“THE NEW
NORMAL”: GERİDE KALMIŞ BİR GELECEĞİN ÖNCESİNDE
Giriş
Küresel kapitalizmin efendileri hâlâ sığınaklarında yaşamayı sürdürürken, yönetimleri altındaki toplumları sürekli siperlerinden çıkmaya zorluyorlar. Genellikle nasıl yönetildiklerini bilmeyen kitleler, tedirginlikle serbest kalma arası çelişik duygular içinde sokakları dolduruyor. Maske ve mesafeyle tanımlanan bu durumun uluslararası adı, “the new normal” (yeni normal). Tabi pandemi sürecini mahkûm, göçmen, yoksul ve çalışarak geçirenler açısından normalin eskisiyle yenisinin bir farkı yok. ”Yeni” olan, gidişata göre uygulamalara yön verilmesinden ibaret. Yönü belirleyen ise hastalıkla mücadele değil, ekonomik çıkarların korunması. Örneğin ülkeye döviz girişi hayatî önem taşıyorken turizm tesislerinde çok dikkatli davranılıyor ama hastalananların olduğu fabrika ve şantiyelerde, karantina bahanesiyle işçiler dışarı çıkartılmıyor![1]
Hastalığa karşı henüz etkili bir çare bulunamadığı halde “yeni normale” geçilmesi, artık devletlerin sorunu nasıl yöneteceklerini öğrendikleri anlamına geliyor. Sürecin başında “pandemi” kararı almak için uzun uzadıya hesaplar yapan Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) “ikinci dalga” için kolayca sonbahar tarihini vermesini de,[2] bu yönde alınmış bir karar olarak görmek gerekiyor. Nice hastalık, savaş, afet, bunalım görüp geçirmiş kapitalizm; bu sorundan da sıyrılmaya hazırlanıyor.
Burjuvazinin her
rahatlayışının bize işsizlik, yoksulluk, savaş, cehalet, hastalık ve
proleterleşme çukuruna itilenlerin sayısında artış olarak döndüğünü biliyoruz.
Şimdilik bu kadere karşı gösterilen tepkiler, yönetenler için tehdit
oluşturmuyor. Yönetilenlerin bir an önce kurtulmaları gereken virüs,
“öğrenilmiş çaresizlik”. Bir yandan ezilenlerin tarihteki başarıları sürekli
yapısöküme (Derrida’nın kullandığı anlamda değil) uğratılarak unutturulurken,
diğer yandan dikkatlerimiz günün gerçeklerinden uzaklaştırılarak içi boş
gelecek tasarımları arasına fırlatılıyor. ‘Bugünlerin de nasıl olsa biteceği
bir geleceğe doğru ilerliyoruz, bugünü yönetenler yarını çoktan planladı’
misali hikâyeler eşliğinde; yaşadığımız sıkıntılarla ilgili hissiyatımıza
egemen ideoloji eliyle sürekli çekidüzen veriliyor. Kendi gücümüzden habersiz,
çaresizce ezenlerden icazet bekliyoruz.
“Gelecek” bir olgu
değil, yalnızca soyut bir zaman ifadesi ve geçmişten kalan hatıralarla, henüz
yaşanmamış bir zaman hakkında oluşturulmuş zihinsel tasarımlardan ibaret.
İçerikleri, her birimizin somut yaşam koşullarına göre miktarı
ayarlanabilen korku, kaygı, umut, sevinç, karamsarlık duygularından
oluşuyor. Ne bize doğru gelen bir gelecek var, ne de biz ona doğru
gidiyoruz. Ama hayatın bilinenden bilinmeyene doğru kaotik ilerleyişi, sanki
bizi bekleyen bir gelecek varmış ve ona yaklaşıyormuşuz hissine yol açıyor.
Oysa gelecekle ilgili tüm tasvirler, bugünün bilinen gerçeklerine benzetilerek
üretilmiş kurgulardan ibaret. Bugünün koşullarında köklü bir değişim olmazsa,
gelecekte de olmayacak; bunun belirtilerini şimdiden görüyoruz. Örneğin
pandeminin ilk günlerinde bazı teknolojik yeniliklere ilişkin bilgilerle
virüsün bulaşıcı özelliklerinin bilgisi harmanlanıyor ve “hiçbir şey eskisi
gibi olmayacak” söylemi altında bambaşka bir gelecek tablosu çiziliyordu; oysa
“yeni normale” geçildiğinden bu yana yaşananların eskisinden farkı olmadığı
farkedildikçe, bu gelecekçi hayallerin yerini hayal kırıklığı ve
karamsarlık alıyor.
Elbette her şey sürekli
değiştiği için eskisine benzemiyor. Ancak toplumlar karşılaştıkları olgulara
cepheden tepki gösterir gibi değişmiyor; bu daha çok, her yöne doğru dalgalar
halinde yayılıp açılan, bazen çekilerek kendi içine kıvrılan ve farklı
etmenlerin katmanlar oluşturduğu bir yeniden üretim süreci biçiminde
gerçekleşiyor. Bu sırada karşılaşılan önemli olguların somut etkileri, toplumun
sürmekte olan değişim dinamiklerine eklemleniyor. Dolayısıyla her somut
karşılaşmayı ve bunun olası sonuçlarını anlayabilmek için ayrı ayrı ele alıp
incelemek gerekiyor. Tarih ve toplumla ilgili soyut anlatımlardan yola çıkarak
somut olayları açıklıyormuş gibi yapmak, hiçbir değeri olmayan idealist bir
akıl yürütmeden başka bir şey değildir. İster geçmişte kalmış olayları ya da
isterse henüz gerçekleşmemiş olan geleceği düşünelim, fikirlerimiz şu an içinde
olduğumuz ve kesintisiz bir değişim halindeki koşullarca belirleniyor.
Düşünenin yalnızca geçerli fikirler ortaya koymak ya da kendi “özbilincine”
ulaşmak için değil, asıl olarak somut koşullarda işgal ettiği konumu görmek ve
değiştirmek için bugünü temel alması gerekiyor.
“Pandemi sonrası”
adı altında ortaya atılan fikirler, yönetilenleri düzenin yeniden üretilmesi
için seferber etmeye yarayan birer ideolojidir. Bu nitelikteki gelecekçi
düşüncelere genel bir yanıt olması amacıyla “zaman, ideolojik müdahale,
toplumsal değişim” gibi kavramlar ve dünyayı anlamamızı sağlayan en yetkin
düşünce olma özelliğini koruyan Marksizm çerçevesindeki bazı konular üzerinde
duruyoruz. Çünkü bir konuyu anlamak için, bir bilgi çerçevesinde düşünmek
gerekir. Bizim bilgi çerçevemizi, bilim/felsefe/politika üzerinde yükselen
Marksizm oluşturuyor. Bu nedenle aynı konuya ilişkin benzer yazılardaki gibi
doğrudan olaylarla ilgilenmiyoruz, olayları düşünürken kullanılan kavramsal
bilgilere yöneliyoruz.
Zaman, fizik ve
felsefenin ortak ve anlaşılması en zor konuları arasındadır. Bu
nedenle gelecek ya da geçmiş ele alınırken, genellikle gerçek ve gerçek dışı
birbirine karıştırılır. Yaygın bir kanı olarak, zamanın kesintisiz bir akış
içinde ve değişim/ilerleme potansiyelini kendiliğinden taşıdığı düşünülür.
Devamında, bunu bilen öznenin eğer yeterince isterse gelişmeleri yönlendirerek
ilerlemeyi sağlayabileceği ve geleceği bugünden kurabileceği ya da geçmişin
mirasını canlandırarak sürdürebileceği misali yanlış sonuçlara varılır. Yazıda
kısaca bunlar üzerinde duruyoruz. Anlaşılmayan şey değiştirilemez, ancak
hayatın kendiliğinden akışı içinde sürüklenilir. Biz bu hayatı
değiştirmek istiyoruz.
***
İçindekiler
Giriş
Zaman ve zamanı hesaplama yetisi
1- Neden bir zaman anlayışına ihtiyaç duyarız?
2- Gerçek Zaman
3-Soyut zaman kavramları ve sürenin idealist ele alınışının sonuçları
4- Konjonktür
5- Gelecek
Değişen bir yaşamı kendimiz de değişirken değiştirmeye çalışıyoruz
1-Marks ve Engels farklı şeyler mi söylüyor?
2- Gerçek yaşamın yeniden üretiminde özne, ideoloji ve sınıfların yeri
3- Üretici güçler neden belirleyicidir?
4- Üretici güçleri toplumun dışına almanın anlamı ve kısa bir Cohen eleştirisi
5- Doğa, toplum ve çevre ilişkisi
Bugünün toplumsal yaşam gerçeğinin yeniden üretimi
1- Merkezsiz ve öznesiz bir süreç olarak kapitalizmin küresel işleyiş düzeni
2- Yapısal krizin özne, DSÖ ve IMF’nin ideolojik aygıt rolü oynaması
Sonuç: Normal nedir ve nasıl belirlenir?
***
Zaman ve zamanı
hesaplama yetisi
Zaman, maddenin
hareketinin diğer adıdır. Biri yaşanan andan oluşan “gerçek zaman”, diğeri
zamanla ilgili kavram setinden oluşan “soyut zaman” olmak üzere, iki ayrı zaman
anlayışı vardır ve her ikisini de kullanırız.
Bu farkın yalnızca
kavramsal olanla gerçeklik arasındaki epistemoloji-ontoloji ayrımından
kaynaklandığı düşünülmemeli, ontolojik düzeyde yer alan iki ayrı nesnenin
kendilerine ait zamanları arasındaki bir fark olduğu da hesaba katılmalıdır.
Çünkü bir materyalist için varlık=maddedir ve düşünce de maddedir. Ancak
geleneksel materyalist anlayış çerçevesinde “düşünce maddeyi yansıtır”
önermesinden-ki geçerlidir-yanlış bir sonuca varılarak, yaygın bir biçimde
düşünce sanki tam anlamıyla maddî bir varlık değilmiş, madde karşısında ikincil
önemdeymiş gibi düşünülür. Genellikle somut bir durumdaki belli bir düşünce ile
düşünülen şey arası ilişkinin, düşüncenin içeriğinden bağımsız olarak iki
farklı nesne arası ilişki olduğu hesaba katılmaz ve konu salt epistemoloji
düzeyinde ele alınır. Oysa düşünülen her şeyin kendine ait gerçek zamanı,
dolayısıyla hızı ve bir süresi (ömrü) olması gibi; düşüncenin de kendine ait
gerçek zamanı vardır. Bu çerçevede düşünce süreçleriyle maddî süreçler
arasındaki fark egemen düşünüş tarzı çerçevesinde “bilinçli nesne” kabul edilen
insanlarla “bilinçsiz nesne” olarak görülen dünyanın geri kalanı arası bilinç
farkı ilişkisi gibi değil, materyalist açıdan eşit nitelikte ve kendi işleyiş
düzenleri olan iki ayrı nesne arası ilişki gibi düşünülmelidir.
Beyin, zihnin yapısı ve
düşünce üzerine birçok bilimsel çalışma yapılmış olmasına rağmen, bu konuların
hâlâ birkaç yüzyıl önceden kalma felsefî düşünceler çerçevesinde ele alınıyor
olması nedeniyle ve zamanla ilgili olduğu için, bu açıklamayı yapmak
zorunda kaldık. Şimdi asıl konumuz olan zamana geri dönebiliriz. Ancak önce,
zamanı hangi konumda düşünme gereği duyduğumuzu hatırlayalım:
Değişen bir dünyayı,
kendimiz de değişirken değiştirmeye çalışıyoruz. Öyleyse değiştirme eylemimiz;
1) değişen koşulların hareket yasalarına uygun olmalı, 2) bu koşullardaki kendi
değişimimizin hareket yasalarına uygun olmalı, 3) değiştirmek gerçek bir eylem
olduğuna göre gerçek zamanlı olarak-hemen ve şimdi-yapılmalı, 4) dolayısıyla
düşünme ve dünyayı değiştirme pratikleri birbirini dışlar biçimde, örneğin
“önce tasarlayıp sonra eyleme geçmek” ya da tersi gibi ele alınmamalı; henüz
tasarım aşamasındayken bile bugüne kadarki tasarımları değiştirebilmelidir. Bir
zaman anlayışına sahip olmak, bütün bu değişimleri kavramak ve farklı
hareketleri birbirleriyle uyumlu kılmak için gereklidir. Yoksa soyut ve gerçek
zamanı karıştırarak yanlış konumlara savrulabilir ya da zamanın göreliliğini
maddî hareketin nesnel farklılıkları olarak değil, öznel seçimler gibi ele
alabiliriz.
1- Neden bir zaman
anlayışına ihtiyaç duyarız?
Bir ağacın büyümesi,
sokağın bir ucundan diğerine yürümek, emperyalizm dönemi ya da güneş sisteminin
ortaya çıkışı gibi farklı hareketlerin başlayıp bitiş anları ve her hareketin
kendine ait zamanı, değişik nesnelerin aynı mesafeyi farklı sürelerde aldıkları
kendilerine ait hızları vardır. Her şeyin kendine özgü hareketlerle kesintisiz
olarak değiştiği bir evrende bir nesnenin varlığının sürmesi de yine nesnenin
değişimiyle ilintilidir. Ancak nesneler yalnızca kendilerinin değiştiği ve geri
kalanların hareketsiz beklediği bir evrende değillerdir, varlıklarını her ne
kadar taşıdıkları çelişkilerin kararlı birliğine borçlu olsalar da, bunu ancak
karşılaştıkları nesnelerin etkilerine karşı koyarak koruyabilirler. Bunu
gösteremediklerinde, yine farklı etkenlerin çelişkili birliğinden oluşmuş bir
denge olan içyapılarını koruyamaz ve dağılarak yok olur giderler. Kısacası
nesneler kendi kendilerinin değil, varoluş koşullarının ürünüdür. Mutlak gerçek
olarak değişmez bir varlık biçimine sahip olmaları, anlık bir görüntüden
ibarettir. Birçoğu algı dışı ya da ihmal edilebilecek kadar küçük değişimler
gösterirler. Gaz molekülleri yayarak koku salar, titreşimlerle ısı, ışık, ses
dalgaları yayar, çevreleriyle fiziksel/biyolojik/kimyasal bakımdan sürekli
etkileşimde kalarak değişirler. Bu süreçlerde bir nesneyi tanımak için yeterli
temel özellikleri varolduğu için, göreli bir gerçeklik olarak biz o nesnenin
değişmediğini, aynı kaldığını söyleriz.
Her şeyin sürekli
değiştiği bir evrende bir nesnenin varlığını sürdürebilmesi için ya yeterince
sağlam bir direnç göstermesi, ya da kendini sürekli yok olabileceği konumların
dışına atacak bir hareketlilik içinde olması, dolayısıyla nesnelerin karmaşık
dağılımı içinde kendine sürekli yer açmaya çalışması gerekir. Cansız varlıklar
bunu fiziksel ve kimyasal işleyiş süreçlerinde durmadan temel yapıtaşlarına
kadar ayrışıp dağılarak ve farklı biçimlerde tekrar bir araya gelip yeni
yapılar oluşturarak, sonsuz bir süreç halinde gösterirler. Bu varoluş
süreçlerinden bazıları, canlı varlıkların ortaya çıkışıyla sonuçlanır.
Canlıların ortaya çıkış koşulları, aynı zamanda varoluşlarını sürdürmelerinin
de koşullarıdır. Bu yüzden bize sürekli yok olup benzer koşullarda tekrar
ortaya çıkıyor gibi değil, hep aynı yaşam koşulları içinde evrimsel bir değişim
geçiriyor gibi görünürler. Bu evrimci bir bakış açısıdır ve canlıların
yaşamlarının sürmesini, hayatta kalma içgüdüleri benzeri tözsel nedenlere
dayandırmaya gerekçe sunar. Oysa canlıların da varlıklarını sürdürmesi cansız
varlıklar gibi, somut varoluş koşullarını belirleyen nesnel
hareketlere ne kadar uyum gösterebildiklerine bağlıdır. Örneğin güçlerini aşan
ve sahip oldukları yapısal özelliklerle karşı koyamayacakları büyüklükteki bir
hareketin etkisinden korunmak için, karşı etkiye sahip başka bir harekete
yaslanmak gibi. Varlıklarını sürdürebilmek için, kendilerini kuşatan aşındırıcı
ve yok edici etkilerin her birinin başlayıp bitme anları ve bunlarla etkileşime
girme süreleriyle ilgili olarak, davranış değişikliği gösterebilecekleri
yeteneklere sahip olmaları gerekir. Bu bir davranış bilinci olarak önceden
verili değildir; uyum gösteremeyenin yok olduğu, gösterenin hayatta kaldığı,
evrim sürecinin acımasız rulet masasında, sürekli değişen koşullar içinde
edinilir. Evrim sonsuza dek ilerleyen kesintisiz bir süreç değildir, bir tür
koşullara uyum sağlayamayıp yok olduğunda; aynı koşullarda benzer bir türün ya
da başka bir canlının hayatta kalabilmek için yok olan örnekten daha uyumlu
olması gerekir. Böylece bir canlı kuşağından diğerine direnç aktarımı yalnızca
genetik yoldan olmaz, koşulların katılığı bir türün yok olmasına neden olurken,
benzer ya da başka bir türün daha dirençli bir biçimde varolmasına yol açar.
Süreklilik, kesintilidir.
Canlılar genetik
özelliklerine yaslanarak, yaşadıkları deneyimleri hatırlayarak, başkalarından
öğrenerek, bazen kendi varlıklarını sürdürebilmek için başkalarına öğreterek ve
her zaman yaşamak için koşullara uyum göstermenin koşulları değiştirmekle iç içe
olduğu kuralına uygun davranarak; doğal elenme süreci içinde hayatta kalma
gerekliliklerini yerine getirmeye çalışırlar. Toplumsal yaşam; herhangi bir
canlı türünün kendine has üstünlüğü sayesinde yaşamını sürdürmesini
kolaylaştıran boy uzunluğu, boynuz, gece görme özelliği, yeri kazıp yuva yapma
yeteneği gibi; insan türüne hayata tutunma olanağı sağlayan evrimsel
bir olanaktır.
Canlılar doğuştan
ya da öğrenerek, dünyanın kendi ekseni ve güneş çevresindeki hareketlerine
uygun bir yaşam döngüsüne sahip olacak biçimde evrim
geçirmişlerdir. Bedenlerinin ısı ve ışığa duyarlı biyolojik bir saat
gibi çalışması sayesinde, değişen koşullara ayak uydururlar. Her somut durumda
yeni bilgiler edinerek ve bunları sonraki nesillere aktararak, yaşamın karmaşık
işleyişine göre konum alma özelliklerini sürekli geliştirirler.
İnsan türü böyle
davranabilme becerisini, toplumsal yaşam döngüsü içinde, soyut düşünmeyi
kolaylaştıran gelişkin bir beyne sahip olmasıyla ve tüm bunların doğal seçimden
üstün çıkmasını kolaylaştırması sonucu kazanmıştır. Toplumsal varoluşun
belirleyiciliği altında düşünür ve yaparken, genellikle sonuçlarını önceden
hesaplar ve biyolojik saatimize de uygun düşecek biçimde davranırız. Böylece
koşullara uyum sağlamak için yalnızca mevsimlerin değişmesini bekler gibi
kendiliğinden gelişmelere bel bağlamamış olur, aynı zamanda bu uyumu kendimizi
eğiterek ve varoluş koşullarımızı değiştirerek de yakalamaya çalışırız. Bütün
bu süreçlerde canlı ve cansız nesneler arası ilişkiler, ilkesel olarak iki
cansız nesnenin ilişkilenmesinden farksızdır. Her iki durumda da nesnelerin
hareketinin moleküler düzeydeki nedenleri aynıdır. Nesnelerin her karşılaşması,
her birinin hareketinde sapmalara ve hem kendi aralarındaki, hem de karşılaşma
sonrası başka nesnelerle ilişkilerinin değişik biçimler altında sürmesine yol
açar. Farklı şeyler arası belirleyen/belirlenen konumları, birbirine bağlı
ilişkiler sürecinde gerçekleşir. Bu süreçlerde canlıları cansızlardan ayıran
bir özellik, bu karşılaşmalara ilişkin bilgilerin bedene kaydedilmesidir. Bu
özellikler canlı bedeninde gerçekleşen elektrokimyasal süreçlerde kuşaklar boyu
belli davranışlara yatkınlık gösterecek biçimde genetik olarak kaydedilebildiği
gibi, yine aynı süreçlerde bilgi olarak anlık kullanıma hazır biçimde beyin hücrelerine
de kaydedilir.[3] Elbette her iki
kaydın içeriği de toplumsal yaşamın yeniden üretiliş süreçlerinde oluşturulur.
Sonuç olarak ister genetik yatkınlık, ister algılama, isterse öğrenme
süreçlerinde olsun; düşünceler, düşünen varlıktan ayrı ele
alınamazlar.
Elbette insanlar
açısından bütün bu hesaplama ve bireyin kendini çevreye uyarlama becerileri
toplumsal çelişkiler altında ve eşitsizlik koşullarında gerçekleşir.
Hesaplamalarda ölçü birimi olarak dünyanın hareketinden elde edilmiş bilgiler
kullanılır. Bunlar gün ve yılın, katları ve bölümleridir. Bu zihinsel beceri,
sahibine ait herhangi bir özsel nedenden kaynaklanmaz; doğal yaşam döngüsünün,
toplumsal varoluş koşulları çerçevesinde, bilince yansımasından ibarettir. Ve
zaten insan beyni de diğer beyin sahibi canlılarınki gibi doğal olarak kendini
korumak için gerekli uzaklık ve yakınlığı, yararlı ve zararlıyı, büyük ve
küçüğü vb. ayırt etmeye uygun bir yapıda evrimleşmiştir. Beyne iletilen
herhangi bir uyaran, bu yapı içinde hızlıca ilgili merkeze ulaşarak işlemden
geçirilir ve bedenin nasıl davranması gerektiğine ilişkin kararlara dönüşür.
Hem beynin işleyiş düzeni ve hem de dış dünyadan gelen rastgele uyaranların
toplamı, aynı mantık ve matematik düzeni içinde işlerler. Dolayısıyla “maddenin
zihne yansıması”, duyu organları aracılığıyla alınan ve hepsi de birer madde
olan ses, görüntü, koku vb. duyumların beyne aktarılması ve burada tıpkı
hayatın genel işleyişine uygun olarak düzenlenmiş bir yapı içinde
değerlendirilmesi biçiminde olur. Bu anlamda mantık ve matematik
evrenin ortak ve soyut dili gibidir. Yansıyan ve yansıtılanın ontolojik
yapıları bu ortaklığı ifade edecek biçimdedir. Beyin; insan türünün
evrim sürecinde + bireyin doğumdan ölüme kadarki hayatında + günlük yaşam
koşullarına uyum gösterme süreçlerinde; kendini durmadan geliştirir.[4] Ancak şu unutulmamalı;
beynin öğrenmeye aç ve yatkın oluşu, yalnızca toplumsal yaşam içinde
öğrenebileceği gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Evrendeki büyük ve küçük
nesnelerin hareketleri kuşaklar boyu gözlenir, işleyiş yasaları ve
aralarındaki ilişkiler matematiksel olarak hesaplanır, her yeni kuşağın bu
bilgiler temelinde eğitilmesi ve ortak bir zaman anlayışının toplumsal hafızaya
kaydedilmesi sağlanır. Karşılaştığımız somut durumları tanıma ve her birinin
farkını ayırt etmeyi, belli bir entelektüel gelişmişlik çerçevesinde
gösterebiliriz. Aritmetik ve geometrinin kurucusu sayılan Thales ve fizik
bilimlerinde benzer bir kurucu rolü olan Galileo, bu gelişimin öncüleridir.
Sahip olduğumuz zamanı
kavrama ve hesaplama yetisini sürekli geliştirmeye çalışmamızın kökeninde
yatan, hayatın süreksizliklerden oluşan karmaşık sürekliliğidir. Bu çerçevede
biri “evrimci”, diğeri “devrimci” olarak nitelendirilebilecek iki farklı bakış
açısının karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Evrimci bakış açısına göre
hayatta yer alan şeyler, basitten karmaşığa doğru gelişerek değişir. Bu
sürekliliği saptamak ve yönlendirmek için zaman kavramına gereksinim duyarız.
Devrimci bakış açısına göre hayattaki gerçek süreklilik, her şeyin karmaşa ve
birbiriyle çatışma içinde olmasıdır. Bu kaotik ortamda ancak bazı olgular,
geçici olarak süreklilik gösterebilirler. Bu da yine belli bir olgunun
evriminin sonucu değildir, başka olgularla kesintisiz bir çatışma içinde ortaya
çıkmış göreli ve sonlu bir istikrarlılık halidir. Dolayısıyla bir olgunun bunu
gösterebilmesi için, başka etmenlerle geçici birliktelikler oluşturması ve bunu
diğer etmenlere karşı koruyabilmesi gerekir. Bu durumda rastlantı temel,
zorunluluk ise bunu saptamasının varoluşunu kolaylaştıracağı bir aklın belli
sınırlar içinde konu edindiği hareketlerin yasalarını bilmesidir. Hareketlerin
yasaları olması, o yönde hareket edeceklerinin kesin olduğu anlamına gelmez,
yalnızca rastlantılar dünyasında yaşamaya çalışanın önündeki olasılıkları
azaltmasına yarar. Bu anlamda filozofların söylediği gibi, zorunluluğun
bilinmesi, bilenin özgürleşmesine; yani rastlantıların ani etkilerinden
kaçmasına olanak verir. Rastlantılar dünyasında hayatta kalmak için zamanı
bilmemiz gerekir.
2- Gerçek Zaman
Bir tane gerçek zaman
vardır ve o da bir parçası olduğumuz maddi gerçekliğin hareketinin ifadesi olan
şu an = şimdi’dir. Ölçülemez ve biz daha bu satırları okurken akıp gider.
Zamanla ilgili olarak kullanılan tüm kavramlar bu gerçeğe dayanarak
tanımlanmıştır ve değişik maddi hareketleri ifade ederken kullanılan
soyutlamalardır. Daha sonra ele alacağımız üzere, çoğunlukla soyut zaman
ifadelerinin an parçacıklarının birleşmesiyle oluştuğu sanılır ve bu da,
herhangi bir zamandaki maddî hareketle içinde bulunduğumuz gerçeklik arasında,
gerçek dışı bir biçimde ilişkiler kurmakta kullanılır.
An; boyutsuzdur,
ölçülemez, gerçek zaman ifadesidir ve zamanın yalnızca maddenin hareketiyle
değiştiğini anlamamıza yarar. Tüm soyut zaman kavramları, belli maddî
hareketleri yer, boyut, sıra, tekrar gibi değişik bakımlardan nitelendirmekte
kullanılırlar. Bu nedenle matematikte ve onun alt kolu fizikte, maddenin üç
boyutunun yanı sıra dördüncü bir boyut olarak bir “t” zamanından da bahsedilir.
Ancak bu gerçek zaman değil, hesap yapmakta kullanılan soyut bir zaman
ifadesidir. Bu durum, para-değer ilişkisine benzetilebilir. Değer, toplumsal
emek zamanıdır. Para ise, metalarda somutlaşmış değerin ölçümü ve birbirleriyle
değişim oranlarını hesaplamakta kullanılan soyut değer ifadesidir. Ama günlük
hayatta edindiğimiz ideolojiler çerçevesinde, değeri sanki parada
somutlaşıyormuş gibi düşünme eğiliminde oluruz. Gerçek zamanla soyut zaman
ilişkisi de buna benzetilebilir. İdealist anlayışa göre zamanın an
parçacıklarının birbirine eklenmesiyle oluştuğu ve geçmişten geleceğe doğru bir
çizgi gibi uzandığını düşünmenin nedeni budur.
3-Soyut zaman kavramları
ve sürenin idealist ele alınışının sonuçları
Yaygın soyut zaman
kavramları arasında süre ve dönem, başlangıç ve bitiş anları bilinen
hareketleri anlatmakta kullanılır. Süreç, daha çok başlangıç anı belli ama
halen devam eden bir hareketi nitelendirir. Zamanı ölçmek için kullandığımız
yıl, ay, saat vb. kavramların tümü, bu çerçevede dünyanın dönüş süreleri veri
alınarak oluşturulmuş soyut ifadelerdir. Yaşanan her gerçek anın, yaşanmış bir
öncesi ve henüz yaşanmamış bir sonrası mutlaka vardır. Bu anlamda an, geçmiş ve
geleceği ayıran sınır çizgisi gibidir. Yaşanıp bittiği için kesin olarak
tekrarlanmayacak geçmiş ve henüz kesin olarak yaşanmamış gelecek; yaşanmakta
olan anın dışında kaldıkları için gerçek değil, soyut zaman ifadeleridirler.
