Blog Arşivi

5 Ağustos 2023 Cumartesi

 

                              AKBELEN, ŞİRKET ÇARPITMALARI VE ÇEVRE

     

     Akbelen'de ağaç kesimini önlemek için yaklaşık 2 yıldır direniş yapılıyordu. Bunun arkasında kamuoyunun 80'lerden bu yana az çok bildiği, bölgedeki termik santrallerin yapımına ve yol açtıkları zararlara karşı mücadeleler vardı. Yıllardır gösterilen bu çabalar tıpkı ülkenin dört bir yanındaki yüzlerce çevre sorunu ve bazılarına karşı güçlükler içinde sürdürülen mücadeleler gibi ara sıra hatırlanmak üzere geçip gidiyordu ki, ağaçların kesilmeye başlanmasıyla yapılan sosyal medya çağrılarının ardından Akbelen gündemin ön sıralarına yerleşti. Ya haberimizin bile olmadığı diğerleri?

     Örneğin Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü verilerine göre ülkede 10 bin kadar işletilen ve 5 binden fazla arama yapılan maden sahası bulunuyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı verilerine göre ise 2023 Haziran Ayı itibariyle lisanlı-lisanssız toplam 12 bin 144 enerji santrali var. Bunların listesi kömür, hidroelektrik, rüzgâr, jeotermal, doğal gaz, güneş, nükleer vb. diye uzayıp gidiyor. Özellikle son 25 yıldır tarımsal, ormanlık ve sulak alanlara durmadan sanayi,  turizm, atık tesisleri ve yerleşim yerleri kuruluyor, tüneller açılıyor, yollar ve köprüler yapılıyor. Yani her tarafta büyük ya da küçük bir Akbelen görmek mümkün. Böylece yeni doğa parçaları metalaştırılarak ve çevre yıkıma uğratılarak, ülke kapitalizminin büyümesi hızlandırılıyor. Bu altüst oluşun bir ucunda yöredeki canlı-cansız varlıklarla birlikte geleneksel toplumsal yaşamları metaya dönüştürülüp tüketilerek yok edilen toplum kesimleri, diğer ucunda kâr için oraya gelen küresel sermaye ağlarının uzantısı şirketler yer alıyor. Çevreciler mesleki, bilimsel, siyasi, hukuksal, kültürel vb. nedenlerle bu çatışmada birincilerin yanında durarak mücadele ediyorlar. Devlet ise yatırımları planlayarak, destekleyerek,  mevzuatı bu yönde sürekli değiştirip esneterek, yapılanlara karşı çıkanları biber gazı, cop, yasaklar ve hapishanelerle sindirmeye çalışarak ikincilerin arkasında duruyor.  

     İşte 24 Temmuz'dan bu yana Akbelen'de böyle bir mücadeleye tanık oluyoruz. Çevreciler ve yöre halkı yapılanların hukuksuzluğunu, ekosisteme ve toplumsal yaşama zararlarını anlatırken, devlet hukuka uygunluğu tartışmalı gerekçelerle ama tartışmasız gücüyle YK Enerji şirketinden yana tavır alıyor. Ancak şirkete ait ağaç kesme izninin 28 Aralık 2021'de sona erdiğinin ÇEHAV  (Çevre ve Ekoloji Hareketi Avukatları) tarafından belgelenmesi üzerine, yapılanların hukuksal gerekçesi kalmıyor. Böylece yalnızca ağaçların kesilmesi değil, ilgili kamu görevlilerinin buna izin vermesi, jandarmanın ağaçları korumaya gelenleri biber gazı ve gözaltılarla durdurmaya çalışması da birden bire hukuktan yoksun hale geliyor. Belki bu yüzdendir, Muğla Valiliği 30 Temmuz'da ağaç kesiminin tamamlandığını duyuruyor ama yöreden gelen bilgilere göre çalışmalar hâlâ sürüyor. Ve bu keşmekeşin baş aktörü şirket ortaya çıkıp,  bu duruma düşen şirketlerin oluşturduğu koroya katılarak aynı şarkıyı tekrarlıyor.

                                            Şirket gerçekleri nasıl çarpıtıyor?

       YK Enerji 28 Temmuz'daki açıklamasında özetle şu iddialarda bulunuyor: Yerli kaynak kullanıyor. Türkiye ekonomisi ve halkının refahı için katma değer sağlıyor. Elektrik üretimi ve buna yönelik madencilik faaliyetlerini dünya standartlarına uygun ve sürdürülebilirlik vizyonu içinde yürütüyor. Türkiye'de kullanılan elektriğin yüzde 2.5'ini, Güney Ege'dekinin yüzde 62'sini üretiyor. Bölgenin en büyük işvereni. Zaten kesilen ağaçların çoğu sonradan dikilme, orman özelliği yok ve ekosistemi birbirine bağlamıyor. Ayrıca kesilenin yerine yenisi fazlasıyla dikiyor. Açılan davaların lehine sonuçlanmasının ardından harekete geçerek,  hukuka olan saygısını gösteriyor. Ve şunu vurguluyor: " Özellikle belirtmek isteriz ki, burada üretilen enerjinin yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ikame edilebileceği iddiaları da gerçeği yansıtmamaktadır."

