleri ve Dünya Bankası projeleriyle herkese ABD doları dağıtıldı. Bu politikalar kapitalizmin küresel ölçekte gelişerek yeni pazarlar oluşturmasına da elverişliydi. Ancak kapitalizmin her gelişme evresinde olduğu gibi bir süre sonra sermayenin yeniden üretim süreçleri tıkandığı için bunun da sonuna gelindi.  Kamusal birikimlere el konularak ve kamu hizmeti ortadan kaldırılıp kâr amaçlı hizmet satışına dönüştürülerek, tıkanıklığın önüne geçildi. Aynı yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti’nde Deng Siao Ping’in öncülüğünde başlatılan kapitalist dünyaya açılma politikalarının da, küresel kapitalizmin 70’li yıllarda girdiği dönemsel bunalımını atlatmasına büyük katkısı oldu.

Şimdi bir kez daha kapitalizmin bir başka gelişme evresinin sonuna gelinmiş görünüyor. Daha öncekiler gibi buradan çıkış da yine küresel ölçekte belirlenecek politikaların kapitalist devletlerce uygulanması yoluyla olacak. Ama kapitalist ekonominin küresel işleyişine karşılık toplumsal düzenlemelerin hâlâ ulus ve ülke ölçeğinde yapılması kafa karıştırıyor. Oysa bu, kapitalizmin başlıca çelişkilerinden biri olan üretimin toplumsal niteliğine karşı mülkiyetin özel olmasının benzeri bir durumdur. Devletlerin şu an tarihsel rolü doğrultusunda düzenleyici girişimlerde bulunmasını bir tür “içe kapanma” gibi yorumlamak ve ülke kapitalizmleri arasındaki ilişkiyi sanki merkantilist dönemdeymişiz gibi rekabetten ibaret görmek, yanıltıcıdır. Kararlar ülkeler düzeyinde alınıp uygulansa da, aynı anda ve küresel finans kurumlarının önerileri doğrultusunda hareket ediliyor. Nedeni herhalde yalnızca salgının küresel yayılma eğilimi göstermesi değil; kapitalizmin küresel niteliğidir. Devletler ulus, ülke, şirket çıkarlarını dünyaya egemen kılmak amacıyla değil; küresel sermaye dolaşımının kendi egemenlik alanlarında gerektirdiği işleri düzenlemek için çalışıyorlar. Çünkü küresel düzen bir hiyerarşi ve işbölümü temelinde işliyor. Hiç kimse genel çıkarları gözetmeksizin konumunu sürdürme ve geliştirme olanağına sahip olamıyor.

Küreselleşmenin sona erdiği fikri:

Bugüne dek kapitalizm hep ülke ve ulus ölçeğinde yönetildiği için, küresel işleyişin siyasal iktidarların iradesiyle her an geriye alınabileceği sanılıyor. Bu yüzden her çalkantıda kapitalizmin batacağı, küreselleşmenin sona ereceği söyleniyor. Oysa kapitalizm ortaya çıktığı andan itibaren sınır tanımaz bir işleyiş düzenine sahiptir. Nitekim hastalığın bu kadar kısa sürede bu denli geniş bir alana yayılmasının nedeni de budur.

Küreselleşme burjuvazinin kapitalizmi dünyaya yayma arzusunun sonucu ortaya çıkmış ve istenildiğinde ya da sıkıntılar yaşamaya başladığında buradan geri döndürülebilecek bir süreç gibi görülüyor. [22] Küreselleşme kapitalizmin bir amaç doğrultusunda, coğrafya ya da belli bir dönemle sınırlı, geçici bir özelliği değildir; üretim ilişkilerinin iradelerden bağımsız olarak, sınırsız biçimde işlemesinin yolaçtığı bir olgudur. Ücretli emek ve sermaye ilişkisinin ekonomide belirleyici hale gelmesinden bu yana kapitalizm durdurulamaz bir gelişme dinamiğiyle ülke, kıta, dünya ölçeğinde yayılıyor. Uzay madenciliğiyle ilgili projeler ve yasal düzenlemeler yapılması bunun yalnızca son örneğidir. 