Geçmiş ve gelecek,
yalnızca gerçek bir durumun öncesi ya da sonrasını anlamlı biçimde ifade etmek
için kullanılan kavramlardır. Geçmişte başlamış bir maddi değişimin şu anda da
devam ediyor oluşu, ya da şu an başlayan bir değişimin gelecekte de
görüleceğine ilişkin güçlü belirtiler bulunması; geçmiş ve geleceği gerçek
zamanlar olarak kabul etmeye yetmez. Ancak ideolojik nedenlerden böyle kabul
edilerek, geçmişte yaşanın bugüne sarkıtılabileceği ya da bugün gerçekleşen bir
şeyin geleceğe miras bırakılabileceği tasarlanır. Böyle düşünülmesinin ardında
yatan, sürenin gerçek bir zaman akışı olarak geçmiş, bugün ve geleceği
birleştirdiğinin sanılmasıyla ilgilidir.
Süre gerçek
değildir, yalnızca soyut bir zaman ifadesidir. Gerçek bir zaman gibi
düşünülmesinin ve buradan yola çıkarak geçmiş ve gelecek arası farklı zamanları
birbirine bağlamaya çalışmanın nedeni; maddenin hareketini evrimci bir bakış
açısıyla ele almaktır.
Bilindiği üzere bir şeyi
adlandırmak, ancak belli bir bilgi birikimi çerçevesinde yapılabilecek bir
iştir. Bir hareketin başlangıç ve bitişi arasında geçen “t” zamanını “gerçek
zaman” gibi ele almanın nedeni, “başlangıç” ve “son” arasında
ampirik verilere dayalı olarak kurulmuş, varsayıma dayalı bağlantılardır. Eğer
eldeki ampirik veriler bilimsel bilgiler çerçevesinde ele alınsa, yalnızca
görünenlerle yetinmeyerek görünmeyen değişimlerin de izi sürülse ve ardından
bir başlangıçla son arasında somut maddi ilişkilerin varlığı gösterilseydi, bu
gerçek bir bağlantı kurmak olurdu. Oysa görünenle yetinilen sonuç
çıkartmalarda, genel düşünce çerçevesini yaygın kanaatler, kanıtlanması
olanaksız inançlar ya da kısaca egemen ideoloji oluşturur. Bir nesnenin
göründüğü kadarıyla değişmeden varlığını koruduğu ya da bir maddi hareketin
başlangıcıyla ulaştığı son arasındaki ve bir nedenle yolaçtığı etkiler
arasındaki “süre”yi gerçek zaman gibi ele almak, yalnızca bir ideolojidir.
Değişim mutlaktır ve
gerçek kendinden başkasına indirgenemez. Bu iki önerme bir araya getirildiğinde,
gerçek bir nesnenin belli bir anıyla farklı bir anı arasında çakışma olmayacağı
sonucu ortaya çıkar. Nesnenin iki farklı anı arasında görünen kadarıyla değişim
yaşanmamış olması, onun görünmeyen bileşenlerinin değişmediğini
kanıtlamaz. Örneğin nesne biçimini korurken moleküler düzeyde
değişim geçirmiş ve bu nedenle elektrik yükü ya da ısısı farklılaşmış olabilir.
Benzer biçimde, birçok
etkenin yeraldığı karmaşık bir maddi hareketin süreklilik gösterdiğini
söylediğimizde de, buradaki “süreklilik” bir varsayımdan ibarettir. Çünkü her
bir etken sürece kendi gerçek zaman, hız ve ömürleriyle katılmış; birbirleri
üzerinde bu özellikleriyle farklı etkiler yaratarak çelişkiler, birleşmeler,
kırılmalar, katmanlaşmalar, sona eriş ve yeniden başlangıçlarla dolu bir
karmaşa oluşturmuşlardır. Bizim “süre” olarak adlandırdığımız şey, birçok
süreksizliğin birlikte yeraldığı bu karmaşanın başlangıcıyla bitişi arasındaki
zamandan ibarettir. Karmaşada yer alan olgular arasında birleşme olup olmadığı,
birleşenlerin nasıl yan yana gelebildikleri, ancak somut durumun gerçek bir
incelemesi sonunda gösterilebilir. Ama bunu yapmaksızın tüm
olguları “süre” kavramı altında bir bütünlük oluşturuyormuş gibi
ifade etmek, ideolojik bir bakış açısı sunmak olur. Bu, hakkında akıl
yürüttüğümüz maddi hareketin başlangıcı ile sonu arasında ya da genel olarak
bir nedenle yolaçtığı etkiler arasında, ortaya somut veriler koymaksızın, önsel
olarak kesintisiz bir bağ varmış gibi düşünmenin sonucudur.
Başlangıcı olan bir
nesnenin/olgunun/olayın elbette bir de sonu olacaktır. Bir neden, bir sonuca
yol açacaktır. Ancak gerçek yaşamda bütün bunlar, laboratuvar koşullarındaki
gibi olmaz. Bir hareketin başlangıcı ve sonu, bir neden ve yolaçtığı etki; aynı
hareketle ilgili olsalar bile farklı olaylardır. Olaylar kendi iç dinamikleri
sonucu ortaya çıkmış olsalar da, kendilerinden ibaret olmayan bir
evrende varlıklarını ancak başka dinamiklere karşı koyarak sürdürebilirler.
Hareketin belli bir andan diğerine devam edişi, birçoğu eldeki bilgilerimizle
saptayamadığımız sayısız hareketin birbirleri üzerindeki etkilerinin sonucudur.
Süreklilik bir olgunun evriminin değil, süreksizliklerin kaotik bir araya
gelişinin sonucudur. Her gerçek etken kendi gerçek zamanıyla bu
sürece katılır ve sürecin tamamlanması, sayısız olasılıktan yalnızca
bir tanesidir. Varılan bir sonuçtan geriye dönük olarak düşündüğümüzde, belli
bir başlangıcın, belli aşamalardan geçerek, bu noktaya ulaştığını söyleriz.
Bunun geçerliliğini kanıtlamak için bazı nedenler sıralarız. Oysa o sırada
sonuç vermemiş ya da başka bir zamanda sonuç vermeyebilecek olasılıklar
hakkında hiçbir fikrimiz yoktur. Dolayısıyla ortaya koyduğumuz evrimci bakış
açısıyla, daha önceki süreçleri nelerin kesintiye uğrattığını ve devam eden bu
sürecin hangi süreksizliklerin sonucu olduğunu söyleyemeyiz. Bu çerçevede bir
başlangıcın belli bir sona ulaştığını söylerken, bir nedenin evrilerek bir
etkiye dönüştüğünü ifade etmek gerçeği yansıtmaz; gerçekle olan imgesel
ilişkiyi, varılmış bir sonuç açısından yeniden tasarımlamaya yarar. Ve
dolayısıyla süre fikri, gerçek zaman gibi ifade edildiğinde yalnızca bir
ideolojidir. Bachelard süreyle ilgili olarak şunu belirtir:
“Süreksiz geçişleri
analiz etmek için zamandaki bir sürekliliği uzatmamıza izin veren hiçbir şey yoktur.
Eğer bunu yaparsak, süreyi, tıpkı kullanışlı bur işlev gibi, fenomenlerin
dağılımına az çok keyfi şekilde dayatılan bir sentez gibi, dışarıdan ele almış
oluruz. Kesinlikle süreyi fenomenlerin gerçek analizi içinde okumuş olmayız.”[5]
4- Konjonktür
Gerçek zaman, belli bir
nesne ya da bunun belli bir hareketiyle sınırlıymış gibi düşünülmemelidir; o
nesnenin somut varoluş koşulları dolayımıyla, evrenin şu anki
kesintisiz akışının ifadesi olarak ele alınmalıdır. Her şey birbiriyle
ilintilidir ve biz bunun ancak olanaklarımızın elverdiği kadarını bilebiliriz.
Konjonktür, belli bir anda ve bir biçimde parçası olduğumuz gerçeğin
kendisidir. Bir toplumsal konjonktürde, somut varoluş koşulları
gereği belli bir bütünlük gösteren farklı konjonktürler olabilir. Toplumsal,
siyasal, teorik, coğrafî, sanatsal, diplomatik vb. konjonktürler gibi… Bu
anlamda konjonktür doğa/toplum tarihinin kesiti ya da belli bir tarihsel gelişimin
devamı değil, bizim de içinde yeraldığımız karmaşık gerçekliğin şu anıdır.
Dolayısıyla tarihsel süreçte geçerli olanlar konjonktürde geçerli değildir.
Dolayısıyla tarihsel değişimi ifade etmekte kullanılan üretici güçler-üretim
ilişkileri çelişkisinin yerini, konjonktürde gerçek olguların karmaşık bir
aradalığı ve buradan doğan dinamikler oluşturur. Olaylar tarihsel süreçte ya da
evrensel ölçülerde ele alındığında, genel işleyiş yasalarını görmeye yardımı
olan örnekler bulmak kolaydır ve hepsi de gerçek dışı, geniş zamanlı bir
ilerleyiş içinde gibidir. Ancak gerçek bir durumda her olgu konjonktüre kendi
zamanıyla katılır ve gerçeklik, bunların kendi hız, güç ve süreleri tarafından
belirlenir. Bu da gerçeğin her türlü değişime, sürekli açık olduğu anlamına
gelir. Böyle bir değişim için gerçek dışı hiçbir güce bel bağlamadan, yalnızca
somut olguları tanımaya yeterli teorik bilgiler yardımıyla olan-biteni anlamak,
öngörüler geliştirmek ve konjonktürde uygun konum almak için çalışırız.
Amacımız yalnızca, çelişen olgular ve bunların yolaçtığı hareketler üzerinde
etkili olmaktır. Ve bu sırada, gerçeğin her zaman öngörülerin ötesine
uzandığını, konjonktürde ortaya çıkabilecek bir etkenle her şeyin
değişebileceğini de unutmayız.
5-Gelecek
Geleceği öngörmek el feneriyle
karanlıkta yol almaya benzer, ışığın yettiği ve gördüğümüz kadarıyla yönümüzü
bulmaya çalışırız. Yeterince bilmemiz mümkün olduğundan, bulunduğumuz anı
aydınlık alana benzetebiliriz. Henüz yaşanmadığı için kesinleşmemiş,
dolayısıyla hakkında söylenenlerin gerçeği ifade ettiği ileri sürülemeyecek
gelecek ise, önümüzde uzanan karanlık gibidir. Maddi değişimin genel işleyiş
yasalarını ve şu an yaşananların taşıdığı eğilimleri gözönünde tutarak,
geleceğe ilişkin yalnızca öngörüde bulunabiliriz. Bunlar ne kadar kesin ve
değişmez gibi görünseler de, gerçekleşmedikleri sürece kesin kabul edilemezler.
Bu nedenle şu anki bir hareketin yasalarının bilgisini, gelecek
hakkında ancak bir eğilim belirtmek için kullanabiliriz. Gelecek, bazıları
zayıf da olsa birçok olasılığa açıktır. Bu olasılıklara, bugünün gerçeklerinin
elverdiği ölçüde hazırlanabiliriz. Dolayısıyla geleceğe hazırlanmak, bugünün
toplumsal pratiğidir.
Örneğin dünyanın güneş
çevresinde bir tam dönüş hareketini 365 gün, 5 saat, 49 dakika ve 12 saniyede
tamamladığı hesaplanmış ve nedenleriyle birlikte açıklanmış bir bilgidir.
Hareketin koşulları aynı kalmak kaydıyla, bu sürenin gelecekte de
değişmeyeceğini söyleyebiliriz. Ama bu öngörü gerçekleşene dek kesin değildir.
Çünkü uzayın sonsuzluğunda, önceden hesaplanamayan bir gelişme ortaya çıkar ve
süre değişebilir. Ya da dünya yok olur gider. Yine de geleceğe dönük
hazırlıklarımızı, bugün için yeterli olan bilgilerimize göre yaparız. Ancak
herhangi bir ani değişimle karşılaşabileceğimizi de unutmayız. Bu anlamda
geleceğin kesinlikten uzak oluşunu bilinemezlikle karıştırmamak gerekir. Şu
anın gerçekliği ve işleyiş düzeninden şüphe duymaz ve sanki hiç değişmeyecekmiş
gibi davranır ama gelecekte her şeyin değişebileceğini de unutmayarak, böyle
bir durum karşısında şaşırmayız.
Geleceğe
ilişkin her türlü öngörü her zaman şu ana dek biriktirilen bilgilerle
sınırlıdır ve genellikle soyut/teorik/genellemeler biçiminde ifade edilirler.
Bu öngörülerin matematiksel hesaplara dayalı olarak dile getirilmeleri doğru
olduklarının yeterli kanıtıdır ama henüz gerçekleşmedikleri ve değişime açık
oldukları için, kesin değillerdir. Dolayısıyla doğruluğun düşünceler alanına,
kesinliğin ise gerçekliğe ait olduğunu söyleyebiliriz.
Geleceğe ilişkin
öngörüler bugünün koşullarında değil de, nasıl olsa gelecekte de devam edecek
olan, dolayısıyla geleceğe ait kabul edilen koşullarca belirleniyormuş gibi
düşünmek, yaygın bir eğilimdir. Geçmişin deneyimlerine bakarak, bugüne ait kimi
olguların gelecekte de varlığını koruyacağını varsayıp buna göre davranmak,
geleceği belirlemenin emin bir yolu gibi görülür. Oysa bütün bu düşünceler
yalnızca bugünün gerçeği içinden ifade edilmiş fikirlerden ibarettirler. Ne
hakkında olurlarsa olsunlar, içerikleri bunları düşünen öznelerin somut varoluş
koşullarının izlerini taşır. Bu nedenle bugünden geleceğe iz bırakmak ya da
ulaşmak için gösterilecek çabalar, anlamsızdır. Çünkü gelecek kuşaklar da
içinde yaşadıkları koşullarla uğraşırken, eğer işlerine yaramıyorsa bugünü
hatırlama gereksinimi duymayacaklardır. Ya da hatırlamış olmak için
hatırlamalarının, karşı karşıya bulundukları sorunları çözmeye katkısı
olmayacaktır. Bu nedenle, bugünden geleceğe iz bırakmak amacıyla eylemde
bulunmak anlamsızdır. “Geleceği bugünden yaratmak, miras bırakmak, gelenekten
geleceğe” misali reklâm sloganlarından alınma sözlerle olduğundan başka biri
gibi davranarak rol yapmak, bugünün gerçeklerinden kaçmak anlamına
gelir.
***
Kısaca açıklamaya
çalıştığımız üzere yaşanmış ve artık değiştirilemeyecek geçmişle henüz
yaşanmamış ve değiştirilmesi için müdahale edilemeyecek geleceğe gerçeklik
atfedilerek üretilen düşünceler, kendi haklarında ileri sürdüklerinin tersine
bugünün koşullarınca belirlenmiş ideolojilerdir. Sürenin gerçek zaman gibi
kabul edilmesi, geçmiş ve geleceğe gerçeklik atfetmenin düşünsel dayanağıdır.
Topluma “geçmişçi” ya da “gelecekçi” çağrılar yapmanın nedeni ya da amacı,
bunlara yanıt veren toplum kesimlerinin kendi gerçeklikleriyle olan
ilişkilerini yeniden düzenlemelerini sağlamak ve onları bu yolla yürürlükteki
toplumsal işleyişe uyumlu özneler haline
getirmektir. Deneyimlerimizden de bildiğimiz üzere parçası olduğumuz
bir gerçekliğin zihnimize yansımalarını, sürekli karşımıza çıkarılan geçmişin
anıları ya da geleceğe ilişkin ütopyalar çerçevesinde yeniden düşünerek, tekrar
tasarımlamaya doğru yönlendiriliriz. Bu yalnızca siyasi ya da teorik
müdahalelerle değil, şiir, şarkı, spor gibi akla gelebilecek her yolla ve
DİA’lar (devletin ideolojik aygıtları) aracılığıyla yapılır. Böylece
gerçeklikle olan ilişkimizi gözden geçirerek değiştirme ya da-duruma göre
sürdürmeye ikna oluruz. Bu, ideolojik süreçlerde tarafların rıza gösterdiği ya
da olmasını arzuladığı, karşılıklı gelişen bir ilişkidir. Sonuçta geçmiş ya da
gelecek dolaysız tanıklık edilen gerçekler olmadığı için, “geçmişçi” ya da
“gelecekçi” ideolojilerin üretilme süreçleri din, hukuk, felsefe gibi
ideolojilerin üretiminden bazı bakımlardan farklılık taşıyabilir. Şu ana ait
olmayan konulara ilişkin gerçeklik algısını güçlendirmek ve tasarımları buna
dayandırmak amacıyla, bu ideolojik çağrılar bazı bilimsel bilgilerle
zenginleştirilebilir. Örneğin geçmişe dönük olarak kimi önemli tarihsel olaylar
ayrıntılarıyla aktarılır ya da gelecekle ilgili matematiksel bilgilere sıkça
yer verilir, bazı varsayımların arasına tıp bilgileri sıkıştırılır vs…
Ancak, bilimsel
bilgiler, ideolojiden arındırılmış teorik düşünceler yardımıyla üretilirler.
Bazı bilimsel fikirlerin bir ideolojiyi güçlendirmek amacıyla
kullanılmalarının, içerikleriyle ilgisi yoktur. Bilimsel düşünce yardımıyla bir
ideolojinin geçersiz olduğu gösterilebilir ama geçerliliği kanıtlanamaz.
Örneğin dinin bilimsel olarak geçerliliğini kanıtlamaya çalışmak, dinsel
ideolojinin içinde yer almak demektir. Bu anlamda bilim ve ideoloji arasında
geçiş yoktur. Bilimi ideolojiyle bağdaştırmaya çalışan tutumların kaynağı
genellikle ampirist düşüncelerdir. Bilindiği üzere ampirist anlayışa göre
bilimsel bilgi teorik düzeyde değil, deney ve gözlem yoluyla üretilir ve bu
anlamda, bilimsel bilginin gerçeklerle birebir örtüştüğü düşünülür. Buradan
hareketle, bazı bilimsel anlatımlardan yola çıkarak geçmiş ya da geleceğe
ilişkin varsayımlara gerçeklik kazandırılmaya çalışılır. Tarihteki pandemi
vakalarının hatırlatılmasıyla arttırılan korku ve kaygılar ya da henüz
kullanıma sokulmamış kimi teknolojik buluşların gelecekte devreye girmesi
sonucu bugüne ilişkin birçok sorunun çözülebileceği
varsayımları, buna örnek olarak gösterilebilir. Bu tür
“güçlendirilmiş gerçek” algısı yaratmaya dönük düşüncelerin tümü ideolojiden
ibarettir. Ek olarak, bu anlayışa destek olacak biçimde ve virüsle mücadelenin
seyrini toplumsal çelişkilerin değil de bilimin belirlediğinin söylenmesi de
yalnızca bir ideolojidir. Bütün bu ideoloji imal etme çabalarının geleneksel
olandan farkı, ilk kez küresel ölçekte etkili olan kurumsal yapılar
aracılığıyla üretilmeleridir.
Pandemiyle ilgili bütün
fikirler küresel ölçekte üretilmiş, belli kurumların başını çektiği bir biçimde
yayılmış ve devletler tarafından benimsenerek kitleleri yönetmekte
kullanılmışlardır. Bu konudaki egemen ideolojilerin küresel ölçekte
üretilmelerinin maddî zemini, küresel kapitalist üretim ilişkilerini belli bir
yöne iten yapısal kriz dinamikleri ve bu
Değişen bir yaşamı
kendimiz de değişirken değiştirmeye çalışıyoruz
Gelecek değişimin
gösterdiği yönde olduğuna göre, toplumsal yaşamın nasıl değiştiğini irdelememiz
gerekir. Bilindiği üzere Marks toplumu, altyapı-üstyapı birliğiyle oluşan
bir “yapı” olarak tanımlar. Değişim, altyapının üstyapıyı
buna zorlamasının sonucudur. Bu anlayış, yorumları farklı olsa da birçok
Marksist tarafından tarihsel materyalizmin anlatıldığı en önemli metin olarak
kabul edilen “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz”de dile getirilir.
(Althusser, daha sonra tekrar değineceğimiz üzere bu metnin Hegelci etkiyle
yazıldığını, II. Enternasyonal ve özellikle Kautsky tarafından bu anlayış
doğrultusunda yorumlanarak ekonomist sapmalara dayanak oluşturduğunu ileri sürer.)[6] Metnin en çok şu
bölümünün alıntılandığını söyleyebiliriz:
“Varlıklarının toplumsal
üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan
belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici
güçlerinin belirli bir gelişme derecesiyle örtüşür. Bu üretim ilişkilerinin
tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimleriyle örtüşen
bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.
Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel
yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri
değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.
Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana
kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki
ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici
güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline
gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme,
kocaman üstyapıyı, çok ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların
incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki,
bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuksal, siyasal, dinsel,
artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine
vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek
gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak
bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin
kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam
tersine, bu değerlendirmeleri maddi yaşamın çelişkileriyle, toplumsal üretici
güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.
İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla
yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık
koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.
Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları
koyar.”[7]
Marks bu metinde
toplumsal yapıyı, bilimsel olarak saptanabilir maddî işleyiş düzenine sahip bir
bütün olarak ele alır. Bu görüş; toplumun oluşumunu güçlü öznelerin kurucu
çabalarına ya da bireylerin rastlantısal bir araya gelişlerine bağlayan, çağın
yaygın liberal anlayışlarına ters düşer.[8] Kısaca toplumun
bireylerden oluşmadığı ama bireyleri toplumun yarattığı ifade edilir. Althusser
metnin başka bir özelliğine daha dikkat çekerek, burada ortaya konulan
“toplumsal bütün” anlayışını Hegelci “bütün” anlayışından farklı kılan şeyin,
devrimci niteliği olduğunu belirtir.[9] Bugüne de ışık
tutan bu yorum üstünde duralım:
Sonuçta toplumun,
parçaları birbiriyle uyumlu çalışan bütünlüklü bir yapı olduğu ampirik olarak
da anlaşılabilir. Uyum bozulunca kargaşanın başlayacağı ve yeni bir uyum anı
yakalanıp denge kurulana kadar bunun böyle süreceği de açıktır. Hegelci açıdan
bütün bu süreçler düşünce düzeyinde ele alınarak ve soyut çelişkilerin tüm
mantıksal sonuçları gözönünde tutularak açıklanırlar. Marks’ın soyut bir
anlatımdan oluşan bu metninde de benzer bir tarz olduğu görülür. Toplum her ne
kadar bir binaya benzetilerek anlatılsa da, “altyapı, üstyapı, toplumsal yapı”
somut olarak görülmeyen ancak soyutlamalar yoluyla kavramsal olarak ifade
edilebilen olgulardır. Marks’ın altyapı-üstyapı çelişkisini ele alışının
Hegelci anlayıştan farkı, çelişkiyi düşünce düzeyinde kalarak ve idealist bir
diyalektik işleterek sonuçlandırmaması; tersine bu çelişkinin ortaya çıkışıyla
birlikte bir “toplumsal devrim çağı” başladığını belirtmesidir. Dolayısıyla
çelişkinin sonucuna ulaşmasını belirleyen mantık değil, somut değişimin
kendisidir. Metni bu noktadan geri dönüp tekrar okuduğumuzda, Marks’ın soyut
olarak ifade ettiği düşüncelerin aslında tarihin incelenmesinden çıkartılan ve
toplumun maddi işleyiş yasalarını anlatan kavramlar olduklarını ve bilimsel bir
çalışmayla toparlanıp özetlenerek, yoğunlaştırılmış bir biçimde düşünce
düzeyine yansıtıldıklarını fark ederiz. Buradaki önermeler düşünceden ibaret
olsalar da, felsefî yorumları değil, gerçek süreçleri anlatırlar. Zaten metni
okurken toplum düzeninin bütün sırları elimizin altındaymış ve tarih gözümüzün
önünden akıp gidiyormuş gibi hissetmemizin nedeni de budur. Marks’ın başka
yerlerde söylediklerini yorumlamak ya da bir toplumsal olguyu
açıklamak için metinden çok sık alıntı yapılması da buradan kaynaklanır.
Ancak zaman içinde metin
içerdiği devrimci anlamdan çok, reformist amaçlar için kullanılmış ve içinde
geçen altyapının üstyapıyı ve üretici güçlerin üretim ilişkilerini belirlediği
ifadeleri, günlük yaşamda “ekonominin siyaseti belirlemesi” gibi yorumlanır
olmuştur. Tehlikeyi farkeden Engels, Joseph Bloch’a 5 Eylül 1890 tarihinde
Londra’dan yazdığı mektubunda şu uyarıyı yapar:
“… Materyalist tarih
anlayışına göre, tarihte en sonunda belirleyici etken, gerçek yaşamın üretimi
ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu asla ileri sürmedik.
Bundan ötürü, herhangi bir kimse bunu ekonomik etken biricik belirleyici
etkendir diyerek bozarsa, bu önermeyi anlamsız, soyut, saçma bir söze
dönüştürüyor demektir.”[10]
Hayat çelişkilerden
ibarettir ve çelişkiler de eşitsizlik üzerine kuruludur. Bir taraf diğerini
koşullu olarak belirler. Belirleme olmaksızın hareket olmaz. Maddî
bütünlükleri, ancak bu materyalist diyalektiğin yardımıyla anlayabiliriz. Şimdi
elimizde toplumu anlamak için iki tane belirleme anlayışı vardır; biri Marks’ın
Önsöz metninde geçen “üretici güçler üretim ilişkilerini ve altyapı üstyapıyı
belirler” anlayışı, diğeri Engels’in “tarihte en sonunda belirleyici olan
etken, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimi” ifadesi. Çelişiyorlar mı?
1-Marks ve Engels farklı
şeyler mi söylüyor?
Birçok farklı Marksizm
yorumuna kaynaklık ettiği için konu üzerinde durmamız gerekir. Marks,
çalışmalarını belli bir olgunlaşma aşamasına getirdikten sonra yöntemini
anlatıyor. Engels ise, Marks’ın ölümünün ardından metinlerinin yanlış
yorumlandığı somut bir durum içinde, bazı uyarılarda bulunuyor. Dolayısıyla
Marks düşüncelerini nasıl oluşturduğunu, Engels ise bu düşüncelerin nasıl ele
alınması gerektiğini konu ediniyorlar. Konuları gibi, yazıldıkları
konjonktürler de farklı. Marks, tarihsel materyalizmi ilk kez tanımladığı
teorik bir konjonktürde; Engels ise hareketin en güçlü olduğu
Almanya’da gazete yazılarının bazen sansürlendiği ve söylediklerine pek kulak
asılmayan bir politik konjonktürde yazıyorlar. Marks, çalışmalarının belli bir
olgunluk aşamasına gelişi sonrası yöntemini anlatıyor, Engels ise Marks’ın
ölümü sonrasında düşüncelerinin yanlış yorumlanmasına karşı nasıl anlaşılmaları
gerektiği yönünde uyarı yapıyor. İçeriğe gelince:
Marks’ın metni kapalı ve
çok fazla yorum gerektiriyor. Engels ise “tarihte” diye söze girmesinin
ardından Marks’ın Önsöz’de yaptığına benzer biçimde tarihsel süreçten
değil, tarihteki değişik olaylardan bahsediyor ve sözü gerçek yaşama
getiriyor. Dolayısıyla Engels ancak teorik çerçevede dile getirilebilecek “tarih”
ile gözlem, deney, nihayet siyasi pratik çerçevesinde ifade edilebilecek somut
olayları yan yana getirerek karışıklığa neden oluyor. Böylece tarih, doğa ve
toplumun bir bütün olarak hareket yasalarının ortaya konması olmaktan çıkıyor
ve yaşanmış/yaşanmakta olan/yaşanacak gerçeklerin uç uca eklenmesine
dönüşüyor. Engels mektupta geçen bu tezine dayanak olarak Marks’ın
“Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire”ni, Kapital’i ve kendi eserleri olan
Antidühring’den bir bölümle birlikte “Ludwig Feuerbach Klasik Alman Felsefesinin
Sonu” kitaplarını kaynak gösteriyor ama Önsöz metninden hiç bahsetmiyor. Belki
bunun nedeni, o sırada Marks’ın Önsöz metnini ekonomiye
belirleyicilik yükleyenlerin kullanıyor olmasıdır. Engels mektubun
devamında, tarihte birçok şeyin belirleyici olduğundan örnekler veriyor ve
şöyle diyor: “Tarihimizi kendimiz yaparız ama, başta çok belirli önceller
(antecedent) ve koşullar altında. Bunlar arasında en sonunda belirleyici olan,
ekonomik olanlardır.” Yani sonunda ekonomiye belirleyicilik tanıyor. Öyleyse bu
kadar açıklamayı niye yapıyor?
