YAKINDA SÖNECEĞİNİ BİLSEK DE FRANSA'DA İSYAN ATEŞİNİ YAKANDAN YANAYIZ!
Paris'in banliyösü Nantarre'de 27 Haziran günü polisin sıradan bir kimlik kontrolü sırasında 17 yaşındaki Nail'i göğsünden vurarak öldürmesi üzerine, Mağrip ve diğer Afrika ülkeleri kökenli gençlerin başlattığı isyan yayılarak sürüyor. Benzer bir olay 27 Ekim 2005'de yine polisin kovaladığı 15 ve 17 yaşlarındaki iki Mağripli gencin sığındıkları trafoda elektrik çarpması sonucu ölmesiyle başlamış ve 11 gün sürdükten sonra öfkenin yatışmasıyla sona ermişti. Bu kez de öyle olacak gibi görünüyor. Yakında söneceğini bilsek de, her zaman isyan ateşini yakandan yanayız! Tıpkı yenileceğini bildikleri halde Marks ve Engels'in başından sonuna kadar Paris Komününün içinde yer aldığı gibi!
Olayla neden ilgileniyoruz?
Ancak
isyanla ilgilenmemizin nedeni bundan ibaret değil. İsyanlar Marks'ın kurucusu
olduğu tarih biliminin deney laboratuvarı gibidir. Hakkındaki izlenim ve
yorumlar, dünyayı anlamamız ve toplumsal konumumuzu gözden geçirmemiz için
eşsiz bilgiler sağlar.
Olayla gazeteci, akademisyen, bağımsız saha gözlemcisi olarak değil; Marksist ve komünist devrimci olarak ilgileniyoruz. Çıkartacağımız sonuçları, ezilenlerin mücadelesinin hizmetine sunmayı amaçlıyoruz. Gereksiz bilgi gösterileriyle özel çıkarlarımızı dile getirici bir malumatfuruşluk örneği ortaya koymaktan uzak durmamız gerekiyor. Nitekim bu çerçevede iktidar yanlısı medya ile bir kısım muhalif (sol) medya bu hatalı tutumu izleyerek, aslında bir parçası oldukları gerçeklik içindeki özel (=öznel) çıkarlarını seslendiriyorlar. Ezilenlerin akıl hocası değiliz, çıkarlarımız onların çıkarlarından ayrı olamaz.
Gerçekler ve tekelci medyanın olayı ele alışı
Nail'in
Cezayir kökenli ve Müslüman oluşundan hareketle olay sağ basında yanlış biçimde
"göçmen karşıtlığı, Müslüman düşmanlığı, ırkçılık" gibi yorumlanıyor.
Ve bunun üzerinden Türkiye ile yanlış karşılaştırmalar yapılıyor. İsyancı
gençler eski Fransız sömürgelerinden gelmiş ailelerin 3 ya da 4. kuşak
çocukları. Göçmen değil, ülke yurttaşları. Olayın inançla ilgisi yok, polis
yalnızca Müslüman kökenlilere değil, sokağa çıkan herkese böyle davranıyor. Ve
son yıllardaki mevzuat düzenlemeleri sayesinde şiddet dozunu sürekli arttırıyor.
Örneğin 2018'de 17, 2021'de 37 kişiyi öldürmüş. Benzer acımasızlığı 5 yıl
önceki "Sarı Yelekliler" eylemleri sırasında da fazlasıyla
sergilemişti. Bu eylemlerde 10 kişi yaşamını yitirirken atılan gaz fişekleriyle
yüzlerce kişinin gözü kör oldu. Polisin bu yılın ilk 6 ayında erken emekliliğe
karşı yapılan eylemlerdeki tutumu da aynıydı. Üstelik saldırganlık hükümetlere
göre oluşmuyor, devletin protestocu yurttaşlara karşı değişmez davranışı.
Elbette Fransa'da da ırkçılık ve ırkçı partiler var. Ama Türkiye'den farklı olarak Fransız toplumunda renk, inanç, etnisite, cinsiyet rolü ya da siyasi düşünce gibi nedenlerle belli bir toplum kesimine karşı medyasıyla, yöneticileriyle, yasalarla, kışkırtılmış sokak eylemleriyle kitlesel baskının uygulandığı ırkçı tutumlardan bahsedilemez. Örneğin bu ülkede, Türkiye'de sık örneğini gördüğümüz üzere Kürt ve Alevi kesimler başta Suriyeli, Roman, LGBT olduğu gerekçesiyle kişilere ve yaşadıkları ortamlara saldırı düzenlenmez. Öyleyse ırkçı partiler ne işe yarar? Irkçı partiler resmî ideolojisini "liberalizm, demokrasi" vb. sözcüklerle tanımlayan bir devletin baskı aygıtlarına fütursuz şiddet uygulayabilecek personel devşirilebilmesi için ortam sağlar. Yani ırkçı partilerin etkisindeki faşist kafalı kişiler, devletin saldırı gücünü oluştururlar. Toplumda açıktan yapamadıklarını, resmi üniforma altında yaparlar. Bu kurumlar resmî olarak korunur ama tepki artarsa, yapısal bir değişime gitmeden, olumsuz örnekler tekil olarak ayıklanır. Nedeni, dünyanın dört bir yanıyla ekonomik-siyasi çıkar ilişkileri kuran emperyalist devletlerin Nazi Almanyası gibi açıktan ırkçılık yapamıyor oluşudur.