Kapitalizmin çeşitli nedenlerle girdiği her bunalımlı anda küreselleşmenin bitip bitmediğinin sorgulanması, küçük ilerlemelerin birikerek büyük sıçramalara ve nitelik değişimlerine yol açtığının düşünülmesine benzer bir akıl yürütmenin sonucudur. Buna göre; ‘kapitalizm yeni enerji kaynakları bulunması, teknolojik ilerlemeler sağlanması, üretim artışları yaşanması gibi olumlu özellikleri biriktirerek, daha büyük sıçramalar yapabileceği düzeylere ulaşır ve küreselleşme de bunun sonucu ortaya çıkar’ diye düşünülüyor. Bu nedenle bunalımlı dönemlerde böyle gelişme fırsatları yakalanamayacağı varsayılarak, ulaşılan düzeylerden geriye düşüleceği söyleniliyor. Oysa kapitalizmi ileri doğru iten özneler ya da olgular değil, taşıdığı çelişkilerdir. Ve bunlar düzenin yalnızca olumlu dönemlerinde çalışmaz, belki bundan daha fazla, olumsuz dönemlerinde iş görür. Toplum için felâket olan, kapitalizm açısından bir sıçrama fırsatı olabilir. Bu yüzden bunalımlı anlar bazı kapitalistleri yok ederken, bazılarının yükselmesine ve onlarla birlikte düzenin kendini daha güçlü hale geleceği biçimde yenilemesine yol açabilir.

Kapitalizmin zor dönemleri toplumların öfkesini arttırsa da, ortada örgütlü bir siyasi mücadele olmadığı sürece bu tür tepkiler düzen açısından tehlike yaratmaz. Buna karşılık kapitalist özel mülkiyet, rekabet ve eşitsiz gelişim yasası; bir bütün olarak kapitalizmin ekonomik bunalımlar, savaşlar, salgınlar, depremler gibi olumsuzluklardan bile toparlanarak çıkmasını mümkün kılar. Böyle dönemlerde, daha önceden kullanıma sokulmamış olan üretim araçları devreye girer. Normal zamanların rehavetine kapılanlar elenirken, uzun yıllardır fırsat bekleyenler hırsla atılım yaparlar. Eldeki atıl potansiyeller hareke geçirilir.

Kapitalizmin her koşula uyum gösterebilecek kadar esnek olmasının nedeni kapitalist akılcılık ve bireysel kazanma hırsı değildir, yaşamak için ücretli emekçi olmak dışında seçeneği bulunmayan milyonlarca proleterin varlığıdır. Kapitalizm bütün kaotik, akıl dışı ve bunalımlı işleyişine rağmen her türlü kötü yaşam koşuluna katlanmaya razı proleter kitleleri sayesinde varlığını sürdürebiliyor. Köleler, hayatta kalabilmek için kölelik düzenini sürekli yeniden inşa ediyor. Siyasi mücadeleyle ortadan kaldırılmadıkça bu durum sürüyor. Yaşanılan küresel salgın sorununu da bu çerçevede anlamak gerekiyor.

Durgunluk ve salgın ilişkisi:

Virüsün küresel ekonomide durgunluğa yol açtığını kimi muhalif çevreler gibi, küresel sermaye sözcüleri de dile getirdiler. Bu doğru değildir, küresel kapitalizm zaten durgunluk içindeydi, salgın yalnızca var olanı hızlandırdı. Elbette durgunluğa karşı alınan önlemler de salgınla aynı oranda arttı.

  Gelişmiş ülkelerde faizler uzun süredir sıfıra yakın, Japonya’da eksi, dünya ticaretinde ise gerileme görülüyordu. Küresel sanayinin lokomotifi Çin’de bile bu yıl başında açıklanan 2018 büyüme oranı 6.6 olmuş ve 2017’deki 6.8’lik büyüme oranının gerisinde kalmıştı. Bunun, son 28 yılın en düşük büyümesi olduğu belirtiliyordu. Ekonomileri düşük ücretler ve sıcak para girişine dayalı Güney Kore ve Türkiye gibi ülkeler de Çin’le aynı durumdaydı. Dünya ekonomisinin 90’lı yıllardan bu yana süregelen gelişme evresinin sonuna gelinmiş görünüyordu.  Faizler daha aşağı çekilerek ve büyük inşaat yatırımları gibi piyasaya para girişini sağlayıcı projelerle, ekonomi canlandırılmaya çalışılıyordu. Hastalık, söylenenlerin tersine hükümetlerin bu yöndeki politikalarını daha pervasız uygulamalarını sağladı. Çalkantılarda her zaman küçükler batar, büyükler güçlenir. Nitekim şirketlere para aktarılırken, piyasadaki nakit akışı sürsün ve zincirleme iflas yaşanmasın isteniyor. Bu nakit akışından en çok büyük işletmeler yararlanıyor. Öte yandan şirket kârlarının düşmesi, ücretler aşağı çekilmeden dengelenemezdi; bugün işten çıkartmalar ve düşük ücret uygulamaları neredeyse sınırsız biçimde yürürlüğe sokulmuş durumda.