Burada Engels açıktır ki
güncel koşullarda belirleyici olanın “gerçek yaşamın yeniden üretime” olduğunu
anlatmak isterken, buna tarihten dayanak arama yanılgısına düşmüş ve cümlesine
“tarihte” sözcüğünü ekleme gafletinde bulunmuştur. Eğer cümledeki bu ifadeyi
çıkarırsak, geri kalan her şey konjonktürde belirleyici olanın ekonomi
olamayacağını anlatmaya uygundur. Zaten 18 Brumaier kitabını örnek verirken,
Marks’ın bu kitabı III. Napoleon’un darbe konjonktürü içinde yazmış olduğunu
unutmamak gerekir. Marks kitapta somut durumu inceleyerek, güncel bakımdan
geçerli olan siyasi sonuçlar çıkartır ve proletaryanın Fransa’da yenilmesinin
başlıca nedeninin, köylülerin desteğini alamaması olduğunu dile getirir. Ve
buradan çıkardığı derslerin Almanya’da uygulanması için hemen harekete geçer.
Ama Bismarck’ın gerici diktatörlüğünü önleyemez. Marks’ın bu eseri,
benzerlerini Lenin’de gördüğümüz gibi politik bir konjonktür
değerlendirmesidir. Bu koşullarda ekonomiden elbette tarihsel belirleyicilik
düzeyinde değil, güncel uygulamalar çerçevesinde bahsedilecektir. Kitaptaki
değerlendirmeler somut etkenler ve karşı karşıya olunan toplumsal çelişkiler
üzerinden yapılır. Engels’in verdiği örnekler de gözönünde
tutulursa, ”gerçek yaşamın yeniden üretimi” ifadesi tarihsel ölçekte
değil, konjonktürü değerlendirmek açısından söylenmiş bir sözdür. Bu düzeltmeyi
yaparsak, Marks’la aralarında herhangi bir çelişki kalmaz. Engels’in ifadesi
böyle anlaşılmalı ve gerçek yaşamın yeniden üretiminin tarihte değil, gerçek
durumda (konjonktürde) belirleyici olduğu söylenmelidir.
Marks’ın Önsöz metni
okunurken genellikle başlangıç cümlesini oluşturan “burjuva ekonomisi sistemini
şu sırayla inceliyorum” ifadesine fazla dikkat edilmez. Burada İngiltere
örneğinin incelenmesinden çıkartılan bilgiler aracılığıyla, kapitalizmin teorik
bilgisinin üretilmesine geçişin yöntemi anlatılmaktadır. İncelenen örnek,
kapitalizmin en gelişmiş biçimidir. Anlatılan ise bu değil, tarihsel üretim
biçimi olarak kapitalizmdir. Dolayısıyla Önsöz’de konu edilen şey gerçeğin
gözlenme biçimi değildir; gerçeği oluşturan parçaların soyutlanıp
incelenmesiyle ulaşılan bilgilerin gereksiz ayrıntılarından arındırılarak,
zihinde tekrar bir araya getirilmesi ve bunlarla oluşturulan bütünlük (Marks’ın
ifadesiyle “zihindeki somut”) üzerinde düşünülmesinin yöntemidir. Tıpkı fizik
laboratuvarında gerçek yaşamın somut etkileri dışında bir deney ortamı
oluşturur gibi, Marks da kapitalizmin teorik anlatımı sırasında kullanacağı
kavramları ayrıntılarından arındırmış, düşünce düzeyinde kusursuz bir bütün
oluşturacak biçimde tekrar bir araya getirmiş ve bunun işletilmesinden çıkan
sonuçları anlatmaktadır. Örneğin ilk sermaye birikimi, ülkeden
ülkeye değişim gösterir ve benzer biçimde, üretken emek de farklı olabilir. Bu
nedenle kapitalizm ülkeden ülkeye farklılık göstererek geç, çabuk, daha cılız
ya da güçlü biçimde gelişebilir. Ama kapitalizmin teorik anlatımı bakımından
bütün bunların önemi yoktur, önemli olan sistemin kendini nasıl yeniden
üretebildiğinin açıklanmasıdır. Bu nedenle Marks Kapital’de somut bir
kapitalizmi değil, tarihsel bir üretim biçiminin teorisini anlatır. Önsöz’de de
bunun küçük bir örneği sunulur. Teorik ifadeler kapitalizmin günlük işleyişini
açıklamaya değil, tanımlamaya dönüktür. Günlük işleyişi açıklamayı amaçlayan
Engels Önsöz ya da Kapital’den örnek vermemekte, bu nedenle de haklıdır.
Bilindiği üzere yöntem
bilgisi iş tamamlandıktan sonra ortaya çıkar. Marks da böyle yaparak,
çalışmaları belli bir olgunluğa geldikten sonra yöntemini kaleme almış ve daha
sonra bu metnin “önsöz” olarak bu kitaba konması geleneğe dönüşmüştür. Ancak
zamanla bu metni Marks’ın eserlerini “anlama kılavuzu” ya da “anahtarı” gibi
okumak da bir gelenek haline gelmiştir. Oysa aynı kitapta bu işlevi yerine getirebilecek,
Grundrisse’den alınma ve Marks’ın ekonomi politik incelemelerinde kullandığı
“üretim, tüketim, dağıtım, üretim araçları” vb. kavramları açıkladığı bir bölüm
daha vardır. Konunun genişçe bir teorik özetini veren bu metin nedense “Önsöz”
kadar ünlü değildir.[11]
“Önsöz”, toplumsal
değişim sürecinde ekonomiye belirleyicilik atfeden II. Enternasyonal
reformistleri ve sosyalizmin inşasında üretici güçlere benzer bir
belirleyicilik yükleyen Stalin tarafından temel başvuru kaynağı olarak
kullanılmıştır.[12] Siyaseten zıt
yönelimlerdeki bu anlayışların teoride böyle bir ortaklık sergilemelerinin
nedeni, metnin farklı somut durumları açıklayıcı bir reçete gibi kullanılma
kolaylığı sağlamasıdır. Önsöz; Stalin gibi gerçeği iktidar konumundan açıklayıp
biçimlendirmekte ya da II. Enternasyonal gibi altyapının gelişmesiyle toplumun
kendiliğinden sosyalizme yönelmesinin beklenebileceğini ifade etmek amacıyla
kullanılmaya elverişlidir.
Engels’in ifadeleri daha
sonraları da yanlış yorumlara konu olmuş ve Marks’ın altyapıya belirleyicilik
atfeden tanımlamalarını belirsiz hale getirmek amacıyla kullanılmıştır.
Teorideki bu tür çarpıtmaların nedeni, tarihsel süreçler ve anlık
gerçekler arasındaki kategorik farkın gözardı edilmesiyle ilgilidir. Tarihsel
süreç ampirik olarak saptanan, dolayısıyla gerçek olaylar aracılığıyla
açıklanabilen bir olgu değildir; varlığından şüphe duyulmayan ancak teorik
düzeyde düşünülüp ifade edilebilen bir soyutlamadır. Örneğin “kapitalizm”
kavramı, tarihsel süreçteki bir üretim biçimini anlatır. Yaşadığımız somut
etkilerinden dolayı varlığından şüphe etmeyiz ama bu sonuca ampirik veriler
üzerinden değil, genel işleyiş yasalarının bilgisi aracılığıyla ve
soyut akıl yürütme sonucu varabiliriz. Somut durum ise her zaman içinde
bulunulan konjonktürün bir parçasıdır ve sürecin bütününe ilişkin bilgi vermez.
Engels’in “gerçek
yaşamın yeniden üretimi” kavramı teoriyle gerçeğin farkını hatırlatıcı
niteliktedir. Gerçek yaşam, her zaman bir gerçeklik içinde süreklilik kazanır
ve açıklaması bu çerçevede yapılmalıdır. Bu ifadede geçen “üretim”
sözcüğü, somut durumun yeniden üretimiyle ilgilidir ve gerçeğin materyalist ele
alınış örneğidir. Marks’ın Önsöz’de kullandığı “üretim” kavramı ise kapitalist
üretimle ilgilidir ve o da teorinin materyalist ele alınış örneğidir. Tıpkı
Engels’in somut durumu kendi somutluğu içinde açıklamak gerektiğini
hatırlatması gibi, Marks da bize teorik bir ifadenin teorik düzeyde tutarlı bir
anlatımla ve maddî hareketi yansıtacak biçimde dile getirilmesi gerektiğini
hatırlatır. Marks’ın teorideki materyalist tavrını şöyle örnekleyebiliriz:
Marks birçok yerde her
üretimin bir tüketim olduğunu söyler.[13] Ancak bu önermenin
Hegelci bir anlayışla düşünülüp kabul edilmesinin sakıncasına da işaret eder:
“Bu duruma göre, bir hegelciye, üretimle tüketimi aynı şey olarak koymak, kolay
gelir. Ve bunu, yalnızca sosyalist edebiyatçılar yapmakla kalmamıştır, ama
örneğin Say gibi sade nesirle meramını anlatan iktisatçılar da aynı hataya
düşmüşlerdir…”[14]
Marks bu ifadenin
devamında “üretim” kavramını düşünce düzeyinde ayrıntılarıyla birlikte yeniden
üretir ve Hegelciler gibi felsefî bir akıl yürütme sonucu değil, üretimin her
aşamasında hangi ürünleri tüketerek tüketim anlamına da geldiğini ortaya koyar.
Böylece üretimin, tüketimin amacı gibi gösterilmesinin önüne geçer.
Her ikisi de birbirlerini koşullandırırlar. Bu teorik ifadeler kendi içinde
tutarlı bir bütünlük taşır ve gerçeğin yalnızca bir parçasını ya da belli bir
anını değil, tümünü birden soyutlama düzeyinde ifade eder.
Ancak yine de bütün
bunlar Marks’ın Önsöz’de anlattığı toplumların değişimini açıklamaya yetmez.
Marksizm’in temel kavramları olarak kullanmaya devam ettiğimiz altyapı,
üstyapı, üretici güçler vb. somut bir durumu gerçeklik içinde göstermek için
değil ama gerçeği bir bütün olarak teorik düzeyde düşünmek için üretildiklerine
göre, hayatta hiçbir zaman belli bir üretici güçler kitlesinin önünde engel
olarak yükselen üretim ilişkileriyle çatıştığına tanık olmayız. Ancak düzenin
işleyiş yasası olarak böyle bir çatışmanın varlığını hatırlatıcı somut
belirtilerle karşılaşırız. Marks’ın soyutlama düzeyinde ifade ettiği bu gerçek,
günlük yaşamda insanların oradan oraya koşuşturması biçiminde yaşanır. Öyleyse
gerçek insanların, günlük hayatta oradan oraya koşturmasına neden olan şeyin
açıklanması gerekir.
Marks Önsöz’de
insanların aralarındaki bu ilişkileri, iradelerine bağlı olmaksızın
kurduklarını belirtir. Üretim ilişkileri, yaşamsal gerekliliklerin zorunlu
sonucu olarak ve bunu kuranların iradelerinden bağımsız biçimde oluşur. Metni
okumaya devam edersek; bu üretim ilişkileri gelişen üretici güçlere engel
olurlar ve aralarında çatışma doğar. Çatışmanın yolaçtığı altüst
oluşları bilimsel olarak saptamak mümkündür. Böyle bir saptama Marks gibi düzeni
eleştirmek amacıyla ya da klasik ekonomi politikçiler gibi düzenin işleyişini
açıklamak için yapılır. Devamında Marks, insanların “hukuksal, siyasal, dinsel,
artistik ya da felsefi ” ideolojik biçimler altında bu çatışmanın bilincine
vardıklarını ve bunu sonuna kadar götürdüklerini söyleyerek; bu ideolojik
düzeyde olup bitenlerle gerçeklik düzeyindeki üretici güçler-üretim ilişkileri
çatışmasını birbirinden ayırt etmek gerektiğini vurgular. İnsanlar tarihsel bir
çatışmanın bilincine ideolojik düzeyde nasıl varırlar?
Örneğin ücretli
emekçiler aldıkları paranın geçinmeye yetmediğini somut olarak görür ve hak
talep ederler. Egemen konumdaki kapitalist sınıf, hukuk ve siyaseti
bu talepleri gözönünde tutarak yeniden düzenler. Böylece toplumda, farklı
toplum kesimlerinin ekonomik çıkarlarının uyuşmaması ve bunların ideolojik
düzeyde değişik biçimlerde ifade edilmesinin yolaçtığı, iç içe geçmiş
çelişkiler yaşanmaya başlanır. Bu süreçlerde ezilenler ve ezenler kendi talep
ve düşüncelerini hem karşılıklı olarak birbirlerine, hem de kendi
taraflarındakilere benimsetip kabul ettirmeye çalışırlar. Marks, bir
yandan Alman İdeolojisinde bu durumu “toplumdaki egemen düşünceler egemen
sınıfın düşünceleridir” diye açıklarken, devamında bu anlayışı daha
da geliştirerek Önsöz metninde ideoloji düzeyinde geçen bütün bu toplanma ve
ayrışmaların altyapı düzeyinde bilimsel olarak da saptanabilen gelişmelerle
karıştırılmaması gerektiğini ifade eder. Marks’ın toplumsal bir gerçeği
bilimsel olarak saptamakla bunun ideolojik olarak dile getirilişleri arasındaki
ayrımı, altyapı-üstyapı ilişkisinin tarihi anlamak için vazgeçilmez ama
gündelik yaşama uygulanamaz olduğu anlamına gelir. İşte Engels’in “gerçek
yaşamın yeniden üretimi” kavramı bu noktada önem kazanır. Konu, Marks’ın Önsöz
metninin doğru okunması, gerçek yaşamın nasıl işlediğinin bilinmesi ve bugünü
anlamamız bakımından önemlidir.
Yıllar önce yazılmış
olmasına rağmen Önsöz üzerinde hâlâ yorum yapılmasının bir nedeni de, metnin
okuyucuyu buna zorlamasıdır. Althusser bu durumu şöyle ifade eder:
“… tüm toplumun
yapısının bina uzamsal metaforu şeklinde temsilinin önemli kusuru elbette
metaforik olmasıdır: Yani, betimleyici kalmasıdır.
Bu nedenle olguları
başka türlü sunmak bize kaçınılmaz gelmektedir. Söylediğimizin iyi anlaşılması
gerek: Klasik metaforu asla reddetmiyoruz, çünkü aşmaya bizi
zorlayan şey bu metaforun kendisidir. Ve bizim onu aşıyor olmamız, modası
geçmiş diye bir kenara atmak için değildir. Tek yaptığımız, bir betimleme biçimi
içinde bize verdiği şeyi düşünmeye çalışmaktır.” [15]
Marks toplumu bir binaya
benzetirken, günlük yaşam kargaşasının görünenlerin ötesinde nedenleri olduğunu
anlatmak ister. Bunu da ayrıntıya girmeksizin, yapının bütün olarak nasıl
çalıştığının genel bir tanımıyla yapar. Metnin okuru yoruma ve üzerinde
düşünmeye zorlamasının nedeni, tarihsel materyalizmi tarihte ilk kez
anlatan teorik niteliğidir. Okurların her somut durumda
karşılaştıkları konuları tarihsel materyalist bir bakış açısıyla ele alma
isteği metni tekrar tekrar yorumlamalarına ve bu da metni bir reçete gibi ele
almalarına yol açar. Ancak bu metnin benzerlerinden farkı, kendini olayların
dışında ve üstünde bir anlatıcı gibi sunmamasıdır. Bilincin toplumsal varoluş
koşulları tarafından belirlendiğini söylemekle, kendi gerçek konumunu da
açıklamış olur. Dolayısıyla ister bu metnin yorumlanması, isterse çürütülmesi
amacıyla başka bir metin yazılması biçiminde olsun; bundan sonra benzer bir
bilinç ortaya koyan herkesin gerçek konumunun bilincinde olarak, bunu ifade
etmesi gerekir.
Bu anlamda metnin
düşünceler düzeyinde ayrım koyucu ve devrimci düşünceler taşıyanları gerçeğe
yöneltici bir özelliği vardır. (Engels, Lenin ve Mao’nun bu metinden söz
etmemesi bu açıdan da düşünülebilir.) Teori, devrimci mücadelede yol
göstericidir; reçete değildir. Nitekim örnekleri bu metinle ilgili olarak da
görüldüğü üzere hayatı açıklayıcı bir reçete gibi ele alınacak olursa, hem bunu
yapanlar ve hem de metnin devrimci özellikleri silinir gider. Bu yüzden metinde
geçen ‘altyapının üstyapıyı, üretici güçlerin üretim ilişkilerini ve maddi
yaşamın genel olarak entelektüel yaşamı belirlediği’ ifadelerini gündelik
yaşama “ekonomi siyaseti belirler” diye tercüme eden herkes ekonomist bir
Marksizm anlayışı üzerinden reformizme düşmüştür/düşer. Engels bunun önüne
geçmek için “gerçek yaşamın yeniden üretimini” öne çıkarmış ama başka
yanlışlara yol açan ifadeleri nedeniyle yeterince etkili
olamamıştır. Lenin siyaset teorisini yeniden ayağa kaldırana
kadar, Marksistler arasında gündelik olayların ele alınışında
teoride üretici güçlerin gelişmesine ve pratikte
“işçici/sendikalist” anlayışlara dayalı ekonomist yorumlar egemen
olmuştur. Bu türden Marksistler devrimci pratik sürdürüyor olsalar bile, somut
gelişmeleri anlama ve açıklamaya uygun teorik araçlardan yoksun oldukları için
genel geçer kavramlarla yetinmişler ve gündelik hayatta uygun konumlar
alamamışlardır.[16] Konjonktürü
anlamak için gerçek yaşamın nasıl üretildiğine bakmak yerine kökleri konjonktür
ötesine uzanan basmakalıp ekonomik, özneci, tarihselci fikirlerle açıklamalara
gitmişlerdir. Oysa Marks, bu hatalardan kaçınmaya yardımı olacak ipuçları
bırakmıştır. Althusser, başka birçok çalışmasının yanı sıra ideoloji ve özne
üzerine geliştirdiği teorilerle, Marksizm’i gerçek koşullarda işletmenin
yollarını göstermiştir.
2- Gerçek yaşamın
yeniden üretiminde özne, ideoloji ve sınıfların yeri
Günlük yaşamda sel
gelmez, yangın çıkmaz, savaş ya da ekonomik kriz patlamaz; olaylar kendi
kendinin nedeniymiş gibi açıklanamazlar. Kendi kendinin nedeni olmak,
Spinoza’nın söylediği gibi yalnızca tanrıya ait bir özelliktir. Olgular her
zaman bir gerçeklik içinde, birçok nedenin birbirleri üstündeki eşzamanlı ama
eşit olmayan etkilerinin sonucu olarak ortaya çıkarlar. Belli bir zamandaki
olguların ortaya çıkış nedenleri geriye dönük olarak incelendiğinde,
aralarındaki yakınlıkların giderek arttığı görülür. Ancak aynı olgular somut
koşullarda yolaçtığı sonuçlar bakımından ele alındığında tersi geçerlidir:
Ortak nedenlerden kaynaklanan ve birbirine benzeyen olguların eşzamanlı
hareketlerinin hukuk, siyaset, inanç, ahlâk, felsefe vb. üstyapıya ait
alanlarda yolaçtığı sonuçların birbirine benzemediği, hatta
aralarında ideolojik/siyasi çatışmalar yaşandığı bir gerçektir.
Nedeni, üstyapının altyapıyı birebir yansıtmaması ve kendi işleyiş
düzeni ekseninde “görece bağımsız” çalışmasıdır.[17] Marks, Kapital’e
hazırlık amacıyla aldığı notlarda bunu “maddi üretimin gelişmesiyle örneğin
sanat üretiminin gelişmesi arasındaki eşit olmayan ilişki” olarak dile getirir
ve Antik Dönem Yunan sanatını ve 16. Yy İngiltere’sinden Shakespeare’i örnek
vererek, bu tür yüksek düzeyde sanat eserleri üretilmesinin her zaman üretici
güçlerin gelişmişliğiyle doğru orantılı olmadığını belirtir. Bu satırların
devamında, üretici güçlerin gelişmişliğine rağmen mülkiyet ilişkilerinin halen
Roma Dönemindeki gibi düzenlendiğini vurgulayarak şöyle der: “ Ama burada,
tartışmada karşılaşılan asıl güçlük şudur: üretim ilişkilerinin nasıl olup da
hukukî ilişkiler biçimine bürününce eşit olmayan bir gelişme izledikleri.
Örneğin Roma özel hukuku ile (ceza hukuku ve kamu hukuku için daha az böyledir)
modern üretim arasındaki ilişki.”[18] Ve Önsöz’de
net bir biçimde, “iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu,
bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuksal, siyasal, dinsel,
artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine
vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek”
gerektiğini ifade eder.
Düşüncelerinin
bütünü gözönünde tutulduğunda, Marks’ın bu fikirlerini geliştirmeye fırsat
bulamadığı teorik çalışmalarının habercisi olarak kabul etmek gerektiği
açıktır. Althusser Marks’ın bıraktığı bu ipuçlarını izleyerek gerçek yaşamın
yeniden üretimini anlamaya çalışır ve tarihsel süreçte altyapı tarafından
belirlenen üstyapının, somut koşullarda nasıl görece özerklik kazandığına,
bilimsel ve ideolojik saptamaların neden birbirlerinden ayrı ele alınmaları
gerektiğine yoğunlaşır. Althusser, Marksizm’de muğlak olan “gerçek
yaşamın yeniden üretimi” konusunu üretim ilişkileri temelinde, üstyapının
etkisi altında, sınıf ayrılıklarının somutluk kazandığı gerçek sömürü ve baskı
koşulları içinde ele alarak, açıklığa kavuşturur. Bu sırada üstyapıyı ikiye
ayırarak hukuk, siyaset ve devleti bir tarafta, ideolojileri diğer tarafta
sınıflandırır. Marks, toplumların maddi koşullarıyla ilgili ayrıntılı bir teori
vermiştir. Althusser de benzer bir çabayı üstyapının işleyişinin yasalarını
ortaya koymak için gösterir. Felsefe başta olmak üzere ideoloji, özne, hukuk,
siyaset, devlet üzerine çalışmalarını bu çerçevede düşünmek gerekir.
Elbette Marksizm’in
sorunlarından bahseden ilk kişi Althusser değildir; Gramsci, Lukacs ve
Frankfurt Okulu da benzer kaygılarla kendilerince çözümler geliştirmeye
çalışmışlardır. Althusser’in farkı, Marks’ın söylediklerini veri kabul edip
eksiklerini gidermeye çalışmak yerine Marksizm’i Marks’a uygulaması ve buradan
elde ettiği kavramlar yardımıyla Marksizm’i ve bu dünya görüşünün konu edindiği
her şeyi tekrar düşünmesidir. Bu yazının konusu olmadığı için kısaca değinmekle
yetiniyoruz; elbette buradaki “Marksizm” Althusser’in Marksizm’idir. Çünkü
Marks’ı okuyanların gerçekliğinden ve somut varoluş koşullarından bağımsız bir
Marksizm yoktur; Marksizm, herkesin somut koşullarda Marksizm’den anladığı
şeydir. Hiçbir yorum getirmeksizin isterse yalnızca alıntı yapmış olalım, bunun
seçimi bile bir yorumdur. Bu yüzden Althusser sanki gerçeklerden bağımsız bir
Marksizm varmış ve onun sırrına erenler Marks’ın eksiklerini saptayıp
boşlukları doldurabiliyormuş gibi davranmamış, kendi Marksizm anlayışını
Marks’a uygulayarak hem kendisiyle ve hem de Marks’la bir hesaplaşmaya girmiştir. Bu
anlayış dürüstçe, Marksizm içi her eleştirinin aynı zamanda
kendimizi eleştirmek (özeleştiri) anlamı taşıdığını ifade eder. Althusser’in
Marksizm içinde yerleşik hale gelmiş yanlışların teorik eleştirilerini bu
çerçevede ele almak gerekir.
***
Marksizm tarih ve
toplumu ele alırken özne-nesne ayrımı yapmaz. Çünkü özne de tıpkı taş, ağaç,
metal nesneleri gibi maddenin somut koşullardaki varoluş biçimlerinden biridir.
Ancak bırakalım Marksist olmayanları, birçok Marksist için dahi bu kabul
edilebilir bir görüş değildir. Bir yandan özne ve nesne arasına kategorik ayrım
konur, diğer yandan ikisi arasında uydurma bir diyalektikle bağ kurmaya
çalışılır. Bu tutarsız bir materyalizm anlayışın sonucudur. Bu çerçevede
genellikle hareketsizlik, hareketin ve canlı varlıklar, cansız varlıkların özel
biçimleri olarak ele alınmazlar. Canlı ve cansız varlıkların aynı fiziksel
hareket yasalarına tabi olduğu düşünülmez. Cansızlar ve canlılar, bitkiler ve
hayvanlar, insan ve diğer türler, doğa ve toplum arası maddî geçişlerin dikkate
alınmaması; öznenin de bir nesne olduğu gerçeğini anlamayı zorlaştırır. Bütün
bunlar toplumu doğanın bir parçası olarak görmemekle yakından ilintilidir.
Özne de toplumsal
yaşamın bir parçası olan herhangi bir nesneyle aynı varoluş koşullarının
eseridir. Somut koşullarda özne ve nesnenin farklı maddî varlıklar gibi
düşünülmesinin nedeni, gerçek yaşamın akışını sağlayan şeylerin görünenlerden
ibaret olduğunun sanılmasıdır. Bir yanda düşünen, konuşan, hareket eden insan
ve diğer yanda hareket ettirilmedikçe yerinden kıpırdamayan eşyalar… İkisinin
aynı toplumsal koşullar altında nasıl bir arada olduğu anlaşılamadığı sürece,
aralarına kategorik fark koymaktan vazgeçilmeyecektir. İnsan türünü diğer
canlılardan farklı kılanın toplumsallığı değil aklı olduğu düşünüldükçe,
insanın türsel ve toplumsal iki farklı özelliğin bir araya gelişinden oluştuğu
kabul edilmeye devam edecektir. Bu anlayış, insana toplum dışı ve öncesinde
varoluş tanır ve böylece toplumun bireylerin aritmetik toplamından oluştuğu
fikrine yer açar. Hiç kimsenin duygu, düşünce ve davranışlarının birbirine
benzememesini de bunun kanıtı olarak sunar. Marksizm’e de sızan burjuva
sosyolojik bakış açısı bu yüzden tek tek kişilerin duygu, düşünce ve
kanaatlerini belli örneklemler üzerinden toplar, ortalamasını alarak toplumun
fikri gibi sunar.
Bireyin benzersizliğinin
nedenini bireyin kendisinde aramak, totolojik bir anlayıştır. “Birey”, gerçek
bir kişidir ve tüm gerçek olgular gibi sayısız etkenin ortak sonucudur.
Etkenlerin sonsuz biçimde bir araya gelme olasılığı yüzünden hiçbir somut olgu
diğeriyle tıpatıp aynı değildir. Ancak toplumsal varoluş koşulları çerçevesinde
ele alındığında, bu farklı gerçekler arasında birçok ortak nokta olduğu da
görülür. Kişiler ya da toplulukların davranışlarını seçerken her zaman bir
ideoloji içinde hareket etmeleri böyle bir ortak noktadır.
İnsanlar belli
davranışları neden seçtiklerinin her zaman bilincinde olmazlar ve istemedikleri
bir davranışta bulunduklarında, bunu tekrarlamaktan kaçınırlar. Ama toplumsal
yaşamın belli bir istikrar içinde sürmesi için, birçok davranışın kararlı
biçimde tekrarlanması gerekir. Bu; kişileri zorlayarak ya da neden öyle
davranmaları gerektiği konusunda uzun eğitimlerden geçirerek yapılamaz;
davranış için uygun bir kaynaktan (=ideolojik aygıt) çağrı
geldiğinde, duyanların gönüllü olarak uyması ve davranışı yapmakla kalmayıp,
tekrarlaması gerekir. Bunu yalnızca ideoloji sağlayabilir. İnsanlar
iradelerinden bağımsız olarak girdikleri üretim ilişkilerini, ideolojiler
sayesinde sanki kendi istekleriyle öyle davranıyorlarmış gibi sürdürürler.