Bu çerçevede ülkemiz egemenlerinin Fransa'da yaşananları göstererek "biz onlar gibi sömürgeci değiliz, insanların inancına, rengine karışmayız" misali söylemlerinin karşılığı yoktur. Macron'un seçim sonrası Türkiye lehine olumlu konuşması, iki ülkenin Akdeniz ve Afrika'daki konumları, NATO içindeki paralel tutumları, çıkarları uygun düştüğünde işbirliği yaparken tersi durumda rekabet içinde oldukları bilinmedik bir durum değil. Kaldı ki ülkemiz egemenleri inançlarıyla övünseler de, Cezayir'in bağımsızlığını savaşarak kazanması sürecinde hep sömürgeci Fransa'nın yanında yer almış, ancak dünya konjonktürü değişip çıkarları öyle gerektirdiği için 1985'de yarım ağızla özür dileyerek Cezayir'le ilişkileri normalleştirmişlerdir. Güya sömürgeci değiller ama daha geride ve destekçisi konumundalar,
Muhalif medyanın olaya bakışı
Buna göre, aynı toplumsal örneklerden hareketle ve çoğu zaman iç içe geçmiş halde, olayla ilgili üç farklı saptamanın öne çıkarıldığını söyleyebiliriz. Bunlar kısaca olayın "kimlik" yanına, "sınıfsal" niteliğine ve her ikisinin birlikte ele alınması gerektiğine vurgu yapan düşüncelerdir. Olguları göründüğü gibi ele aldıkları ve aralarındaki nesnel geçişleri kurmadıkları için bu görüşleri kısaca "sosyolojik" olarak nitelendiriyoruz. İsyancıların kimliğine, yaşadıkları ortama, somut hedeflerine bakılarak yapılan yorumların bir kısmına göre bu eylem "ötekileştirme, ırkçılık karşıtlığı" gibi nedenlerden dolayı "kimlik" ağırlıklı olarak nitelendiriliyor. Aynı olgulardan hareketle eylemler işçilerin yoğun olduğu banliyölerde yaşandığı için "sınıfsal" bir özellik taşıdıkları düşünülüyor. "Sınıf" ve "kimlik" mücadelelerinin birbirinden ayrılamayacağını söyleyen ama bunu siyasi iktidara karşı yapılan eylemlerden değil de olgulardan hareketle ileri sürenler de, bu tezlerinin geçerliliğinin kanıtı olarak aynı örnekleri kullanıyor. Oysa "sınıf" olgusal bir gerçek değil, toplumsal bir soyutlamadır ve "sınıfı" oluşturduğu varsayılanları birleştiren ortak payda, siyasi iktidar karşısında aldıkları somut tutumlardır. İnsanlar istedikleri kadar aynı mahallede yaşasın, aynı işyerine gitsinler eğer iktidar karşısında ortak ve bağımsız hareket gösteremiyorlarsa bir "sınıf" oluşturamazlar.
Bütün bunlar somut durumdan teori üretme ya da teorik düşünceleri somut olaylarla doğrulama çabası olan ampirist fikirlerdir. Fransa'da geçen bir olayı yorumlarken, örtük olarak Türkiye'deki somut toplumsal konumların ifade edildiğini görüyoruz.
İsyanın kendiliğinden oluşan
siyasi niteliği
Olay siyasidir. Devlet, sınırları zorlayan herkese karşı aynı baskıyı uyguluyor. Bunu herhangi bir devlet değil, Almanya ile birlikte Avrupa'nın iki büyük devletinden biri olarak yapıyor. Dünyadaki emperyalist sömürüden- Almanya kadar olmasa da-hatırı sayılır pay alıyor. Bu olanağı elinde tutmasına yardım eden başta Avrupa olmak üzere dünyadaki gerici iktidarlarla işbirliği içinde çalışıyor. Örneğin 2015'te 380 milyar dolar dış borcu olan Yunanistan'da Syriza'nın yükselişi sırasında yaklaşık 15 kez genel grev yapılırken Yunan burjuvazisini destekliyor ve Yunan halkını borç ödemeye ikna edecek olan Syriza'ya onay veriyor. Böylece Fransa kökenli burjuvazinin yalnızca kendi ülkesindeki artı değere el koymasına yardım etmiyor, dünyanın geri kalanının sömürüsünden de pay almasını sağlıyor. Banliyölerdeki proleter ya da lümpen proleter kitlelerinin karşısına yalnızca onları sömüren ve ezen bir güç olarak çıkmıyor, dünyayı sömürüyor ve eziyor. Dolayısıyla böyle bir devlete isyan edenlerin karşısında yalnızca "ulusal" bir güç yok, küresel hiyerarşi ve işbölümü içinde işleyen kapitalizmin çıkarlarını ülke ölçeğinde temsil eden bir güç var. Bu nedenle isyancıların karşısında çaresiz bir iktidar gibi durmuyor, öfkenin dinmesini sabırla bekleyen, hazırlıklı, deneyimli, kendine güvenli bir yapı olarak davranıyor.