Aşağı yukarı tüm kapitalist hükümetler son 30 yıldır IMF başta olmak üzere küresel finansın öncülerinden aldıkları eğitimler sayesinde, bu tür ekonomik çalkantılarla nasıl başa çıkabileceklerini biliyorlar. Böyle dönemlerde ne yapacağını bilemeyen, ezilenler. Virüs salgını,  toplumun fazla talepkâr olamadığı bir anda hükümetlerin diledikleri önlemleri alarak durgunluğun aşılmasını sağlamaları için ortaya çıkmış önemli bir fırsattır. Kapitalizmin elinde bu tür sorunları çözmesine yeterli araç-gereci var. Bu çerçevede iki tür politika izleniyor; birincisi parasal araçları kullanarak işletmelere kepçeyle, çalışanlara kaşıkla para dağıtılmasıdır. İkincisi vergilerin azaltılması ya da ertelenmesidir. İstisnasız bütün ülkelerde sermaye sahiplerine kaynak tahsis ediliyor. Hükümetler toplumda güvensizlik oluşmaması için temel hizmet veren kimi işletmelerin kamulaştırabileceğini duyuruyorlar. Bunu kapitalizmin zayıflayarak geri adım atması gibi görmemek gerekiyor; sonuçta kamu ve özel sektör birbirlerinin alternatifi ya da birbirlerini dışlayan sermaye biçimleri değil, duruma göre sermaye akışına daha uygun olan sektör ve bunun gerektirdiği ekonomi politikaları öne çıkıyor. Bu süreçte kapitalizm değil, çalkantıya dayanacak sermaye birikimi olmayan işletmeler ve bu dönemin maliyetini kaldıramayan sektörler batacaktır.

Süreç sona erip dönem kapandığında, hemen tüm ülkelerde tekelleşmenin arttığına ve birçok küçük işletmenin iflas ettiğine tanık olacağız. Salgın hastalık bahanesiyle büyük sermaye çevreleri ve onların temsilini üstlenen siyasal iktidarların, toplumun alt kesimlerinin örgütsüzlüğünden yararlanarak büyük bir saldırı dalgası başlattıkları düşünülebilir. 80’lerde özelleştirme adı altında tüm ülkelerdeki kamu kaynaklarının büyük sermaye çevrelerine aktarılmasına benzer bir durum, bugün küçük sermayenin erimesiyle tekrarlanacaktır. Batanların bazıları bir süre sonra geri dönse bile, bıraktıkları yerden başlayamayacaklar. Bu süreçte yitirdikleri her ne varsa elbette buhar olmayacak, büyük sermayenin hanesine geçecek.

Gelişmiş ülkeler zor durumdaki şirketlere büyük kaynaklar ayırıyor. Bu sırada kapatılan işyerlerinin çalışanlarına ücretleri önemli ölçüde ödeniyor. İngiltere, Almanya, ABD gibi ülkelerdeki bu tür uygulamaları çoğunlukla “sosyal devlet” politikası gibi yorumlayanlar çıkıyor. Bu yanıltıcı bir değerlendirmedir, emperyalizm döneminde gelişmiş ülkeler birçok sektörde tekel konumundaki şirketler aracılığıyla ve finans üzerindeki kontrolleri sayesinde aşırı kârlar elde ediyor ve bunların bir bölümünü kendi ülkelerinde zaten sürekli dağıtıyorlar. Şimdi olası toplumsal patlamalara karşı önlem olarak biraz daha fazla dağıtmalarının çalışanlar açısından “sosyal”, iktidarlar açısından emperyalist anlamı olduğu unutulmamalı. Eğer Almanya birilerine para dağıtarak sosyal devlet olacaksa, işe sömürdüğü toplumların yoksullarından başlamalıdır.