Althusser’in bu konuda “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”nda ortaya
koyduğu tezler, Marksizm’in günlük yaşamın anlaşılmasıyla ilgili eksiklerini
gidermiştir.
Althusser’in
ideoloji teorisini geliştirdiği yıllarda Avrupalı Marksistler arasında yaygın
olarak Marks ve Engels’in ideolojiyi “ters bilinç” olarak tanımladığı
gerekçesiyle olumsuz anlam yüklediği ileri sürülür ama Lenin’in aynı kavramı
neden olumlu anlamıyla kullandığından pek söz edilmezdi. Althusser ortaya
koyduğu görüşlerle Marks ve Lenin arasında çelişki olduğuna ilişkin düşünceleri
geçersiz kılmıştır. Marks ve Engels Alman İdeolojisi’nde
ideolojiye “ters bilinçtir” demezler, böyle olsa bile bunun
toplumsal bir gerçeğin ifadesi olduğunu söylerler.[19] Dolayısıyla
üzerinde durdukları konu ideolojinin ne olduğu değil, hangi somut koşulların
ürünü olduğudur. İdeolojinin ortaya çıkış koşullarının bilinmesi, işlevini
anlamayı da kolaylaştırır. Nitekim Lenin, Ne Yapmalı’da ideolojiyi bu yanıyla
ele alır ve partinin üzerinde yükseldiği bir düşünce biçimi anlamında kullanır.
Althusser ideoloji tanımını böyle bir teorik konjonktürde yapar:
“ İdeoloji, bireylerin
gerçek var oluş koşullarıyla kurdukları imgesel ilişkinin imgesel bir
“tasarımlanmasıdır.”[20]
Bireyler, iradelerinden
bağımsız olarak girdikleri üretim ilişkileri sürecinde elbette bazı izlenimler
edinirler. Bunlar, gerçek varoluş koşullarıyla kurdukları imgesel ilişkilerdir.
Bu imgeleri, DİA’lar tarafından üretilen ideolojiler çerçevesinde yeniden
düşünüp tasarımlarlar. Örneğin üretim sürecinde sıradan bir işçi olarak
yeraldığını bilen biri, bu düşüncesini imgesel düzeyde ve egemen ideolojinin
etkisi altında yeniden üreterek ve “dindar/milliyetçi işçi” kimliklerine
bürünerek sıradanlığını aşmaya karar verebilir. Kendini böyle ifade ederek,
iktidarın değişik yollardan desteğini alan gruplara katılabilir. Bu sırada
çevresinin de etkisiyle, iktidara zarar verebilecek sendikal ve siyasi
eylemlerden uzak duracaktır. Ve aynı somut koşullarda tam tersi bir durum da
yaşanabilir: Başka bir işçi, egemen ideolojiye karşı düşünceler geliştiren sol
bir siyasî odağın çağrılarının etkisiyle kendini “devrimci işçi” kimliği içinde
düşünmeye başlayabilir. Bu işçe de farklı çevrelerle ilişkiye geçerek iktidar
karşıtı eylemlerde yer almaktan çekinmeyecektir. Bunlar aynı üretim ilişkileri
temelinde ama farklı ideolojik çağrılara yanıt vererek gerçekleşen, siyaseten
birbirine zıt özne olma örnekleridir.
Meslek, cinsiyet,
etnisite, ırk, yaş gibi kimlikler ve siyaset, inanç, ahlak, felsefe, hukuk,
sanat gibi düşünce biçimleri birer ideolojidir. İdeoloji bilgi vermez ve
açıklama yapmaz; yalnızca amaç, sınır, kural bilinci vererek yapılacak
davranışları yönlendirir. İdeolojinin içine doğduğumuz için bu bilinci olağan
toplumsal yaşam süreçlerinde aile, okul ve din DİA’ları başta olmak üzere
medya, sanat, spor, siyasi partiler, sendikalar gibi kurumlar
aracılığıyla ediniriz. DİA’lar topluma sürekli çağrılar yapar ve bunların
kendine yapıldığını düşünenler uygun davranışlar içine girerek, toplumsal
ilişkilerini buna göre yeniden düzenlerler. Bir ideoloji olağan yaşam
süreçlerinde ahlâkî bir ölçüt, politik amaç, davranış sınırı, uyulması gereken
kural, huzurlu hissetmeyi sağlayan bir inanç gibi tanınır, kabul edilir ve
benimsenir. Bu sırada DİA’larda farklı ideolojiler mücadele ederek yan yana yer
alabilir ve kurulu düzenin “eleştirel eleştiriye” gözyumması ya da destekleyici
ortam hazırlaması, egemen ideolojinin hegemonya kurmasını
kolaylaştırır.
Egemen sınıf benzer
hoşgörüyü ekonomik mücadele süreçlerinde de gösterebilir. Çünkü siyasal
koşullar değişmediği sürece egemen sınıfın ekonomi ve ideoloji düzeylerindeki
geri adımları geçicidir ve toplumun rızasını alana
kadardır. İdeoloji bireylere yapmak zorunda olduklarını yapmaktan
vazgeçmemeye ve yapmak istemediklerini yapmaya yönlendirir. Bu, neyin daha akla
uygun olduğunu açıklığa kavuşturmak amacıyla kişilerle girilen bir tartışma
sonucu değil, olağan hayat süreçlerinde kendiliğinden bir davranışı benimsemek
biçiminde gerçekleşir. İdeolojiler gerçek yaşamın kesintisiz sürmesini bu
özellikleriyle sağlarlar. Kendilerine ait güçleri yoktur, ancak geniş yığınlar
tarafından benimsendikçe bir güce dönüşür ve toplumsal süreçlerde şu ya da bu
kesimin lehine çalışırlar.
Toplumsal yaşam
süreçlerinde karşılaştığımız her şey, toplumsal ilişkilerin somutlaşmış
ifadeleridir. Yaşanmakta olan pandemi süreci, bir virüsle toplumun
rastlantısal bir karşılaşmasının sonucu olsa bile, arkasında bunun
gerçekleşmesini kaçınılmaz kılan bir dizi karmaşık toplumsal etken vardır.
DSÖ’nün çalışma tarzından başlayarak, virüsün ilk görüldüğü yer olan Çin’de
sağlık sisteminin yetersizliğine ve dünya ticaretinin küresel ölçekte gelişmiş
olmasına kadar uzanan örnekler bunlar arasında sayılabilir. Sonuç tek bir
etkene bağlanamaz, hepsinin bir araya gelişine yolaçan gerekçelere bakarak,
bunun işleyiş yasalarını ortaya çıkartmak gerekir. Bu da ancak, geleneksel
materyalist anlayışların etkisinden kurtularak yapılabilir.
Somut bir olguyu yaratan
etkenlerin her birinin olaya katılışı eşdeğer nitelikte değildir. Çünkü
bunların her biri yine birçok başka etken tarafından oluşturulmuştur. Yanı
sıra, olaya ekonomi, siyaset, ideoloji gibi farklı düzeylerden,
düşünce + eylem çeşitlilikleri biçiminde ve farklı anlarda katılırlar. Her
birinin kendine ait gerçek zamanı ve hızı vardır. Ortak bir noktada buluşup
farklı bir olgu yaratılmasını sağladıklarında her biri açısından yeni ama
ortaklaşa yarattıkları olgu açısından tek bir gerçek zamana ve hıza sahip
olurlar. Ama kendi varoluşsal ömür süreleri değişmeyeceği
için, olayı etkileme süre ve güçleri farklı olacaktır. Bütün bunlar
sayısız etkenin birbiriyle çeliştiği ve bazı çelişkilerin diğerlerinden öne
çıkarak “üstbelirleyen” rolü oynadığı bir konjonktürde yaşanır. Her bir özne,
bu çelişkiler ortamında doğal olarak bir tarafta yer alır. Ya bir nesne olarak
hareketin etkisiyle sürüklenir, ya da özne gibi davranarak kendi gücünü ve
etkisini göstermeye çalışır. Gerçek durum, her türlü değişime açıktır. Somut
koşullarda güç elbette önemlidir ama özne olmanın belirleyicisi değildir. Özne
de bir nesne olarak, maddi çelişkiler tarafından belirlenir. Ve çelişkiler de başka
çelişkiler tarafından… Dolayısıyla öznenin bir güç ya da başka herhangi bir şey
olabilmesi için çelişkilerin belirleyici etkilerinden yararlanması ve uygun
konum değişiklikleriyle ilerlemesi yeterli olacaktır.
Bu sonsuz değişimin
anlaşılabilmesi için, olaylara her zaman materyalist bir konumda kalmaya
çalışarak bakmak gerekir. Marksizm’in kurucuları bunu yapsalar da sonraki
süreçlerde devamı gelmemiştir. Siyasi mücadelenin can damarını oluşturan
konjonktürün ele alınışı kendi gerçekliğinin yeniden üretilişi çerçevesinde
olmamış, bütün konjonktürlerde geçerli olabilecek formüller aranmış ve
bulunduğu sanılan öğeler her konjonktürü açıklamakta kullanılmıştır. Bu
çerçevede tarihin kendisi de içinde olmak üzere devlet, toplum, doğa ve
sınıflara tarihsel özne rolleri verilerek, toplumsal değişimlerin somut
koşullardaki hareket ettiricileri gibi ele alınmışlardır. Benzer biçimde
üretici güçlerin tarihsel bakımdan belirleyici özelliği “teknolojik
determinizm” yoluyla somut durumu açıklamak için kullanılmışlardır.
***
Tarih, toplum, doğa;
varlıklarını somut koşullarda edindiğimiz sınırlı bilgiler aracılığıyla
kavradığımız kesintisiz süreçlerdir. Özne ise, kendine ilişkin sıfatlarıyla
birlikte anılan somut bir varoluş biçimidir. Tarih, doğa, toplum birer sıfat
değil; gerçek ve sonsuz büyüklükteki varlıkları temsil eden soyut ifadelerdir.
Bu nesnelerin sonsuzluğunu, sonlu maddi çelişkilerin kesintisiz biçimde kendini
yeniden üretişi aracılığıyla kavrarız. Bu yüzden adı geçen olgular öznesiz
süreçler olarak ilerler.
Devlet, toplumsal
yapının bir parçasıdır, üretim ilişkileri temelinde ve sınıf çatışmaları
altında işgörür. Kendiliğinden özne rolü oynayamaz, ancak sınıf çatışmalarının
düzeyine bağlı olarak, egemen sınıfın toplumsal yaşamı düzenleme ve ezilenleri
baskı altında tutmak için, siyasal iktidar tarafından kullanılır.
Bonapartizm’de görüldüğü üzere, toplumsal çatışmaların dengede olduğu özgül
durumlarda siyasal iktidar devlet kadrolarının eline geçebilir ve böylece
devlet geçici özne rolü oynayabilir. Ya da egemen sınıfça tanımlanmış kısa
süreler ve alanlarla sınırlı olarak, böyle bir rol oynama özgürlüğü
kazanabilir. Bunun ancak somut durumda geçerli olduğu ve genel bir özellik
olmadığı unutulmamalıdır.
Sınıf kavramı, ekonomik
temelden hareketle toplumu siyaset ve ideoloji düzeyinde dikine katettiği
varsayılan toplum kesimlerinin soyut ifadesidir. Verili durumda bu üç düzeyi
yalnızca egemen sınıf keser. Bu yüzden siyaseten egemen sınıftan
bağımsızlaşamayan hiçbir toplum kesimi bir sınıf gibi davranamaz. Ekonomik çıkar
çatışmalarından yola çıkarak “sınıf” belirlemesi yapmak ve bağımsız siyasi
irade ortaya koymayan ücretli emekçileri bir sınıf gibi kabul etmek,
ekonomizmdir. Benzer biçimde, değişik toplum kesimlerini kültürel/mekânsal
yakınlıklarından hareketle sınıf olarak tanımlamak da kendiliğindenciliktir. Bu
anlamda sınıf verili bir özne değildir, yalnızca toplumsal olguları anlamakta
yararlanılan bir kavramdır. Marksizm’in kurucularının “sınıf” sözcüğünü çok sık
kullandıkları dönemlerde, proletaryanın birçok ülkede bağımsız siyasi örgütleri
olduğu ve çeşitli adlar altında kendi sınıf mücadelelerini verdikleri
unutulmamalıdır. Yaşanan yenilgiler ve burjuvaziye karşı kazanılan zaferlerin
korunamadığı süreçlerde durum değişmiş, ezilenler bugünkü dağınık, örgütsüz, cılız
mücadelelere hapsolmuşlar ve buradan çıkış yolu geliştirememişlerdir.
Sınıf, ulus, dinsel bir
cemaat, ırk ya da belli bir toplumsal cinsiyet rolü özne değildir ve toplumsal
çatışmalarda kendi kendilerini temsil etmezler; onları ancak, toplumsal pratik
ölçeğinde egemen sınıftan bağımsızlığını kanıtlamış siyasi özneler temsil
edebilirler. Ekonomik ve ideolojik düzeyler düzenin devrimci bir eleştirisini
içermediği için, bu nitelikteki toplumsal örgütlenmelerin temsil yeteneği
yoktur; yalnızca sınıf adına sınırlı alanlarda bazı eylemler yaparlar. Nasıl ki
toplum tek tek bireylerin aritmetik toplamından oluşmuyorsa, örneğin sınıf da
tek tek işçiler ya da kapitalistlerden, bir ulus aynı dili konuşan vb.
kişilerden oluşmaz. Bu tür kavramlar yalnızca belli bir toplumsal yapı içindeki
bazı toplumsal özelliklerin yeniden üretilmesinin adlarıdırlar.
Konjonktürdeki
gelişmeleri konjonktür dışı etkenlerle açıklamaya çalışmak, açıklayıcının
gerçek zamanlı olarak düşünmesini engeller. Bu da siyasi bir öznenin somut koşullarda
konum belirlemesi ve taraf olmasını zorlaştırır. Sonuçta çizgisel zaman
anlayışına düşülür ve olaylar geçmiş-şimdi-gelecek idealist diyalektiğine göre
ele alınmaya başlanır. Tarihsel süreçler ve yaşanan an arasında geçişler varmış
gibi düşünmenin ve tarihsel bakımdan belirleyici olanın somut durumda da
geçerli olacağı fikrinin nedeni budur.
3- Üretici güçler neden
belirleyicidir?
Marks Önsöz’de üretici
güçler-üretim ilişkileri çelişkisini “üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri
olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler” diye ifade eder ama bize
üretici güçlerin nasıl geliştiğini söylemez. İlginç olan, bu durum sonraki
kuşaklar tarafından da fazla irdelenmeden kabul edilir. Üretici güçler neden ve
nasıl gelişirler?
Üretici güçlerin gelişimi
Marks için apaçık bir gerçek, sonraki kuşaklar açısından ise çeşitli yorumlar
arasında sorulması unutulmuş bir soru gibidir. Bu konudaki genel eğilim,
toplumsal yapı içinde üretici güçlerin üretim ilişkileriyle çelişkisi sürecinde
geliştiği yönündedir. Bu düşünüş tarzı doğa-toplum ilişkilerini karanlıkta
bıraktığı gibi, zaten Marks’ın kapalı ifadelerle anlattığı üretici
güçler-üretim ilişkileri bağlantısının anlaşılmasını daha da zorlaştırır.
Althusser’in de belirttiği üzere Komünist Manifesto’da “tarih sınıf
mücadeleleri tarihidir” denmesine rağmen yaklaşık 10 yıl sonra yazılan Önsöz
metninde sınıflardan hiç bahsedilmez. [21] Üretici güçler bu
metinde “toplumsal üretici güçler” olarak, toplumsal yapının içinde ifade
edilir. Ama toplumsal yapı adeta yekpare bir bütünlüğün soyut ifadesi gibi
anlatıldığı için, metni yorumlayanların üretici güçlerin gelişimini toplumdaki
somut çelişkiler yerine soyut bir “üretici güçler-üretim ilişkileri çelişkisi”
üzerinden açıklamaya çalışması sürpriz değildir. Dolayısıyla bu tür yorumlar
metni amacından saptırır ve üretici güçlerin tarihsel süreçteki
belirleyiciliğini zayıflatarak, üretim ilişkileriyle arasında denge arayıcı
düşüncelere kapı aralar. Ve Engels’in “tarihte belirleyici olan
gerçek yaşamın yeniden üretimidir” ifadesinin de bu yorumlara eklenmesiyle,
tarihsel süreçte üstyapıya da yer yer, altyapıdan bağımsız belirleyicilik
yüklemek mümkün hale gelir.
Bütün bunlar Marks’ın
fikirleriyle uyuşmaz. Bu yüzden Althusser Önsöz metninin Hegelci etkiyle
yazıldığını söylemekte haklıdır. Ancak Marks, bir Hegelci değildir. Yalnızca,
metni Hegelci tarzda yazmasının sonraki kuşaklar tarafından idealist bir
biçimde yorumlanmasını kolaylaştırdığı söylenebilir. Kaldı ki kendisi de-daha
önce değindiğimiz üzere-bu tehlikenin farkındadır ve kavramsal karşıtlıkların
Hegelci bir anlayışla ele alınmasındaki yanlışlığa dikkat çekerek, buna karşı
yapılması gerekeni açıklamıştır. [22]
Marks soyutlama yaparken
belli bir teorik çerçevede düşünür, olguları gerçeklikleri içinde inceler ve
keşfettiği genel işleyiş yasalarını düşünce düzeyinde ifade eder. Bu sırada,
örneğin “üretim-tüketim” gibi iki kavramı birbiriyle soyut düzeyde
ilişkilendirirken yaptığı şey biçim açısından Hegel’i andırsa bile bu felsefî
bir ilişkilendirme değil, materyalist anlayış doğrultusunda gerçek bir durumun
düşünceye yansıtılmasıdır. Tıpkı sonsuzluk fikrini sonlu gerçekliklerin bilgisi
aracılığıyla kavrayışımız gibi, Marks da asla ampirik olarak bütünü hakkında
bilgi edinemeyeceğimiz kadar büyük ve kapsayıcı “toplumsal yapı, tarihsel
süreç, üretici güçler, üretim ilişkileri” vb. kavramlarla ifade edilen tarihsel
ve toplumsal gerçekliklerin bilgisini, somut koşulların sınırlayıcılığı altında
edindiği bilgiler aracılığıyla dile getirir. Bu yüzden gündelik yaşama
baktığımızda tarihsel ve toplumsal gerçeklerle ilgili soyutlamaların birebir
karşılığı olan “üretici güçler” kitlesi ya da “sınıf, üretim ilişkileri” vb.
görmeyiz ama bu soyutlamaların kalkış noktaları olan tarlalar, iş yerleri, şu
kadar sayıda ücretli emekçi gibi somut örnekler görürüz. Marks bu olgularla
ilgili sayısız istatistik, rapor, haklarında yazılmış yorumları okuyarak ve
bunları eleştirerek; genel hareket yasalarını ortaya koyar. Bu, incelenen bir
konu hakkında bilimsel düşünceler ifade etmenin tek yoludur. Bu nedenle
Marks’ın düşüncelerini izlerken şu iki konuya dikkat etmemiz gerekir:
Birincisi, Marks’ın
teorik düşünceleriyle bunların tanımladığı gerçekler arasında birebir örtüşme
aramamak gerekir. Bu anlamda gerçekteki işçilerle teorideki işçi
sınıfı, gerçekte bir mağazalar zincirinin üretim ilişkilerinin somutlaşmış bir
biçimi olmasıyla teorideki üretim ilişkileri arasında, geçiş ya da doğrudan
bağlantılar yoktur. Bu öznel bir tercih değil, varoluşsal bir durumdur. Çünkü
içinde olduğumuz gerçeklikle bunu tanımak amacıyla yararlandığımız teorinin
üretildiği gerçeklik arasında, zaman ve hareket farkı vardır. Biz o sırada
ister teoriden yola çıkarak içinde olduğumuz gerçeği tanımaya çalışalım ya da
isterse gerçeklikten yola çıkarak bunu anlamamıza yardımı olacak bir teori
arıyor olalım; teorinin ve somut durumun kendilerine ait gerçekliklerini bir
araya getirmiş olmayız, yalnızca zihinsel bir faaliyet yürütmekteyizdir.
Dolayısıyla bir parçası olduğumuz gerçeği her zaman teorinin yol
göstericiliğiyle tanımaya çalışmalı ama teoriyi asla gerçeğin yerine
koymayarak, yüz yüze olduğumuz gerçeği kendi somutluğu içinde anlamak için çaba
göstermeliyiz.
İkincisi, bu konulardaki
teoriler hayatın işleyiş yasalarından yola çıkarak geliştirildiğine göre
tanımladıkları çelişkiler, yapılar, içerikler vb.leri; devasa
gerçekliklerin bilimsel düzeydeki kavramsal ifadeleridirler ve hiçbir zaman
felsefî kavramlar, mantıksal çıkarsamalar ya da bir yöntem bilgisi
gibi ele alınamazlar. Dolayısıyla teorik düzeyde kişisel amaçlarla akıl
yürütüyor olsak bile, bu bizim istemimizden bağımsız olarak, toplumsal pratik[23] çerçevesinde
yapılan bir davranıştır. Örneğin bilimsel bir tartışmayı felsefî alana çekmek
teorik bakımdan bir tutarsızlıktır ve aynı zamanda, durumuna göre şu
ya da bu siyasi öznenin yanında yer almak anlamına da gelebilir. Bu gibi
nedenlerle teorik düzeyde ifade edilen üretici güçler-üretim ilişkileri
çelişkisi, toplumsal pratik içinde bu çelişkiyi oluşturan ayrıntıların soyutlanmasından
elde edildiği gösterilmedikçe, herhangi bir açıklayıcılık taşımaz. Bu da
çelişkinin kutuplarının nasıl ortaya çıktığı, birbirleriyle nasıl
ilişkilendiği, engel ya da gelişmeyi teşvik edici olduğu teorik düzeyde
gösterilerek yapılabilir.
Althusser’in üretici güçler-üretim
ilişkileri bağlantısıyla ilgili tanımlamaları böyle bir anlayış çerçevesinde
dile getirilmiştir:[24] Buna göre üretici
güçler belli bir üretim tarzı içinde temeli oluşturur ve üretim ilişkileri, bu
temelin çizdiği sınırlar içinde belirleyici rol oynar. Altyapı-üstyapı
ilişkisini de böyle ele almak gerekir. Bu iki olgudan biri diğerine nasıl
olması gerektiğini dikte ediyormuş gibi değil, birinin çizdiği sınırlar içinde
diğeri kendi işlevini ortaya koyuyormuş gibi düşünülmelidir. Kısaca
açıklayalım:
Belirli bir üretici
güçler kitlesi ve buna denk düşen üretim ilişkileri uzay boşluğunda değil, bir
üretim tarzı içinde ve bir bütünlük oluşturacak biçimde karşılaşırlar.
Dolayısıyla üretici güçler de öncesinde ya da sonrasında değil, ancak belli bir
üretim tarzı içinde temel oluşturabilir. Üretici güçler, üretim araçları +
üretken emekten oluşur. Üretim ilişkileri ise, üretim araçları sahipleriyle
bundan yoksun olanlar arasında, geçimlerini sürdürmek için iradelerinden
bağımsız olarak kurdukları ilişkilerin toplamıdır. Üretim araçlarının
(=aletler, toprak, makine ya da hayvan gücü) gelişmişlik düzeyi, emek
süreçlerini belirler. Gerçek yaşamda üretim tarzları saf olarak yer almazlar,
belli bir anda birden fazla üretim tarzı bir arada bulunur ve Marks bunu
“toplumsal formasyon” (=toplumsal yapı) olarak adlandırır. Tarihsel bakımdan
geride olan üretim tarzı diğerine eklemlenerek, süreç içinde onun egemenliği
altına girer. Bütün bunlar sömürü ve baskı altında sınıf mücadelelerinin devam
ettiği koşullarda gerçekleşir.
Marks Önsöz’de bu süreci
soyut olarak ifade ederken; okur, toplumsal bir yapının ortaya çıkması için
önce üretici güçlerin var olması, ardından bunun üstüne uygun üretim ilişkileri
ve üstyapı gelmesi gerekiyormuş gibi düşünür. Oysa bu şema yalnızca gerçeğin
nasıl bir şeye benzediğini anlatır, ortaya çıkışını açıklamaz. Toplumsal
yapının ortaya çıkış gerçeği tam tersidir. Marks, bunu şöyle ifade eder: “Her
üretim, belirli bir toplum biçiminin çerçevesi içinde ve onun aracılığıyla
doğanın birey tarafından mülk edinilmesidir.”[25]
Yaşam hiçbir zaman sıfır
noktasından başlamaz, devam etmekte olan bir yaşamın yeniden üretimi olarak
süreklilik gösterir. Her şeyin öncesinde daima verili bir toplum vardır. Her
zaman, verili koşullardaki üretim aracı sahiplerinin egemenliği altında ve
insanların iradelerinden bağımsız olarak süren üretim ilişkileri içerisinden,
doğaya doğru açılarak yeni üretim araçları mülk edinilir. Tarla, orman, akarsu,
hayvan, maden gibi üretim araçları, miktar ve sağladıkları fayda gibi
kendilerine ait özellikleri bakımından önceki üretim araçlarından daha gelişkin
olabilirler. Ancak bunların toplumsal üretim süreçlerinde belirleyici rol
oynaması kendiliğinden ve bir anda gerçekleşmez, yeterli yaygınlık gösterip,
üstünlüklerini kabul ettirmeleri gerekir. Bunun için eski ve yeni üretim
araçları sahipleri arasındaki hesaplaşma bir sonuca ulaşmalı ve yanı sıra, emek
gücü yeni üretim araçlarını kullanmaya razı olmalıdır. Elbette üstyapıda da
buna uygun değişiklikler gerçekleşmeli ve siyasal iktidar yeni gelişmeleri
tanıyıp, kabul edici davranmalıdır. Bu da eğer yeni üretim araçları üretimi
arttırır ve iktidara eskisinden daha fazla payı istikrarlı biçimde sunabilirse
mümkün olur.
Üretim araçları için
geçerli olan bu durum, genel olarak üretici güçler ve altyapı için de
geçerlidir. Bir toplumun gelişiminin sonraki aşamasında belirleyici rol
oynayacak etkenler, bu gelişme öncesi evredeki üretim ilişkileri/mülkiyet
biçimi/siyasal yapılanma içinde mülk edinilirler. Bu sırada eski üretici
güçlerin gelişme biçimleri olan üretim ilişkileriyle, yeni üretici güçlerin gelişmesini
zorunlu kıldığı üretim ilişkileri arasında, toplumsal düzeyde çok yönlü
çatışmalar görülür. Bir yandan mülk sahiplerinin kendi arasında, diğer yandan
eski ve yeni üretici güçler içinde yer alan farklı emek biçimleri arasında, son
olarak emekçilerle tüm mülk sahipleri arasında olmak üzere, üçlü bir rekabet
yaşanır. Üretici güçler-üretim ilişkileri ve altyapı-üstyapı arasındaki uyum,
bu süreçlerde kurulur. Devrimler başta olmak üzere savaş, ekonomik bunalım ve
toplumsal felâketler, uyumsuzlukların giderilmesi için fırsatlar sunar. Böyle
dönemlerde üretici güçlerin gelişiminde genellikle sıçramalar görülürken,
üretim ilişkileri düzeyinde de tarihsel değişimler ya da geçici gerilemeler
yaşanır.
Üretici güçlerin, üretim
araçları + üretken emekten oluştuğunu belirtmiştik. Her zaman üretim
araçlarındaki gelişmeler, emek süreçlerini belirler. Marks bu konuyla
ilintili, üretim sürecini tersine çevirerek makinelerin gelişiminin
işbölümünü ortadan kaldıracağını ileri süren Proudhon’a şu yanıtı verir: “İş,
elinin altındaki aletlere uygun olarak değişik biçimlerde örgütlenir, bölünür.
Eldeğirmeni buharlı değirmenden ayrı bir işbölümü öngörür.” Ve şöyle devam
eder: “Sabanı çeken öküz nasıl bir ekonomik kategori değilse, makine de
değildir. Makine, yalnızca bir üretici güçtür. Makinenin uygulanmasına dayanan
modern atelye ise, toplumsal bir üretim ilişkisi, ekonomik bir
kategoridir.” [26]
Üretici güçlerin gelişim
sürecinde önce üretim araçları, daha sonra üretken emek
gelişir. Alet, elin uzantısıdır. Taş baltadan karmaşık makinelere
doğru gelişirken, aletin bir araya getirdiği elle yapılan işlerin sayısı artar.