                                        Kömür "yerli kaynak mı" sermaye mi?

     Bir şey ne olduğunu bize söylemez, biz bunu işlevine bakarak ve gördüğümüzü bildiklerimizle karşılaştırarak anlarız. Kömürün bu topraklardan çıkartılması yerel olduğunu gösterir ama bu "yerli kaynak" olduğu anlamına gelmez. Örneğin evimizdeki sobada yaktığımız kömür çıkartıldığı yerden kullanılış amaç ve biçimine kadar yerlidir. Ancak şirketin çıkarttığı, kullandığı ya da çıkartma izni alığı ama henüz yer altında duran linyit aynı nitelikte değildir. Çünkü şirket bu kömürü enerji üretiminin hammaddesi, yani üretim aracı, dolayısıyla sermaye olarak kullanır. Gerekirse kendi santralinde yakmayıp başka bir enerji şirketine satar. Bir borç karşılığı teminat olarak gösterebilir. Şirket açısından o "kömür" değil, kâr etmekte kullanacağı bir meta yığınıdır. İsterse henüz yerin yüzlerce metre altında çıkartılmadan yatıyor olsun, gerekli izinler alındığı andan itibaren büyüklüğü yaklaşık olarak hesaplanabilen bir değerdir. Bu yüzden yerli, yabancı ya da kömür olmadan önce sermayedir ve işlevi ne sahibi ne de çıkartıldığı yere göre değil, sermayenin genel hareket yasalarına göre belirlenir.

     Yeraltından çıkartılan kömürün maliyeti elektriğin satış fiyatı içinde yer alacağı için, şirket tahsilat yaparken kömür verip nakit alır. Dolayısıyla kömürden ayrıca kâr etmese bile, elindeki bir metayı paraya çevirerek sıcak para gereksinimini karşıladığı için adeta faizsiz banka kredisi kullanıyor gibi rahatlar. 

     Kömür,  işletmelerin sabit sermaye yatırımlarının "dolaşır" ya da "döner" sermaye olarak tanımlanan bir bileşenidir. Bütün sermaye biçimleri gibi bunun işlevi de, toplam sermayenin kâr getirerek kendini büyütmesine hizmet etmektir. Eğer daha çok kâr getiriyorsa, yerel kömürden vazgeçip başka ülkeninki de kullanılır. Ya da başka yollardan da enerji üretilir. Nitekim petrol ucuzken kömür ikinci plandaydı ve kömür santrallerinin kapatılması düşünülüyordu. Koşullar tersine dönünce tekrar önem kazandılar. Dolayısıyla kâra bağlı olarak yarın bu durum da değişebilir ve şirketler ya da devlet kendini "çevreci" ilân ederek "kömüre karşıyım" diyebilir. Her zaman yaşadığımız diğer seçenek ise hükümetlerin hem uluslararası karbon salımını azaltan anlaşmaları imzalayıp, hem de yeni kömür santralleri vs. açmasıdır. Bir yatırım tercih edilirken önce kârın miktarı, hızı, oranına bakılır.  Türkiye gibi dış ticaret açığı büyüyen ülkelerde yatırımın ne kadar döviz kazandırıcı ya da tasarruf ettirici olduğu hemen bunun ardından gelir. Burada da aynısı geçerlidir.

     Kaldı ki bu santral hayatın geri kalanından yalıtılmış olarak çalışmıyor, bu yüzden şirketin tek amacı sanki ülke ekonomisine katkı vermekmiş gibi iddialarda bulunması anlamsızdır. Dolayısıyla biz de konuyu kapitalizmin yeniden üretimi ülkeyle sınırlıymış gibi düşünmemeliyiz. Dünyanın neresinde olursa olsun sermaye kendini yeniden üretirken küresel kapitalist hiyerarşi ve işbölümü çerçevesinde hareket eder. Böylece sömürü gerçekleşir ve kazanç kademeli olarak bankalar, devletler, nakliyeciler, sanayiciler vs. bütün dünya kapitalistleri arasında kâr, rant, vergi, faiz olarak paylaşılır.  Bir örnek:

     Bilindiği üzere Muğla önemli bir turizm merkezi. Elektriğin çoğu bu sektörde kullanılıyor. Şirketler elektriği sermaye yatırımı olarak harcadığından,  ne kadar ucuza alırlarsa ürettikleri turizm hizmetinin maliyeti de o kadar düşüyor. Böylece dünya piyasalarındaki rekabet güçleri artıyor. Karşılığında ucuz tatil için daha çok turist geliyor. Bundan yalnızca harcamaları azalan turistler mutluluk duymuyor,  uçak şirketleri, tatil kredisi veren bankalar ve turistlerin çalıştığı işyerlerinin sahipleri de mutlu oluyor. Çünkü ucuz tatilciler genellikle ülkelerin alt gelir grubundan insanlar oldukları için, yaşamlarını ne kadar az para harcayarak sürdürebilirlerse patronlarına sattıkları emek gücünün maliyeti o kadar düşüyor. Eğer bu durum patronlar üzerinde daha az ücret baskısı yapmalarına neden olursa, buna patronlar da sevinir.

      Benzer örnekleri diğer sektörlerde de görebiliriz. Sonuç olarak şirketin "yerli kaynak kullanıyorum" diye övünmesinin, tıpkı bir ekosistem gibi her bir parçası diğeriyle ilinti olan kapitalist üretim ilişkileri ağı içinde bir anlamı yoktur. Bu ucuz bir milliyetçi söylemden ibarettir. Şirket vatanı olmayan para sermayeden sağladığı krediler, ithal teknoloji ve üretim araçlarıyla iş yapıyor.  Üretilen enerjinin başlıca kullanım yerleri küresel sermaye ortaklığıyla kurulan işletmeler. Dolayısıyla kömür ne kadar "yerli ve milli" olursa olsun, küresel sermaye akışının bu ülkeye düşen payının yeniden üretilmesine katkı sağlamaktan öte işlevi yok.

    Kapitalizm içinde yaşadığımız somut durumun adıdır ancak bununla sınırlı değildir. Üretim girdilerini sağlamak ve kâr etmek için dün olduğu gibi bugün de dünya piyasalarına dayanır. Bu nedenle hiçbir ülkede " yüzde yüz yerlidir" denebilecek bir meta ürün gösterilemez.

                                 Şirket halkın refahını arttırıyor mu azaltıyor mu?

     Şirket ülke ekonomisine ve halkın refahına "katma değer" sağladığından bahsediyor.  Deniz Gümüşel ve Elif Gündüzyeli'nin hazırladığı "Kömürün Gerçek Bedeli Muğla" kitapçığının 10. Sayfasında yöredeki termik santrallerin yararlandığı desteklere bakılırsa, topluma değer katmak şöyle dursun, değer aldığı görülüyor. Burada şöyle deniyor: 

     " Bölgesel yatırım teşvikleri kapsamında her 3 santral, yerli kömürden elektrik üretimi yaptıkları için ‘öncelikli yatırımlar’ tarifesi üzerinden KDV istisnası, Gümrük Vergisi Muafiyeti, Vergi İndirimi, Sigorta Primi İşveren Hissesi Desteği, Yatırım Yeri Tahsisi, Faiz Desteği’nden yararlanıyor. Bu, ülke ekonomisine önemli bir girdi olan vergi kalemlerinin ödenmemesi yoluyla kayda değer ölçekte bir yük getiriyor."

     Ancak şirketin aldıkları burada da kalmıyor. Aynı yerde belirtildiğine göre " 2017 yılında yerli kömür kaynaklarıyla elektrik üretimi yapan şirketlere getirilen sabit fiyatlı elektrik alım garantisi kapsamında satın alınan toplam elektrik miktarının %30’u, 1 milyar 105 milyon TL karşılığında Yatağan, Yeniköy, Kemerköy santrallerini işleten şirketlerden" alınmış. Yine 2018 yılında her üç santralin belli bir kapasitede üretim yapabilmeleri için bütçeden 187 milyon TL ödenek verilmiş.

     Son olarak CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz'ın açıklamasına göre YK Enerji şirketinin Yeniköy-Kemerköy termik santrallerinin özelleştirmesinden kalan borcunun dolardan liraya çevrilmesi nedeniyle 566 milyon dolar kamu zararı oluşmuş. Bu santraller 2014'de 2 milyar 671 milyon dolara satılmış ama şirket borcunu ödememiş. Genellikle biz sıradan yurttaşlar karşısında alacağına kartal kesilen devlet şirkete kıyak olsun diye borcu liraya çevirmiş ve sonuçta bu kamu zararı doğmuş…

                                       Enerji gereksinimi neden sürekli artıyor?