IMF ve Dünya Bankası raporlarında, bu çalkantının yaklaşık bir yıl süreceği ve bu yıl dünyada genel olarak ekonominin gerileyeceği öngörülüyor. IMF 2020 yılında Türkiye’de ekonominin yüzde 5 küçüleceğini ve işsizlik oranının yüzde 17.2’ye yükseleceğini belirtiyor. Buna göre ABD ekonomisi yüzde 5.9, Avrupa yüzde 7. 5 küçülecek. Çin ise bu yıl yüzde 1.2 büyüyecek. Ekonomilerin ancak önümüzdeki yıldan itibaren büyümeye geçeceği belirtiliyor.

Elbette bütün bunlar yaşanırken emperyalizm eli kolu bağlı beklemiyor, ABD II. Dünya Savaşı sonrasında dünya hegemonyası kurarken izlediğine benzer bir yolla, tekrar dünyaya dolar dağıtarak, başlıca rakibi olan Çin karşısındaki konumunu güçlendirmek istiyor. FED (ABD Merkez Bankası) -IMF işbirliği ve Dünya Bankası desteğiyle, ekonomileri durma noktasına gelen az gelişmiş ülkelerin nakit gereksinimini karşılayacağını duyuruyor. ABD bunu ilk yaptığında karşısında sosyalist bir ülke olan ve yoksul halklara devrim yapmaktan başka önerisi bulunmayan SSCB vardı, bugün ise ekonomik bakımdan ABD ile birçok alanda boy ölçüşebilecek durumda ve devlet kapitalizminin yürürlükte olduğu Çin var. Bu koşullarda ABD tarihteki bir olayı tekrarlamaya çalışıyor…

Sonuç: “Hapşırırken yüzünüzü kolunuzla kapatın”!

Hastalıklara yol açan diğer virüsler gibi bu da varlığını ancak canlı hücrelere bağlanarak ve kendini bu yolla çoğaltarak sürdürebiliyor. Dolayısıyla bir kez toplumda görüldükten sonra ancak insandan insana bulaşarak yayılabiliyor. Virüslerin bilinen özelliği, hastalığa yolaçtığı kişiyi öldürmesi durumunda yayılmasının durmasıdır. Bu yüzden ebola gibi öldürücü etkisi yüksek virüsler,  grip gibi doğrudan böyle bir etkisi bulunmayanlara göre çok yavaş yayılıyorlar. Bu virüsün en önemli özelliği çok hızlı yayılması. Ne kadar çok yayılırsa, o kadar geniş bir nüfus bağışıklık kazanacak. Eğer virüs bu sırada daha zararlı özellikler geliştirerek mutasyon geçirirse, önemli bir sağlık sorunu olarak yaşamımızın bir parçası haline gelecek. Ya da etkisi zayıflayarak kaybolup gidecek. Şu an öldürücü etkisini daha çok yaşlılık ve kronik hastalık gibi nedenlerle bağışıklığı düşük olanların bedenlerini zayıflatıp başka hastalıklara açık hale getirerek gösteriyor.

Virüse karşı herhangi bir tedavi yöntemi ya da aşı geliştirilirse, virüs de bu engeli aşmak üzere mutasyon geliştiriyor. Bu virüs için henüz böyle bir mutasyon sözkonusu değil, ancak uzmanların saptayabileceği küçük değişimler gösteriyor. Cambridge Üniversitesi’nin bu yönde yaptığı bir araştırmaya göre şu an dünyada üç tip yeni corona virüsü olduğu belirtiliyor.[23]  İlk örnek geçtiğimiz Eylül Ayında Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkıyor. Ama Çin’de A tipi olarak adlandırılan bu örnek yayılmıyor, bunun değişik bir biçimi olan B tipi yayılıyor. A tipi ise,  şu an en yaygın biçimde ABD ve Avustralya’da görülüyor. B tipi genel olarak Doğu Asya’da,  onun biraz daha değişmişi olan C tipi ise Avrupa’da görülüyor.

Virüsle ilgili yürütülen çalışmalar henüz yolun başında olunduğunu gösteriyor. Harvard Üniversitesinden yapılan bir açıklamaya göre şu an uygulanan fiziksel mesafe ve karantina önlemlerinin en azından önümüzdeki yılın başına kadar sürdürülmesi gerekebileceğinden bahsediliyor.[24] Bu süre boyunca bağışıklık kazananların tekrar hastalanıp hastalanmayacağı, virüsün olası bir mutasyonuna karşı ne yapılacağı henüz belli değil. Bu yüzden sorunun 2025 yılına kadar sürebileceği hatırlatılıyor.