Bu da bir yandan aleti kullanmak için özel eğitim almayı gerektirir, diğer
yandan aletin sağladığı fayda artışına paralel olarak ona sahip olma arzusu (ya
da tersine o alet nedeniyle işinden gücünden olacağını düşünenlerin düşmanlık
duyguları) da artar. Dolayısıyla üretici güçlerin geliştirilmesi için üretim
araçlarının geliştirilmesi yeterlidir. Ama bu her istenildiğinde yapılamaz.
Çünkü insanlar her şeyi isteyebilirler ama onların gerçekleşmesi toplumsal
varoluş koşulları tarafından belirlenir. Böylece en başa, Önsöz’de belirtilen
noktaya geri dönmüş oluruz: üretim araçları, dolayısıyla üretici güçler nasıl
gelişirler?
Marks’ın bu konudaki
ifadeleri açıktır ve toplumsal varoluşumuzun belirleyicisi bilincimiz değil,
tersi geçerlidir. Bu ifade iki yönlü okunmalıdır: Bir yandan üretim araçları
insanlar istediği için gelişmez, diğer yandan gelişmesini istemeseler de
hayatın yeniden üretimi sürecinde gelişirler. Dolayısıyla üretim araçlarının ve
bağlı olarak üretici güçlerin gelişimi, her iki açıdan da irade dışıdır. Ve bu
gelişme, tarihten devralınan miras koşullarında gerçekleşir. Yeni
üretim araçları, önceki üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin belirleyiciliği
altında gelişir. Önceki üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin ifadesi, eski
üretim ilişkileridir. Dolayısıyla yeni üretim araçları, yeni üretim ilişkileriyle
birlikte ortaya çıkar ve ilerlemeye çalışır. Bu dinamiğe yolaçan başlıca iki
neden olduğunu söyleyebiliriz: Bunlardan ilki doğanın sınırsızlığı, ikincisi
üretken emeğin toplumsal niteliğiyle ilgilidir.
Doğanın sınırsızlığı: Doğa konusunu
sonraki bölümde genişçe ele alacağımız için burada kısaca değiniyoruz; üretim
her zaman doğadan bir şeylerin alınıp mülk edinilmesine dayanır. Doğa (makro ve
mikro anlamda) sınırsızdır; sınırlı olan, toplumun mülk edinme olanaklarıdır.
Toplum, belirli bir çevreyi tükettiğinde başka çevreye geçerek, elindeki
sınırlı olanaklarla sonsuza dek doğanın sınırsızlığından yararlanabilir. Bunu,
mülk edinme olanaklarını kendine ait çevreyi tüketmeden kullanarak da
gerçekleştirebilir. Her durumda toplumsal yaşamın yeniden üretiminin belirleyicisi
doğadır. Doğa bunu bir özne ya da etkin taraf olarak değil, toplumsal yaşamın
ancak doğaya yaslanarak varlığını sürdürebiliyor oluşu dolayımı üzerinden
yapar. Sonuçta insanlar da her canlı gibi beslenen, büyüyen, çoğalan birer
doğal öznedirler ve diğer canlılardan farkı, bunu toplumsal yaşam biçimi
altında sürdürüyor olmalıdır. Sınırsız büyüklüğün mutlak anlamda
tüketilemezliği ve aynı zamanda toplum üzerindeki etkilerinin
öngörülemezliği, toplumsal yaşam üzerinde belirleyicidir. Doğa bu
özellikleriyle, insanları sürekli kendini keşfetmeye ve daha çok üretim aracı
elde etmeye, adeta teşvik eder. Bu insanların açgözlülüğü değildir, doğanın
sınırsızlığının bizi mıknatıs gibi kendine çekmesidir. İnsan da tüm canlılar
gibi daha az enerji tüketerek daha uzun yaşamak isterken, bunun olanaklarını
doğaya açılarak arar.
Emeğin toplumsal
niteliği: İş sürecinde kişisel olarak harcanan emek gücünün kaynağı, toplumsal
yaşamdır. Üretken emekçi nesnel açıdan kişisel yaşamını sürdürmek için çalışan
birisi değildir; her ne amaçla olursa olsun çalıştıkça, toplumsal yaşama
katkıda bulunan biridir. Çünkü aldığı eğitim, kullandığı araçlar, üretim için
gereken etkenleri bir araya getiren mülk sahibi ve düzeni sağlayan toplumsal
otorite; üretken bireyin her zaman kendine yeterli olandan fazlasını üretmesi
için gerekli olanakları sağlar. Böylece üretimin meyveleri çalışan, mülk sahibi
ve devlet arasında bölüşülerek; ürünle birlikte üretimin maddi koşullarının
yeniden üretimini sağlayacak toplumsal düzene süreklilik kazandırılır.
Üretimin, dolayısıyla üretim araçlarının düzenli olarak gelişmesinin toplumsal
nedeni, üretken emekçinin her zaman kendine yeterli olandan fazlasını
üretebilmesidir. Çalışan bunun bilincinde olarak kendine dayatılan koşullara
boyun eğmeye ve çalıştıran da bunun gerçekleşirliğinin farkında olarak daha çok
çalıştırmaya eğilimli olurlar.
Ancak doğanın sınırsız
olanakları ve çalışanın kendine yeterli olandan fazlasını üretme potansiyeli,
üretici güçlerin gelişimini kendiliğinden sağlamaz. Önsöz’de belirtildiği üzere
insanlar varlıklarının toplumsal üretiminde, iradelerinden bağımsız olarak
üretim ilişkilerine girerler. Bu, var olan üretim ilişkileri üzerinde yükselen
toplumsal yapı içinde gerçekleşir. Dolayısıyla aralarındaki ilişkileri
iradelerinden bağımsız olarak kursalar bile, bu ilişkilerin toplumsal yaşamın
sürekliliğini sağlayacak biçimde yeniden üretilmeleri bilinçsiz değildir. Geniş
kitlelerin toplumsal işbölümü temelinde farklı alanlarda ve yönlerde eş zamanla
faaliyet yürütmesi ve bunun aynı zamanda ortak bir toplumsal yapının ayakta
durmasına hizmet etmesi, belli bir bilinçlilik içinde yapılmasını gerektirir.
Toplumsal yapının egemen bilinci, egemen sınıfın ideolojisidir. Üretim
ilişkileri zemininde ve sınıf mücadelesinin belirleyici olduğu toplumsal
koşullarda amaç, sınır, ilke, kural, inanç, ahlak vb. düşünce biçimleri olarak
DİA’lar tarafından üretilen ideolojiler kitlelere yayılır ve bireyleri
birleştirerek bir güce dönüşür. Ekonomi ve politika alanında toplumsal
dönüşümlere yol açan kitlesel hareketler böyle üretilir. Dolayısıyla teoride
“üretici güçler-üretim ilişkileri çelişkisi” üzerinden ifade edilen değişimin
toplumsal pratikteki karşılığı, sınıf mücadeleleridir.
Toplumdaki tüm
çatışmaların arkasında, toplumsal üretimden daha çok pay alma arzusu yatar; bu
üretim ilişkileri sürecinde irade dışı oluşan bir bilinç öğesidir. Bu bilinci
besleyen maddî neden, üretim araçları sahiplerinin daha çok pay almaları
gerçeğidir. Ama araya ideoloji girdiği için, bu gerçek her zaman olduğu gibi görünmez
ve yaygın kanaat, üretimden yeterince pay alamayışın nedenini ırk, cinsiyet,
etnisite, inanç, yaş, siyasi görüş vb. farklı kimlikler arası eşitsizliklere
bağlama eğilimindedir. Durumuna göre bazı kimlik sahiplerinin eşitlik aramanın
dışında tutularak üretimden daha az ya da çok pay almaları doğallaştırılırken,
geri kalanların eşitlik ve özgürlük arayışlarına göz yumulur. Bireylere farklı
yollardan çağrılar yapan ideolojiler, onları bu tür bireysel/kitlesel amaçlar
doğrultusunda hareket etmeye yönlendirir. İnsanlar gerçek durumlarının zihinsel
yansımalarını yapılan ideolojik çağrılar çerçevesinde yeniden anlamlandırarak,
davranışlarını değiştirebilir ve bazı toplum kesimlerinin yanında, başkalarının
karşısında konum alabilirler. Böylece ekonomik düzeyde somut çatışmaların yanı
sıra, ideolojik düzeyde farklı öznelerin karşılıklı konum almalarının
oluşturduğu zeminde, sürekli olarak siyasi ayrışmalar yaşanır ve bunlar aynı
zamanda farklı öznelerin yakınlaşmalarına yol açar. Böylece toplumsal yaşamın
üç düzeyinde birden süren sınıf mücadeleleri, üretici güçlerin gelişme
potansiyellerini harekete geçirir.
Bu çerçevede ideoloji,
toplumsal yaşamın yeniden üretiminin anahtarını oluşturur. Bilgi vermez,
yalnızca yön gösterir. Özel eğitim gerektirmez, olağan yaşam süreçlerinde
kendiliğinden edinilir. Tarihi yoktur, kuşaklar boyu tekrarlanan söylemlerin
anlamı, her somut durumda yeniden üretilir. Dolayısıyla ideolojinin değil, bunu
üreten aygıtların ve üretilen ideolojiyi kuşanıp harekete geçen kitlelerin
tarihi vardır. Ve bu tarihsel çatışmalarla, üretilen her ortak söylem somut
çıkarlara uygun olarak yeniden ayrışarak, aynı ideoloji ezilenler ve ezilenler
mücadelesinin etkisi altında yeni biçimler kazanır. Kutsal kitap, bayrak, ırk,
cinsiyet rolü aynı olsa bile; bunların ezenler ve ezilenler açısından anlamları
farklı olacaktır. Egemen ideoloji, bu farkları kendi lehine gidermek için
sürekli ideoloji üretir…
Somut durumda
ideolojinin gerçek yaşamın üretimindeki yeriyle ilgili bir parantez açıp kısaca
şu bilgileri hatırlayalım: Sovyetlerde ve Çin’de sosyalizmin inşası için farklı
biçimlerde üretim araçlarının geliştirilmesine önem verilmesi, beklenen
sonuçları vermemiştir. Stalin döneminde ağır sanayiye önem verilmesi ve Çin’de
benzer biçimde 1961’de başlatılan “Büyük İleri Atılım” projesi, kitlelerin bu
çabalara gönüllü olarak katılımı sağlanamadığı için başarısız olmuştur.
Sosyalizm adına bu tür girişimlerde bulunulmasının başlıca nedeni, maddi
gelişmelerin olumlu sonuçlara yol açacağı bilincinin, bu süreçlerde kendiliğinden
zihinlere yansıyacağının sanılmasıdır. Maddi süreçlerle düşünce süreçleri ayrı
ilerler. İkisi arasında uygun bir denge kurulabilmesi için öncelikle toplumda
buna rıza gösteren bir ideoloji üretilmeli ve bunun belirlediği komünist bir
hareketin sürecin öznesi haline gelmesi sağlanmalıdır. Siyasi otorite süreci
zorla sürdürmeye değil, olağan akışının önündeki engelleri gidermeye
odaklanmalıdır. Bu yapılamamış ve her iki ülkede de toplumsal yaşamın yeniden
üretiminin temel koşulu olan üretim artışı için çeşitli ödül uygulamalarına
gidilmiştir. Bu da liberal ideolojilerin dayanağı olan üretim ilişkilerini
yaygınlaştırmıştır.
Benzer bir bakış açısı
bugün pandemi sonrası toplumsal yaşam beklentileri çerçevesinde de dile
getiriliyor. Virüsün doğrudan teması azaltacağından hareketle, üretim
süreçlerinde bazı teknolojik yeniliklerin kullanıma sokulabileceği söyleniyor.
Bu tür akıl yürütmelerde yalnızca virüs yayılmasına katkısı bulunmayacak
teknolojik yenilikler listesinden bulunup çıkartılan araçların özellikleri
anlatılıyor. Oysa böyle bir değişimin gerçekleşebilmesi, öncelikle çalışan
kitlelerin buna rıza göstermesiyle mümkündür. Yanı sıra, mülk sahiplerinin yeni
teknolojiyle birbirlerine kurabilecekleri üstünlüğün bedeli, birçok çalışanın
işsiz kalarak tüketim harcaması yapamaz duruma düşmesi olacaktır. Dolayısıyla
yalnızca yeni bir teknoloji kullanma olanağı doğdu diye üretim araçlarında
değişime gidilmez, koşulların da buna elverişli olması gerekir.
4-
Üretici güçleri toplumun dışına almanın anlamı ve kısa bir Cohen eleştirisi
Gerald Allan Cohen
(1941-2009), Marksist çevrelerde “Karl Marx’ın Tarih Teorisi”[27] kitabıyla tanınır.
Cohen kitabında Marks’ın tarih tezini olumlar. Ancak bunu yaparken, üretici
güçleri toplumun dışında sayar. Cohen’in kitapta geçen birçok tezinin
arasından, konumuzla ilgili olduğu için yalnızca bunun üzerinde duracağız.
Cohen İngilizce aslı
1978, Türkçesi 1998’de yayımlanan kitabında Önsöz metnini analitik yöntemle
yorumlayarak, Marks’ın vardığı teorik sonuçları destekler. Bu sırada, benzer
çalışmalarda Marksistlerin yaptığından farklı bir yol izler. Marksistler
Marks’ın metinlerini genellikle Marks’a dayanarak yorumlarlar. Cohen ise yöntemi
gereği dil analizi yaparak, sözcüklerin anlamı üzerinden yorum getirir. Marks’a
yalnızca, ilgilendiği bir kavramı farklı yerlerde nasıl kullandığını görmek
amacıyla başvurur. Bu çerçevede üretici güçlerin üretim ilişkilerine temel
oluşturduğunu ve toplumsal yapının ise üretici güçlere değil, üretim
ilişkilerine dayandığını belirtir. Tarihsel materyalizmi benimsediğini ama
diyalektik materyalizmi reddettiğini ifade eder.
Cohen’in Marks’la aynı
sonuçlara varmasını “Marks’ın tarih biliminin savunulması” olarak görenler
vardır.[28] Ancak bu doğru
değildir. Yapılan iş, Marks’ın yazdığı bir metnin analitik
incelemesiyle varılan sonuçların duyurulmasından ibarettir. Bunların Marks’ın
tezleriyle örtüşmesi, Marks’ın tezlerinin geçerliliğini gösteriyormuş gibi
yorumlanamaz; tam tersine Cohen’in çalışması, popüler bir örnek
üzerinden analitik felsefenin geçerliliğini göstermeye yöneliktir.
Marks’ın metni herhangi bir analitik incelemeye gerek olmaksızın da zaten
kendini yeterince anlatmaktadır. dolayısıyla Cohen aynı doğrultuda fikirler
dile getirmekle Marksizm’e herhangi bir katkıda bulunmuş
değildir. Bu sırada Cohen’in tarihsel materyalizmi benimsediğini söylemesi
de durumun nesnel ifadesi değildir, bu yalnızca Cohen’in o anki tercihiyle,
kendisi hakkında dile getirdiği bir fikirden ibarettir; bu yüzden getirdiği
yorumların Marks’ın düşünceleriyle ilişkilendirilmesini kolaylaştırıcı herhangi
bir felsefî-teorik referans oluşturucu değeri yoktur. Öte yandan Cohen tarihsel
materyalizmi analitik yöntemle ele aldığı için, bu konuda ileri sürdüğü
düşünceler de zaten tarihsel materyalizmle bağdaşmaz. Cohen’e göre tarihsel
materyalizm sürekli gelişen, ucu açık bir felsefî konum ve düşünce gibi değil,
tarihi tanımlayan bir formül gibidir. Bu nedenlerle Cohen’in fikirlerini
Marksizm içi görmek ve kendisini “analitik Marksist” olarak nitelendirilmek
yanıltıcıdır, Marksizm hakkında yorumlarda bulunan biri olarak kabul
edilmelidir. Felsefî konumu bakımından Marksizm’in temelini oluşturan
materyalizmden yana olmayan biri, devrimci ya da komünist olabilir ama Marksist
sayılamaz. Yine de ortaya koyduğu çalışma, konuyla ilgili
tartışmalara zenginlik kattığı için önemlidir. Ancak sunulan bu zenginliğin
bedelinin, Marksistler açısından anlamı apaçık olan birçok kavramın
çarpıtılması olduğu da unutulmamalıdır. Cohen’in Önsöz’ü yorumlayışının, bu
gibi konularda hemfikir olamayan Marksistlere yol gösterici olacağını düşünmek
bu nedenle de yanlıştır. Marksistlerin kafası bu tür yorumlarla bir konuda
aydınlansa bile, birçok konuda karışacaktır.
Farklı Marksist
çevrelerin tarihsel materyalizm gibi temel bir konuda bile ortak fikre sahip
olmayışlarının nedeni Marks’ın metinlerinde saklı olan anlamları doğru bir
biçimde düşünemeyişleri değildir; çünkü böyle olsa bile, sonuçta bir davranış
olarak bunun nedeni metnin kötü yazılmış olması ya da okuyanın
anlayışsızlığıyla açıklanamaz, somut varoluş koşullarıyla ve okuyucunun bu
koşullar içinde aldığı konumlar gibi maddi nedenlerle açıklanması gerekir.
Dolayısıyla Marksistleri bu uygunsuz yaşam biçiminden “kurtarmanın” yolu
Marks’ın metinlerini doğru yorumlamak ve bunu öğrenmeleri için terapi yapar
gibi davranmak olamaz; kendimizinkiler de içinde olmak üzere, bütün bu
yorumların yapıldığı somut varoluş koşullarının nasıl değiştirileceğine
yoğunlaşmak gerekir.
Cohen diyalektikten
yoksun bir materyalizm anlayışı benimsediği için Marks’ın kavramlarını nasıl
ürettiği ve bunların neyi temsil ettiğiyle ilgilenmez; yalnızca anlamlarına
yoğunlaşarak, hangi gerçekleri yansıtıyor olabilecekleri hakkında varsayımlarda
bulunur. Oysa kavramların nasıl üretildiği, Marks’ın teorik çalışmalarının can
damarı gibidir. Bunlar ister siyasi, ister bilimsel kavramlar olsun; Marks’ın
materyalist bir felsefi konumda kalmak için ayrıca bir çaba göstererek/önlemler
alarak dile getirdiği düşüncelerdir. [29]
Her kapıyı açan
maymuncuk misali bir “Marksist yöntem” olmadığının anlaşılması için çok sık
tekrarlıyoruz, bu yüzden bir kez daha belirtmekte sakınca yok: Bilindiği üzere
Marks belli bir somuttan başlayarak, bununla ilişkili birçok somutu inceler ve
hepsinin birden ortak/farklı özelliklerini soyutlar. Daha sonra bu
soyutlamaları bir araya getirerek, “zihindeki somut” dediği ve üzerinde
düşünebileceği bir teorik bütünlük oluşturur. En başta gözlemiş olduğu somut
olguların hareketlerini, bu kez zihnindeki soyut bütünlük içinde tekrar ele alır.
Böylece olguların günlük hayattaki istenmeyen ve gereksiz ayrıntılarından
kurtulur, yalnızca incelemek istediği ayrıntıları ve onların
değişimini belirleyen ana etkenleri ele alır. Bilimsel kavramlar ve teorik
sonuçları, ancak bu düşünce süreçleri sonunda ortaya koyar. Ve bütün bu
çalışmaları, belli bir teorik bilgi çerçevesinde yapar. Dolayısıyla Marks’ın
kavramları, tarihsel ve toplumsal gerçeklerden ayrı ele alınamaz. Eğer
kullandığı kavramlar salt sözlükteki karşılıklarıyla düşünülür ve bunların birbirleriyle
ilişkileri anlamlarına bakarak kurulmaya çalışılırsa, bu kavramların tarihsel
ve toplumsal gerçeklerin genel hareket yasalarını yansıttıkları gerçeği
dışarıda bırakılmış olur ve anlaşılmaları olanaksız hale gelir. Örneğin böyle
bir durumda Marks’tan geriye tarihsel bir üretim biçimi olan kapitalizm yerine,
tarih dışı ve genel bir kapitalizm kavramı kalır. (Hiçbir hedef göstermeyen içi
boş “antikapitalist” kavramı buna örnektir.) Yapılan bu işin ise, soyut düzeyde
Hegelci akıl yürütmelerle her şeyin birbirine ve sonunda Mutlak İdea’ya
bağlanmasından bir farkı olmaz. Cohen Hegelciliğe karşı olmasına rağmen,
Marks’ın kavramlarını tarih dışı bir anlayışla ele alıp ve nasıl olsa bunların
arkasında bir anlam olması gerektiğinden hareketle yorumlar yaparak, Marks’ın
düşünce bütünlüğünü sözcüklerin anlamları arasındaki mantıksal bağlantılar
üzerinden kurmaya çalışır. Dolayısıyla Cohen’in yaptığının, Hegelcilikten bir
farkı yoktur.
Mantık ve matematik, üç
boyutlu evrenin ortak dilidir. Uzayın her köşesinde 2x2=4 ve parça bütünden
küçüktür. Dolayısıyla hayatın işleyiş yasalarına uygun bir düşünce ifade
edilirken, öncüller ve sonuçlar arasında her zaman mantıksal bir ilişki
olacaktır. Marks’ın bilimsel soyutlama düzeyinde ifade ettiği metinlerin kendi
anlamlarıyla bunların analitik yorumla elde edilen sonuçları arasında çakışma
olması, bu nedenle doğaldır. Marks toplumsal yaşamın gerçeğiyle uyumlu, mantık
ve matematik bakımından tutarlı, iç bütünlüğü olan bir düşünce ifade etmiştir.
Cohen Marks’ın metnini bu tür tutarlılıklar bakımından incelediğinde Marks’ın
dile getirdiklerinden farklı bir sonuç bulması mümkün değildir. Ancak bu sonuca
ulaşmadan önce ve sonraki akıl yürütmelerinin, Marks’ın fikirleriyle hiçbir
ilişkisi yoktur.
Cohen Önsöz metnini,
üretici güçler toplumun dışında kalacak biçimde yorumlar. Böylece üretici
güçler ekonomik yapı içinde yer almaz. Bunu şöyle ifade eder:
“ Burada, ekonomik
yapının (ya da “gerçek temel”in) üretim ilişkilerinden ibaret olduğu
söyleniyor. Bileşimine başka bir şeyin katıldığı söylenmiyor. Tek başına üretim
ilişkilerinin ekonomik yapıyı oluşturmaya yaradığı sonucunu ex silento çıkarıyoruz.
Bu demektir ki, üretken güçler ekonomik yapının parçası değildir. Marx’ın
ifadesini dikkate alırsak, sadece üretim ilişkilerinin bir alt-kümesi olsalardı
ekonomik yapının parçası olabilirlerdi. “ [30]
“Üretken güçler ekonomik
yapının bir parçasını oluşturmadıkları halde, niteliğini güçlü bir şekilde
belirlerler.”[31]
Cohen’in sonraki adımı,
üretici güçler-üretim ilişkileri çelişkisini Marks’tan farklı biçimde ele
almasıdır:
“ Üretim güçleri ile
üretim ilişkileri arasında bilinen ayrımın, Marx’ta, doğa ile toplum arasındaki
bir karşıtlıklar kümesi olduğunu ileri sürüyoruz”.[32]
Cohen bu görüşlerini,
Marks’ın metinlerinde geçen “maddî” ve “toplumsal” kavramlarının farklı
anlamlara geldiği fikrine dayandırır. Örneğin belli bir yönde akan ırmağın
kıyısına kurulan bir kentin bu maddî olanaktan yararlanarak belli üretim
ilişkileri geliştirmesiyle, bu ırmağın yönünü değiştiren kanallar yapması
sonucu ortaya çıkan durumda üretim ilişkileri geliştirilmesinin farklı olduğunu
ileri sürer. Cohen’in amacı, maddî koşullardaki değişmelerin tarihsel
sürekliliği sağladığını, toplumsal değişimlerin de bu doğrultuda olduğunu göstermektir.
Böylece toplumsal değişimi bir yanıyla kendi dışındaki nedenlere bağlamış olur.
Toplumun kendi içindeki değişim dinamiğini ise, diyalektiği ve dolayısıyla
çelişkiyi reddedişine uygun olarak “insan doğası” ile açıklar. Cohen’e göre
insan doğası, sürekli değişen toplamsal yaşam içinde değişmez bir öğedir:
” İnsan doğasının kalıcı
olgularının bulunduğunu kabul etmek gerekir. Zira insan, belirli bir biyolojik
yapısıyla, binyıllarca süren tarih boyunca kimi merkezi yanlarının hemen hemen
hiç evrilmediği bir memelidir.”[33]
Cohen bu doğrultuda
insanların “rasyonel varlıklar” oldukları, tarihsel olarak kıtlık içinde
yaşadıkları ve bunu aşmak için her türlü zekâyı taşıdıklarını belirtir. Bunun
sonucu, yaptıkları işler üzerine düşünerek yaşamlarını ve bu arada üretici
güçleri sürekli geliştirirler. Gelişmiş bir üretim aracı, daha az gelişmişin
işini de görebildiği için onun yerini alır. Tüm bu akıl yürütme, ilk bakışta
tutarlı görünür. Ama Cohen bu tezleri sıralarken bir şeyi unutur: İnsanların
bunları yapabilmeleri, ancak belirli bir toplum biçimi içinde yaşıyorlarsa
mümkündür. Dolayısıyla Cohen’in “rasyonel varlıklar”ı doğada oraya buraya
dağılmış halde yaşarken rastlantısal olarak bir araya gelip eğer bir toplum
inşa edemiyorlarsa, karşılaştıkları sorunlara yönelik düşünceler
üretmeleri, somut varoluş koşulları tarafından belirleniyor
demektir. Cohen nasıl ki Marks’ın kavramlarını tarih ve toplumun hareket
yasalarının teorik ifadesi gibi ele almıyorsa, insan aklını da toplumsal
varoluş eseri bir akıl olarak değil, toplumdan bağımsız bir türsel varlığın
aklı gibi düşünür. Böyle düşünür, çünkü insanların kendi aralarındaki maddi
ilişkilerin ve doğayla ilişkilerinin toplumsal yaşamdan ayrı ele alınabileceği
kanısındadır:
“ Fakat, insanla doğa
arasındaki ilişkinin ve insanların toplumsal ilişkilerini belirleyen kendi
aralarındaki maddi ilişkilerin mevcut durumunu toplumsal biçimden her zaman
soyutlayıp sergileyebiliriz.”[34]
Marks’ın Önsöz’deki
ifadesi açıktır, “toplumun maddî üretici güçleri” kavramını kullanır ve
Cohen’in ileri sürdüğü gibi, üretici güçleri toplum dışında ele almaz. Öte
yandan, üretim ilişkilerini “üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri” olarak
belirtir ki bu da, Cohen’in Marks’ta kesin bir üretici güçler tanımı aramasını
geçersiz kılar. Marks, üretici güçlerin, üretim araçları ve üretken emeğin birleşmesinden
oluştuğunu genel olarak söyler. Ama Marks bir olguyu hiçbir
zaman “genel olarak” değil, gerçek yaşamdaki işleyiş düzenine uygun
olarak tanımlar. Bu sırada yalnızca düşünmede engel yaratacak ama pratikte
böyle bir etkisi olmayacak olan gereksiz ayrıntıları gözardı eder, asla
gerçeğin işleyiş yasalarını değiştirici müdahalelerde bulunmaz. Bu nedenle
sermaye başta olmak üzere duruma göre teknoloji, emekçinin eğitimi, belli bir
toplumsal formasyonda ulaşılan gelişmişlik düzeyi gibi etkenler de üretici
güçlere dâhil olurlar. Marks üretici güçlerle ilgili düşüncelerini, birçok
teorik metinden daha açık ve anlaşılır bir biçimde, 28 Aralık 1846 tarihli
Annenkov’a mektubunda ifade eder:
“İnsanların kendi üretici
güçlerini-ki tüm kendi tarihlerinin temelidir-seçmekte özgür olmadıklarını
eklemek gereksiz, çünkü her üretici güç, daha önceki eylemlerin ürünü edinilmiş
bir güçtür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratik insan enerjisinin
sonuçlarıdırlar; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları
koşullarla, o ana dek edinilmiş üretici güçlerle, kendileri varolmazdan önce
varolmuş, kendilerinin yaratmadıkları, bir önceki kuşağın ürünü olan
toplumsal biçimle koşullandırılmaktadır. Bu basit olgu nedeniyle, yani birbiri
ardından gelen her kuşağın yeni üretime hammadde olarak hizmet eden ve bir
önceki kuşak tarafından edinilmiş üretici güçlere kendisini sahip bulması
nedeniyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve
bundan ötürü de toplumsal ilişkileri daha da geliştikçe, insanlık tarihi, her
zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun
zorunlu sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde
olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla.
İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi ilişkiler,
maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden
ibarettirler.”
***
Cohen kitabında
dile getirdiği düşünceleri daha sonra terketmiş olsa da, doğa ve toplumu ayrı
ele alması, insan davranışlarını açıklarken toplumsal etkinin yanı sıra bir de
“insan doğasından” bahsetmesi, Marksizm’e karşı sürekli ileri sürüldüğü için
artık gelenekselleşmiş liberal tezlerle paraleldir. Bu tür fikirler her zaman
genel bir “insan doğası” kavramıyla ifade edilmeyebilir ama her zaman böyle bir
“doğa” kavramı içinde yer alabilecek cinsiyet, ırk, yaş gibi biyolojik bir
özelliğin öne çıkarılmasıyla ya da bunların yerine geçirilerek adeta
doğallaştırılan bir kimlik tanımı biçiminde de ileri sürülürler. İnsanlar ister
kendi istekleriyle, isterse buna zorlandıkları için harekete geçmiş olsunlar;
bunun arkasında her zaman toplumsal varoluş koşulları yatar.
İnsan türünün toplumsal
varoluşu dışında bir doğal yaşamı yoktur. Bu çerçevede belirleyicilik düzeni
şöyle işler: Doğa toplumu belirler. Üretici güçler üretim ilişkilerini
belirler. Altyapı üstyapıyı belirler. Toplumsal varoluşu bireyi belirler. Ve
tüm bu belirleme ilişkilerini gerçekleştiren, Marks’ın da ifade ettiği gibi
belirli (=belirlenmiş) bireylerdir. Bu sırada bilincinde olmaksızın hareket
etmelerini sağlayan, ise ideolojileridir. İdeolojiler ancak gerçek zamanlı
olarak, kişilerin özneler hale gelmesini sağlar. Tarihsel ve toplumsal ölçekte
bir soyutlama yapılırken olgular üretici güçler/üretim
ilişkileri/altyapı/üstyapı gibi kavramlarla, insanlar ise
ulus/cemaat/sınıf/aile/aşiret gibi kavramlarla ifade edilirler. Soyutlama
düzeyinin kendine ait bir tane zamanı vardır, o da geniş zamandır. Ancak
soyutlanan olguların gerçek yaşamda kendilerine ait zamanları bulunur. Bu
çerçevede eşzamanlı ya da artzamanlı olarak gerçekliğin ortaya çıkışına
katılırlar. Gerçeğin kendisinin ise bir tane zamanı vardır; gerçek zaman olan
şimdi. Bütün bu olgular teorik düzeye soyutlamalar yardımıyla taşınırken,
kendilerine ait zamanlarıyla birlikte taşınırlar. Gerçek bir durumdaki “şimdi”
içinde yer alan birçok olgunun soyutlaması yapılırken kendilerine ait zaman,
“eşzamanlılık” altında soyutlanır. Örneğin belli bir toplum biçiminin ekonomik
gelişmişlik düzeyi, aynı anda faaliyette olan birçok olgunun birlikte ve bir
bütünlük oluşturacak biçimde soyutlanmasını gerektirir. Bu geniş zaman kipi
içinde, farklı olguların birbiriyle ilişkili olan hareketlerinin, eşzamanlı
olarak ifade edilmesini gerektirir. Bu yüzden Marks teorik düzeyde “üretici
güçler, üretim ilişkileri” derken, aynı zamanda bir dizi olgunun kendilerine
ait zamanlarını da soyutlayarak, bunları bir öncelik-sonralık sırasına göre ya
da eşzamanlılık altında ifade etmiş olur. Marks’ın ifadeleri eğer salt bir
anlamın ifadesi gibi ele alınırsa, bu nedenle de tarihselliğinden koparılır ve
anlamsızlaşır.
Birçok Marksist’in
Marks’ın tarih ve toplumla ilgili anlatımlarını kavramakta zorluk çekmelerinin
başlıca nedeni, ideolojinin toplumsal yaşamın yeniden üretiminde anahtar bir
rol oynadığını pek dikkate almamalarıyla ilgilidir. Biz gerçek yaşamda üretim
ilişkileri ya da sınıf mücadelesi değil, sayısız insanın kaotik bir biçimde
hareket halinde olduklarını görürüz. İnsanları bilinçleri dışında ama aynı
zamanda-Marks’ın belirttiği gibi-yalnızca kişisel amaçlarını gerçekleştirmek
için harekete geçiren ve bunu gerçek anlamda bir kaosa değil de ortak hedeflere
doğru yönlendiren şey, taşıdıkları ideolojilerdir. Bu duruma son
vermek için uygun karşı ideolojiler üretmek yetmez, yanı sıra uygunsuz
ideolojilerin üretilmesine yol açan koşulları yıkmak için de çalışılmalıdır.
5- Doğa, toplum ve çevre
ilişkisi [35]
Yaklaşık bir kuşaktır
(=ortalama 25-30 yıl), iklim sorunları, yangın, deprem, savaş, ekonomik bunalım
vb. felâketlerin başlıca nedenlerinden birinin çevreye verilen zararlar olduğu vurgulanıyor.
Bugün aynı bakış açısının, pandemiyle ilgili tekrarlandığına tanık oluyoruz.
Daha önceleri çevreye verilen zararların sorumlusu olarak gelişmiş kapitalist
ülkeler, belli sanayi dalları ya da şirketler gösterilir ve cezalandırılıp
faaliyetlerinin kısıtlanması istenirdi; bugün genel bir kapitalist açgözlülük
sorumlu gösteriliyor ve doğanın korunması fikri ağır basıyor. İlk bakışta bu
bir ilerleme gibiyse de, çevre mücadelelerinin ufkunun, düzeni dizginlemek ve
doğadan adil yararlanmakla sınırlı kaldığını gösteriyor. Ama devrimciliğin
dünya ölçeğinde gerilediği ve kapitalizmin ortadan kaldırılması umutlarının
zayıfladığı bir dönemde, bu tür tepkisel düşünce ve davranışlar “hiç yoktan
iyidir” diyerek yaygın biçimde kabul görüyor. Bu da reformist eğilimlerin,
ezilenlerin isyan dalgalarının öncülüğünü ele geçirmesini kolaylaştırıyor. Oysa
bu mücadeleleri, Hindistan Komünist Partisi (Maoist) ve Adivasiler
arası ilişkilerde örneği görüldüğü üzere devrimci bir tarzda ele almak da
mümkündür.[36] Bu bölümde kısaca
bu konular üzerinde duracağız.
Düzene karşı koyma
bilinci kapitalizmin yıkıcı etkileriyle birlikte kendiliğinden gelişmiyor,
bunun için istikrarlı bir devrimci yol göstericilik zorunludur. Bu sırada her
çevre sorununun ayrıntılı biçimde incelenmesi ve günlük iyileştirmeler
yapılabilecek konularla kapitalizm hüküm sürdükçe asla düzeltilemeyecek
olanların ayırt edilmesi gerekiyor. Bunlar yapılmadıkça, egemen ideolojinin
“akıllı, sürdürülebilir, yeşil” bir kapitalizmin mümkün olabileceği tasarımları
yardımıyla kendini güncellemesi ve düzenin yeniden üretimine yön vermesi zor
olmuyor. Çevre sorunlarının dolaysız mağdurları canla başla direnseler de,
örgütlenememe ve uzak görüşlü düşünememe gibi nedenler yüzünden çabaları
düzenin çarkları arasında dağılıp gidiyor. Genellikle devletler ve burjuvazinin
oluşturduğu fonlar tarafından desteklenen reformist çevreciler bu aşamada
ortaya çıkıyor, “kazanım, hak, hukuk” adı altında çevre direnişlerini
dizginleyerek düzenin sınırları içine çekiyorlar. Zaten düzenle
fazla derdi olmayan orta sınıflar, bu mücadelelere kitlesel destek veriyor. Bu
sırada doğa-toplum ilişkilerinin ezenlerin bakış açısıyla ele alınması, bu
mücadelelerin ideolojik zeminini oluşturuyor. Böylece reformist
çevrecilerin öncülüğünde, bu sorunlardan en çok zarar gören ezilenlerle,
sorunun baş aktörü ezenler aynı zeminde buluşarak, birbirlerini ikna etmeye
soyunuyorlar. Son sözü, gücü elinde tutan söylüyor.
Kapitalistin doğayı
metaya çevirerek para kazanabileceği bir kaynak olarak görmesi ve buna karşı
çıkan bir çevrecinin doğayı korumaya çalışması arasında, teorik bakımdan fark
yoktur. Öncelikle her ikisi de toplum ve doğayı aynı kapta ama asla birbirine
karışmayan yağ ve su misali farklı türden sıvılar gibi görürler. Aralarındaki
fark, birinin yağdan, diğerinin sudan yana tavır almasıdır. Bu sırada her
ikisinin amacı da tüm canlılar gibi, kendilerinin ve soylarının
yaşamlarını garanti etmektir. Kapitalist bunu daha geniş doğa alanlarını metaya
dönüştürüp kâr sağlayarak ve zenginlik biriktirerek, çevreci ise doğayı bu tür
girişimlerden koruyup gelecek kuşaklar da içinde olmak üzere herkesin yararına
açamaya çalışarak gösterirler. Eğer bunu yapamazlarsa, talan edilmek istenen
alanın özel mülkiyete geçmeyip kamu mülkiyetinde kalmasını savunurlar. Özel
mülkiyete karşı kamu mülkiyeti belki uzlaşma amacıyla savunulabilir ama sonuçta
bir doğa alanının mülkiyet anlayışı çerçevesinde korunmak istenmesi, kapitalistle
ortak ideolojik zeminde buluşmak anlamına gelir. Birinin tüketmeye
çalıştığını diğerinin koruma çabası her ne kadar zıt eylemler olsa da; doğayı
kendi nesneleri gibi gördükleri için, gerçek yaşamın yeniden üretim
süreçlerinde taleplerini biraz geriye çeker ve yan yana gelirler.
Reformist çevreci
eğilimleri ve egemen sınıfı ortak kılan, doğa ve toplumu bir bütünlük içinde
düşünmemeleridir. Toplumsal yaşam doğanın yalnızca bir parçası değil, aynı
zamanda devamıdır. Egemen sınıf; mülkiyetinde olan doğa parçalarına egemen
olabildiği sürece topluma da egemen olacağını, diğer taraf eğer doğayı
koruyabilirse toplumu da demokratikleştireceğini hesaplar ve her ikisi de
doğayı bu yöndeki eylemlerinin nesnesi gibi görürler. Bu bütün türler arasında
yaşanan bir mücadelenin, toplumsal koşullardaki devamıdır. Aradaki fark,
ormanda dişler ve pençeler kullanılırken toplumda para, silahlar ve
ideolojilerin yardımıyla oluşturulan siyasi güçlerin geçerli olmasıdır.
Doğa ve toplumu ayrı
varlıklar olarak ele almanın kökeninde yatan, doğayı “bilinçsiz”, toplumu
“bilinçli” nesne olarak görme düşüncesidir. Buradan hareketle, toplumun doğa
karşısında “özne” rolü oynayabileceği sanılır. Dolayısıyla çevre sorunları tüm
toplumu kuşatan bir “insanlık” sorunuymuş gibi tanımlanır ve sanki bazı
kapitalistler ya da siyasi iktidarlar akıllarını kullanmak yerine hırslarının
peşinden gittikleri için çevreye düşüncesizce zarar veriyorlardır. Bu konularda
düzenin liberal ve reformist partileriyle sol muhalif çevrelerin söylemleri önemli
ölçüde örtüşür. Bunlara göre eğer toplum çevreyi düşünen bir “ortak akıl”
tarafından yönetilse, sorunlar büyük ölçüde atlatılacak gibidir. Böylece
doğa-toplum ilişkilerindeki sorunlar toplumsal yapının sürekliliğinin bir
parçası olmaktan giderek uzaklaşır, tekil olarak ele alınmalarının mümkün
olduğu kanaati yaygınlaştırılır ve giderek, bu yönde üretilen fikirler herkese
mantıklı görünmeye başlar. Buna göre, “sürdürülebilirlik” kavramını yücelten
Paul Burkett ve Bellamy Foster[37] gibi “Marksist
ekolojistler” bile bu anlayışın dışında değillerdir. Bütün bunlar, kapitalisti
ve çevreciyi ortak noktada buluşturan bir bakış açısının ifadesidir.
Kısacası toplumsal yaşam,
doğanın bir parçası ve devamıdır. Mantıksal çerçevede parça-bütün ilişkisine
göre ifade etmek gerekirse, bir bütün asla parçası tarafından tüketilemez ya da
koruma altına alınamaz. Başka bir ifadeyle toplumsal yaşam doğaya “zarar”
veremez, kirletemez, tahrip ya da yok edemez. Çünkü toplumsal yaşamın doğada
yolaçtığı her etki, doğanın bir parçası üzerinden kendine yaptığı şeydir. Bu
konuda akıl yürütmeden önce “doğa” ve “çevre” ayrımı yapmak gerekir.
Doğa, Spinoza’nın “doğa
ya da tanrı” sözünde dile getirme amacı doğrultusunda sınırsız, sonsuz, bütün
nedenleri ve sonuçları kapsayan varlıktır. Buna göre “çevre”yi merkezinde
toplumun yeraldığı, yalnızca ekonomik bakımdan değil, hukuk, sanat, siyaset,
bilim gibi amaçlarla da sürdürülen toplumsal ilişkiler kapsamındaki doğa
parçası olarak ifade edebiliriz. Toplumsal yaşam, üretici güçlerin gelişmişlik
düzeyi tarafından belirlenmiş olarak ve ancak sınırlı bir doğa parçasını
“çevre” edinebilir. Üretim aynı zamanda tüketimdir ve çevre yalnızca ürün elde
etmek amacıyla değil, kirletilerek ve atığa dönüştürülerek de tüketilir. Zaten
atık, üretimin istenmeyen ürünüdür. Doğada değil, merkezinde gerçek yaşamın
yeniden üretildiği çevre içinde yaşarız. Doğanın sonsuzluğunu ve
sınırsızlığını, çevre aracılığıyla öğrenir ve kabul ederiz. Bu anlamda çevre,
toplumsal yaşamın doğa içindeki fiziksel sınırı gibidir. Toplumsal yaşam
geliştikçe çevre de sürekli genişler. Bu yalnızca makro anlamda ve uzaya doğru
değil, aynı zamanda mikro anlamda ve nesnelerin içine doğru da olur. Bu sırada
görülen çevre sorunları, eşzamanlı olarak çözümleriyle birlikte
gelir. Ama uygulanıp uygulanmamaları, maliyet hesaplarına bağlıdır. Eğer
kapitalist iktidarlar belli bir yönde harekete geçmek için ikna edilecekse bu
“insancıl” çağrılar yoluyla değil, o yönde hareket etmemesi durumunda daha
büyük maliyetlerle karşılaşacağı gösterilerek yapılabilir.
Çevre sorunlarının
başlıca sorumlusu olan kapitalistler, kendilerinin de içinde yaşadığı bir
toplumu tümüyle ortadan kaldıracak bir sorun üretemezler; bunu yapmadan önce ya
kendilerine güvenli bir yaşam ortamı hazırlar, ya da o soruna neden olan
faaliyeti topluma zarar vermeyecek bir alana taşımayı tercih ederler. Dün
yeryüzünde yeni toprak parçalarının keşfedilip sahiplenilmesi, okyanusların ve
kutupların “bilimsel çalışma” adı altında ekonomik faaliyet alanlarına
dönüştürülmesi sırasında neler yaşanmışsa; bugün uzay ve başka
gezegenlerle ilgili olarak tekrarlanmaktadır. Küçük sermayedar, köyün hemen
yakınındaki taş ocağını; küresel sermayenin efendileri ise uzak gezegenleri
hedef alır. Sonuçta taşocağına karşı çıkmak güncel bir talep olarak dile
getirilirken, devrimci kendini bununla sınırlayamaz.
Özetle; kapitalist
üretim biçiminin çevre üzerindeki etkisi “zarar” değildir, kapitalist toplumsal
yaşamın yeniden üretiminin olağan bir parçasıdır. Dolayısıyla kapitalist “kötü
niyetli” olduğu için değil, doğası gereği hareket eder. Buna karşı mücadelede
kapitalistle ortak davranılabilecek bir nokta yoktur, kökten değişim gerekir.
Çünkü çevre sorunlarından herkes eşit ölçüde etkilenmez, toplumsal yaşamda
karşılaşılan bütün zararlı sonuçlar gibi, çevre sorunları da en çok yoksulları
etkiler. Bu sorunlar “insanlığı” kapsamaz, sınıf çelişkileri temelinde farklı
toplumsal sonuçlar biçiminde yaşanır. Çevre sorunlarına karşı mücadelelerde
günlük taleplerle yetinmek, sorunu zamana yaymak ve olası kötü sonuçları
elbirliğiyle dağın arkasına doğru yuvarlamak anlamına gelir. Bu sırada yakın
çevre, ancak uzak çevrenin tüketilmesi karşılığında korunabilir. Geniş
yığınların günlük mücadelelerinin her zaman içinde yer alır ama bakış açımızı
asla bununla sınırlayamayız.
***
Marksist çevrelerde
doğa-toplum ilişkilerinin ele alınışındaki yanlışların temelinde, düşünce-madde
ilişkisini eski materyalizm anlayışı çerçevesinde ele almanın yattığını
söyleyebiliriz. Düşüncenin madde olarak düşünülmemesinin bir sonucu da,
düşünceye ayrıcalık tanınmasıdır. Akıllı olduğu için insanın diğer
canlılardan farklı olduğunu düşünmek, kendi kendimize bahşettiğimiz-ve gerçekte
karşılığı olmayan-bir ayrıcalıktır. Oysa beyni olan bütün canlılar insan türü
gibi duygu ve düşünceler üretir ama doğal işbölümü ve hiyerarşi içinde
yaşayabilecekleri biçimde evrimleştiklerinden, ideolojiye ihtiyaç duymazlar. İnsan
topluluklarında ideolojilerin yerine getirdiği işlevleri, böcek ve hayvan
topluluklarında kimyasal salgılar yapar. Bu yüzden diğer türlerin düşünme
yeteneklerini somut gereksinimlerini karşılamak dışında kullanmaları nadirdir.
Ancak düşüncenin de biyokimyasal süreçlerde üretildiği gözönünde tutulacak
olursa, hayvanların koku üretmesiyle insanların bir düşünce biçimi olarak
ideoloji üretmesi arasında kategorik bir fark yoktur; fark fizikseldir ve yaşam
süreçlerinde doğaya uyum gösterme biçiminden kaynaklandığı söylenebilir. Bu
nedenle hayvanların bazı davranışlarına bakarak “tıpkı insan gibi” demek
yerine, insanın da bir hayvan olduğunu söylemek daha uygun olur.
Düşüncelerimiz;
toplumsal varoluş süreçlerinde beyin aracılığıyla üretilir, öğrenilir, öğretilir,
saklanır, hatırlanır. Marks’ın “pratik bilinç” dediği dil, düşüncelerin
toplumsal yaşam içinde dolaşımını ve geliştirilmesini sağlar. Düşünme organı
olarak beyin, evrimin özgün bir ürünüdür. İnsan türü genetik sapmayla diğer
primatlardan ayrılmış, doğada hayatta kalabilmek için kendi türü de
içinde olmak üzere diğer canlılarla olan rekabetinde toplumsal yaşamın
sağladığı üstünlükleri kullanmış ve herhangi bir fiziksel eylemden farksız olan
düşünmeyi, toplumsal varoluş koşullarının belirleyiciliği altında
sürdürerek bugüne gelmiştir. Eğer toplumsal yaşam olmasa, türümüzün evrim
sürecinde doğal olarak kazandığı özellikler “insan” olmasını sağlayamaz.
Kullanılmayan her yeteneğin körelmesi gibi, toplumsal yaşamın desteklemediği
düşünme yeteneği de somut iş yapmanın ötesinde fayda sağlamaz. Bu yüzden insan
davranışlarını “genetik, kalıtım, DNA, psikoloji” gibi bedenin derinlerinde
saklı olduğu varsayılan bazı “özlerle” açıklama çabaları geçersizdir.
Kalıtımsal özellikler, yalnızca uygun koşullar varsa, belli davranışlara
yatkınlık sağlarlar; davranışlarımızın “özsel nedeni” gibi görülemezler. İnsan
ister türsel, ister bireysel açıdan ele alınsın; her zaman toplumsal bir
varlıktır. İnsanın türsel niteliklerini toplumsal varlığının önüne koyan ve
“doğuştan gelen haklar” temelinde eşit özneler olduğumuzu ileri süre
liberalizm, “türsel” ve “toplumsal” olanı birbirinden ayırır. Ve bunun için
genetik biliminden devşirdiği bazı görüşleri kullanır.
Elbette insan türü de
herhangi bir canlı türü gibi doğan, büyüyen, ölen ve bireysel eylemlerinin
faili olan doğal bir öznedir. Ancak canlıların doğal özneler olarak yaptıkları
davranışların arkasındaki hareket yasaları, cansız varlıklara ilişkin hareket
yasalarıyla aynı nedenlere dayanır. Farklı şeyler karşılaşmaları durumunda
mutlaka fiziksel, kimyasal, biyolojik nedenlerden dolayı çelişirler ve yeni bir
hareket oluşur. Bu yeni hareket, çelişen şeylerin birbirlerine tutunması ve
çelişkili bir birlik oluşturması durumunda kalıcılaşır.. Tutunma fiziksel
bakımdan, eksi-artı elektrik temelindeki basit itme-çekmeye dayalıdır ve
çelişkinin türüne bağlı olarak kimyasal, fiziksel, biyolojik süreçler biçiminde
gerçekleşir. Düşünce de bu tarzda ortaya çıkar ve maddenin hareket biçimi
olarak maddenin kendisinden ayrı ele alınamaz.
İnsanın türsel
özellikleri, toplumsal yaşam içindeki insanların toplum dışında ya da
öncesinden beri “doğal insan” niteliği taşıdığı ve bunun, insanların ortak
yanını oluşturduğu anlamına gelmez ama daha fazlasını anlatır: İnsana atfedilen
“doğal” özellikler, insanın diğer canlılarla olan ortaklığını ve toplumun,
doğanın bir parçası olduğunu gösterir. İnsanın türsel varlığı toplumsal
varoluşunun önkoşulu ya da ilk basamağı değildir; tam tersine
toplum, insanın tür olarak var oluşunun önkoşuludur.
Çoğu zaman toplum içinde
ya da insanda gizli bir “doğa” aranmasının nedeni, toplumda toplum dışı bir
niteliğin saklı olduğunun düşünülmesidir. Oysa bugün “toplumsal” olarak
tanımladığımız herhangi bir davranışın dönüşmeden önceki hali de toplumsaldır.
Başka bir ifadeyle, toplumda gizli olduğu sanılan doğa da
toplumsaldır. “Doğa” denilince genellikle kırlar, ormanlar,
akarsular anlaşıldığı ama toplumun kendisinin de bu anlamda bir “doğa” olduğu
düşünülmediği için, toplum ve doğa ayrı varlıklarmış gibi ele alınır. Nitekim
özel mülkiyetin ortaya çıkışı sırasında nasıl ki toprak, su, hayvanlar
mülkiyete geçirilerek boyunduruk altına alınıp üretici güce dönüştürülmüşlerse,
komünal toplulukta özgür yaşam sürdüren bireyler de değişen koşullarla birlikte
boyunduruk altına alınmış ve köle emeğine ya da artık doğallıkla en küçük bir
ilgisi kalmamış olan ücretli emekçiye dönüştürülmüştür. Toplumsal yaşamın
temelini oluşturan emek, böylece toplumun ortak yaşamının hizmetinde olmaktan
çıkarak, üretim aracı sahiplerinin hizmetine girmiştir. Eğer toplumsal yaşamda
bir “doğa” arayacaksak, bu toplumların tarihsel gelişim sürecinin kendisi
olmalıdır.
Ne toplumsal yaşam, ne
de insan türünün vücuduna oranla büyük bir beyin taşıması ve soyut düşünme
yetenekleri doğadan ayrışmasının kanıtları değillerdir; bunlar yalnızca doğanın
sonsuz değişiminin içinde yer alan ve onun parçalarını oluşturan olgulardır.
***
Üretimle bir şey yoktan
var edilmez, yalnızca var olanlardan, daha önce var olmayan bir şey ortaya
çıkar. Bu çerçevede kendini yeniden üretmek, doğanın özelliğidir. Toplumsal
yaşamın kendini yeniden üretmesi, doğanın kendini yeniden üretişinin bir
parçası olarak anlaşılmalıdır. Toplumsal yaşamda bu işlem sırasında işin içine
bilinç girmesi, doğada iki atomun birleşerek bir molekül oluşturması
sırasındaki işleyiş düzeniyle aynı niteliktedir. Farklı maddî hareketler
arasında bir hiyerarşi yoktur, yalnızca harekete basit ya da karmaşık maddî
olguların yol açması çerçevesinde zaman dizimsel sıralama sözkonusu olabilir.
Bu yüzden bir olgunun başka bir olgudan türemesini kendi gerçekliği içinde
açıklamak, bunun soyut diyalektik ifadesinden her zaman önce gelir. Bu
çerçevede bütün düşünceler konu edindikleri gerçekliği nasıl ifade ederlerse
etsinler, her zaman belli bir gerçeği-bazen farkında olmadan-yansıtırlar.
Bugünün toplumsal yaşam
gerçeğinin yeniden üretimi
Buraya kadar olan
anlatımımızda, bir parçası olduğumuz gerçeği tanımak için yararlanacağımız
teorik düşüncelerle bunların çeşitli nedenlerden ideolojiye dönüşmüş biçimleri
arasındaki ayrımları göstermeye çalıştık. Bunu yapmamızın nedeni; birinci tarz
düşüncelerin gerçeği tanımayı sağlayarak inceleme ve değiştirme yönünde
bağımsız tavır geliştirmeye olanak vermesine karşılık, ikinci tarz düşüncelerin
egemen ideolojiyle etkileşim içinde olması ve bu yüzden ezilenleri egemen sınıf
siyasetlerine açık hale getirmesidir.
Çünkü herhangi bir
gerçek, bize ne olduğunu söylemez, biz onu öğrenmiş olduğumuz kavramsal
bilgiler aracılığıyla tanırız. Bu bilgiler rastgele ortaya atılmayıp, soyutlama
düzeyinde ve bir felsefî/bilimsel düşünce düzeni içinde üretilirler. Bu sırada
ifade edilen kavramlar kendi içlerinde ve birbirleriyle ilişkilendirilmeleri
sırasında, mantık ve matematik çerçevesinde tutarlılık göstermek zorundadırlar.
Bu durum, her zaman sorgulanmalarını mümkün kılar. Böylece her somut durumda
güvenilir bilgi veren nesnel bir ölçüt oluşturur ve değişim içindeki gerçeği
kendimiz de değişirken tanımamızı sağlarlar.
Ancak bu kavramlar uzay
boşluğunda uçuşmazlar, gerçek kişiler tarafından üretilip ortaya atıldıkları ve
yine gerçek kişilerce öğrenilip kullanıldıkları için, soyutlama düzeyindeki
teorik işlevlerini gerçeğin içinde yerine getirirler. Bu sırada içerik ve
olağan işlevlerinden bağımsız olarak, yine aynı gerçeğin içindeki değişik
özneler tarafından ideolojik biçimlere büründürülebilirler. Bilimsel ve politik
tezlerin ideolojikleştirildiği ya da tersine, ideolojik tutum alışların
politika yerine kullanıldığı ortamlarda gerçeği teorinin sağlayabileceği nesnel
bakış açıları çerçevesinde ele almak zorlaşır ve bu da, gerçeğe dair tek yanlı
anlatımlarla dolu egemen ideolojinin etkisine girmeyi kolaylaştırır.