     Fosil yakıt kullanan enerji şirketleri vazgeçilmez olduklarını kanıtlayabilmek için iki iddia ortaya atıyorlar; ilki enerji gereksiniminin sürekli artması, ikincisi "yenilenebilir" enerji kaynaklarının bunu istikrarlı biçimde karşılayamaması. Güneş, rüzgâr, su santrallerinin üretimi koşullara bağlı olduğu için her istenildiği zamanda ve miktarda elektrik sağlayamadıkları, bu yüzden kömür, doğalgaz, nükleer santraller inşa etmenin zorunlu olduğu söyleniyor.  Nitekim YK Enerji de bu masalı anlatıyor. Biz konunun uzmanı ya da şirket sahibi değiliz, çalışan, üreten, ürünü son tüketici olarak kullanan halkız. Bu yüzden konuya bir parçası olduğumuz somut durumun içinden, emeğiyle geçinen insanların, ağaçların, karıncaların, kurdun kuşun açısından bakıyoruz. Ve bu tür şirket iddialarının tümünü şöyle yanıtlıyoruz:

     Şirket bu tür iddiaları öncelikle,  elektriğin kişisel ve ticari amaçlı kullanımları arasında fark yokmuş gibi bir illüzyon yaratmak için ortaya atıyor. İkincisi, elektrik tüketiminin sürekli artması doğal ve değişmez bir durum olarak kabul edildiği için,  gereksinimi karşılamak zorunluymuş gibi düşünmeye yönlendiriliyoruz. Bu arada bazı çevrecilerin yanlış biçimde yalnızca fosil yakıt santrallerini hedef almasından hareketle "yenilenebilir" enerji kaynaklarının artan gereksinimi karşılayacak kadar istikrarlı olmadığı, kesintisiz elektrik için kömür vb. santrallerden başka çare bulunmadığı vurgulanıyor. Şirket çevre sorunlarına karşı mücadeleye hak verse bile romantik ve gerçeklerden kopukmuş gibi göstermeye çalışıyor.  Bu konuda "hangi enerji kaynağı daha iyi" tartışmasına girmeden önce enerji tüketiminin neden sürekli arttığını ve bunu karşılamak için neden daha çok enerji üretmek gerektiğini sormalıyız.

     Kişisel gereksinim için kullandığımız elektriğin bedeli cebimizden çıktığından, tasarruflu tüketmeye çalışırız. Ama kâr için kullanılan elektriğin bedeli nasıl olsa müşterilerden tahsil edildiği için kapitalistler tasarruf eğiliminde olmazlar. Aralarındaki rekabet yüzünden maliyeti aşağı çekmek için daha az elektrik harcayan teknolojilere yönelseler de, bu sürekli ve yaygın bir durum değildir. Hele ekonomiye tekellerin egemen olduğu bir dönemde maliyet başka yollardan da aşağı çekiliyorken eski teknolojileri kullanmaya devam ederler. Zaten yeni teknolojiler bir süre sonra yaygınlaşarak herkesçe kullanmaya başlanacağı için koşullar eşitlenecektir. Bu da şirketleri kârı gerçekleştirmek için tüketimi körüklemeye iter. Bütün bu süreçlerin şöyle işlediğini düşünebiliriz:

     Elektriği üreten ve dağıtan şirketler kendi kârlarını alırlar. Elektriği döner sermaye olarak kullanan şirketler ise ürettiklerini kârlı bir fiyattan satarken, bir maliyet gideri olan elektrik masraflarını müşteriden eksiksiz tahsil ederler. Bu yüzden daha çok kâr etme olanakları bulunduğu sürece elektrik tasarruf etmeyi düşünmezler. Maliyeti düşürmek için daha az elektrik kullanmayı mümkün kılan teknolojik gelişmeler olsa bile, üretim araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle bu hemen yaygınlaşmaz ve başlangıçta belli şirketler tarafından, sınırlı ölçüde kullanılır. Zamanla yaygınlaşıp üretimdeki rekabet koşulları eşitlendiğinde ise bu kez kârı gerçekleştirmek için dolaşımı hızlandırma rekabeti öne çıkar ve pazarlama, reklâm amaçlı enerji savurganlığı artar. Örneğin birkaç köyü aydınlatmaya yeterli elektrik, büyük bir mağazada harcanır. Bu amaçla o köylere hayat veren bir dere,  üzerine hidroelektrik santral kurmak için enerji şirketleri tarafından gasp edilir. Kapitalist ülkelerin gecelerini "uygarlık" değil, tüketimi körükleyip sömürü döngüsünü tamamlayan ışıklı reklâmlar aydınlatır.

     Şirketler daha çok kâr için birbirlerinin gözünü oysalar da enerji savurganlığında adeta anlaşmış gibidirler. Toplu taşıma yerine bireysel ulaşım, merkezi ısıtma yerine herkese klima gibi savurganlıklar baş tacı edilir. Kişi başına enerji tüketiminin yüksek oluşu bir gelişmişlik ölçütü olarak kabul edilse de gerçekler tam tersidir. Ne kadar çok enerji tüketilirse şirketlerin kârı o ölçüde artar, yoksulların yaşamı o ölçüde zorlaşır ve gelecekleri kararır.  