Buna karşılık isyancıların durumu ne? Siyasi nedenlerle isyan ettiklerini devleti simgeleyen her şeye saldırarak somut biçimde gösteriyorlar. Pislik gibi görülmeye isyan ediyorlar. Bu işçi, emekli, Sarı Yelekliler gibi değişik toplum kesimlerinin farklı eylemleri sırasında da görülen bir gerçekti. Ancak bütün bu eylemlerin hangi somut gerekçelerle olursa olsun ortak siyasi hedefe yönelmiş olması, aralarında bağlantı kurmalarına yetmiyor. Çünkü böyle bir bağlantı için gereken en önemli araç olan siyasi bir özne yıllar önce tüketilmiş, çatısı altında birleşilecek bir güç olmaktan çıkmış. Bu elbette bir komünist partidir. 70'li yıllarda devrimle ilgili bütün amaçlarını terk ederek dağılıp gitmiştir. Bu dağılmayı, ekonomik gelişmelerin de tetiklemesiyle sendikal örgütlenmelerdeki bölünmeler ve yetersizlikler izliyor.
Siyasi bakımdan; bir yanda küresel sistemin ülke düzeyindeki güçlü bir temsilcisi, diğer yanda aralarında birlik oluşturamayan ve giderek kendiliğinden siyasi hedeflere yönelen dağınık isyancılar topluluğu var. Geleneksel sol söylemler; ekonomik, ideolojik ve siyasi açıdan yenildiği için birleştirici rol oynayamıyor. Basit örneği, Sarı Yelekliler aylar boyu isyan etti ama birkaç radikal sol grup dışında kurumsal sol partiler ve sendikalar olayı görmezden geldiler. Bir anlamda Marks'ın "Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire"inde proletaryanın küçük burjuvazi ve köylülüğün desteğini kazanamayarak yalnız kalması sonucu III. Napoleon'un diktatörlüğünü kurmasını anlattığı durum tekrarlandı. Fransa'nın geleneksel Marksistleri/komünistleri resmî olarak proleter özelliği taşımadığı gerekçesiyle isyanların birçoğuna seyirci kalıyor. Bunun bir benzeri, Fransız Komünist Partisinin 68 olaylarını "goşist" diye damgalaması sırasında da görülmüştü. Ancak o zaman affedilmez bir hata olarak nitelendirilebilirken, bu tür tavırların devamında partinin tasfiye olması sonucu benzer davranışlar gösterilmesi artık bugün bir "hata" bile değil. Kendine "komünist" deyip siyasi iktidarla nasıl baş edileceğine odaklanmayanların ilgisizliği, bir teslimiyetin göstergesidir.
Türkiye'de de seçimin ardından içi boş "sınıfa dayalı muhalefet" çağrıları yapılarak bu yolda yürümeye özenenler görülüyor. Engels'in ifadesiyle bütün siyasi mücadeleler sınıf mücadelesidir. Ekonomik ve ideolojik mücadeleler düzenin çizdiği sınırlar içinde geçtiğinden, buralardaki geçici başarılar hatta yenilgiler bile önemli zaferlermiş gibi görünme aldatıcılığı taşırlar. Bir parçası olduğumuz ve değişmesi için çalıştığımız konjonktürün dışına açılan tek kapı, siyasi mücadeledir. Fransa'daki isyanlar bu yönde atılan pratik adımlardır ama henüz örgütlü ve bilinçli olmadıkları gibi, yakın gelecekte bu eksiklerini gidereceğe de benzemiyorlar. Bunu bilen siyasi iktidar adeta herkesi uyandırmak istemezcesine, baskıyı düzenli ve sınırlı tutuyor. Eğer bu isyanlar giderek daha sık aralıklarla yaşanırsa ve diğer Avrupa ülkelerine de yayılmaya başlarsa, uzun yıllardır bir varsayım olan devrim, gerçeklik kazanmaya başlayabilir. Devrimler asla başka devrimleri taklit etmez, kendi önderlerinin yol açıcılığında, somut biçimde tanımlanarak ve kitleler bu gerçeğin bir parçası olmaya ikna edilerek olur…
Hazırlıksızken ezilenleri isyana teşvik etmek
cinayettir. Ama hazırlıksız bile olsa başlamış bir ezilen isyanına seyirci kalmak
da aynı ölçüde affedilmezdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.