Ezilenlerin ideolojik mücadelesinin kesintiye uğramasıyla egemen ideolojinin
hegemonyası aynı anda başlar. Önceki bölümlerde de göstermeye çalıştığımız
üzere, tarihsel süreçleri anlamak için geçerli olan “üretici güçler-üretim
ilişkileri çelişkisi”nin içinde bulunduğumuz koşulları açıklamak amacıyla
kullanılması, buna örnektir. Bu çerçevede, Marks’ın tarih incelemelerinin
felsefî dayanağını oluşturan materyalist tarih anlayışı günlük olayları
açıklamak için kullanılmaya başlanmış ve tarihsel süreçlerde geçerli olan
üretici güçlerin gelişmesinin toplumların ilerlemesine yol açması ilkesi,
güncel koşullarda da geçerli kabul edilmiştir. Bu anlayış
doğrultusunda Bernstein ve Kautsky, kapitalist üretici güçlerin
gelişmesiyle kendiliğinden ve barışçı biçimde sosyalizme geçilebileceğini ileri
sürmüşlerdir. Başka şeylerin yanı sıra bu düşüncelerin de etkisiyle reformist
bir Marksizm anlayışı yaygınlaşmış ve II. Enternasyonal sapmasını
oluşturmuştur.
Gerçeğin içindeyken
açıklayıcı olan tek olgu, gerçeğin kendisidir. Gerçeği oluşturan sayısız
değişken birbirleriyle sürekli etkileşim içindeyken, önemsiz bir öğe kolayca
önem kazanabilir. Genellikle en aşağıdan başlamak dışında fırsatı olmayan
devrimci irade, bu bilgiden güç alır. Bu yüzden olgular arası ilişkileri ve bir
somut durumdan diğerine geçişleri soyut ifadelerle geçiştirmeden, laf
kalabalığına getirmeden, en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde,
ayrıntılarını görerek, öğrenerek ve göstererek açıklamak gerekir. Hiçbir teorik
genelleme, önyargı, varsayım ya da gözkamaştırıcı gelişme; gerçeği açıklamak
için somut işleyişin ortaya konması gerekliliğinin yerini tutamaz.
İçinde bulunduğumuz
gerçek, yani konjonktür; gerçek kişilerin, yani öznelerin eylemde bulunup
sonuçlar yarattığı durumun adıdır. Tarihi kişiler değil, üretici güçler-üretim
ilişkileri çelişkisinin oluşturduğu maddî temelde sınıf mücadeleleri yaratır.
Bu anlamda tarih, öznesiz bir süreçtir. Ancak gerçeğin ortaya çıkışında durum
farklıdır ve birçok olay ve olgunun arasında, gerçeğin yapıcıları olarak
özneler, dolayısıyla onları üreten ideolojiler de yer
alırlar. Konjonktür, içerdiği olgular arası çelişkilerin önem ve
öncelik sırasına göre oluşmuş göreli bir gerçekliktir. Önde pandemi, daha
geride 2008’den bu yana yaşanan küresel ekonomik bunalımın sınırlarını çizdiği,
içinde irili ufaklı birçok olayın ve sayısız öznenin çatışmasının yeraldığı günümüz
konjonktüründe; gerçeğin görünümünü şöyle özetlemek mümkündür:
Virüsün henüz yeterince
tanınmayışı, yeterli nitelik ve miktarda aşı geliştirmenin zaman alacak gibi
görünmesi nedeniyle; salgının nasıl bir seyir izleyeceği hâlâ bilinmiyor.
İçinde bulunduğumuz konjonktürün bütün özneleri; salgın öncesinden beri var
olagelen kendi gerçekleri ile yeni ortaya çıkan ortak gerçeklik arasında
sıkışmış halde, çelişik düşünceler taşıyorlar. Belki böylece pandemi toplumdaki
endişeleri ortaklaştırıyor ama değişik toplum kesimleri arasında eskiden beri
var olan arzu ve amaç farklarını daha da keskinleştiriyor. Ancak bir başlangıcı
olan her şey gibi bu günlerin de nasıl olsa sona ereceğinden kimse şüphe
etmiyor. Sorun, bireylerin farklı gelecek beklentileri çerçevesinde, hastalıkla
birlikte toplumsal gerçeğin hangi parçalarının da sona ereceğinin
kestirilemeyişinden kaynaklanıyor. Bu, tıpkı neolitik dönemde gün batarken
mağaralara ve ağaç kovuklarına çekilen insan topluluklarında kimin gece boyu
kurda kuşa yem olacağı ve hangilerinin sabaha sağ çıkacağının bilinmeyişinden
kaynaklanan endişeye benziyor.
Herkes elindeki
olanaklarla ve arkaplanda bunların dağılımını belirleyen toplumsal yaşam
gerçeğinin sınırlandırıcılığı altında korunmaya çalışıyor. Aynı kaderi paylaşmadıklarını
gayet iyi bilseler bile, can kaygısı ezen-ezilen tüm özneleri ortaklaşa bir
beklenti etrafında toplanmaya itiyor. Üretim araçlarının sahipleri güvenli
yaşamlarını sürdürebilmek için birilerini çalıştırmak zorundalar. Yaşamak için
çalışması gerekenler ise önce bu zorunluluğa boyun eğip, fırsat bulurlarsa
virüsten korunmaya çabalıyorlar. Virüs ise ne kadar kolay yayılırsa, öldürücü
özellikleri o kadar zayıflayan bir varlık. Daha tehlikeli olabileceği söylenen
ikinci dalga salgın, belki geliştirilecek aşı ve ilaçlara dirençli bir mutasyon
geçirmesinden sonra görülecek. Şu an hâlâ ilk dalganın etkisi altındayız.
Tüm bu belirsizlikler
içinde, toplumdaki bütün egemen özneler salgının başından beri sürekli olarak
“aynı düşmana karşı savaşıyoruz” fikrini işliyor. Toplumu buna ikna etmek için,
yönetin-yönetilen arası güvensiz ve cılız bağları mümkün olduğunca
güçlendirmeleri gerekiyor. “Düşmanımız ortak ama bizim ülke, ulus, partimiz vs.
diğerlerinden daha güçlü; sürecin sonunda, zayıflıkları yüzünden elenenlerin
paylarını da biz alacağız.” Kapitalist toplumun en küçük birimindekinden en
yukarıdakine kadar bütün özneleri böyle düşünüyor, güç biriktiriyor ve rekabet
ediyor. Egemen öznelerin her türlü “bilim, insanlık, kardeşlik” söylemi, kendi
çıkarlarının peşinden koştukları gerçeğini ikiyüzlü bir biçimde gizlemek ya da
“kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” misali davranmaktan ibaret. Bu tutarsız
yönetim anlayışından kurtulmanın en emin yolunun devrimci pratik olduğunun
bilinmesine rağmen, kimi sol çevreler “burjuvazinin terkettiği bilimi
sahiplenmek” amacıyla Aydınlanmacı söylemler geliştirerek, saflıklarını
sergiliyorlar.
Böyle bir düşünsel
zeminde “ortak düşmana karşı savaş” ve “salgın sonrası yaşam” hakkındaki
tasarımlardan oluşan söylemler, toplumun tüm öznelerinin şu anki gerçeklikle
imgesel ilişkilerini tekrar tasarımlamalarına ve egemen ideolojinin
güncellenmesine katkıda bulunmalarına olanak sağlıyor. Devletler, yönetme
zorluğu yaşamamak için uygun görmedikleri eleştirileri “yalan haber”
gerekçesiyle cezalandırarak, hayali düşmanlar yaratarak ve protestoları
bastırarak, yalnızca belli tarzda öngörüler üretilmesine izin veriyorlar.
Pandemi, kapitalizmin egemen öznelerine her ne kadar toplumlar üzerinde denetim
kurma ve ortak hareket etme meşruiyeti sağlasa da; böyle davranmalarının,
“herkesin bildiği sır” olan başka bir meşru nedeni daha bulunuyor: Genel olarak
kapitalizmin yapısal krizinin ve özel olarak 2008’den beri yaşanan bunalımın
küresel sermaye akışını kontrol altında tutmayı gerektirmesi.
Dolayısıyla dünyadaki
tüm siyasal iktidarların salgına karşı aldığı önlemler, aynı zamanda 1929 Büyük
Bunalımından bu yana kapitalizmin batmasına karşı alınan önlemlerle çakışıyor.
Bir yanda “hepimiz kardeşiz, maskeni tak” söylemleri, diğer yanda “madem durum
bu, toplumun geleceği nasıl olacak” misali teknolojik yenilikçi söylevlerden
oluşan egemen ideolojinin bombardımanları, böyle bir maddi zeminde
gerçekleşiyor. Hariri gibi şarlatanlar, hastalık nedeniyle kullanılması
kaçınılmazmış gibi anlatılan bazı teknolojik yeniliklerin piyasaya sürülmesinin
başını çekiyor.
Pandeminin nasıl ve ne
zaman sona ereceğinin belirsiz olduğu koşullarda “endüstri 5.0, big data, evden
çalışma, sanal para, algoritmik toplum, nesnelerin interneti” vb. teknolojik
buluşlar listesi eşliğinde, gelecek tasvirleri yapılıyor. Bazı aklı evveller de
bu listeyi “sosyalizmin nüveleri” olarak görmeye hazır, fütürist hayaller
üretiyor.[38] İster “sosyalist”
olsun ister liberal, toplumsal yaşam gerçeğinin üretim araçlarındaki değişimin
baskısı altında değişeceğini sanmak, toplumsal yapıyı çiftlik yaşamıyla
karıştırmaktır. Sonuçta ne yetiştireceğini önceden planladığın bir çiftlik
kurar, uygun beslenme, barınma vs. koşulları oluşturur, amaçladığın biçimde
ürün elde edersin. Toplum gerçeği, çiftçilerin önceden hazırlık
yaptığı ve ne ekerlerse onu biçtikleri bir yer değildir; kendi gerçeğini
kendisi üreten bir yapıdır. Masa başında “üretici güçlerin belirleyici olduğu”
teorik doğrusunu saptamakla, örneğin bir savaş ya da doğal afet sonucu üretici
güçlerin tarumar olduğu bir toplumu yeniden inşa etmek arasında, en küçük bir
bağlantı yoktur.
Toplumsal yaşam bir
ekosistem gibidir ve kapitalist üretim biçimi de böyle işler. Teknolojik bir
ilerleme yalnızca emek verimliliği ve üretimde artış sağlamaz; birçok kişinin
işsiz kalmasına, rakip firmaların iflâs etmesine, onların yerini alan
işletmelerin tekelleşmesine, bir süre sonra kapitalizmin
bunalımlarının daha büyümüş olarak yeniden üretilmesine de neden olur.
Kapitalistler bunları hesaplayarak, her teknolojik yeniliğin patentini satın
alır ve gerektiğinde kullanmak ya da hiç kullanmayıp başkalarının da
kullanmasını engellemek üzere bir depoya koyarlar. Teoride, üretim araçlarının
gelişmesinin tarihsel ilerlemenin maddî nedeni olduğu belirtilir. Gerçek
yaşamda bu gelişme bir dizi toplumsal çatışmayı körükler ve buradan nasıl bir
siyasi sonuç çıkacağını, somut koşullarda çatışan toplum kesimlerinin
bilinçlilik, örgütlülük ve kararlılığı belirler. Peki, bu koşullarda üretilen
bu tür gelecek tasvirleri ne anlama gelir? Bunlar yalnızca bir aptallığın eseri
midir?
Genellikle konuya
meraklı dar bir aydın kesimin ve bir de şirketlerin ar-ge birimlerinin haberdar
olduğu teknolojik yeniliklerle ilgili haberlerin bugünlerde yaygınlaşması,
öncelikle içinde yaşadığımız toplumun “geri” ve “ilkel” görünmesine yol açıyor.
Bu tür yeniliklerin genellikle savaş, afet, bunalım, devrim gibi toplumsal
yaşamın keskin dönemeçlerinde uygulamaya sokulduğunu ampirik olarak biliyoruz.
Bugün de hastalık + bunalım nedeniyle böyle bir dönemeçteyiz. Dolayısıyla bazı
yenilikler uygulanabilir. Ama kapitalizmin her ilerleyişinin, ezilenlerin
yaşamında yeni bir yıkım dalgası yaşanmasına neden olduğunu da biliyoruz.
Dolayısıyla bugünlerde siyasetçisinden köşe yazarına, amatör bilim
meraklılarından açık oturumculara kadar egemen sınıf ideologlarının dillerinden
düşürmedikleri teknolojik yenilik öyküleri, yalnızca bizi değişimin olumsuz
sonuçlarına karşı hazırlayan ideolojik bir işlev yerine getiriyorlar.
“Teknolojik gelişme, sağlıklı yaşam, yeşil kapitalizm, değişimin
kaçınılmazlığı” gibi adlandırmalar altında-Althusser’in ifadesiyle-hiçbir zaman
tamamlanamayan egemen ideolojinin güncellenmesi devam ediyor. Bu yapılmak
zorunda; çünkü kapitalizmin kaçınılmaz gelişiminin gerçekleşebilmesi için yeni
ideolojilerin bireyleri bir araya getirmesi ve yaşamın yeniden üretimini
sağlayan toplumsal güçlerin bu sayede harekete geçirilmesi gerekiyor. Bir
teknolojik yeniliğe ya da toplumsal felâkete bakarak, kitleler kendiliğinden
harekete geçip, yapılması gerekenleri yapmaya kalkışmıyorlar. Bunun için
yaşamakta oldukları hayatı kısmen değiştirmeye ve yeni amaçlar edinip, yeni
eylemler yapmaya ikna olmaları gerekiyor. Bu da zorla değil, yürürlükteki
üretim ilişkileri temelinde ve sınıf mücadelesi koşullarında gerçekleşiyor.
Hastalık ve gelecek tasarımlarıyla ilgili olarak bugünlerde sürekli dolaşıma
sokulan söylemlerin işlevi budur. Ancak bu söylemlerde yeni olan taraf bizi gelişmekte
olan teknolojilerden haberdar etmesi ve onların kullanılmasına rıza
göstermemizi sağlamaya çalışması değildir, bu söylemler eskiden beri ve ülkeler
düzeyinde zaten yapılıyordu; bugün egemen ideoloji alanındaki en önemli
yenilik; bu işlemlerin küresel ölçekte ve eşzamanlı olarak
yapılmasıdır. Bu gelişme, günümüz kapitalizminin işleyişini anlamak
bakımından önemlidir.
1- Merkezsiz ve öznesiz
bir süreç olarak kapitalizmin küresel işleyiş düzen
Kapitalizm doğuştan
küresel bir düzen olduğu halde, buna uygun bir üstyapısı yok. Dolayısıyla
konjonktürün küresel ölçekteki tüm ezen/ezilen öznelerini yönetebileceği
siyasal iktidardan, halkların yaşamını düzenleyebileceği bir devletten ve bunun
ideolojik aygıtlarından da yoksun. Kapitalist üretim ilişkileri ülkeler
düzeyinde yerel devletlerin güvencesi altında sürdürülebiliyor. Küresel düzeyde
ekonomi alanında sermaye akışı ve uluslararası ticaretin IMF, DB, DTÖ, kredi
değerlendirme kuruluşları, varlık fonları, borsalar vb. kurumlar aracılığıyla
denetlenmesine ve ekonomik yaptırımlarla hükümetlerin/devletlerin
yönlendirilebilmesine rağmen, küresel siyasi otorite aynı kolaylıkla
sağlanamıyor. Bu alandaki boşluk-ya da kapitalizmin basiretsizliği- II.
Paylaşım Savaşından beri ABD’nin dünya jandarmalığıyla, çeşitli devlet
kümelerinin oluşturduğu ekonomik/siyasi işbirlikleriyle ve birçok devletin
yakın çevresinde nüfuz alanları yaratmasıyla doldurulmaya çalışılıyor. Elbette
bütün bu girişimler uzun süreli istikrar sağlamıyor, sık sık siyasi ve ekonomik
iniş çıkışlarla kesintiye uğruyor. Nedeni, kapitalizmin önceden hazırlanmış
akılcı bir plana göre değil, anlık değişimlerine ayak uydurmayı gerektiren bir
gerçeklik içinde işlemesidir. Ekonomik ve siyasi iktidarlar, bu yüzden her
koşulla başa çıkmaya yetecek kadar güçlü olmak için sürekli yukarı tırmanmaya
çalışırlar. Ancak üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan bu işleyiş,
rekabet ve tekelin iç içe geçtiği bir düzen oluşturmaktan öte gidemez. Nitekim
son yıllarda ABD’nin küresel hegemonyasındaki gerilemenin nedeni de böyle
okunmalıdır. ABD’nin hamiliğini yaptığı küresel kapitalizm gelişmiş ve ABD’nin
etkisini yayabileceği bir tane daha dünya olmadığı için, bu küresel koşullarda
göreli olarak gerilemiş gibi olmuştur. Aynı süreçte ülkelerin ekonomik bakımdan
güçlenmeleri sonucu bir yandan bağımsız davranma yetenekleri gelişirken, diğer
yandan mal ve sermaye ihracındaki artışa bağlı olarak karşılıklı
bağımlılıklarının da arttığı söylenebilir. Bu gibi nedenlerle içinde olduğumuz
pandemi konjonktürü, kapitalizmin küresel ölçekte kolektif hareket edebildiği
nadir bir örnek olarak kabul edilmelidir.
Emperyalizm,
kapitalizmin gelişerek dünya ekonomisi halini almasıdır. Kapitalizm tarih
sahnesine hiç çıkmayabilirdi, ancak bir kez ortaya çıkıp tutunduktan sonra,
dünyaya-ve bugün olduğu gibi uzaya-yayılması kaçınılmaz oldu. Kapitalizmin
gelişimi; sermayedarın daha çok kâr etme, alacaklının borcunu tahsil etme,
sanayicinin rakibini devre dışı bırakma, proleterin karnını doyurmak için daha
düşük ücretlere bile çalışmaya razı olma, devletlerin gelir kaynağını oluşturan
altın yumurtlayan kapitalizm tavuğunu her ne pahasına olursa olsun yaşatma gibi
değişik amaçlarla, sürekli ileri itildi. Bunların hepsi de birbirinden farklı
ve çelişen amaçlardır. Bu çerçevede ikisi dünya çapında, yüzlerce paylaşım
savaşı yaşandı ve bu yıkımlar sırasında birçok ezilen halk, devrimlerle
kapitalizmin etki alanı dışına çıktılar. II. Paylaşım savaşı sonrası yalnızca
yeni bir savaşıh çıkmasını önlemek için değil, aynı zamanda belli başlı
kapitalist devletler arasında da benzer çatışmalar yaşanmaması için bazı
önlemler alındı. Bunlardan siyasi niteliktekiler sınırlı ölçüde etkili olurken,
ekonomik nitelikte olanlar bugün de önemini korumaya devam ediyor.
II. Paylaşım savaşı
sonrası ABD, doların dünya parası olarak kabul edilmesi nedeniyle küresel
işleyişin öznesi gibi davranma fırsatı yakaladı. Bu değişim, savaştan çıkarılan
dersler ve devletlerin aralarındaki bir dizi uzlaşma sonucu gerçekleşti. Ancak
savaş sonrası az gelişmiş ülkelere bol keseden dağıtılan kredilerin geri
dönmemesi üzerine, küresel kapitalizm 1970’lerde bunalıma girdi. Bu durumdan
kurtuluşun çaresi, 1980 sonrası neoliberal uygulamalara geçilerek, devletlerin
ekonomiden çekilmesini sağlamak oldu. Kapitalizmin küresel ölçekte geçirdiği bu
değişim şu ya da bu özel nedene dayandırılabilir ama nesnel olarak bir tane
neden gösterilebilir: O da, kapitalizmin sürmesini, yapısal krizini
derinleştirmeden sağlamaktır.
Bilindiği üzere
kapitalizmin yapısal krizini tetikleyen, kâr oranlarının düşme eğilimidir.
Kapitalizm kâr ettikçe bunun bir kısmını yatırıma ayırır. Zenginlik artışı,
teknolojik gelişme, rekabet, üretim araçlarının özel mülkiyeti gibi nedenler
yüzünden kapitalistler genellikle sabit sermaye yatırımlarını arttırma
eğiliminde olurlar. Giderek, çalışan işçi sayısı ve dağıtılan ücret azalır.
Sonuçta elde edilen kâr, artan sabit sermaye giderlerini karşılayamaz hale
gelir. Kapitalizm peşin parayla değil, krediye dayalı olarak çalışan bir düzen
olduğu için ödemelerdeki en küçük aksaklık, zincirleme etkileşime yol açar.
1970’lerde az gelişmiş ülkelerin aldıkları kredileri ödeyememesi böyle bir
durumun sonucudur. Bu yüzden, 1980’lerdeki düzenlemelerle sabit sermaye
yatırımları arttırılmadan, devletlerin toplum adına sahip olduğu kamu
kaynaklarına el konarak sorun çözülmüştür. Böylece kapitalist kriz dinamiğinin
de ilk kez neoliberal uygulamalar sırasında küresel özne rolü oynamaya
başladığını söyleyebiliriz. O yıllarda Washington Mutabakatını imzalayan ABD ve
İngiltere, neoliberal politikalara uymayan devletlere ambargo uygulayacaklarını
duyurarak, yalnızca krizin sözcülüğünü üstlenmişlerdir. Sonraki süreçlerde bu
rolü uluslararası sermaye kuruluşları devraldılar. Onların denetimi altında,
gelişmiş kapitalist ülkeler yatırımlarını sürekli maliyetin düşük olduğu az
gelişmiş ülkelere kaydırarak, istemeseler de kapitalizmin küresel ölçekte
gelişmesine yol açtılar.
Ancak her zamanki gibi
kapitalizmin içine düştüğü sorunlara bulduğu çözümler, sorunu öteleyerek bir
süre sonra daha büyük ölçekte yeniden üretmekten başka sonuç vermiyor. 2008
Lechman Brothers’ın iflâsıyla tetiklenen bunalım bunun örneğidir. Kapitalizm
80’lerden sonra küresel çapta geçilen neoliberal uygulamalarla, Çin Halk
Cumhuriyetinin kapılarını küresel sermayeye açmasıyla ve SSCB’nin dağılıp sosyalist
ülke kaynaklarının yağmalanmasıyla aşırı ölçüde gelişmiş ve bunun ifadesi
olarak yatırıma dönüştürülemeyen sermaye fazlasının türev piyasalarda
spekülatif kâr amacıyla kullanılması sırasında yaşanan küçük bir tıkanma,
finansal çöküşe yolaçmıştır. Başta gelişmiş kapitalist ülkelerde olmak üzere
dünyada 2008’den bu yana devletler ekonominin durgunluğa düşmemesi için
faizleri düşük tutuyor ve kapitalist işletmelere düzenli olarak kaynak
aktarıyordu, pandemi nedeniyle bunun miktarı arttırılmıştır. Aynı zamanda
ekonomide küçülmeye gidilmesi de, kâr oranlarının dengelenmesine dönüktür.
2- Yapısal krizin özne,
DSÖ ve IMF’nin ideolojik aygıt rolü oynaması
Özne de diğer nesneler
gibi, içinde yeraldığı süreci belirleyen çelişkilerin etkisi altında ortaya çıkan
bir nesnedir. Eğer bir yerde özneden bahsediyorsak, onu benzerlerinden farklı
kılan belli bir harekette bulunma özelliğinden, ona ait bir kimlikten,
dolayısıyla ona bu kimliği kazandıran bir ideolojiden ve tüm bunların toplamı
olarak gerçek bir durumdan söz ediyoruz demektir. Öznenin
eylemlerinin faili oluşu ve kendine has özellikleri, nesneden farklı olarak bu
özelliklerin kendisinden kaynaklanıyormuş gibi düşünülmesine neden olur. Bu
yüzden çoğu zaman özne, “bilinçli nesne” gibi tanımlanır. Oysa bilinç de
maddedir. Özneyi diğer özne ya da nesnelerden farklı kılan, yalnızca gerçek
oluşudur. Gerçeklik, birbirleri üzerinde etkinlik kurmaya çalışan somut
olguların yeraldığı bir değişim anıdır. Gerçek, benzersizdir ve kendinden
başkasına indirgenemez, bütün olarak soyutlanamaz. Dolayısıyla belli bir
gerçeklik içinde yalnızca doğal özne olarak kendiliğinden hareket edebilen
canlı varlıklar değil, etkisi altına aldığı nesneleri belli hareketlere
zorlayan her nesne, benzersiz ve gerçek özellikleriyle özne rolü oynayabilir.
Unutmamak gerekir ki hareket canlılığın değil, çelişkinin ifadesidir. Siyasi
parti, iktidar, şirket gibi içlerinde gerçek kişilerin yeraldığı kurumlar;
barındırdıkları kişilerin iradelerinden bağımsız olarak işleyen,
cansız, kendilerine ait hareket düzenleri olan ve bunlar
aracılığıyla başkalarını belli bir yönde hareket etmeye zorlayabilen birer
öznedirler. Yanı sıra, somut koşullarda içerdiği özneleri ve toplumsal yapıları
belli bir yönde hareket etmeye zorlayan çelişkiler, çelişkilerin başat
kutupları, çelişkilerin yolaçtığı olgular; bu rolü yerine getirecek özne
olmadığı zamanlarda belli süreler boyu özne rolü oynayabilirler. Zaten gerçek
eylemlerin faili olan özneler de gökten düşer gibi ortaya çıkmaz, eski ve yeni
üretim ilişkilerinin çatıştığı bir zeminde ve sınıf mücadelesi altında-kısacası
çelişkilerin yaşandığı süreçlerde-kendilerine ideoloji atfedilerek ve bu
ideolojileri edinerek özneleşirler. Bu çerçevede kapitalizmin yapısal krizinin,
tekrarlanan bunalımlarla kapitalizmin egemen öznelerine düzenin karanlık yanını
sürekli hatırlatarak ve onları belli yönlerde davranmaya zorlayarak, küresel
ölçekte bir özne rolü oynadığı söylenebilir. Siyasal iktidarların toplumsal
yaşamı düzenlerken aldıkları tüm önlemler, çeşitli olumsuzluklardan kaçmak ya
da onları denetim altına almak amacıyla yaptıkları işler, hep kriz ekseni
etrafında görülür. Bir anlamda kriz dinamiği, siyasi iktidarın bir ülkede
doğrudan yaptığını, küresel ölçekte ve dolaylı yollardan yapıyor gibidir.
Ancak bir özne toplum
üzerindeki en önemli icraatını fiziksel eylemlerde bulunarak gerçekleştirmez,
sonuçta bunları tek başına ya da sınırlı bir güçle, az bir etki yaratacak
biçimde yapıyordur. Bir özne toplum üzerindeki en önemli etkisini ideoloji
üreterek ya da üretilmiş ideolojileri yayarak, çok sayıda kişi ve kurumu ortak
bir amaca göre hareket geçebilecek özneler haline getirme yoluyla
gerçekleştirir. Böylece fiziksel eylemiyle karşılaştırılamayacak kadar büyük
etkiler yaratır.