Devletlerin virüse karşı aldığı önlemler bazı farklılıklar gösterse de, temelde izledikleri politika virüsün kontrollü biçimde yayılarak toplumun bağışıklık kazanmasını sağlamak ve salgın sonrasına,  dünya düzeni içindeki konumlarını koruyarak katılmak. Genel olarak devlet politikalarının bu doğrultuda yürütüldüğü söylenebilir. Bu anlamda, siyasal iktidarların politikalarının olmadığını söylemek gerçeği ifade etmiyor. Yönetenler öncelikle kendilerini korumaya dayalı bir politika izliyorlar. İlk günden başlayarak telekonferans toplantıları yapmaları ve fiziksel mesafe gözetmeleri bunu yeterince anlatıyor. (Bunun bir istisnası olarak “sürü bağışıklığını” ampirist İngiliz düşünüş tarzına uygun biçimde kendisi denemeye kalkışan Boris Johnson, herkesle el sıkışmayı sürdürürken hastalandı ve genellikle üst tabaka hastalarda görüldüğü gibi çabuk iyileştirildi.)  İkincisi, bir yılı geçkin bir sürede ancak hazırlanabileceği söylenen ilaç ve aşı gibi çareler bulunana kadar zaman kazanmaya çalışıyorlar. Üçüncüsü, hastalık hızla yayılıp hastanelere yığılma olmasın diye karantina ve sokağa çıkma yasakları uyguluyorlar. Ayrıca bulunacak tedavi yolları sonrasında virüsün mutasyonunun nasıl ilerleyeceği de bilinmiyor. Bütün bunlar bir araya geldiğinde, devletler öncelikle yönetici eliti ve yanı sıra kurulu düzenin temel direklerini korumakta titizlik gösteriyor. Toplum sağlığıyla ilgili önlemler, bu belirleyenler etrafında biçimleniyor. Her ülke önceki dönemlerden miras aldığı koşullar çerçevesinde, böyle bir yol izliyor.

Dünyada salgına karşı mücadelede üç farklı yolun olduğunu söyleyebiliriz: İlki Çin’dekidir; salgının saptanması sonrası Wuhan’da katı bir sokağa çıkma yasağı uygulandı, işyerleri kapatıldı ve ülke genelinde çeşitli kısıtlamalar getirildi. Bu Çin’in yalnızca 2003 SARS deneyimiyle değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi özellikleriyle de bağlantılı bir uygulama olarak düşünülmeli ve bu nedenle Çin dışında tekrarlanamadığı gözönünde tutulmalı. Çin ekonomisi, önemli bir sanayi bölgesiyle birlikte 12 milyon nüfuslu Wuhan kentini tümüyle kapatmanın yükünü kaldırabilecek büyüklüktedir. Ayrıca toplum, kültürel ve siyasi bakımlardan bunu uygulamaya hazır sayılır. İkinci uygulama türü Çin’le birlikte 2003 SARS salgınından deneyim kazanmış olan Singapur, Hong Kong, Güney Kore, Tayvan, Japonya gibi Doğu Asya ülkelerinde görülendir. Deneyimin, hızlı harekete geçmelerine yardımı olduğu söylenebilir.  Batılı ülkeler de, bundan sonraki olası salgınlara karşı benzer bir deneyim kazanmış olmalıdır. Çin kendine özgü uygulamaları nedeniyle dışarıda tutulacak olursa, bu gruptaki ülkeler riskli kimseleri hemen karantinaya alarak ve yaygın taramayla hastaları saptayıp toplumdan yalıtarak, şu ana kadar başarılı sayılabilecek bir yol izlemişlerdir. Ayrıca, benzer bir çalışmanın yapıldığı Almanya da bu gruba katılabilir, o da Batı’daki en başarılı ülke konumundadır. Eldeki veriler, tıpkı SARS deneyimi yaşamış Asya ülkeleri gibi Almanya’nın da sürece hazırlıklı girdiğini gösteriyor.  Bu gruptaki ülkelerin ortak yanı, yüksek milli gelire sahip olmaları ve sağlık harcamalarına kaynak ayırma sıkıntısı çekmemeleridir. Üçüncü tür uygulama ise geri kalan ülkelerde yapılandır. Genellikle eldeki olanaklar çerçevesinde mücadele ediliyor ve toplumla fazla bilgi paylaşılmıyor.