     Kapitalizm bir akla ve plana bağlı olarak işlemeyen, kaotik, savurgan bir düzendir. Enerjinin hangi kaynaktan ve ne kadar üretilmesi gerektiğinden önce toplumsal yaşamın neden planlı olmadığını sorgulamak gerekir. Sorun fosil ya da fosil olmayan yakıt değil, enerji savurganlığıdır. Bunu anlamayan, nükleer enerjiyi savunmak durumuna düşebilir…

                                              Çevre mücadelelerinin niteliği

     Şirket haklı olduğunu ve akla uygun davrandığını kanıtlamak için kesilen ağaçların orman niteliği taşımadığını, zaten yerine binlerce ağaç dikildiğini,  bazı çevrecilerin de diline doladığı üzere "sürdürülebilirlik" anlayışına göre çalıştığını anlatıyor.

     Eğer toplumu kendi emeğiyle geçinenler çoğunluğu yönetseydi, yukarıda anlatılanları belki geçerli kabul edebilirdik. Ama durum böyle değil. Dolayısıyla sorunu ağaç kesimi ya da santralin çevreye zarar vermesinden ibaretmiş gibi düşünemeyiz. Bunlar ancak asıl sorunun kaçınılmaz-ve elbette kabul etmeyeceğimiz-bazı sonuçlarıdır. Çevreyle ilgili buna benzer sorunların temelinde yatan, bugüne dek kamuya ya da küçük mülk sahiplerine ait olan bir alanın yatırım amacıyla büyük bir şirkete verilmesidir. Böylece kamu ya da kişisel kullanıma ait bir yer şirketin mülkiyetine geçirilerek metalaştırılıyor, dolayısıyla sermayeye dönüşmesi sağlanıyor. Bütün bu işlemler minimum maliyetle yapılarak "yerli ve milli" kapitalizmin küresel piyasaların güncel koşullarını yakalamasına yardım ediliyor. Bu da olayın yaşandığı yerlerden başlayarak, zincirleme toplumsal sorunlara yol açıyor.

     Şirketler çeşitli doğa parçalarının ister tapusunu, isterse sınırlı bir süreliğine kullanım hakkını almış olsunlar, fark etmez. Yaptıkları yatırımın çevreyi ne kadar etkilediğinin de bir önemi yoktur. Önemli olan, o güne dek meta olarak tanımlanmamış bir alanın bir şirketin mülkiyetine geçtiği anda metaya dönüşüyor olmasıdır. Buradan itibaren her tür kapitalist girişimin hedef tahtası haline gelir ve küçük bir azınlığın zenginleşmesi uğruna toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşması için kullanılır. Tesisi çalıştırırken verilen zarar ise hiçbir zaman telafi edilemez. Çünkü şirketler çevreye verdikleri zararı tümüyle karşılamaya kalkışsalardı, kâr edemeyerek batarlardı. Bu yüzden ödedikleri bedeller her zaman kârlarının küçük bir bölümünü oluşturur. Kesilen yüzlerce yıllık ağaçların yerine birkaç fidan dikmeyi zararın telafisi gibi göstermeleri ise,  toplumu aptal yerine koyma cüretkârlığıdır.  

    Çevre sorunlarının temelinde her zaman mülkiyet çatışması vardır. Bir doğa parçasına yapılan saldırıyı önlemek sorunu çözmez, saldırı başka zamanda ya da görmediğimiz yerlerde sürekli tekrarlanır. Bu nedenle çevre mücadelelerini sendikal mücadeleye benzetebiliriz, çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesi sömürüyü ortadan kaldırmaz, ancak sınırlandırır. Bunun gibi, mülkiyet ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ya da korunması amacıyla verilen çevre mücadeleleri de yaşam alanlarını savunur, kendine yeterli bir yaşam sürdürenlerin proleterleşmesini geçici olarak önler ama kapitalizmin doğayı metalaştırmasına son veremez.

     Bilindiği (ve Marks'ın ifade ettiği) üzere mülkiyet ilişkileri, insanların toplumsal varlıklarının üretiminde birbirleriyle kurdukları zorunlu ilişkilerin hukuksal ifadeleridir. Üretim ilişkileri düzeyindeki kaçınılmaz değişimler, üstyapının bir parçası olan hukuku da değişikliğe zorlar. Son 25 yılda su, madencilik, mera, kıyı ve imar yasalarında önceden görülmediği kadar çok ve sık değişiklik yapılmasının nedeni budur. Elbette kapitalistlerin buralara el koymasını kolaylaştırmak için paralel değişiklikler ihale yasasında da yapılmıştır.  Bu yüzden çevre sorunlarına karşı mücadelelerin bir ayağı el konulmak istenen alanlarsa, diğer ayağı mahkemelerdir. Çevre sorunlarında hukuk mücadelesi, başka toplumsal mücadelelerden çok daha önemlidir ve küçümsenmemelidir. 

                                        Çevre canlıların doğal yaşama alanıdır

     "Çevre" denince içinden çıkıp gidebileceğimiz bir mekân akla geliyor. Nitekim Muğla'da birçok köy termik santral uğruna taşındı. Ama oralardaki diğer canlılar toprağın ve kül yığınlarının altında kaldılar. Bu suça, yapılanlara sessizce boyun eğen hepimiz ortağız…

                                                                  ***

     Evrende ısı enerjisi sıcak nesnelerden soğuk nesnelere doğru akar, tersi mümkün değildir. Ancak bu genel işleyişe uygun olarak evrimleşen canlı varlıklar bir istisna oluştururlar. Bu kumaş üzerindeki bir kırışığa ya da düz bir çizginin içe doğru dönüşüne benzetilebilir. Canlı varlıkları cansızlardan ayıran temel özellik, vücut ısılarını kendilerinin üretebilmesidir. Bunu çevrelerindeki canlı ve cansız varlıkları biyokimyasal yollarla ısı enerjisine dönüştürerek yaparlar. Ve bu sırada kendilerine göre daha soğuk olan nesnelerden de ısı enerjisi almış olurlar. Elbette enerjilerini korumak ve tasarruf etmek için çevrelerindeki sıcaklıktan da yararlanırlar. Bu amaçla uygun çevre arar, bulur ya da yaşadıkları çevreyi barınma gibi gereksinimlerini karşılayacak biçimde dönüştürerek kendilerine uyarlarlar. Çevresi, canlının doğal yaşama alanıdır. Bir canlı çevresinden ayrılmak zorunda kaldığında,  ölmese bile olağan yaşamını uygun bir çevre bulana kadar askıya alır.

     Diğer canlılardan farkımız, bireysel yaşamımızı yalnızca toplum içinde ve toplum aracılığıyla sürdürebilmemizdir. Bu anlamda birey ve toplum özdeş kavramlardır, birinden söz ederken örtük olarak diğerini de ifade ederiz. Doğal evrim sürecinin eseri olan toplumsal yaşam, doğanın bir parçası ve devamıdır. Birey olarak doğamız (=bedenimiz) toplumdur ve çevremiz, merkezinde toplumsal yaşamın yer aldığı, mülkiyet ilişkileri kapsamındaki doğa parçasıdır. Her birimiz yaşamak için çalışırken,  çevreyle toplum içinden ve toplum aracılığıyla ilişki kurarız. Bu sırada birbirimizle de bütün canlılar gibi hayatta kalma çabasının doğal ifadesi olan, irademizden bağımsız ilişkilere gireriz. Marks bunu şöyle anlatıyor:

     “Çalışma, her şeyden önce, insanla doğa arasındaki bir süreçtir; bu süreçte, insan, doğa ile kendisi arasındaki madde alışverişini kendi çabasıyla yürütür, düzenler ve denetler. Doğanın sağladığı maddelerin karşısında bir doğa gücü olarak yer alır. Doğanın sağladığı maddeyi kendi yaşamında kullanabilecek bir biçimiyle mülk edinmek üzere kendi canlı varlığının doğal güçlerini, kollarını ve bacaklarını, kafasını ve ellerini harekete geçirir. Kendi dışındaki doğa üzerinde etkide bulunur ve onu değiştirirken, aynı zamanda kendi öz doğasını da değiştirir.” (Kapital I, s. 181, Yordam Kitap)

      "Mülk edinmek" denilince yalnızca tapulu mal anlaşılmasın, bir şeyi kendimize ait kılmak olarak düşünelim. Bir yerin mülk edinilmiş olması için, bunun benzer amaçlar güdenlerce de tanınmış ve kabul edilmiş olması gerekir. Değilse, zorla kabul ettirilecektir. Mülkiyet ilişkileri bu nedenle üretim ilişkilerinin hukuksal ifadeleri oluyor.

    Yaşamımız sürdürmek için çalışmak ve çalışmak için üretim araçları gerekiyor.  Bunları çevremizden, verili mülkiyet ilişkileri içinde sağlıyoruz. Özel mülkiyetin doğuşundan bu yana toplumların yeniden üretilerek süregelen temel sorunu, üretim araçlarının özel mülkiyetine karşılık her zaman toplumun çoğunluğunu oluşturan üretken emeğin mülksüz olmasıdır. Üretimin gerçekleşmesi için ikisinin bir araya gelmesi gerekir. Ama bu önceden belirlenen amaçlara ya da genel ve soyut ilkelere göre gerçekleşmez; her somut durumda tarafların birbirleriyle çatıştığı ve aynı zamanda birbirlerine muhtaç olduklarını bildikleri süreçlerde ortaya çıkar. Çünkü yaşamak için üretken emeğin üretim aracına, üretim araçlarını elinde toplayanın da üretken emeğe gereksinimi vardır. Bir yanda sömüren varsa, diğer yanda buna boyun eğen, bir yanda zor uygulayan oluyorsa, diğer yanda rıza gösteren vardır. Bu nedenle çeşitli çevre sorunlarını kendi somutlukları içinde inceleyip sonuçlar çıkartmak yerine genel geçer biçimde "sermaye devleti böyle yapıyor, vahşi kapitalizm, neoliberalizm şöyle yapıyor, rejim yandaşları yağmalıyor" vb. açıklamalar yapmak yanıltıcıdır.

                                                   Çevre sorunlarının artma nedeni

     Kapitalizm varlığını, yol açtığı olumsuz sonuçlara da uyum göstererek sürdürebilecek kadar esnek bir üretim biçimidir. Bunu, sorunları çözerken yeni sorunlar üreterek yapar.  Yeni ve daha fazla üretim aracı elde edebilmek için toplumların doğal yaşam alanı olan çevrelerini üretici tüketim yoluyla sürekli genişletir. Eğer öngörülemeyen bir felâketle sona ermez ya da siyaseten son verilmezse sonsuza dek yaşayabilir.

    Ancak günümüzde iklim değişikliği ve yaygınlaşan yoksulluk, bu gelişimin sınırlarını kısmen görünür hale getiriyor. Duruma küresel ölçekte çeki düzen vermek amacıyla imzalanan uluslararası ikiyüzlü anlaşmaları bir yana bırakırsak, kapitalist şirketler ve devletler asteroidlerde ya da okyanus derinliklerinde maden arama, yerleşim yerleri kurma gibi projeler yardımıyla yeni çevrelere ulaşma hazırlıkları yapıyorlar. Elbette bu geçici çareler sorunları yeniden ve daha büyük ölçekte üretmekten öte geçmeyecektir. 

     Çevre sorunlarının son yıllarda artmasının genel nedeni kapitalizmin küresel ölçekte yayılması ve derinleşmesidir, buna şüphe yok. Eskiden hammadde ve tarım ürünü dışsatımıyla geçinen ülkelerde bile bugün sanayi var ve madencilik, enerji üretimi, kentleşme yoluyla çevre tahrip ediliyor. Üstelik buralardaki toplumsal muhalefet gelişmiş ülkelere göre daha cılız olduğundan, yoksul ülkelerdeki tahribatlar gelişmiş ülkelerdeki tüketim çılgınlığıyla birleşerek küresel boyutta ve dönemsel nitelikte bir çevre felâketine dönüşüyor.

    Yaşananlar tek tek ele alındığında temel özellikleri bakımından kapitalizmin ilk ortaya çıktığı İngiltere'de sanayi üretiminin başlamasına benzetilebilir. Ama farklı yerlerde ve aynı dönemde başlayıp artarak sürmeleri göz önünde tutulursa, benzerliğin görünüşten ibaret olduğu anlaşılacaktır. Bugün küresel çevre felâketinin arkasındaki itici güç tek tek kapitalistlerin kâr hırsı, belli ülkelerde tıpkı İngiltere'dekine benzer bir "ilk sermaye birikimi" sağlama amacı ya da ülkelerin kötü yönetimi vs. değildir; kapitalizmin kâr oranlarının düşme eğiliminin yol açtığı dinamik ve bunu denetim altına almak için izlenen birbiriyle çelişkili politik tutumlardır.

     Bilindiği üzere kapitalizm aşırı gelişmesinin sonucu kâr oranlarının düşmesine yol açan yapısal bir kriz eğilimi üretir. Marks'ın ortaya çıkardığı bu işleyiş yasasını kabaca ifade edecek olursak, kapitalizm büyüdükçe elde edilen kâr miktarının yatırımlara oranı giderek düşer ve bunalımlar görülmeye başlandığı için kapitalistler yatırım yapamaz hale gelirler. Krizi denetim altında tutmak için bir yandan-gelişmiş ülkelerde bugün yapıldığı gibi-büyüme hızı yavaşlatılır, diğer yandan en az yatırımla en yüksek kâr elde etmenin yolları aranır. Çünkü kapitalizmin varlığını sürdürmesi,  artık değer üretmesine bağladır. Artık değer için ise ücretli emek satın alıp, gerçek üretimin olduğu yatırımlar yapmak gerekir. Bu tür olanaklara ancak çevrenin fazla tüketilmediği, dolayısıyla sanayi hammaddesine düşük maliyetle ulaşılabilecek ve ücretli emeğin örgütsüz olduğu Türkiye gibi ülkelerde ulaşılabilir.

      Bu nedenle Türkiye'deki çevre sorunları her ne kadar belli iktidarların yandaşlarına kazanç sağlasa da, onların iradesi altında gelişen bir süreç değildir. Kişiler, siyasi iktidarlar, şirketlerin davranışları,  yalnızca üretim ilişkilerinin zorladığı yönde var olabilen üstyapı kurumlarıdır. Üretim araçlarının özel mülkiyet altında olduğu koşullarda bu kişiler vb.leri yerine başkaları olsa, elbette yaşananlar arasındaki bazı farklar görülür. Ama kapitalizmin kaotik işleyiş süreçlerinde kaçınılmaz olan bunalımlar sırasında buna benzer farklılıklar bir gecede silinip giderler. Bu nedenle çevre sorunları "sürdürülebilir" olamaz.

                                                                    Sonuç  

     Çevre mücadeleleri yerel ve somut çıkar amaçlıdır. Direnişin çekirdeğini, orada yaşayanlar oluşturur. Dirençlerinin dayanağı, doğal yaşama alanlarını koruma meşruiyetidir. Ancak karşılarına her zaman devasa güçlerle çıkıldığı için bu eşitsiz bir çatışmadır. Öncelikle meşruiyet ortadan kaldırılmak istenir.  'Cahilce karşı çıkıldığı, önemsiz çıkarlar uğruna büyük bir toplumsal gelişmenin önüne geçildiği' vb. söylenir. Yanı sıra,  yerelde mücadele edenler kuşatılarak, seslerini duyurmaları ve toplumla dayanışmaya girmeleri önlenmeye çalışılır. Örneğin önceden yöre halkı açtıkları davalar sona erene dek şirketleri yaşama alanlarına sokmazken, bugün bu temel hukuk ilkesi bir yana itilerek kamu yararı bulunduğu gerekçesiyle şirketlerin alana girmesi sağlanıyor; bu direnme meşruiyetine bir saldırıdır. Barışçı direnişleri kışkırtarak suçlu hale getirmek ise, direnenleri bölmeye çalışmanın bilinen bir yoludur.

     Direnişi yerele mümkün olduğunca yaymanın etkili bir yol olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin saldırı bir köyü ilgilendiriyor olsa bile sorunu yan köylerle paylaşmak ve dalga dalga genişleterek bütün yöreye aktarmak gerekir. Bazı çalışmalar yöre dışına dönüktür ve hem başka yerlerdeki benzer mücadelelere örnek oluşturur, hem dışarıdan destek gelmesini sağlar. Yerelde ise köylere, mahallelere, evlere, tek tek kişilere, bütün kuruluşlara günlük hayat içinde ulaşarak mücadele hakkında bilgi vermek önemlidir. Çevre mücadelelerinde ilki iyi kötü yapılsa da ikincisi genellikle eksik kalıyor. Nedeninin, mücadeleyle ilgili ayrıntılı bilgi ve propaganda malzemesi eksikliği olduğu düşünülebilir. Bunlar akademik bilgiyle giderilemez, devrimci siyasi bakış açısıyla özgün inceleme, araştırmalar yapılmalıdır.

     Çevreye zarar vereceği açık olan bir yatırım şu ya da bu nedenle durdurulamayabilir ama bu mücadelenin sonu değildir. Çünkü sözü edilen zararlar mutlaka görülür ve büyük olasılıkla artarak yeniden üretilir. Dolayısıyla mücadeleye başlangıçta katılmayanlar geri gelebilir. Bu yüzden direniş alanıyla bağı kesmemek gerekir.

     Çevre sorunlarının mülkiyet ilişkileri çerçevesindeki çelişkilere dayanması, hukuk mücadelesini önemli kılıyor. Bu çalışmalar genellikle bir avuç çevre avukatının gönüllü çabalarıyla sürdürülüyor. Barolar bu mücadelelerde sorumluluk üstlenmeli ve saldırılara en çok hedef olanlar arasında yer alan meslektaşlarına sahip çıkmalıdır.

     Akbelen'deki gibi direnişler bize yalnızca oraya gidip destek olma ya da sosyal medyadan mesaj atma sorumluluğu yüklemiyor, sorunları kendi somutluğu içinde düşünme, inceleme ve kimseye akıl vermeden bilgimizi paylaşma görevi de veriyor. Ama bunun için önce yeni şeyler öğrenmeyi bir gereksinim olarak kabul etmemiz gerekiyor.

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blog Arşivi