İdeolojiler özneleri
yaratır ve özneler ideolojileri taşıyarak, yeniden üreterek, yeni özneler
ortaya çıkmasına yol açarlar. Kapitalist ülkelerin egemen öznelerine kendini
sürekli hatırlatan yapısal kriz dinamiği, pandemi sırasında DSÖ ve IMF’nin
küresel ölçekte “devletin ideolojik aygıtı” rolü oynamasını sağlamış ve küresel
etkisini bunlar aracılığıyla yaratmıştır. Kriz dinamiği, adı geçen kurumların
çağrıları üzerinde belirleyici rol oynamış ve kendiliğinden bir diziliş
göstererek yapılan bu çağrılar aracılığıyla, başka zamanlarda ortak hareket
edemeyecek devletleri ve bunların yönetimleri altındaki toplumları ortak
hareket eder hale getirmiştir. Bunun sonucu dünya nüfusu ekonominin küresel
ölçekte durmasına ve evlere kapanmaya rıza göstermiştir. Hastalık korkusu
insanların kendi kendilerine ürettikleri bir duygu değildir, bu korku
üretilmiş, öğretilmiş, yönlendirilmiş ve bu arada hükümetlere zaman
kazandırılarak süreci daha kolay yönetmeleri sağlanmıştır. Kısaca hatırlayalım:
Dünya Sağlık Örgütü: Hastalıkla ilgili
ilk haberler 2020 başlarında, 9 Ocak’ta duyuruldu ve DSÖ bunu Çin’de görülen
“gizemli hastalık” olarak adlandırdı. Daha önce de yaşanan, korona virüsü
ailesinden kaynaklı SARS ve MERS hastalıklarına benzetildi.14 Ocak’ta DSÖ
Cenevre’deki merkezinde yaptığı basın toplantısında hastalığın Çin’de aile
grupları arasında sınırlı biçimde yaşandığı ve dünyaya yayılma eğiliminde
olduğu belirtildi. O sırada hastalık nedeniyle yalnızca bir kişinin öldüğü
biliniyordu. Hemen ardından hastalığın Japonya’da da görüldüğü ve 16 Ocak
tarihli haberlerde Çin’de ölü sayısının 41 olduğu duyuruldu. 21 Ocak’ta DSÖ
adına, virüsün dünyaya yayılabileceği bir kez daha duyuruluyordu.23 Ocak’ta
Cenevre’den DSÖ adına yapılan resmî açıklamada bir kez daha virüse dikkat
çekilirken, “acil durum” ilan etmeye gerek olmadığı belirtildi. Artık virüs,
“covid 19” olarak adlandırılıyor ve “yeni tip korona virüsü” olarak
tanımlanıyordu. DSÖ 28 Ocak’ta yaptığı açıklamada hata yaptıklarını, sözkonusu
ölümcül salgının uluslararası aciliyetinin yüksek olduğunu duyuruyordu. Ama
çelişkili biçimde, bu açıklamanın bir acil durum çağrısı anlamına gelmediğini
de ekliyordu. DSÖ, bir acil durum ilanı sonrasında Çin başta olmak üzere bazı
kapatma önlemleri alınması gerekeceğinden dolayı karar almakta gecikiyordu. DSÖ
30 Ocak’ta tekrar toplanarak, bu kez “uluslararası kamu sağlığı acil durumu”
ilan ettiklerini duyurdu. DSÖ Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus,
salgının yayılmasının temel nedeninin “Çin’de olup bitenler değil, diğer
ülkelerde olanlar” diye açıkladı. DSÖ duyurularına rağmen birçok ülke Çin’le
olan ticari ilişkilerini ve bu ülkeye seyahatlerini sürdürmüşlerdi ve bu da
hastalığın yayılmasını kolaylaştırmıştı. Ghebreyesus, yapılan açıklamanın
Çin’e yönelik bir güvensizlik olmadığını vurguladı. 3 Şubatta, Çin’e kısıtlama
getirilmesinin gereksiz olduğunu belirtti. Ancak hastalığın hızla yayılmasının
ardından, 11 Mart’ta DSÖ “pandemi” kararı aldı ve bütün ülkelerde yaklaşık
Haziran Ayı başlarına kadar süren karantina koşulları, seyahat yasakları,
zorunlu alanlar dışındaki üretimin durdurulması süreci böylece başlamış oldu.
Trump 14 Nisan’da,
ülkesindeki sağlık sistemi ve salgınla mücadele politikaları sonucu ölüm
sayısının hızla artmasının faturasını DSÖ’ye keserek, bu kuruluşa yaptıkları
maddi yardımları durduğunu açıkladı. DSÖ’nün Çin’in çıkarlarını gözeterek
pandemi ilan etmekte geç kaldığını ve bu yüzden ABD’de salgının çok yayıldığını
ileri sürdü. Buna benzer bir tavrı daha sonra Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro
da gösterecekti. Böylece DSÖ içinde başlayan bu tartışma, onun bir DİA rolü
oynamasına da gerçeklik kazandırıyordu. DSÖ 27 Nisan’da yaptığı açıklamada
hastalığın bitme noktasından hala çok uzak olunduğunu belirtiyordu. Bundan
sonraki açıklamalarında hastalıktan korunmak için günlük hayatta neler
yapılması gerektiği anlatılıyor ve virüsün nasıl bir gelişme göstereceği
üzerinde tahminlerde bulunuluyordu. DSÖ Avrupa Bölgesi Direktörü Dr. Hans Kluge
15 Mayıs’ta Financial Times’a verdiği röportajda, birçok ülkede
gerçek ölü sayılarının saklandığını ve Türkiye’de ölüm sayısının açıklanandan
yüzde 25 fazla olabileceği belirtiliyordu.
Haziran başlarında DSÖ
ikinci dalga için tarih verdi ve Eylül Ayı başlarında görülebileceğini
açıkladı. Başlangıçta acil durum ve pandemi ilan etmekte tereddütler yaşayan
DSÖ, bu kez tarih verirken benzer bir kararsızlık göstermiyordu. DSÖ
uzmanlarından Dr Maria Van Kerkhove, başlangıçta yaşlı ölümlerinin daha yüksek
oranda olmasına karşılık son zamanlarda giderek genç ölümlerindeki artışı
araştırmak gerektiğine dikkat çekiyordu.
Bizce bunun tek anlamı
olabilir: Yaşlılara kısıtlama uygulayarak hastalanmaları
önlenirken, çalışan genç nüfus arasında hasta sayısı artıyor
olmalıdır. Başka bir ifadeyle, hükümetler hastalığın etkilerini düzenin
süreceği biçimde yönetmeyi öğrenmişlerdir. Ama DSÖ bu tür konuları
araştırarak açıklayabilecek nitelikte bir kurum değildir.
IMF: IMF Başkanı
Kristalina Georgieva 14 Şubat’ta Münih Güvenlik
Konferansı'nda "Küresel Ticarette Beklentiler" konulu
panelde yaptığı konuşmada, dünya ekonomisini sürükleyen etkenlerin "düşük
verimlilik, düşük ekonomik büyüme ve düşük enflasyon" olduğunu
belirtiyordu. Georgieva, Covid 19’un seyrini izlediklerini ve gelecek hafta
Çin’de kapatılan fabrikaların açılacağını duyuruyordu. IMF, Riyad’da 22-23
Şubat’ta yapılacak G-20 toplantısı öncesi yayınladığı raporda küresel büyümenin
dibe vuracağını ve bu yılki büyüme oranının yüzde 3,3 olmasının beklendiğini
belirtiyordu. Aynı raporda iklim değişikliğine de dikkat çekiliyordu. Georgieva
toplantı sonrası açıklamasında ise, “Çin ve dünyanın geri
kalanındaki büyüme, virüsün hızlı bir şekilde kontrol altına alınması durumunda
bile etkilenecektir" diyordu. G-20 ülkelerine çağrıda bulunarak yapısal
reformların sürdürülmesi gerektiğini vurguluyor ve "ülke düzeyindeki
politikaların ötesinde, birçok zorluk küreseldir ve küresel çözümler gerektirir"
diyordu. Küresel ticaretteki belirsizliğin daha da azaltılması için iş
birliğinin gerekli olduğunu vurgulayan Georgieva, ABD ile Çin arasında birinci
faz ticaret anlaşmasına rağmen ticaret tansiyonunun bu yıl küresel büyümede
yüzde 0,6'lık düşüşe neden olduğuna işaret ediyor ve "ticaret
barışı"na geçişin önemine işaret ediyordu.
Dünya Bankası ve IMF 2
Mart’ta ortak bir açıklama yapıyor ve “virüsünün neden olduğu insanlık
trajedisi ve ekonomik zorluklarla baş eden üye ülkelere yardımcı olmaya hazır
olduklarını” belirtiyorlardı. IMF bunun için 50 milyar dolar kaynak
ayırmıştı. Georgieva, küresel finansal sistemin 2008'deki küresel finansal
kriz öncesi döneme göre çok daha dirençli ve sağlam olduğunu belirterek,
"Küresel büyüme 2020'de geçen yılki seviyelerin altına inecektir ama bunun
ne kadar düşeceğini ve etkilerinin ne kadar süreceğini öngörmek zor"
diyordu. Georgieva 1 trilyon dolarlık kredi kapasiteleri olduğunu hatırlatıyor,
Dünya Bankası Başkanı David Malpass 12 milyar dolarlık yardım paketi
hazırladıklarını duyuruyordu. IMF 15 Mart’ta, ödemelerin kesintiye uğramaması
için kısa vadeli likidite hattı kurulduğunu açıkladı. Bu borçlulardan çok,
bankaları ayakta tutmaya dönük bir girişimdi elbette. Nitekim 27 Mart’ta
yapılan açıklamada da IMF'nın fonun halihazırda en fakir üye ülkelerin
borç geri ödemelerine yönelik yardım sağlamak üzere harekete geçtiği
hatırlatılıyor ve döviz sıkıntısı çeken üyelere yardımcı olacak ek seçenekleri
araştıracağı söyleniyordu.
Georgieva 4 Nisan
tarihli açıklamasında, “Acil finansman desteği konusunda şimdiye kadar asla
böylesine artan bir taleple karşılaşmadık. 2008 küresel mali krizinden çok daha
kötü ve benzeri görülmemiş bir ekonomik krize neden oldu. IMF’nin tarihinde
hiçbir zaman dünya ekonomisinin böylesine durma noktasına geldiğine tanıklık
etmedik” diyordu. Georgieva bir süredir yaptığı açıklamalarda, durgunluğun
1930’larda görülen Büyük Buhrandan daha uzun süreceğini hatırlatıyor ve
G-20’lere uluslararası işbirliğinin büyütülmesi çağrıları yapıyor.
***
DSÖ ve IMF’nin, virüsün
ilk görüldüğü günlerde salgın olasılığına karşı hızlı tavır almaktan
kaçındıkları ve Çin’e karşı güvensizlik yaratabilecek her türlü davranıştan
uzak durdukları görülüyor. Bunun nedeninin ekonomik olduğunu düşünüyoruz. Oysa
aynı günlerde, SARS salgını yaşamış olmanın kazandırdığı deneyimle Çin’de ve
yoğun ticari ilişkiler içinde olduğu Japonya, Kore, Tayland, Singapur’da olası
salgın tehlikesine karşı katı önlemler alınıyor ve başka ülkelere göre tehlike
nispeten az zararla atlatılıyordu. Bu koşullarda DSÖ ve IMF’nin yalnızca Çin
değil, dünya ekonomisini de altüst edebilecek bir girişimde bulunma
sorumluluğunu üstlenmek istemedikleri düşünülmelidir. Belki daha önce SARS için
alınan önlemlerin, virüsün yavaş yayılması yüzünden abartılı görünmesinin de
bunda payı olabilir. Ancak kesin olan, dünya ekonomisinin bunalımda olduğu bir
dönemde Çin’le ticaretin kısıtlanmasına yol açarak sorunları arttıracak bir
karar almaktan kaçınılmış olmasıdır. Salgının hızla yayılmaya başladığı
kesinlik kazandıktan sonra bu yola girilmiştir. DSÖ ve IMF’nin kararlarında
etkili olanın virüs değil, ekonomi yönetiminin belirleyici olduğu açıktır.
Kurumların tereddütlü açıklamaları, hükümetlere ve kapitalistlere hazırlık
yapabilecekleri zaman kazandırmıştır. Bu kuruluşların kesin ifadelerinin
ardından, hükümetler hızla karar almaya başlamış ve toplumlar bunlara
direnmeden uymuşlardır.
Bu durumda DSÖ ve IMF
açıklamalarının hükümetlerin elini rahatlatmaya ve toplumun rıza göstermesini
kolaylaştırmaya yaradığı söylenebilir. DSÖ’nün günlük yaşama, IMF’nin ise
kapitalizmin egemen öznelerinin rekabetçi tutumlarını törpülemeye dönük
açıklamalarla küresel ideolojik aygıt gibi davrandıkları belirtilmelidir. Bu
açıklamalar aynı zamanda toplumların dikkatinin kendi yöneticilerinin
basiretsizliklerinden, küresel ölçekte ortak bir sorun yaşandığına çevrilmesine
neden oluyor. Örneğin başka bir zamanda kitlesel işten atılmalar büyük tepki
çekebilecekken, dünya ekonomisinin zor durumda olduğunu sürekli hatırlatan bu
açıklamalar sayesinde böyle bir öfke duymanın anlamsız olacağı düşünülüyor.
Benzer açıklamaları BM Genel Sekreteri de yapabilir ama ekonomi ve sağlık
alanında uzmanlaşmış kurumlar aracılığıyla yapılması, inandırıcılığını
arttırıyor. Kısacası pandemi, kapitalizmin krizinin gerçek nedenini gizlemek
için kullanılıyor.
Sonuç: Normal nedir ve
nasıl belirlenir?
“Normal”, anlaşılır
görünen ve sık kullanılan ama her durumda farklı anlama gelen bir sözcük. TDK
sözlüğünde karşılığı: “1. Aşırılığı, eksikliği ve taşkınlığı olmama, ortalama
durum. 2. mat. Bir eğrinin bir teğetine değme noktasından çizilen dikme. 3. sf.
Kurala uygun, alışılagelen, olağan, düzgülü, aşırılığı olmayan, uygun” olarak
verilmiş. Bu sözcük bazen “doğal, olması gereken”, bazen de “olmakta olan”
anlamlarında kullanılıyor. Kişiye ve duruma göre değişen “normal” toplumsal
ölçekte nasıl belirleniyor?
Toplumda ölçüyü
belirleyen, neyin ölçü dışı olduğunu da belirler. Bu, gücünü alışılmış yaşam
tarzının istikrarlı biçimde devamı için kullanan siyasal iktidardır. İstikrarı
bozan herhangi bir gelişme, iktidar açısından bir tehdittir. Siyasal iktidar
böyle bir tehdit saptadığında, bunu ideolojik bir tersyüz edişle “topluma
yönelik bir tehlike” gibi sunar ve aslında kendini korumasının dış halkalarından
başka bir şey olmayan önlemler alarak, toplumu koruyormuş gibi yapar. DİA’lar,
toplumun yeni duruma uyum göstermesi için egemen ideolojiyi güncellemeye
girişirler. Elbette bu yükümlülüklerini somut durumu gözeterek ve karşı
ideolojilerle çatışarak yerine getirirler. Böylece topluma önce neyin
“sıradışı” olduğu anlatılarak, yeni normali benimsemesi sağlanır.
DSÖ’nün pandemi
ilânından yaklaşık üç ay sonra, bütün ülkelerde kısıtlamalar yavaş yavaş
kaldırılarak geçilen yaşam düzenine “yeni normal” deniyor. Böylece eskisi
bugüne ve bugün eskisine göre “normal dışı” sayılıyor. Geçmişte, bugünkü gibi
bir yaşama geçileceğini kesin olarak bilmiyorduk ama bugün, geçmişteki gibi bir
yaşam sürdürmememiz gerektiğini biliyoruz. Hayatımızda bir değişim yaşıyoruz
ama bu teknolojik bir yenilik ya da siyasal bir reform gibi, egemen ideolojinin
“olumlu” biçimde sunduğu bir olay değil. Eğer öyle olsaydı, alışılmış
ifadelerle “devrim, çağ atlamak, büyük değişim” diye anılırdı. Bu yüzden “yeni
normal” hayatın yalnızca öngörülemeyen değil, aynı zamanda istenmeyen bir
değişim geçirmekte oluşunun ifadesi ve ne kadar “normal” dense de, olumsuz bir
anlam içeriyor. Çünkü bu değişimin nedeni bir virüsün yolaçtığı
küresel salgın ve egemen ideoloji hâlâ 2 yüzyıl öncesindeki gibi, hastalığı
“normal dışı” sayıyor. Bu yüzden “yeni normal” ifadesi, hastalığın
eski normale ait olduğu ve onunla birlikte geride kaldığı/kalması gerektiği
algısı yaratmaya uygun düşüyor. Ve aynı zamanda, hastalıkla ilgili olmayan iş,
eğitim, seyahat, spor vb. toplumsal faaliyetlerin önemli bir değişiklik
yapılmadan sürmesi gerektiğini hatırlatıyor. Her durumda hastalık, olağan yaşam
akışının dışında ve ona karşı, yabancı bir olgu gibi ele
alınıyor. Elbette bu anlayışın devamında hastalar ve hastalık riski
taşıdığı varsayılan herkes, içinde hastalık barındırıp barındırmadığına
aldırmaksızın “normal” sayılan yaşam alanlarından uzak tutuluyor. Haklarında
araştırma yapılmasına, seslerini duyurmalarına, olağan yaşam alanlarına
geçmelerine izin verilmiyor. Görünmez kılınarak, adeta yok ediliyorlar.
Toplumda böyle bir görünmez alan oluştuğunda ise, her gün göz önünde olanlar
arasındaki hastalar, hemen ayın karanlık yüzüne atılır gibi görünmez alana
postalanıyor. Toplum iyice seyreltilmiş önlemler altında “yeni normale” geçerken,
egemenler disiplinli biçimde eski normallerini sıkı önlemler altında sürdürmeye
devam ediyorlar.
Georges Canguilhem, tıp
ve felsefeyi birlikte ele aldığı “Normal ve Patolojik” adlı kitabında,
çalışmasını mütevazı bir biçimde şöyle özetliyor: “Deneme’mizde,
hastalığı sağlığın niteliksel karşıtı olarak kavrayan ontolojik hastalık kuramı
ile onu normal durumdan niceliksel olarak türeten olgucu (pozitivist) yaklaşımı
yüzleştirmiştik.”[39]
Canguilhem, ontolojik
yaklaşımın hastalığı normal dışı sayarak, düzeltilmesi ve normale dönülmesi
gereken bir durum gibi gördüğünü anlatır. Diğer görüşten olanların ise
hastalığı normal kabul ederek, sağlıklı olmaktan bir farkının bulunmadığını ve
hatta bu çerçevede bazılarının hastalığı yok saydıklarını belirtir. Bunlar
büyük ölçüde 18-19.yüzyıldan kalma görüşler olsa da, izleri bugün de
görülmektedir. Canguilhem özetle, patolojik durumun mutlak anlamda
anormal olduğunun söylenemeyeceğini belirterek şöyle der: “ Patolojik durum
belirli bir durumla ilişkisi içinde anormaldir. Mademki patolojik normalin bir
türüdür, sağlıklı olmak ve normal olmak karşılıklı olarak tamamen eş değer
değildir. Sağlıklı olmak yalnızca verili bir durumda normal olmak değil, o
durumda ve muhtemel başka durumlarda da, normatif olmaktır.”
İfade, tıp terimlerine
yabancı olanlarca bile rahatça anlaşılacak kadar açıktır: Sağlıklı
kişi “normal”, hastalıklı kişi “normal dışı” gibi görülemez. Egemen ideolojinin
bize sık sık “spor yapın, sağlıklı beslenin” vs. diye tekrarladığı gibi
sağlıklı olmak kişinin sorumluluğunda olan somut bir durum değildir, genel bir
ölçüdür. Hastalanmak ise, “normalin dışına çıkmak” anlamına gelmez, farklı bir
normale geçiştir. Çünkü her hastalık eşdeğer değildir, bazıları patojenlere
bağlı, bazıları kaza, bazıları genetik nedenlerden oluşabilir. Elbette
hastalanan kişi, yaşamı boyunca izini taşıyacağı biyolojik bir değişim geçirir.
Bu doğuştan gelen sakatlık misali, görünen ve kişinin yaşamını olumsuz
etkileyebilecek bir “normal dışılık” ya da bulaşıcı bir hastalığa yakalanma
sonucu bağışıklık kazanmak gibi görünmeyen ama kişinin yaşamına olumlu katkısı
olan bir gelişme olabilir. Buna benzer sayısız hastalık örnekleri hiçbir biçimde
genel bir “hastalık” başlığı altında toplanarak “normal dışı” bir konumda ele
alınamazlar. Örneğin genetik nedenlerden kaynaklı hastalıklar bir “bozukluk”
değil, canlıların milyonlarca yıl boyunca değişen yaşam koşullarına kolay ayak
uydurmalarını sağlayan genetik çeşitliliğin bir parçasıdır. Başkalarının gün
boyu hareket halindeyken düşünemedikleri şeyleri hareket yetenekleri kısıtlı
birinin düşünerek topluluğun hayatta kalmasını sağlayıp sağlayamayacağını
önceden hiç kimse bilemez. Ara sıra görülen salgın hastalıklara karşı bağışık
olanlar yalnızca kendileri için değil, benzer dirençten yoksun olanların da
hayat garantisi olacaktır. Eğer hastalık genetik ya da patojene bağlı değil de
toplumsal nedenlerden ortaya çıkmışsa, bu da yeni bir “normale” değil, yeni bir
toplum düzenine geçilmesi için bir fırsattır.
Pandemi; kapitalizmin
küresel ölçekte yeniden düzenlenmesiyle birlikte, ezilenlerin küresel duygu
birliğinin de önünü açmıştır. Kader ortaklarımız açısından bakıldığında,
kaybedecek bir şeyimiz yoktur.
25.08.2020
[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/turkiye/2020/07/27/dardanelde-korona-cikti-isciler-14-gun-fabrikada-tutulacak/
[2] https://tr.sputniknews.com/dunya/202006191042282791-dso-ikinci-dalga-icin-tarih-verdi/
[3] “…elimizdeki
kanıtlar bilinçli zekânın tamamen doğal bir fenomen olduğunu gösteriyor.
Filozoflar ve bilim insanları arasındaki geniş ve gittikçe artan görüş
birliğine göre bilinçli zekâ uygun biçimde örgütlenmiş bir maddenin
etkinliğidir ve bundan sorumlu olan karmaşık örgütlenme, en azından bu
gezegende, milyarlarca yıllık kimyasal, biyolojik ve nörofizyolojik evrimin
sonucudur.” Madde ve Bilinç, Paul M. Churchland, Alfa yayınları, s. 255
[4] “Bebekler ihtiyaç
duyduklarından çok daha fazla sayıda nörona sahiptir… Çocuklar geliştikçe
belirli nöronlar birlikte ateşleme yapmaya ve birbirleriyle bağlantı
oluşturmaya başlarlar ve bu etkin nöronlar sağlıklı kalır. Bu sırada
kullanılmayan nöronlar bir nevi açlıktan ölür.” İnsan Beyninin Gizemi, Sam
Kean, Kolektif Kitap, s.90
[5] Sürenin
Diyalektiği, Gaston Bachelard, İthaki, s. 80
[6] Yeniden Üretim
Üzerine, Ek: Üretim İlişkilerinin Üretici Güçler Karşısında Önceliğine Dair,
Louis Althusser, İthaki Yayınları, s. 321
[7] Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı, Karl Marx, Sol Yayınları, 2. Baskı, s.23
[8] Age, s.294. Marks,
notlarında eski tarih anlayışıyla ilgili şu karşılaştırmayı yapar: “Şimdiye
kadar yazıldığı biçimde idealist tarih ile gerçek tarih arasındaki ilişki.
Özellikle kendilerine uygarlık tarihi adı takan ve hepsi de din ve devletler
tarihi olan eserler.”
[9] Yeniden Üretim
Üzerine, Louis Althusser, İthaki Yayınları, s 93
[10] Karl
Marx,Friedrich Engels Seçme Mektuplar, Evrensel Basım Yayın, s. 101
[11] Age, Karl Marx, s.
259, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş” ya da kısaca “Giriş” olarak
adlandırılan başlık altındaki metin. Farklı çevirileri Birikim Yayınlarından
çıkan Grundrisse özeti ve Sol Yayınlarının tamamını bastığı aynı eserin 1.
Cildinde de yer alıyor.
[12] Althusser Önsöz’le
ilgili olarak ”Yeniden Üretim Üzerine” (İthaki Yayınları) şöyle der: “…ne yazık
ki, Marx’ın oldukça anlaşılmaz-daha fazlasını söyleyemiyoruz-metinleri vardır;
özellikle bunlardan biri, 1859 tarihli Ekonomi Politiğin Eleştirisine
“Önsöz”dür ve bu metin II.Enternasyonal’in ve Stalin’in İnciliydi.” S.321.
Althusser aynı yerde Önsöz’le ilgili kısa bir değerlendirme yaparak, Stalin’in
“Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” makalesinde bu metne neredeyse satır satır
aldığını ama bildiği kadarıyla Lenin’in bu metni asla düşüncesinin merkezine
koymadığını da belirtir. (s.324)
[13] Age,Karl Marx, s.
269 “ Demek ki, üretim eyleminin kendisi de, bütün anlarında, aynı zamanda, bir
tüketim eylemidir de.”
[14] Age, Karl Marx,
s.274
[15] Yeniden Üretim
Üzerine, Louis Althusser, İthaki Yayınları, s. 95
[16] Bunun somut
örneğini Stalin’in “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” broşüründe görebiliriz.
[17] Bu anlayış, Ekim
Devrimi öncesi Menşevik-Bolşevik ayrımının nedenidir. Şubat Devrimi sonrası
tartışma süreçlerinde Menşevikler Rusya’da kapitalizmin yeterince gelişmediği
için sosyalist bir devrimin koşulları olmadığını öne sürerek Kerenski’nin
burjuva hükümetinden yana olmuşlar, Lenin kapitalizmin proletarya diktatörlüğü
altında da geliştirilebileceğini belirterek partisini ve kitleleri Ekim Devrimi
için ikna etmiştir.
[18] Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı, Karl Marx, Sol Yayınları, s. 294-295
[19] “Eğer bu
bireylerin gerçek koşullarının bilinçli ifadesi hayal ürünüyse, eğer onlar
gerçeği kafalarında baş aşağı çevirmişlerse, o halde bu da onların sınırlı
maddi faaliyet tarzlarının ve onların, buradan doğan sınırlı toplumsal
ilişkilerinin bir sonucudur.” Alman İdeolojisi, Marks-Engels Evrensel
Yayınları, s. 34, dipnot.
[20]İdeloji ve Devletin
İdeolojik Aygıtları, Louis Althusser, İthaki Yayınları, s. 89
[21] Yeniden Üretim
Üzerine, Ek: Üretim İlişkilerinin Üretici Güçlere Önceliğine dair Louis
Althusser, İthaki Yayınları, s 321
[22] Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı, Karl Marx, Sol Yayınları, s.274
[23] “Toplumsal pratik”
kavramı Mao’nun 1937’de “Pratik Üzerine” ve 1963’de “Doğru Fikirler Nereden
Gelir” makalelerinde ifade ettiği çerçevede ve ayrıca Lenin’in Materyalizm ve
Ampriokritisizm’de (Sol Yayınları, s. 183) fikirlerin doğruluğunun ölçütü olarak
dile getirdiği gibi “sınıf mücadelesi, bilimsel deney ve sanayi üretimi”
anlamında kullanıyoruz. Bunu, çoğu zaman aynı sözcüklerle anılan “toplumsal
pratik” ve “belli bir öznenin somut eylemi” ifadelerindeki “pratik” ve “eylem”
sözcüklerinin birbirleri yerine kullanılmasının yolaçtığı karışıklığa düşmemek
için yapıyoruz.
[24]“Üretici Güçler ile bir
Üretim tarzını oluşturan Üretim İlişkilerinin özgül birliğinde, mevcut Üretici
Güçler temelinde ve bu güçlerin belirlediği nesnel sınırlar içinde belirleyici
rolü oynayan, Üretim İlişkileridir.” Age, s.322
[25] Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı, Karl Marks, Sol Yayınları, s. 265
[26] Felsefenin
Sefaleti, Karl Marx, Sol Yayınları, s. 139
[27] Karl Marx’ın Tarih
Teorisi, Gerald A. Cohen, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, I.Baskı
[28] https://hal.archives-ouvertes.fr/hal-02024448/document
[29] “Ekonomik
kategoriler, yalnızca teorik ifadeler, toplumsal üretim ilişkilerinin
soyutlanmasıdırlar.” Felsefenin Sefaleti, Karl Marx, Sol Yayınları, s. 115
[30] Karl Marx’ın Tarih
Teorisi, s. 43
[31] Age, s. 46
[32] Age, s. 122
[33] Age.s,181
[34] Age.s.121
[35] Bu başlıkta geçen
kavramlar hakkında “Hastalık Toplumsal Bir Sorundur” yazımızın ilk iki
bölümünde kısaca bilgi vermiştik, burada batı temel konuları hatırlatmakla
yetinerek, açıklamasını yapmayacağız. Yazıya şuradan ulaşılabilir: https://mehmetpolat148.blogspot.com/2020/04/hastalik-toplumsal-bir-sorundur.html
[36] Bu konuda bilgi
edinmek için Arundhati Roy’un “Dağılmış Cumhuriyet ve Jan Myrdal’ın “Hindistan
Üzerinde Kızılyıldız” kitaplarına bakılabilir.
[37] Bunun için solun
çevre sorunlarıyla ilgili başvuru kaynağı gibi kullandığı Paul
Burkett’in “Marksizm ve Ekoloji, Kızıl ve Yeşil Bir Ekonomi Politiğe
Doğru” ve Bellamy Foster’ın “Marksist Ekoloji”
kitaplarına bakılabilir.
[38] http://www.abstraktdergi.net/sosyalizmin-nuveleri-tekeller-bunyesinde-planli-ekonomi/
[39] Normal ve
Patolojik, Georges Canguilhem, Monokl Yayınları, s. 238
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.