Tüm devletler gibi Türkiye’de de yönetenlerin elinde hastalığa karşı nasıl bir yol izleyecekleri konusunda bir şema var. Ancak salgın öncesi 5 milyona doğru ilerleyen işsiz sayısının çığ gibi büyüyerek şu an 10 milyona dayanması[25] ve buna bağlı sorunlarla, yine hastalıktan önce “S 400” tartışmalarının sembolünü oluşturduğu uluslararası sorunların; bu şemaya uymaya ne kadar izin vereceği belirsiz görünüyor. Eğer salgın sözkonusu olmasaydı, bugünlerde S 400’lerin aktif hale getirilmesinden kaynaklı tartışmalara tanıklık ediyor olabilirdik. Bu sorun, turizm gelirlerinin sıfırlandığı ve ihracat gelirlerinin düştüğü gözönünde tutulursa, kredi aramaya çıkıldığında gündeme gelecektir. Sonuçta para piyasalarında söz sahibi ülke, ABD emperyalizmidir.

İktidarın salgınla ilgili planlarını bu durumun kısa sürede sona ermesine,  süreci en az ekonomik kayıpla atlatmaya,  sonrasında bölgede hızla Çin ve Avrupa’dan boşalabilecek sektörlere girilmesine göre yaptığını söyleyebiliriz. Bunun temelinde, küresel ekonomideki konumun korunması yatıyor. Dolayısıyla birçok çevrenin söylediği gibi “para basıp dağıtmak” o kadar kolay görünmüyor, bunun TL’ye olan güveni yok ederek dövize yönelmeye neden olması ve ona ilişkin başka düzenlemeler yapmak zorunda kalınması vs. zaten kırılgan durumdaki ekonomik dengeleri iyice bozacaktır. Bu yüzden devlet harcamalarında tasarruflu davranılıyor, ücretli izin ve yurttaşlara gelir desteği gibi uygulamalara çok az yer veriliyor. Örneğin hastalığın en yoğun görüldüğü yer olan İstanbul’da, ekonominin zarar göreceği endişesiyle sokağa çıkma yasağı ancak hafta sonları uygulanabiliyor. Önce 20 yaş altındakilerin sokağa çıkması yasaklanıyor, ardından çalışanlar bunun dışında tutuluyor. Çünkü iktidar onların ücretlerini karşılamak istemiyor ve bu kesimin ölüm riski yaşlılara göre daha düşük olduğu için çalışmalarına izin veriyor. Ve belki bu nedenle, başka ülkelere göre Türkiye’de ölenler arasında gençlerin oranı daha yüksek çıkıyor.

Ücretli izin, maske ve dezenfekten dağıtımı, yoksul kesimlerin desteklenmesi, yaygın tarama yapılması gibi sağlık önlemleri yerine getirilmeyince, geriye belki bu dönemin sloganı olarak hatırlanacak olan “hapşırırken yüzünüzü kolunuzla kapatın” kalacaktır. Elbette kapitalizm ve siyasal iktidarlar bir hastalıkla yıkılacak kadar zayıf değildir. Ancak toplumun önemli bir kesiminin gelirden yoksun halde uzun zaman evde oturacağını kimse beklememelidir. Para cezası bir yere kadar uygulanabilir. Ardından geleneksel idarî yöntemlere geçilmesi ve bunun da hem iktidar katında, hem de yönetenlerle yönetilenler arasında başka sorunlara yol açması beklenebilir. Elbette bütün bunların bedelini en ağır biçimde ödeyecekler, yaşamak için çalışmak zorunda olanlardır. İşsizlik, yokluk ve baskı kimseyi umutsuzluğa düşürmemeli. Şu an bizim açımızdan en büyük düşman, dayanışma duygusunu kaybederek bencilce davranmaktır. Ezilenler her zaman ekmeğini, derdini, umudunu ve mücadelesini paylaşmak zorundadır. Bu dar boğazdan mutlaka çıkacağız; ama dilenerek değil, direnerek!





