SOMUT BİR SORUNU FELSEFÎ BAKIŞ AÇISIYLA ELE ALMA YANLIŞLIĞI
Alman İdeolojisinde[1] “Yaşamı belirleyen bilinç değildir, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır” dendikten sonra felsefe hakkında şunlar ifade ediliyor: “Spekülasyonunun bittiği, gerçek hayatın başladığı yerde, demek ki insanların pratik gelişim süreçlerini ve pratik faaliyetlerini açıklayan hakiki pozitif bilim başlar. Bilinç hakkında söylenen boş sözler sona erer; onların yerini gerçek bilginin alması gerekir. Gerçekliğin tanımlanmasıyla birlikte, kendi kendine yeten felsefe, varlığını sürdürdüğü ortamını kaybeder. Onun yerini, en iyi olasılıkla en genel sonuçların bir özeti, insanların tarihsel gelişiminin gözleminden elde edilen soyutlamalar alabilir. Gerçek tarihten kopmuş bu soyutlamaların tek başlarına hiçbir değeri yoktur. Bunlar yalnızca, tarihsel materyalin düzenlenmesini kolaylaştırmaya, onun ayrı ayrı safhalarının dizilişini göstermeye yardımcı olabilir. Fakat kesinlikle, felsefenin yaptığı gibi tarihsel dönemleri derli toplu biçimde düzenleyecek bir reçete veya şema veremez. Tersine, -ister geçmişteki bir dönemi, ister bugüne ait olsun-maddi olanın incelenip düzenlenmesi ve onun gerçek haliyle sunulması işine girişildiğinde, güçlükler baş gösterir. Bu güçlüklerin ortadan kaldırılması, burada ele almamıza olanak bulunmayan, fakat her çağdaki bireylerin gerçek yaşam süreçleri ve faaliyetleri incelenerek anlaşılabilecek öncüller tarafından yerine getirilir. Burada, ideoloji karşısında kullandığımız bu soyutlamalardan bazılarını alıp onları tarihsel örneklerle açıklayacağız.”
Burada Marks ve Engels’in sahip oldukları felsefi eleştiri geleneğini terkederek, olguları bilimsel temelde ele almaya karar verdikleri açıklanıyor. Bu anlayış doğrultusunda, bu ifadelerinin yer aldığı kitabın basımı için dahi “farelerin eleştirisine bıraktık” diyerek çaba göstermiyorlar. Bu felsefeye karşı ya da felsefeyi hor gören bir tavır olmadığı gibi, felsefe yerine bilimi geçirmeye çalışmak olarak da anlaşılmamalıdır. Marksizm'in kurucuları hayatları boyu felsefeyle ilgilerini kesmemişlerdir. Örneğin Engels, hayatının sonuna dek İngiltere’de bir felsefe dergisinin editörlüğünü yaptı. Marks fırsat buldukça klasik filozofları okumayı sürdürdü.[2] Aynı tutumu Lenin’de de görüyoruz, felsefe okuyor ama sürgün yıllarında Gorki’nin davetlerine rağmen Rus aydınlarıyla felsefe tartışması yapmaya gitmiyordu. Ancak parti içinde dağınıklığa yolaçtığı için ampiristleri eleştirdiği “Ampriokritisizm” i yazmaktan geri durmadı. Yine Engels’in son eseri “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” kitabında, felsefenin Hegel’le sona erdiği ve Feuerbach’ın felsefe yapmaya çalışarak yalnızca Hegel’i devam ettirdiği ifadesi bu doğrultuda bir anlayıştır. Engels’in bu tavrı her ne kadar “felsefe bitti, artık yasak, yüzüne bakmayacağız” gibi yorumlansa da, kitabın sonundaki “ Alman işçi hareketi klasik Alman felsefesinin mirasçısıdır” cümlesiyle öyle olmadığı gösterilir.[3]
Felsefe, ideolojik bir düşünce biçimidir. İdeoloji, gerçeklikle olan ilişkimizin zihne yansımasının, zihinsel bir tasarımıdır.[4] Kısaca felsefe, düşünceden düşünce üretmektir. Var oluş nedeni, gerçeğin nesnel olarak saptayabildiğimiz sınırlar ötesinde de sürdüğünün bilinmesi ve bunun hakkında akıl yürütülmesidir. Bilinmeyen hakkında, bilinenler aracılığıyla düşünürüz. Bilim çeşitli maddi olguları işleyiş yasaları doğrultusunda inceleyerek, bilinmeyen hakkında doğruluğu yanlışlığı kanıtlanabilir, açıklayıcı fikirler ileri sürer. Felsefe ise bu bilgileri yorumlayarak, bilimin de kullandığı mantık dizgeleri doğrultusunda akıl yürütür. Bilim her zaman bir soruna somut çözüm getirmek için-Marks’ın ifadesiyle-“ toplumsal gelişmenin genel zihnî ürünü olarak”[5] gelişir. Felsefe ise sürekli sorular sorarak ilk neden ya da son sonucun ne olduğu hakkında spekülasyonlar geliştirir. Bu sırada açıklamalar yaparken, karşıt felsefelerin açıklamalarını çürütmeye ve düşünce alanındaki yerlerini daraltmaya çalışır. Bilim üretmek için gerçeğe yakın olmak, felsefe üretmek için tersine gerçekten uzaklaşarak soyutlamalar düzeyinde kurgu yapmak gerekir. Bilim, bir tezin yanlışlığının kanıtlanmasıyla gelişir. Felsefi bir tezin yanlışlığı kanıtlandığında ise-ki bu kendi açıklamalarıyla tutarsızlığa düştüğü gösterilerek yapılır- o felsefe sona erer ama başka yer ve zamanda yeni sorular üreterek tekrar ortaya çıkar. Çünkü toplumsal gelişme, felsefeye yeni sorular sorma olanağı verir. Yaşamını düşünce üreterek kazanan filozof da bu durumdan yararlanır.
Marksizm’in Hegel, Spinoza, Kant gibi filozoflarınkine benzer özel bir felsefesi yoktur. Çünkü Marksizm düşüncelerin değişimine değil, düşüncelerin somut varoluş koşullarının değişimine odaklanır. Marksistler, düşüncelerin kitlelere mal olmasıyla somut bir güce dönüştüğünü ve koşulların devrimci dönüşümünün ancak bu güçle mümkün olduğunu bilir. Bu çerçevede düşünce düzeyinde bizim açımızdan önemli olan bilimsel çalışma ve politik mücadelenin, özgürce sürdürülebileceği koşulların yaratılmasıdır. Gerçeği değiştirmeye odaklanmayan düşünsel faaliyet, bizim açımızdan zaman kaybıdır. Yalnızca fiziksel baskı ve yasaklardan özgür olmak bakımından değil, aynı zamanda gerçeğin nesnel işleyiş yasalarını anlamımızı zorlaştırıcı zihinsel kısıtlamalardan da özgür olmalıyız. Marksizm’in özel bir felsefesinin olmayışı bu amaca uygundur. Eğer böyle bir felsefemiz olsaydı, tıpkı burjuva okul eğitimi ya da tarikatlarda görülene benzer biçimde, devrimci bir eyleme geçmeden önce bu felsefeyi öğrenmemiz gerekirdi. Bu da kendi özel felsefesini öğrenenleri “devrimci”, öğrenemeyenleri “değil” diye sınıflandıran, dolayısıyla aydınlar ve eğitimsiz insanlar arasında ayrım yapan bir Marksizm ortaya çıkmasına neden olurdu…
Özel bir felsefemiz yok ama her zaman
gerçeği değiştirmeye yakın olabilmek için, materyalist konumda kalmamızı tehdit
eden felsefi görüşlere karşı mücadele edebilecek bir felsefe bilgimiz
olmalıdır. Biz felsefeyi dünyayı yorumlamak için değil, felsefeden uzak durmak
ve parçası olduğumuz gerçeklik içindeki konumumuzu bilmek, böylece koşulları
değiştirmek için öğreniyor, öğretiyoruz. Bu yüzden somut bir olguyu incelerken
izleyeceğimiz yolu yine somutun kendisinden çıkartıyor, önceden benimsenmiş bir
yöntem bilgisine göre davranmıyoruz. “Sınıfsal açıdan, diyalektik olarak,
Marksizm'e göre, vb.” ön kabullerle araştırma-inceleme yapmıyoruz.
İnceleyeceğimiz konuyu vakit ayırıp ayrıntılarıyla ele alıyor, işleyiş
yasalarını görmeye çalışıyor, konu hakkındaki bilgileri kimin ifade ettiğine
aldırmaksızın öğreniyor, ancak bundan sonra bilgi aktarmaya geçiyoruz. Eğer
çalışma alanımızda önceden ifade edilmiş yanlış görüşler varsa, konu zihnimizde
bir bütünlük oluşturacak biçimde açıklığa kavuştuktan sonra bunların
eleştirisini yapıyoruz. Bu bölümün başında Alman İdeolojisinden yaptığımız
alıntıda, Önsöz’de, Grundrisse’ye Giriş metninde, Kapital’in Almanca İkinci
Basımına Sonsöz’de zaten bunlar anlatılır. Saydığımız metinler rasgele
yazılmamışlardır, Marks’ın düşüncelerini geliştirmek için uzun yıllar süren
çalışmaların sonuçlarıdır. Benzer biçimde Marks ve Engels’in kendi yazıları
üstüne açıklamalar yaptıkları mektupları da peygamberin “hadisleri” misali
şüpheli fikirler gibi görmeyip, önemsemeliyiz. Bunca Marksizm yorumuyla
kuşatılmışken yol göstericiliğe ihtiyacımız var, eleştirel bakış açımızı asla terketmeden
öncülerimizi izleyeceğiz.
[1] Alman
İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, s. 35
[2] Örneğin
Almanca 2. Baskıya önsözde Hegel ve Spinoza’ya yönelik saldırıları şiddetle
reddederek, her ikisini de eşit ölçüde sahipleniyor. Kapital I, Yordam, s 29
[3] Ludwig
Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sosyal Y. S. 92.
[4]
İdeoloji, bireylerin gerçek var oluş koşullarıyla kurdukları imgesel ilişkinin
imgesel bir ‘tasarımlanmasıdır.’ Althusser, Devletin İdeolojik Aygıtları,
İthaki, s. 89
[5] Kapital
I, Yordam, 5. Basım, s 814
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.