[1] Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri, Karl Marks, Sol Yayınları
[2] “Pratik” derken, her zaman toplumsal pratiği kastediyoruz. Bu kavramı Mao’nun 1937’de “Pratik Üzerine” ve 1963’de “Doğru Fikirler Nereden Gelir” makalelerinde ifade ettiği doğrultuda ve ayrıca Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm’de (Sol Yayınları, s. 183) fikirlerin doğruluğunun ölçütü olarak dile getirdiği gibi “sınıf mücadelesi, bilimsel deney ve sanayi üretimi” anlamında kullanıyoruz. Bunu, çoğu zaman aynı sözcüklerle anılan “toplumsal pratik” ve “belli bir öznenin somut eylemi” ifadelerindeki “pratik” ve “eylem” sözcüklerinin birbirleri yerine kullanılmasının yolaçtığı karışıklığa düşmemek için yapıyoruz.   Ve bu yazıda “toplum” derken, genellikle kapitalist toplumu ve yerine göre onu temsilen hareket eden siyasal iktidarı kastediyoruz.
[3] “Koronavirüs Nereden Geldi ve Bizi Nereye Sürükleyecek?”, https://www.polenekoloji.org/tag/salgin/
[4] Bu yazıda geçen Badiou ile ilgili göndermeler “Salgın Durumu Üzerine” makalesine yapılıyor. https://www.teorivepolitika.net/index.php/component/k2/item/696-salgin-durumu-uzerine
[5] https://medyascope.tv/2020/04/05/slavoj-zizek-devrimlerin-sembolik-bir-kirilis-ani-vardir-koronavirus-salgini-nedeniyle-boyle-bir-siyasal-andayiz/
[6] Bir bakteri veya virüsün farklı alt türlerinin, aralarında genetik farklılıklar bulunan grupları (TDK sözlük)
[7] Badiou: “Bir salgın, doğal ve toplumsal belirlenimler arasında her zaman bir bağlantı noktası olması gerçeği nedeniyle karmaşıktır. Kapsamlı analizi çaprazlamadır; kişi iki belirlemenin kesiştiği noktaları kavramalı ve sonuçları buna göre çıkarmalıdır.” Age
[8] https://sendika63.org/2020/03/zizek-koronavirusu-kapitalizme-kill-bill-vari-bir-darbedir-komunizmin-yeniden-icat-edilmesine-yol-acabilir-579917/
[9] https://www.nytimes.com/2020/03/16/world/europe/coronavirus-france-macron-travel-ban.html
[10] https://tr.linkedin.com/company/dongfeng-renault-automotive-co-
[11] https://yasammaliyeti.com/wuhanda-fiyatlar-ve-maaslar/
[12] http://bilimveaydinlanma.org/bilim-kuruluna-acik-mektup-derhal-istifa-etmelisiniz/
[13] Alman İdeolojisi, Karl Marx, Friedrich Engels, Evrensel Basımevi, s. 28
[14] https://tr.euronews.com/2020/03/16/trump-covid-19-as-s-n-gelistirmeye-cal-san-alman-bilim-insanlar-na-para-teklif-etti-mi
[15] Bu konuda bilgi edinmek için şu röportaja bakılabilir: https://www.evrensel.net/haber/400472/prof-dr-melek-goregenli-salgindan-once-de-esit-degildik-salginda-da-esit-degiliz
[16] Korona Yayılırken Devrimci ve Reformist Siyaset, Köz, 20 Mart 2020
[17] Feriedrcich Engels, Anti-Dühring, Sol yayınları, s. 193
[18] Bu konularda ve salgınla ilgili bilgi edinmek için şuraya bakılabilir: http://genclikkomiteleri.org/2020/04/sosyal-bir-hastalik-cindeki-mikrobiyolojik-sinif-savasi-ceviri-chuang/
[19] https://t24.com.tr/haber/merkel-e-8-yil-once-sunulan-rapordan-sars-koronavirus-mutasyona-ugrayacak-asya-da-bir-hayvan-pazarinda-cikacak-tum-dunyayi-saracak-uc-yil-surecek,868566
[20] https://www.polenekoloji.org/tag/salgin/
[21] https://sosyalbilimcilerincagrisi.com/
[22] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51955474
[25] Bu konuda Mustafa Sönmez’in işsiz sayısı ve kapatılan işyerleriyle ilgili hesaplamalar içeren şu yazısına bakılabilir: https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2020/04/turkey-coronavirus-crisis-threatens-to-double-unemployment.html


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi